Düşünce ve Kuram Dergisi

Düşünce ve Eylemde Birleşerek Tecridi Kırmak, Özgürleştirir

Aysun Genç

Erkek egemen sistemler ilk önce hakikat yıkımına odaklanır. Hakikatin en temel özelliği bütünlük olduğundan, erkek egemenlikli sistemler ilk olarak hakikatin bütünlük yaratan özelliğini hedef alır, onu parçalamaya çalışırlar. Parçalamak, bütünlüğünden koparmak, parçaları birbirinden ayırmak, parça kopararak bunu da bütünden yalıtmak ve hatta mümkünse parçayı bütünün karşıtı haline getirerek hakikatin kendi içinden hakikat karşıtlığı üretmek, erkek egemen aklın ilk kurguladıkları mühendislik faaliyetlerindendir. Bundan dolayı tecridi en hızlı geliştirebilen, bunu yapma potansiyeli en fazla olan sistemler de erkek egemenlikli sistemler olmaktadır.

İlk toplumsal şekilleniş, ardından toplumun oluşması büyük insanlık devrimi olarak tarihe yazılmıştır. Erkek egemenlikli, devlet odaklı savaş-iktidar aklının ürünü olarak gelişen sapma, toplumsallığın tüm boyutlarını riske atmıştır. Analitik zekanın kendi doğal seyrinden çıkarak sapmaya uğraması, toplumsallığı insan toplumunu özgürlük temelinde ihtiyaçlarını karşılama ve yaşam kurma konusundaki aktivitesi dışında bir akışa zorlaması, insan hakikatinin parçalanmasıyla ilgilidir. Hakikat konusundan söz edildiği zaman mevzubahis olan temel konu bütünlüktür. Çünkü hakikatin oluşumu, birçok farklı unsurun bir araya gelmesinin toplamıyla mümkündür. Birbirinin aynı unsurların mekanik toplamı, hakikati oluşturmamaktadır. Farklı unsurların, kendi farklılıklarıyla bir araya gelerek yeni bir anlam oluşturmalarına hakikat demekteyiz. Kuşkusuz çok çeşitli tanımlar yapılabilir ancak insanın ve toplumun hak ettiği en yalın anlam budur.

İnsan türü, kendi yalnızlığının farkına varıp türdeşleriyle bir araya geldikçe, birlikte yaşamı inşa ettikçe, birlikte var olmayı başardıkça yaşamın da anlamını oluşturmuştur. Yaşamın anlamını oluşturmak, toplum olmakla özdeştir. Toplumun temsil ettiği hakikat tartışmasızdır. İdeal olandır. Alternatifi yoktur. Zamana bağlı olarak gelişmesi de temsil ettiği hakikat kapsamında zenginlik olmaktadır. Yerine konacak başka bir şeyi yaratmak mümkün değildir. İnsan gibi komple bir yapının dahi tek tek bireyler olarak var olmasının yeterli ve mümkün olmayacağı gerçeğini haykırdığından, alternatifini yaratmak onu bozmak demektir.

Böyle iddialı bir varoluş, böyle iddialı bir hakikat ve böyle iddialı bir yaşam inşası, kuşkusuz büyük bir güç de yaratmaktadır. İnsan işte bunların hepsine haizdir.

İnsan türünde de bu kapsayıcılığı en fazla temsil eden, kadındır. Kuşkusuz kadının biyolojik özellikleri de buna bir imkan-ortam yaratmıştır. Ancak salt biyolojik ele almak, insan türünün ikilimli haline, çeşitliliğine ve tam da sözünü ettiğimiz hakikatin bütünlüğüne yeterli anlamı verememek olur. Kadın etrafında yaratılan yaşam, kadını merkeze alarak oluşan kültür ve tarih, özünde toplumu var eden, toplumsallaşmayı mümkün kılan hakikattir. İnsan türü, kadınla toplum olmayı gerçekleştirmiş, kadınla insan olmayı başarmıştır. Kadın gerçeğinden, kadının özgürlüksel değerlerinden kopan kişi ya da grupların nasıl da insan olmaktan uzaklaştıklarını az da olsa bugün görmekteyiz. Kadın yaşam kurucudur. Kadın, insan türünün, kendisi olmayı başarabilen ve kendisiyle birlikte insan türünün başka bireylerini de var etmeye meyilli, mutlaka etrafında bir toplum kurmaya eğilimli olan kesimidir. Kuşkusuz doğal toplumdan kopmamış olan erkek bireyde de yaşamı kurma, kendisi olma, başka insanlarla olabilme yanları vardır. Ancak kadın, bunun yaratıcısı ve temel inşa gücüdür. Topluluk bilinci, varlığın süreklileştirilmesi ve özgür kılınması, kadının varlığıyla özdeşleşmiştir. Bunların yokluğu, kadının kimliksel sorun yaşamasını da beraberinde getirir.

 

50 Yıllık Tarih, Büyük Özgürleşmeye Tanıklık Etmiştir

Kürdistan özgürlük mücadelesinin 50 yıllık tarihi, Kürdistan kadınlarında derin bir tarihsel toplum bilinçlenmesi geliştirmiştir. Tarihi ve toplumu tanıma, kendi elinden alınanların farkına varmakla başlamıştır. Toplamında Kürdistan özgürlük mücadelesi bir uyanıştır. Bu uyanış tüm bireylerde gerçekleştiği gibi en yoğunluklu olarak Kürdistan kadınlarında yaşanmıştır. Kürdistan kadını kendine çizilen sınırların gerçek dışılığını gördüğü kadar sınırları parçalamayı ve özgürlüğe giden yolun ilkelerini de bilince çıkarmıştır. Kadın özgürleşmesi, kendisi olabilmesi, düşünebilmesi, kendini ifade edebilmesi, yasak kılınan özgür olma ve özgür düşünmeyi gerçekleştirerek yasakları delmesi kadar unutturulmuş olanları yaratmasıyla mümkün olmuştur. 50 yıllık tarih, büyük özgürleşme örneklerine tanıklık etmiştir. Öz savunma mücadelesinin profesyonel temelde yürütüldüğü savaş sahalarında ortaya çıkan kahramanlaşma kadar sanat, kültür, ekonomi, hukuk ya da demokratik siyaset alanında ortaya çıkan öncü kadın hareketlerinin geliştirilmesi de toplamda Kürdistan ve Ortadoğu toplumlarının özgürleşmesi hanesine altın harflerle yazılmıştır.

Kadınların cins olarak elde ettikleri kazanımlar, tüm toplumun kazanımlarıdır. Tüm toplumun olabildiği kadar da hakikat olabilir, kadınca olabilir. Bireysel olarak bir kadının edindiği kazanım, toplumsallaşmadığı müddetçe dar kalacak, toplumun özgürleşmesine katkı sunmayacaktır. Kadının toplum kurucu, yaşam inşacı yanından kaynaklı tüm kazanımlar büyük bir doğallık içinde toplumun özgürleşmesine mal edilmektedir. Kadın etkinliğinin görünür, belirgin olduğu tüm tarihsel dönemler ve toplumlarda, yaşamın temel rotası bütünlüklü toplumsal yaşamın var olmasına, özgür bir temelde varlığını süreklileştirmesine odaklanmaktadır.

Tarihte gelişen toplumsal öncülükler de hangi ideoloji, fikir ya da amaçla ortaya çıkarsa çıksınlar, toplum içine sızmış olan erkek egemenlikli sistemsel öğelere yönelik karşı çıkışlarıyla var olabilmişlerdir. Hakim sistemlerin yarattığı sınıfsallığa, üst sınıfların alt sınıfları sömürerek yaşamlarını sürdürmelerine, alt sınıfların farklı boyutlarda olsa da köleleştirilmesine karşı çıkan toplumsal öncülükler, alt sınıflardan destek görerek toplumsal hareket olabilmişlerdir. Sınıfsallık toplumun bağrına saplanan kirli bir hançerdir. Toplumu parçaladığı gibi her parçaya ayrı yaşam şekli çizerek adeta kader biçmişlerdir. Hakim ideolojiler, toplumun sınıfsal temelde parçalanması ve üst sınıfların çeşitli kurumlaşmalarla garantiye aldıklarını devlet olarak tanrısal şekilde sunarak kendilerini sistemleştirebilmişlerdir. Toplumun parçalanması, farklı kesimler arasında inşa edilen farkların tanrısallığının çeşitli ideolojik zor ve hakim sistemlerin şiddet aygıtlarıyla topluma kabul ettirilmesi, toplumun bu parçalanmışlık karşısında gücünü zayıflatmıştır.

İçinde bulunduğumuz 2022 yılında Türkiye’de toplumsal parçalanmışlık üst düzeyde yaşanmaktadır. Toplum sadece sınıfsal olarak değil, kültürel, sanatsal, etnik, düşünsel, cinsel alanlar başta olmak üzere tüm boyutlarda parçalanmaya uğramıştır. En büyük parçalanma da giderek ruhsal boyuta dayatılmaktadır. Bu parçalanmışlık Türkiye toplumlarının en zayıf noktasını oluşturmaktadır. Türkiye’de erkek egemenlikli AKP-MHP iktidarının yarattığı sistem, toplumun içinde bulunduğu parçalanmışlığın, dağılmanın, refleks eksikliğinin kaynağıdır. Ancak bu tablonun ilk inşa alanı, laboratuvarı İmralı sistemidir, PKK Lideri Abdullah Öcalan üzerinde uygulanan ağırlaştırılmış tecrit sistemidir.

Öcalan üzerinde uygulanan tecrit, kuşkusuz en başta Öcalan’ın kendi bireysel haklarından soyutlanmasıdır. Ancak bunu çok aşan bir gerçeklik vardır. Çünkü Öcalan salt bir kişi-birey olarak İmralı adasında esaret altında değildir. Kürt halkına yaptığı öncülükten, Özgürlük önderi olma konumundan dolayı ada hapishanesinde tutulmaktadır.

Tarihte kendini toplumsal tarih temelinde gerçekleştirerek toplumsal varoluşu mümkün kılan bir hakikatin tek kişide somutlaşması olan Öcalan’a uygulanan tecrit, tüm Kürt halkına uygulanan bir soykırım yöntemidir. Bu tespit, salt ideolojik ya da manevi bir tespit olmanın çok ötesindedir. Kuşkusuz Kürt halkının Öcalan’a bağlılığı tartışmasızdır. Çünkü önemli tarihsel dönemlerde Kürt halkının gösterdiği refleksler, Öcalan’ın süreçlere dair verdiği fikirler temelinde milyonlarca insanın tek ses olması bunu zaten göstermiştir de. Bu anlamıyla İmralı adası, tarihte çok defa ada ya da kulelerin kullanıldığı gibi toplumdan fiziksel temelde koparmanın mekanı olarak kurgulanmıştır. Öcalan’ın İmralı esaretine alındığı ilk dönemlerde sorduğu, “milyonları küçük bir hücreye nasıl sığdırabilirsiniz?” sorusuyla durumu anlatmaktadır.

Öcalan’ın toplumsal öncülüğünün en fazla karşılık bulduğu toplumsal kesim nasıl ki Kürtler ise Kürt toplumu içinde de en fazla karşılık bulduğu kesim kadınlardır. Kuşkusuz, hem Kürtler hem de kadınlar özgürlükten en fazla uzaklaştırılanlar oluyor. Tarihsel çıkışlar, adı ya da tanımı ne olursa olsun, erkek egemenlikli sistemlere karşı çıktıkları, sistemlerin erkeksi yanlarını eleştirdikleri oranda var olabilmişlerdir dedik. İşte tam da burada, şu gerçek karşımıza çıkmaktadır: Öcalan paradigması, erkek egemenlikli sistemlere hiçbir şekilde yaşam şansı tanımayan, egemen sistemlere taviz vermeyen, toplum özgürlüğünün kökenine kadınların özgürleşmesi şartını koyan ve kadını tüm mücadele alanlarında, öncü kurumlaşmalarda konumlandıran bir paradigmadır. En zor olanı seçmiştir, Öcalan. Ancak en güçlü ve anlamlı olandır da. En özgürlükçü olan ve toplumun özgürlüksel değerleriyle en fazla buluşandır. Tüm toplumsal kesimlere kadın öncülüğünde özgürlüksel rol biçmedir. Kadının özgür var olmasına duyulan sonsuz güveni barındırmaktadır. Toplumun geleceği, ancak özgürleşen kadına emanet edilebileceğini, bu temelde toplum bireylerinin özgürleşebileceğini anlatmaktadır. Tüm bu tespitler çoğaltılabilir. Özü, kadın öncülüğündeki Kürdistan özgürlük mücadelesinin birleştirici, bütünleştirici gücündedir. Kuşkusuz bu birleştiricilik bir cephe ya da ittifak tarzında değildir. Kadının birleştiriciliği toplumsal parçalanmışlıkları, sınıf ayrımlarını, alt sınıfların ezilmesi olgusunu ortadan kaldırarak, tüm farklılıklarını koruyarak bir arada özgür yaşaması gerçeğinden kaynaklıdır.

Öcalan üzerinde uygulanan tecrit, Kürtler ve Kürdistan Özgürlük Hareketi üzerinde uygulanan soykırım politikasının bir kişi şahsında toplumsal öncülüğe uygulanarak tüm toplumun da bu temelde modellenmesiyle pratikleştirilmektedir. Buna göre hukuk  günlük-anlık olarak istismar edilmekte, hak kökünden koparılmaktadır. Kuşkusuz buna zemin olan anayasal hukuki çerçeve de soykırımın önünü açarak, hukukun istismar edilmesine kapıyı açık tutmaktadır. Yeri gelmişken belirtelim, erkek egemenliğini zirvede temsil eden AKP-MHP iktidarında tüm kavramlar kendi hakikatinden koparılmış, tersyüz edilmiş ve toplum düşmanlığı temelinde kullanılır olmuştur. Bu anlamda hukuk da sonuna kadar keyfi uygulamalarla kendi varlık anlamından çıkarılmakta, toplum düşmanlığının icazet belgesi olarak kullanılmaktadır. En başta Kürtler ve Kürdistan özgürlük mücadelesi değerleri, değer olarak görülmediği gibi “suç” kavramı içinde ele alınmış, Kürt olmak “suçlu olmak” şeklinde Türkiye toplumları algısında inşa edilmiştir.

Bu durumda, Kürt Halk Önderi olmak, “en büyük suçlu olmak” şeklinde kurgulanmakta ve nefret söylemi, sınırsız düzeyde geliştirilmektedir. Bu temelde Öcalan paradigması etrafındaki tüm kavramlar, tüm değerler de “suç” tanımı etrafında kurgulanarak toplum dışına itilmeye çalışılmakta, kriminalize edilmektedir. Akabinde Türkiye toplumu nezdinde tarihsel-kültürel toplum olarak kabul edilmeyen Kürt halkı “suçlular topluluğu” olarak inşa edilmek istenmektedir.. Bu durumda Kürt halkı içindeki kadınlar, “suçlular topluluğunun doğurucuları” olarak algılara oturtulmaktadır. “Suç”un büyüklüğü, Kürt’ün, Türk varlığını ve devletini riske atması olarak Türkiye toplumlarının bilincine zorla yerleştirilmeye çalışılarak tüm devlet kurumlaşması, iç ve dış siyaseti buna odaklanmıştır.

Frantz Fanon “sömürgecinin yönettiği dünya karşısında sömürge halkı, suçsuzluğu kanıtlanana kadar her zaman suçludur” der. Kürtler, süreğen bir suçsuzluğunu kanıtlama uğraşı içine itilmiştir. Bu uğraş, Kürtleri asimile eden, soykırıma uğratan zihinsel altyapı olmuştur. Suçlu olmadığını anlayan ve kendi suçsuzluğunu kanıtlama uğraşına kalkışmayan Kürt bireyi, kendine yabancılaşmayı kendi karakterinde durdurmuş demektir. Kürd’ü “suçlu” addeden yapısal koşullar aşılmadan Kürt’ün kendi hakikatine yabancılaşması önlenemez.

50 yıllık bir mirasa sahip olan Kürdistan Özgürlük Hareketi, Türkiye halkı ve özellikle de sol-sosyalist kesimlerde var olan egemen ulus zihniyetini, şovenist algıyı büyük oranda kırmıştır. Türkiye kadın hareketlerinde Kurdistan kadınlarına dair algının kırılması, Türkiye sol-sosyalist gruplarındaki şovenist algının kırılmasından daha zor ve uzun dönemlere denk gelmiştir. Türkiyeli kadınların, kadın ruhunu, duygusunu, yaşayışını anlaması, daha hızlı ve derin kolektif ruh yaratması gerekirken, bu çok gecikmeli ve kısmî olmuştur. Kürt kadın özgürlük hareketi, büyük mücadeleler vermiş, büyük bedeller ödemiş, çok can verdiği özgürlük yolunda büyük adımlar atmış ve adeta dünya kadınlarına kendini anlatmaya başladığı süreçte Türkiye kadın hareketlerinde mevcut algıyı değiştirebilmenin küçük olanaklarını yaratmıştır.

Bu durum, kuşkusuz konumuz olan tecrit bağlamında ele alındığında Kurdistan kadınının parçalanmış Ortadoğu kadın gerçeğinde, hemcinslerince tecrit edilmesi anlamına gelmektedir. Bugün de tümden bunun kırıldığını söylemek mümkün değildir. Türkiye’de gerçekleşen kadın cinayetleri, kadınlara yönelik hak ihlalleri ya da saldırılar karşısında Kurdistan kadınlarının refleksleri canlı ve diridir. Ancak Kürdistan kadınlarına yönelik saldırılar karşısında Türkiyeli kadınların aynı refleksle hareket ettiğini belirtmek zordur. Tüm kadıncılık iddiasına rağmen, söz konusu kadın Kürt kimliği taşıyorsa, Kürt halkının mücadelesine yakınlık duyuyorsa, egemen sistem saldırıları adeta görmezden gelinmiştir. Bu durum, Kürdistan’da en başta da devlet-orduya mensup kişilerin şiddetine, saldırısına uğrayan, katledilen kadınlara yönelik saldırıları görmeyi engellemektedir. Adeta “suçlular topluluğunun doğurucuları, bu saldırıları hak etmektedir” yaklaşımı pratikleşmektedir. Kürdistan kadınlarına yönelik taciz, tecavüz, hukuk-siyaset dışılık ya da soykırım saldırıları karşısında Türkiye kadın hareketinin girdiği tutum, adeta ölü taklidi yapmak olmuştur. Kuşkusuz ölü taklidi yapma konumunu erkek egemenlikli AKP-MHP diktatörlük iktidarı da görmekte ve derinleştirmektedir.

 

İmralı Sistemi Var oldukça Özgürlüklerden Söz Edilemez

Leyla Güven için onlarca yıl ceza istenmesi, Ayşe Gökkan’a yönelik erkek devlet nefreti ve intikam saldırıları, Aysel Tuğluk’un içinde bulunduğu duruma yönelik intikamcı devlet terörü karşısındaki yetersiz refleks ve en fazla da Ekin Van şahsında Kürdistanlı kadın gerillaların cesetlerine yapılan insanlık dışı saldırılar karşısındaki görmezden gelme durumu; Türkiye kadın hareketinin en büyük zaafiyeti olmaktadır. Tüm bunlar bir yana, Türkiyeli olan ve Kürt kadınlarıyla omuz omuza mücadele yürüten değerli kadın şahsiyetler de bu tutuma maruz kalmışlardır.

Türkiyeli bir siyasetçi olan Figen Yüksekdağ’ın tutuklanması, yargılanması ve en son “Yıkılacak Duvarlar” adlı şiir kitabının dahi tecrit temelinde saldırıya uğraması da buna örnek gösterilebilir. Basımı ve yaygın okunması üzerinden bir yıldan fazla zaman geçmiş olmasına rağmen, erkek egemenlikli sistemin kadın düşmanlığı bu saldırıyla kendi kurumsal varlığını derinleştirme niyetindedir. Figen, Kürt değildir, ancak Kürdistan kadın hareketiyle buluşmayı en güzel şekilde yapmış, başarmış, kendini özgürleştirmiş, özgürlük mücadelesinde büyük bedeller vermiş bir öncü kadın siyasetçidir. Güçlü bir kadındır. Türkiye kadınlarına örnek olacak bir özgürlüksel duruş içindedir. Adeta Figen’e yönelik sahiplenmeyiş, yeterli dayanışmayı göstermeyişte de Figen’in Kürtleştirilmesi, yani Figen’in ötelenmesi şeklinde karşımıza çıkmaktadır. Kuşkusuz Türk milliyetçiliği yapanların hepsi Türk olmadığı gibi ötekileştirilmeye çalışılanların hepsi de etnik köken olarak Kürt değildir. Kürdistan özgürlük fikriyatına yakın duran herkes, erkek egemenlikli devlet tarafından “suçlular topluluğuna” eklenmektedir.

Bunların hepsi bir yana, son dönemde gündeme gelen bir örnek de incelenmek durumundadır. Makbule Özer 80 yaşında bir Kürt kadındır. 80 yaşında zindana konulmuştur. Yemeğinden kişisel temizliğine kadar kendi ihtiyaçlarını karşılayamayacak yaştadır. Buna karşı Kürdistan kadınlarının eylem ve etkinlikleri, protestoları gelişti. Kimi hukuki girişimler de oldu. Ve Makbule Özer 4 ayı aşkın süre sonunda elinde bir kırmızı gül ile zindandan çıktı. “Kürt olduğum için bunlar bana yapıldı” diyerek faşist sistemi özetledi. Var mıdır bir Türkiyeli kadın, bu yaşta, bu durumda ve “suçlu” olmadığı halde esir tutulan? Türkiye devleti zindan verilerini tümden bilmesek de, böyle bir örneğin olmadığını tahmin edebiliriz. Toplum düşmanı insanların; mafyaların, çetelerin, katil ve tecavüzcülerin dahi farklı gerekçelerle zindandan çıkarılıp salıverildiği bir ülkedir, bura. Ancak normal bir Kürt anası-ninesi olan Makbule Özer, 80 yaşında ve zindanda tutulmuştur. Bu adaletsizlik karşısında en fazla duracak, sesini yükseltecek olanlar elbette yine kadınlardır.

Bu durumun kökenine baktığımızda, kadın hareketlerinin ortak cins bilinciyle hareket edemediğini görürüz. Bunun kökeninde de egemen ulus zihniyetini aşamamış olma vardır. Üstün ırk olma, üst sınıf olma, üst sınıfın kadını olma yaklaşımı vardır ki, bu durum kuşkusuz milliyetçiliğin baskısı altında gerçekleşiyor ve kendini yeterli düzeyde özgürleştirememiş anlamına gelmektedir.

Erkek egemenlikli milliyetçi bir ideolojiyle inşa edilen devlet, kimliğine sahip çıkan, mücadele eden ve topluma örnek olan kadınları tecrit ederken, kadın hareketleri de dayanışma göstermiyor; yaşananlar karşısında yeterli refleks gösterilemiyor. Bunun sonucunda tecrit derinleşiyor. Kadın hareketleri içindeki bu parçalılık, parçalanmayı derinleştiren zihniyet, erkek egemenlikli sisteme güç veriyor. Bu durum giderek Türkiyeli kadın hareketlerini marjinalleştirmekte ve başka mecralara yöneltmektedir. Bunun sonucu Türkiyeli kadın hareketi bütün kadınlara hitap etmekten uzak tutuyor ve toplumsallaşmasını zayıf bırakıyor. Toplumsallığın hakikatle, hakikatin bütünlükle bağı yeterince kurulamamaktadır. Ve nihayetinde varolan hakikat yitimi; Türkiye toplumları içinde çok çeşitli boyutlarda parçalanmışlıkları tetiklemektedir.

Bu durum, kadınlar üzerindeki erkek egemenlikli saldırıları daha da artırmakta, her türlü saldırıya zemin sunmaktadır. Zira parçalanmışlıktan güç değil, güçsüzlük doğar. Bunu aşmak, tüm kadın hareketlerinin ve kadınların sorumluluğundadır. Ancak bu konuda en fazla da bilinçlenmesi, durumun farkında olarak aşma temelinde köklü adımlar atması gereken de Kürt kadınları olduğu kadar, Kürdistan özgürlük mücadelesini anlayan ve tanıyan, önyargılarından arınmış Türkiyeli kadın öncülerdir.

Toplumsal mücadelenin en önemli yanı mücadele etmeye karar vermek kadar, dayanışma içinde olabilmektir de. Ortaklıklar kurabilmek, parçalanmışlıktan kurtulabilmek, aynılaşmadan yan yana gelebilmekten söz ediyoruz. Nihayetinde Kürdistan kadınlarıyla dayanışmaktan söz ediyoruz. Neolitik kadın devrimini Türkiye’de günlük tartışma konusu haline getirerek zihniyet devrimi yapmış olan Kürdistan kadınlarından söz ediyoruz. Eşbaşkanlık kavramını Türkiye siyasi literatürüne katmış ve uygulamış olan Kürdistan kadınlarından bahsediyoruz.

Türkiye’de tüm kadınlar saldırıya uğruyor, katlediliyor ve mağdur ediliyor. Aşırı baskıdan, toplumun “değerler” olgusundan ve özgürlükten tecrit edilmesinin bir sonucu olarak toplum patlama düzeyine yaklaşıyor. Kültürel devrim özgürlük odaklı gelişmediğinden bireycilik derinleşmektedir. Adeta kadın ve erkek tanımları belirsizleştirilmekte, cins kimlikleri kaybedilmekte, aşırı erkeksi egemenlik çizgisi, toplumdaki erkeği de “karı”laştırmaktadır. Tüm bunlar köklü mücadele etmeyi gerektirmektedir. Ancak Kürdistan kadınları erkek devletin şiddetine en fazla uğrayan kesim olmaktadır. Türkiye’deki parçalanmışlığın Türkiyeli kadınları getirdiği düzey, Türkiyeli kadınları çoğu zaman direkt erkek-devlet kurumlaşmasının kilit noktalarında olan, mevcut statükonun içinde yer alan kesimlerle aynı tarafa itmektedir. Oysa kadın hareketleri özgürleşerek “laik”, statükocu, eskiyen zihniyetlerin içinde kendini ifade edemeyecektir. Bu çizgilerin devri kapanmıştır. Siyasal haklar devri Türkiye açısından büyük oranda kapanmıştır. Bugün dönemsel geriye dönüşler görülse de özünde bu süreç tamamlanmıştır. Bu çizgilerin toplumsal özgürlük devri başlatabilmesi de mümkün değildir. Bu anlamda sistemleri, statükoları iyi çözümlemek, mevcut parçalanmışlığı toplumsal hakikat gerçeğinden yola çıkarak kavramak ve bu temelde hareket etmek gerekmektedir.

Bunları yapabilmek için de en temel adımları atabilmek gerekir. Türkiye’de Öcalan üzerinde uygulanan tecride karşı çıkmadan hiçbir özgürlük adımı atılamaz. İmralı sistemi var olduğu sürece başka özgürlüklerden söz edilemez. İmralı’da Öcalan üzerinde uygulanan ağırlaştırılmış tecrit sistemi var oldukça, toplumun tüm kesimleri üzerinde tecrit ve soykırım saldırıları sürecektir. Erkek devlet sisteminin eline, Kürtlere, Kürt kadınlarına, Öcalan’a yönelik tecrit politikası uygulayabilmesi için verilecek en küçük fırsat, erkek devlet sistemince tüm kadınlara karşı uygulanacaktır ve nihayetinde tüm kadınlar kaybedecektir.

Karmaşık bir şekilde ortaya çıkmaktadır ki, tecrit eden, tecrit edilmektedir. Tecrit edilenin engellenmesi, bütünlük oluşturamaması, tecrit edileni de engellemekte, sınırlandırmakta ve bütünlük oluşturamamasını getirmektedir. Bu Ortadoğu sorunları bağlamında, en başta da Bakurê(Kuzey) Kürdistan bağlamında tartışılan Kürt gerçeğinde çok daha yakıcıdır. Aynı durumun Kürdistan kadınlarına uygulanan tecridin Türkiyeli tüm kadınları özgürleşememek olarak etkilediği gerçeğinde de görmekteyiz. AKP-MHP dikta rejimi Abdullah Öcalan’a tecrit uygularken, tüm Türkiye halkını da yüzyıl paradigmasından sınırlandırmakta, mahrum etmekte, hatta ortaçağın gerisinde uygulamaları dayatmakta, giderek kılıç-kalkan, ok-yay dönemlerini nostaljik zeminde de olsa görünür kılmaya çalışmaktadır. Özünde iktidar, tecridin en büyüğünü Türkiye halklarına uygulamaktadır. Bugün itibariyle, ne konuşacağı, ne düşüneceği, neye güleceği, neye kızacağı dahi belirlenmeye çalışılan toplum bireyleri, tarihsel toplumun ahlaki ve politik gerçekliğinden koparılmaktadır.

Son dönemde artan tecavüz saldırılarında da görmekteyiz. Bir örnek vermek istiyorum. Elinde Türk bayrağıyla caddede yürüyen bir adam, bir kız çocuğunu kaçırmaya çalıştı. Genç kız onun elinden kurtulmaya çalışırken epey uğraştı, adam da bırakmamakta kararlı görünüyordu. Ancak kızı bırakmadığı kadar bayrağı da bırakmıyordu. Elindeki bayrak ile iktidara yanaşan ve halka da mesaj veren bu tecavüzcü, caddedeki tüm insanların gözünün önünde bunu yapmaya çalıştı. Kız çocuğu kendi çabasıyla kurtulup bağırdıktan sonra çevredekiler bir iki tepki gösterdiler. Benzer örnekler çoktur. DAİŞ’in kuran okuyup tecavüz etmesi ile faşist Türk bireyinin bayrakla tecavüz etmesi aynıdır. Her ikisinde de erkek egemenliğinin iktidarlarca şahlandırılması yanında ‘Kuran’ ve ‘bayrakla’ tecavüzün kutsanması vardır. Özcesi, tecridin derinlikli ve çok boyutlu yanı, Türkiye halkını giderek faşist karanlığa sürüklemekte, ahlaktan düşürmekte, erkek egemenliğini, faşizmi, tecavüzcülüğü hortlatmaktadır.

Tüm bunlara karşı uygulanacak çözüm bellidir: Tüm kadınlar birleşmeli, özgürlüğün tekil olmayacağının farkına varmalı, özgürlüğü dönemsel iktidarlara ya da statükocu güçlere göre değil, evrensel özgürlük değerlerini esas almalıdır. Kürdistan kadınının öncülüğünde gelişen özgürlük mücadelesini sahiplenmeli, parçalanmışlıktan kurtulmalı ve erkek egemenlikli tüm rejimleri reddetmenin her türlü eylemini geliştirmelidir. Öcalan üzerindeki tecrit kırılmadan, Türkiye’de toplumsal özgürlüklerin yaşanması mümkün değildir. Çünkü iktidarlar, bu tecridi sürdürmek için mütemadiyen milliyetçilik doğuracak, akabinde suç ve suçlu inşasına yönelecek ve toplum sanık sandalyesinde olma ruh halinden kurtulamayacaktır. Oysa, sanık sandalyesinde olmayı hak edenler erkek egemenlikli iktidarlardır. Bu iktidarların yürütücüleri diktatörler, tüm toplumu ve kadınları istismar etmektedirler. Kadın değerlerine düşmanlık besleyenlerdir, bu zihniyetler temelinde inşa edilen kurumların varlığını süreklileştiren kişi ve gruplardır. Bunları aşmak için hem düşünsel hem de eylemsel olarak birleşmek gerekir. Ancak bu şekilde “yıkılır duvarlar.”

Figen’in en fazla tecrit edilmeye çalışılan dizelerini Aysellere atfederek bitirelim.

 

 

“Yokluğun kıyısında kıvranıyor insanlık, 
Bodrumlar yanarken 
Karanlıkla kundaklanırken 
Issız evlerdeki bebeler
Ve başından vurulurken…”

 

Bunları da beğenebilirsin

Yoruma kapalı.