Düşünce ve Kuram Dergisi

Topluma Karşı Sürekli Savaş Rejimi Olarak Faşizm

Engin Elbistanlı

Çağımızın kendisini “Ulus-Devlet çağı” olarak herkese yedirdiği, kabul ettirdiği hatta hücrelerine kadar sindirdiği bir gerçeklikle karşı karşıya olduğumuzun bilinciyle; Ulus Devletin ne olduğunu, nelere yol açtığını, hangi onarılamaz tahribatları kendisiyle birlikte tüm insanlığa yaşattığını ele almaya çalışacağız.

Hiç şüphe yok ki, sömürgecilik insanlığa ulus-devletten çok daha fazla eziyet çektirtmiştir. Bu bağlamda insanlığın başına tam bir bela olmuş olan sömürgeciliği de işleyerek, yol açtığı tahribatları incelemekte önemli olacaktır. Ulus Devlet ve Sömürgecilik demişken topluma karşı sürekli bir savaş hali olan Faşizmi de işlememek olmaz. Hemen herkes faşizmi kavram düzeyinde ele alıp olumsuzlaşsa bile, günlük yaşamda halklara karşı ne kadar çok faşizan ameller uygulandığını işin tabiatıyla ilgili olanlar bilir. Yukarıda da ifade edildiği gibi ulus-devlet kavramı neredeyse kendisini yedirmemiş, özümsetmemiş kimse bırakmamıştır. Nedeni açıktır; devletin sonsuz kutsanmışlık gerçekliğidir. Bugün neredeyse, devleti olumsuzlayan birilerini bulmak zordur. En devlet karşıtı yapılar bile -yakinen mercek altına alındıklarında- devletçi özellikler gösterirler. Devlet olmak, yönetim erkini ele geçirenler için büyük “fırsat” kapılarını aralamaktadır. Öyle ki yönetmek daha rahat hale gelmektedir. Yönetici konumunda olanlar ya da bulunanlar, işleri evirip-çevirirken iradelerine karşı konulmamasını, iradelerinin karşı duruş olmadan pratikleşmesini isterler. Bunun da nedeni açıktır; işleri hızlı ve kendilerince pürüzsüz yürütme istemidir. İstemek iktidarın doğasında vardır.

Dikkat edersek, insanlığın doğasında ortaklaşma esas olurken, bireyin bireycileşmesiyle birlikte esas olan ortaklaşma değildir; esas olan bireyin söyledikleri ve istekleridir. Bu ise çok fazla kendini düşünmeyi, kendini esas almayı getirmiştir. İşte bir boyutuyla da bu bireycileşme üzerine kurulan devlet denilen yapı –özelde de kapitalist devlet- bu bireycileşmenin önünü korkunç bir şekilde açmıştır. Devletin oluşumu en azıdan 5 bin yıl öncesine kadar uzanıyor. Kimi tarihçiler, bu tarihlendirmeyi daha da gerilere götürmektedirler. Devletin oluşumunun insanlık için hayır getirmediğini bu işin doğasıyla ilgili olan herkes biliyor. Çünkü devlet, özü itibariyle “artı değer” diye tabir edilen, toplumun ürettiklerine el koyma eylemidir. Bu süreç bir günde başlamamıştır. Önce yaşlı erkeklerin tecrübelerine dayanarak toplumun ürettiklerinin bir kısmını ele geçirmeleri, ardından da “ilahi güçleri” olduğunu topluma kabul ettiren rahip ve şamanların kutsallığı istismar etmeleri ve son olarak da toplumun savunmasını üstlenmiş olan genç, dinamik ve savaşkan komutanın bu ikiliye eklemlenmesi yeni bir oluşuma yol açmıştır. Ancak bu yeni oluşumun yöntem olarak zor-hile ve istismarı kullanarak ortaya çıkan değerlere adım adım el koyarak kendilerini örgütlediklerini de biliyoruz. Bu örgütlenme biçiminin önceleri patriyarkal yani ataerkil yapıya yol açtığını ve örgütleme düzeyleri geliştikçe de süreç içerisinde -şehirler başta olmak üzere –devletçi yapıların yani sömürünün, sınıflaşmanın ve iktidarın merkezi haline geldiklerini de ekleyelim. Evet, devletin gelişimi bu seyri izlerken günümüze gelene kadar da çok sayıda devlet yapısı oluşmuştur. Oluşan devlet yapılarının isimleri değişik olsa bile, özleri birdir. Özleri; sömürüdür, iktidarın örgütlenmesidir, tekelciliktir yani ezmedir, baskılamadır, çalmadır; topluma ve tüm bireylere tek taraflı irade dayatmasında bulunarak hükmetmesidir.

“Ulus-devlet kavramı esas olarak da Kapitalizm çağının başlamasıyla birlikte burjuvazinin savunduğu bir devlet biçimidir. Aynı etnik topluluğun ya da uluslaşma sürecine giren halkların yaşadığı ülke sınırlarının ulus-devlet çizgileriyle kuşatılarak sömürme tekelini ele geçirme burjuvaların temel amacı olmuştur. Kapitalizmin gelişmesi için elverişli bir çerçeve olarak görülen ulus-devletler, tek bir ulusu esas alarak kurulmuştur.”

Ama unutulmasın ki, toplumların doğası tek renkli değildir. Bir toprak parçası üzerinde tek bir etnik gurup ya da ulus yaşamamaktadır. Burada bir parantez açalım. Bırakalım bir ulusun devlete sahip olacağını tersine bir devlet var ise, orada sömürünün ve irade gaspının olacağını belirtmiştik. Devlet varsa, sömüren bir kesim vardır. Sömüren bir elit vardır. Devlet aynı düzeyde tüm bir ulusun olamayacağına göre, “ulusun devleti” kavramı sadece ve sadece büyük bir yalandır. Yalanın da ötesinde, topluluk ve toplumları kendi kirli emellerine alet etmek için sömürücüler tarafından uydurulmuş bir kavramdır, parantezimizi kapatalım. Belirtildiği gibi bir toprak parçasında tek bir renk yaşamamaktadır. Böyle olunca ulus-devlet olarak formüle edilmiş olan devlet yapısı oluşumuyla birlikte sorunlara yol açacaktır, kendisiyle sorun üretecektir.

“Bu devletlerin sınırları içinde ağırlıklı olarak bir ulus var olsa da, birçoğunda farklı halklar da yaşadığından zaman içinde bu halklarla söz konusu devletlerarasında sorunlar yaşanmaya başlamıştır. Devlet içinde ağırlığı bulunan ulusun ayrıcalıklı olması ya da baskı altında tutulmaları; bu farklı ulusların, halkların, etnik toplulukların hakim ulus adına hareket ettiğini söyleyen ulus-devletlere karşı bir mücadele içine girmelerini beraberinde getirmiştir. 20. Yüzyılın bir yönüyle de ezilen halkların sömürgeci ulusal devletlere karşı mücadele yüz yılı olması gerçeği böyle ortaya çıkmıştır.” Unutulmasın ki ulus-devlet zihniyeti, her ulusa bir devlet vaat ettiği için dıştalanmış ve sömürülmeye alınmış olan halklarda özgürlüklerini savunurlarken, onlar da kurtuluşlarının bir devlet oluşturmaktan geçtiğini savunmuşlardır. Bu yaklaşımın BM ve sosyalistlerce -Ulusların Kendi Kaderlerini Tayin Etme Hakkı (UKKTH) – benimsendiğini de ekleyelim.

Sözü uzatmayalım, tuzak olarak düşünülmüş ve toplumlara karşı pratikleştirilen devlet yapısı, kapitalist çağda “tüm toplumlara” da mal edilerek ulus-devlet yapısı adı altında kendini tam meşrulaştırmıştır. Dile getirildiği gibi bu öyle bir meşrulaştırmadır ki, devlet karşıtı yapılar bile devletsiz edemediklerini sosyal demokrat, sosyalist ve ulusal kurtuluş pratiklerinde göstermişlerdir. Sosyal demokratlar iktidar yani devleti ele geçirdiklerinde devletin karakteri olan sömürücülüğü de devralmışlardır. Bizler, reel sosyalistlerin zaman içerisinde nasıl toplumlara karşıt hale geldiklerini en somut bir biçimde SSCB’de yaşananlarda gördük. Ve tabii bir de uluslarının kurtuluşu için yola çıkanların nasıl bir “kurtuluşu” sağladıklarını başta kendi ulusları olmak üzere o topraklarda yaşayan diğer halklara yaşattıklarından biliyoruz. Örnekleri çok fazladır.

Demek istediğimiz şudur; devletin her türlüsü gaspçıdır, sizin ve bizim devletimiz olamaz. Toplumların devleti asla olamaz. Devletin ismi demokratik, federal, cumhuriyet veya krallıkta olsa -ne kadar böyle isim varsa öylede olsa- devlet anti demokratiktir, iradeleri tanımazdır, baskıcıdır, sömürücüdür.

Hiç şüphe yok ki, bir devlet özel olarak sömürge altında bulundurduğu ya da tuttuğu bir halk varsa, o devlet daha fazla sömürücüdür, kan emicidir ve kirlidir.

 

Sömürge ya da sömürgecilik nedir?

TDK Sözlüğü sömürgeciliği: “Genel olarak bir devletin başka ulusları, devletleri, toplulukları, siyasal ve ekonomik egemenliği altına alarak yayılması veya yayılmayı istemesi, müstemlekecilik kolonyalizm” olarak tanımlıyor. Biz de biliyoruz ki, sözlükte yapılan tanım sömürgeciliği içerik olarak veriyor olsa bile, sömürgeciliğin ruhunu vermekten çok uzaktır. Bunun için sömürgeciliği daha derin ele alma gereği vardır. Çünkü sömürgeciliğin sömürge altına aldığı halkların ve toplumların üzerinde bıraktığı iz ve ruhsal sakatlıklar çok fazladır.

Halbuki “Kendi türünden, hatta başka türlerden varlıklar üzerinde hâkimiyet kurma ve sömürgeleştirme sistemleri yoktur. İlk defa insan türünde hâkimiyet ve sömürge sistemleri geliştirilmiştir. Bunda sömürü olanaklarına yol açan insan türünün zihniyet gelişmesi ve buna bağlı olarak artık-ürün elde edilmesi rol oynar. Bu durum varlığını korumayla birlikte emek değerlerini savunmayı, yani sosyal savaşları da beraberinde getirir.” Bunun içindir ki, “Emperyalizm ve sömürgecilik hep savunmasız toplum ve bireyler oluşturma peşindedir. Tüm gücüyle bunu gerçekleştirmeye çalışır. Kürtlerin durumu söz konusu olduğunda durum daha da vahim bir hal alır. Kürtler sadece toplumsal varlığını, vatanını ve özgürlüğünü savunamaz durumda bırakılmamışlar, aynı zamanda kendilerinden korkan, kaçan ve utanan bir konuma düşürülmüşlerdir.”

Jean Paul Sartre bu durumu “Türümüzün bir üyesini ehlileştirdiğiniz zaman onun üretkenliğini azaltırsınız ve ona ne kadar az verirseniz verin bu ahıra yaraşır varlık değerinden fazlaya mal olur” diye ifadeye kavuşturmaktadır. Unutulmasın ki sömürgeciliğin özünde ezmenin yanı sıra nihayetinde başkalaştırma vardır. Beyinsiz ve yüreksiz, varsa bile yüreği teneke gibi ses çıkaran ya da ses vermeyen bir insan yaratma amacı vardır. Sömürgeciliğin en büyük hedefleri arasında sömürgeleri altında tuttukları toplumları, başkalarının yani sömürgecilerin kafalarıyla yürümelerini sağlamak var.

Bu bağlamda Frantz Fanon’un dile getirdiği “başkalarının kafasını iki omuzu arasında taşıma” gerçekliği, özü itibariyle sömürgeciliğin en derin hali olmaktadır. Bu durum sömürülenlerin, sömürgeci zihniyeti kendi kişiliğine yedirme gerçekliğidir ki, bunun ne kadar büyük bir tehlike arz ettiği anlaşılırdır.

“Sömürgecilik halkı ağına düşürmekle ya da sömürge halkın beyninden her tür biçim ve özü boşaltmakla tatmin olmaz. Bir tür sapkın mantıkla sömürge halkın geçmişine yönelir, bu geçmişi bozar, biçimsizleştirir ve yok eder. Sömürgecilik öncesi tarihin değersizleştirilmesi girişimi bugün diyalektik bir önem taşır.” Jean Paul Sartre, Frantz Fanon’un Yeryüzünün Lanetleri kitabına yazdığı önsözünde “Sömürgeci şiddeti bu köleleştirilmiş insanları saygılı bir uzaklıkta tutmayı amaçlamakla kalmaz, onları insanlıktan çıkarmaya da çalışır. Onların geleneklerini yok etmek, onların dilleri yerine kendi dilimizi yerleştirmek ve kendi kültürümüzü bile vermeden onların kültürünü yerle bir etmek için her şey yapılacaktır. Aşırı yorgunluk onları aptallaştıracaktır. Açlıktan nefesleri kokmuş ve hasta durumda karşı koyacak güçleri kalmışsa, gerisini korku halleder: Silahlar köylülere çevrilir; siviller gelip onların topraklarına yerleşir ve onları kırbaç korkusuyla kendileri için çalışmaya zorlar. Köylü direnirse askerler savaş açar, o zaman ölü insandır; boyun eğer ve kendini küçültürse bu kez de artık insan değildir. Utanç ve korku karakterlerini parçalar ve kişiliklerini bozar” demektedir. Gerçekten de sömürgecilik, kendi yönetimi altına aldıkları insanların posasını çıkarmadan bırakmayan, onları tüketene kadar rahat vermeyen, ezen, kanlarını emen bir sistem olarak esasta sömürge altına aldıkları insanların, bireylerin ve de toplumların duygularına da tam hakimiyeti ister. Öyle ki duygusu sömürgecilerin duygularıyla uyumlu değilse, orada sömürgecilerin yaptıkları ve yapacakları daha ileri düzeyde bir baskı ve zulümle bu uyumlu olmayan duyguları uyumlu hale getirmek için saldırı olacaktır.

Evet, sömürgeciler önce duygularda sömürge durumunu yaratmak için uğraşırlar. Bir kere duygular çalınmış ise, duygular ile oynanmış ise orada dibe kadar yayılacak olan bir kölelik peşi sıra gelecektir. “Sömürge halkı hapsedilmiş bir insandır” gerçekliği bu gerçekliktir. Böyle oluşan bir köleliği söküp atmak çok zordur. Çünkü böylesine bir kölelik çok korkunç bağımlılıklar ve alışkanlıklar yaratır.

Sömürgeciler ne yaptıklarını, ne için böyle bir sistem ve düzen inşa ettiklerini iyi bilirler. Bu bağlamda inşa ettikleri köleliğin sonuçlarını, ortaya çıkarttıkları tahribatları da iyi bilirler. İyi bildikleri için bu durumun hep yaşanmasını da, her türlü yol ve yöntemle devrede kalması için de ısrarla uğraşırlar.

Sömürgecilik, insanlık tarihinin ilk çatallaşmasından bu yana insanlık üzerine bir karabasan gibi çöken bir sistem olarak, doğal olan yaşamın ayakaltına alınmasıyla başlayan bir süreç olduğunu ifade etmiştik. İlk insanlığın baskılanarak, ezilerek köle haline getirilmesiyle başlayan çatallaşma aynı zamanda sömürgeciliğin başlangıcının da tarihi olduğu gerçeğini bilerek, karşı bir duruşu sergilemek zorunluluğu vardır. Çünkü bir çarpıtma söz konusudur, yanlış bir inşa-kurulma söz konusudur. Öyle ise, önce bu yanlış kurulmaya ya da inşaya karşı durulmalıdır ki, her türlü sömürüye karşı durulabilsin.

Unutulmasın ki, sömürgecilik insanları önce duygularından vurmaktadır. Duygularda çarpıtılmayan ya da vurulmayan bir insanı kendisine yabancılaştırılması zordur.

Frantz Fanon: “Sömürge dünyası ikiye bölünmüş bir dünyadır. Ayrım çizgisi, sınır, kışla ve karakollarla temsil edilir. Sömürgelerde resmi, meşru yetkili, sömürgecinin ve ezme rejiminin sözcüsü, polis ve ordudur. Kapitalist toplumlarda ister dini ister seküler olsun, eğitim sistemi, babadan oğula geçen ahlâki reflekslerin öğretilmesi, sadık hizmetlerinden dolayı elli yıl sonra madalya takılan işçilerin örnek dürüstlüğü ve uyum ve bilgelik sevgisinin, yani statükoya saygın bu estetik biçimlerinin beslenmesi, sömürülen kişinin çevresinde bir itaat ve yasaklama atmosferinin oluşturulmasına hizmet eder, bu da düzenin yöneticilerinin işini hatırı sayılır ölçüde kolaylaştırır. Kapitalist ülkelerde çok sayıda ahlâk hocası, danışman ve “kafa karıştırıcılar”, sömürülenleri otorite sahibi olanlardan ayırır. Sömürge bölgelerde ise, tam tersine, polis ve ordunun sık sık ve dolaysız müdahaleleri yakında oluşları ve sömürge halkının yakın takip altında tutulmasını ve dipçik ve napalmlarla yerinden kıpırdatılmamasını sağlar” derken söylemek istediklerimize derman olmaktadır.

 

Faşizm Tekçi ve Yetkicidir

Faşizm denilen gerçeklik en fazla ulus-devlet ve sömürgeciliğin yaratmak istediği sahte zihniyetin hakim kılındığı bir mekanda yaşam imkanı bulacaktır.

Faşizm, tek kelimeyle tekçi ve yekçi zihniyettir. Daha geniş bir şekilde tanımlayacak olur isek: “Demokratik düzenin yerine aşırı bir ulusçuluk ve baskı düzeni kurmayı amaçlayan öğretidir.” Kimisi ise faşizmi “Kapitalist döneme özgü ulus-milliyetçiliğini şoven ve ırkçı düzeyde bir araç olarak kullanan, her şeyin temeline ulus-devlet ideolojisini koyarak toplumun tüm gözeneklerine nüfuz eden totaliter, demokratik teamüller karşıtı ve her türlü şiddeti mubah sayan bir diktatörlük rejimi” olarak tanımlıyor. “Tek şef, tek parti, tek devlet” anlayışı içinde, bütün toplum kesimleri tek bir örgütte temsil edilecek, tüm istekler orada dile getirilecek ve devlet de bunları gerçekleştirecektir. İşçi de işveren de sermaye sahibi de emekçi de “Üreticiler Birliği” içinde bir aradadırlar, işçilerin ayrıca örgütlenip ağırlığını duyurması yolu tıkalı bulunduğundan, bu sistem içinde işçilerin susması ve büyük sermayenin isteklerine göre ekonomiye yön verilmesi sağlanmış olmaktadır. Sınıflar arası çatışmanın yerini ulusal birliğin alması amacına böylece ulaşılmaktadır.” Türkiye şahsında ele alacak olursak buna birde İslam’ın Sünni yorumunun hakim kılınmasını da eklemek gerekecektir.

Kürt Halk Önderi Abdullah Öcalan: “Ulus-devlet herhangi bir iktidar biçimi değildir. Devlet iktidarının en gelişmiş biçimi olmaktan daha öte bir anlamı vardır. Faşizmin izinde geliştiği bir devlet biçimlenmesidir. Kapitalist tekelciliğin ekonomi üzerinde kurduğu hegemonya ancak devlet iktidarının toplum seviyesinde kendini yaymasıyla, örgütlemesiyle mümkündür. Ulus-devlet bu anlamla tanımlanır” dedikten sonra “Faşizm ise bu devlet biçimini içten ve dıştan ezilen ve sömürülen toplumsal kesimlerle, rekabet halinde olduğu güçlerle savaş haline girdiğinde vardığı aşamadır. Aralarındaki fark barışla savaş süreci arasındaki farka benzer. Her ikisinde de farklı siyasi oluşumlar tasfiye edilir. İktidar toplum gibi homojenleştirilir. Homojenleştirilmiş toplum, homojenleştirilmiş iktidar olarak konsolide edilir. Aynı biçimde aşırı milliyetçiliğin, faşizmin ideoloji olması iç savaşın doğasıyla bağlantılıdır. Endüstriyalizm çağında savaşın küreselleşmesi, her iki dünya savaşında kendini iyice kanıtlamıştır. İç savaş dış savaşla tamamlanmaktadır. Tarihin en yoğun iç ve dış savaşlarının son iki yüzyıllık endüstriyalizm çağında yaşanması, milliyetçiliğin resmi din olarak işlev görmesi, faşizm ve endüstri sermayesi arasındaki ilişki ile izah edilebilir. Soykırım bu dönemdeki savaşların topyekûnleşmesinin (tüm toplumu kapsamasının) bir sonucudur.”

Şunu bilelim ki, ulus-devlet ve sömürge kültürüyle daha doğrusu faşizm kültürü ile büyüyenlerin, büyütülenlerin edinecekleri de faşizan kültür ve zihniyet yapısıdır.

Sömürgecilik sadece sömürge altına aldığı insanlar üzerinde etkide bulunmamakta, aynı zamanda sömürge ulusun bireylerini de sömürgeci kültüre mahkum etmektedir. Çünkü sömürgecilik tabiatı gereği hükmetmek zorunda olan bir iktidar türüdür. Bunun için faşizan kültür milliyetçiliğini toplumun tüm hücrelerine sızdırmadıkça, bunu tam başarmadıkça, sömürge altına aldıklarının üzerinde istediği hakimiyeti sağlayamaz. Sağlasa bile sürekli kılamaz.

 

Türk Eğitimi Militaristtir

Örneğin; TC devleti, ulus-devletçi faşizan yapısıyla neredeyse tümden militarist ve milliyetçi bir kültürü toplumun tümüne yedirmiştir. “Vatan, Millet, Sakarya”, “Her Türk asker doğar” sloganlarının özü budur. Bu tür sloganlarla, milliyetçilik suni olarak hep halkları galeyana getirerek, şişirme politikalarını bir strateji olarak seçmiştir.

Sömürgeciliğin, sömürge ulusunu kendi faşizan, sömürgeci ve ırkçı politikalarına tutsak ettiği en önemli kurumu hiç şüphe yoktur ki, eğitim kurumudur. Eğitim kurumlarında ilk günden başlayarak milliyetçilik kültürü pohpohlanır. Bir nevi sömürgecilik, çocukluktan başlayarak tüm sömürge ulusun bireylerinde yeniden yeniden üretilir. Anaokullarından başlayarak üniversite son sınıfına kadar, hatta lisansüstü eğitimde, bu milliyetçilik kültürü verilmeden bireyler rahat bırakılmaz.

Eğitim kurumunun yanı sıra milliyetçiliğin özenle kökleştirildiği bir yer de askerlik kurumudur. Dikkat edelim, Türk sömürgeci sisteminde askerlik yapmak neredeyse en büyük vatani görevdir. Öyle ki sakat olanların bile askere gitmek için çabaladığı bir toplum haline gelinmiştir. Askerlikle bireyin törpülenmemiş, milliyetçiliğin yedirilmediği yanları da milliyetçilik ve militarizmle doldurulur.

Eğitim ve askeri alanlarda milliyetçiliğin sömürgecilik tarafından sistematik olarak geliştirildiğini başka faşizan ve sömürge yapılardan da görebiliyoruz. Ancak TC sömürgeciliği, bu uygulamaları yaşamın tüm sahalarına da yaymaktadır. Öyle ki sivil toplum örgütlerinin hemen hemen tümü devletçidir, milliyetçidir, tekçidir. Hatta kendisine “demokratım” diyenlerin ve basının Türkiye toplumunun üzerine çöken karabasanda oynadıkları rolden söz konusu zihniyete teşne olduklarını biliyoruz. Dahası akademilerde günlük olarak linçle karşılaşan Kürt gençlerinin yaşadıklarından biliyoruz. Sivil toplumcusunu söyledik; tam ulus-devletçi, tam sömürge mantalitesinde, tam faşizan modunda olduğunu günlük olarak görmüyoruz mu? Sivil toplumculuk sözde devlet dışı örgütleme demek iken, Türkiye’de böyle olmadığını günlük pratik uygulamalarda görüyoruz. Tuhaf gelebilir ama sömürgecilik sanat dünyasına da el atmak zorundadır. Bunun için dikkat edelim; milliyetçi olmadığını söyleyen kaç tane sanatçı, yazar vardır? Bülent Ersoy’un, “çocuğum olsaydı askerliğe göndermezdim” sözlerinin ardından ne tür bir linç kampanyasına maruz kaldığını görmüştük. Ahmet Kaya’nın, sadece Kürtçe bir türküyü yeni albümüne alacağını söylemesinin de nelere yol açtığı biliniyor. Güya sanat dünyası özgür ruhların dünyasıydı! Daha da ilerisini aydınların eserlerine karşı gösterilen tavırlardan biliyoruz. Televizyon ekranlarda sözde özgürce yürüttükleri tartışmalarda görüyoruz. Kendileri gibi düşünmeyen birkaç aydına karşı nelerin yapıldığını, yapılabileceğini pek çok Türkiyeli aydının yaşadıklarından biliyoruz. ‘Bir hareketin terörist olmadığını, siyasal bir hareket olduğunu’ söylediği için, Tahir Elçi’nin başına nelerin getirildiği buna iyi bir örnek olmaktadır.

Sözü uzatmadan belirtelim, çok az sayıda sol, sosyalist, aydın, demokrat ve gerçek manada insan dışında, Türkiye’de Kemalist ve Türk İslam sentezcilerin tümü milliyetçi ve faşizan zihniyet yapısına maruz kaldıkları, bu milliyetçiliği neredeyse gönüllü olarak özümsedikleri yukarıda ifade edilen ulus-devlet ve sömürge gerçekliğiyle bağlantılıdır. Binlerce insan faşizan yapılara bu tarz bir zihniyetle monte edildikleri için, faşizmin ortakçıları ve temsil edenleri olmuşlardır. Dünyanın neresine gidersek gidelim, faşizm insanları ve toplumları hastalıklı kılmadan bırakmaz. Ruhen sakat ve sağlıksız kılar. Aklıselim bir şekilde düşünemez ve yaşayamaz kılar. Bunun böyle olduğunu günlük yaşamın her yerinde ve her zaman görmek mümkündür. Baskı altında yaşadığı, aç ve işsiz olduğu, hırpalandığı, dıştalandığı, sesini kimseye duyuramadığı, itildiği, hakaretler üzerine hakaretler gördüğü halde söz milliyetçiliğe, devlete, askerliğe, Türkçülüğe, bayrağa ve ne kadar tabulaştırılmış faşizan söylemleri varsa, Türk sömürgeciliğinin mayasında şerbetlenmişse kendi derdini unutarak hemen en ileri düzeyde milliyetçi refleks gösterebilir.

Bu sonuç sömürgeci ve ulus-devlet kültürünün ortaya çıkardığı gerçekliktir; kendi insanını getirdiği daha doğrusu düşürdüğü durumdur. Bu düşürülmüşlük bilinerek sömürgeciliğe ve ulus-devlet gerçekliğine karşı durulmalıdır ki yaşam sahası açılabilsin.

Aksi takdirde “Modernitenin ilericilik kisvesi altında en kutsal toplumsal yaşam farklılıklarını yontup un ufak etmesi, tekçi yapılar üretmesi faşizmin kendisidir. Faşizm, toplumsal hakikatin bittiği yerde ortaya çıkan toplumsal patolojidir. Ulus-devlet iktidarı ve sermaye tekelciliği olmadan asla üremez. Ulus-devletin kutsallaştırmaya çalıştığı sınırlar, vatan, millet, bayrak, marş, yurttaş kavramları gerçek toplumsal kutsallığa ihanet etmeyle bağlantılıdır. Tekçi vatan, millet, yurttaş inşaları tüm çağlar boyunca yaşanmış bir insanlığı kasap gibi doğramakla mümkündür.” Mussolini: “Kurduğumuz rejim kusursuz olduğu için muhalefete gerek yoktur” derken, Hitler’in “Vaktini ahmak parlamenterleri ikna etmekle geçiren bir bakan iş göremez” sözleri boşuna sarf edilmiş sözler değildir. Bu sözler, esasta topluma karşı sürekli bir savaşma halidir. Muhalefet yani başka görüşler olmayacak, parlamenterler yani halkın sesi de olmayacak, bu durumda olacak olan -halklar iradelerini hemen teslim etmeyeceklerine göre- hep savaş ve kırım hem de soykırım düzeyinde olacaktır.

İşte Faşizm budur.

“Tanımı gereği faşizm, toplumla sürekli savaşımın rejimidir. Faşizm esasta iç savaş rejimi olarak da tanımlanabilir. Toplumla sürekli savaş halinde olan bir rejim ise en tehlikeli kriz hali ve kaotik durumu ifade eder.”

Bu durum kabul edilmeyeceğine göre, o zaman yapılması gerekli olan ilk eylem; ulus-devlete, sömürgeciliğe ve de bunların halklara karşı sürekli savaş hali olan faşizan rejimlere önce duygularımızda karşı durmaktır. İnsan kendisini sömürgecilerin ve ulus-devletin yarattığı bencil, egoist, didişmeci, ezik, korkak, düzensiz, zapt u rapta gelmez, benmerkezci, küçüklük kompleksi gibi hastalıklardan erkenden arındırmalıdır ki, sömürgeciliğin hasta kılarak yürütmeye çalıştığı kişilikten kurtulabilinsin. Aksi takdirde hep bir sömürgecinin kafasıyla hareket edilecek ve bu da hep bir kölelik durumunu, sömürge durumunu ayakta tutacaktır.

 

 

 

 

Kaynakça
  • Öcalan Abdullah, Bir Halkı Savunmak, Amara Yayınevi, İstanbul 2015
  • Öcalan Abdullah, Ortadoğu’da Uygarlık Krizi ve Demokratik Uygarlık Çözümü
  • Frantz Fanon-Yeryüzünün Lanetlileri, Versus Yayın, Çev. Şen Süer
  • TDK Sözlüğü
  • Öcalan Abdullah, Sosyal Bilim Akademisi Sözlükleri
  • Albert Memmi- Sömürgecinin Portresi Sömürgeleştirilenin Portresi, Versus Yayın, Çev. Şen Süer

 

 

 

Bunları da beğenebilirsin

Yoruma kapalı.