Düşünce ve Kuram Dergisi

Toplumsal Eylemde Başarıyı Belirleyen, Taşıdığı Hâkikat Gücüdür

Ali Fırat

Kapitalist sistemde, tarihte hiç olmadığı kadar sözle eylem arasında kopukluktan da öteye geliştirilmiş bir ihanet var kılınmıştır. Bu sistemde sözler, sanki hep eylemi yanlışlamak içindir. Hegemonik sistemin kulluğu somutunda eyleme, daha önce hiç görülmediği kadar âdeta mekanik bir aygıt rolü oynatılmaktadır.

Küresel imparatorluk aşamasındaki kapitalizmin doğası çözümlenmeden, özgür yaşama ilişkin program ve form oluşturmanın, her tür saptırmaya açık olacağı, birçok tarihsel örnekten anlaşılabilir. Söylenecek her söz, yapılacak her eylem, diğer bir deyişle teori ve pratik, rakibin sahasında kendisine rol biçemez. En azından dört yüz yıldır hegemonik bir hal alan kapitalistik modernitenin gelenekselleşen, en fanatik dinden daha çok kültleşen kavram ve uygulamalarına karşı, en yetkin evliya ve peygamber duruşları ve Budistik yaklaşımlar geliştirilmeden, sistemin değirmenine aptalca su taşımaktan kurtulunamaz. Pek çok antikapitalist eğilim ortaya çıktı. Ancak bunların ezici çoğunluğunun, kapitalizmin değirmenine aptalca su taşımaktan kurtulamadığı kanıtlanmış durumdadır.

Küreselleşmenin zirvesindeki kapitalizmi, hiç de güçlü görmüyorum. Belki de en zayıf aşamasındadır. Aslında her zaman naif ve kırılmaya yatkındır. Gerçekleşemeyen de toplumun, ona karşı doğru ve yetkin savunulmasıdır. Sadece bir benzetme olarak değil, gerçeğinde de toplumsal kanser hastalığı olarak tanımlayabileceğimiz kapitalist hegemonyacılık, diğer kaderler gibi kader olarak yorumlanamaz. Kapitalizm, en zayıf hegemonik sistem olarak değerlendirilmek durumundadır. Gerekli olan, tek bir kişilikte olsa bile, toplumsallığın doğru ve yetkince yaşanmasıdır. Tarihte hep yapılagelen, ‘güçlü adam’ veya ‘hegemon’a karşı mücadelede, kendileriyle aynı silahları kullanmak olmuştur. Oysa hem anlayış hem de eylem olarak yöntemde aynılık, benzerini doğuracaktır. Olan da budur. Roma’ya karşı mücadelede birçok Roma doğmuştur. Daha da eskisi, orjinali olan Uruk sitesi halen kendini ‘Yeni Irak’ olarak doğurmaya devam etmektedir. Değişim çok az, tekrar çok fazladır. 

Hegemonyayı abartmamak da önemlidir. Toplumlar hiçbir zaman iktidarı, sömürüyü ve baskıyı isteyerek benimsemedikleri gibi ‘iktidar olmaksızın yaşanmaz’ aşamasında da olmamışlardır.

Karl Marks, kapitalizmi daha çok pozitivist bir yaklaşımla çözümlemek istedi. Bu çözümleme de yarım kaldı. İktidar ve devlet konularına el bile atmadı. Bu yaklaşımda hiçbir zaman derinlik bulamadım. Sömürü olgusunu kavrıyorum. Ama o bana hep bir sonuç gibi geldi. İşe sonuçtan başlamak, pek çok eksiklik taşıyan bir yaklaşımdır ve politik olarak da tam bir savunmasızlık halidir. Aslında yanı başında 1848 Devrimleri gibi bir devrim süreci yaşanıyordu. Burjuvazinin iktidara yürüyüşü kadar senyörlerin dökülüşünü ve dönüşümünü çok iyi gözlemliyordu. Ekonomi-politik, felsefe ve sosyalizmle yoğunca ilgiliydi. Fakat toplumların ezici yoksul emekçi çoğunluklarını bir ahtapot gibi sarmalayan ve yeniden organize olan iktidar olgusunu kavramayı bir yana bırakalım, kendi sistematiğinin sonuçta ona alet olmasını bile engelleyemedi. Önerdiği teorik-pratik modelin, kapitalist hegemonyacılığı beslediğinin farkında olmadı. Marksizm’den kaynaklanan reel sosyalizmin en son örneği olan Çin pratiğinin, ABD hegemon kapitalizminin en güçlü dayanağı konumuna düşmesi bu farkında olamamayla yakından bağlantılıdır. Kapitalist hegemonyacılığın bu denli güçlü olmasının en temel nedeni, yol açtığı gönüllü kölelikteki yarıştır. Bugün ücreti yüksekse ücretli çalışmaya karşı olabilecek tek bir işçi var mıdır? Durum gerçekten hazindir. 

Liberalizm ve bireysellik, sıkça kapitalizmin ana ideolojik ekseni olarak ileri sürülür. Ama iddia edebilirim ki hiçbir sistem, kapitalizmin ideolojik hegemonyası kadar bireyi kendine tutsak etme gücünde olmamıştır. Sayısız halk kültürü, dört yüz yıldan bu yana kapitalist hegemonyacılığın değirmeninde öğütülerek yok edildi. Doğup büyüdüğüm mekân, âdeta bir eski kültürler mezarlığıdır. Kazsan her tarafından bir kültür fışkıracaktır. Mensubu sayılmam gereken, henüz kendini tam kavramsallaştıramamış olan Kürtler, tüm bu kültürlerin mezar sessizliğindeki tanıkları gibidir. Tarihin neredeyse tüm ilklerini yaratan kültürlerin, mezarlarının bile silinmeyle yüz yüze kalması büyük acı verir. Günümüzde Irak’ta yaşanan vahşet, bir anlamda kültürlerin intikamıdır. 

Genelde Ana Nehir olarak uygarlık sürecine karşı geliştirdiğim çözümlemem, kapitalist hegemonyacılığı çözümlemede daha derinlikli olacaktır. Sistemin sonuna gelindiğine dair birçok işaret olduğu kadar, gerçek bilge kişiler de aynı kanıda birleşmektedir. Sorun, kaostan hangi sağlıklı, özgür, demokratik ve eşitlikçi çıkışların toplumsallaştırılacağında yatıyor.

Kendini bilme sağlanmadıkça girişilecek her bilimsel çaba, en tehlikeli dogmatik din ve felsefelerle sonuçlanmaktan kurtulamaz. ‘Kendini Bilme’ ile insan merkezci düşünceyi kastetmiyorum. Kozmos ve kaosun ancak iç gözlemle, derin deneyimleri dışlamayan sezgilerimizle kavranabileceğini ifade etmek istiyorum. Özne-nesne ayrımına dayalı bilimin, köleliğin meşrulaştırılması olduğunu, yeri geldikçe göstereceğim. Öznelciliğin de kendini abartma veya aşırı küçük görmeyle aynı kapıya çıktığını kanıtlayacağım. Bilimsel objektifliğin, en rezil kapitalizm ve hegemonya taraftarlığı olduğunu da aynı minvalde sergileyeceğim.

Bizim felsefemiz, bir atın gözlerindeki anlamı sezmekten tutalım, bir kuşun sesindeki anlamı çözmeye kadar yaşamı bir bütün olarak algılar. Yaşlı Bilgeye büyük saygıdan başlayıp, bir ceylan kadar ürkek bir genç kızın gözlerindeki arayışa yanıt olmaya kadar her şeye, anlam yükler. Soykırımdan beter bir cinsellik anlayışının sonucu olan çocuk yapımındaki büyük cehaletin, insanda ve hegemonik sistemlerdeki nedenlerini çözümleyen ve yaşamın tüm evrim halkalarını, kendinde çözmeye çalışan bir bilimi esas alır.

 

Avrupa Merkezli Düşünce ve Akıl Bir Ekoldür

Pozitivizmin, bilimsellik hükümranlığından kurtulmadan, başta ulus-devlet olmak üzere hiçbir iktidar hükümranlığından kurtulunamaz. Pozitivizm, çağımızın gerçek putçu dinidir.

Kapitalizmi, hakkında en çok söz söylenen ve eylem yapılan bir din olarak yorumlamak, doğru kavranmasına daha çok katkı sunabilir. Zafer kazandığı mekân olan Avrupa’ya özgü zihniyetin temsilcileri, hakkında çok söz söylemelerine ve eylem yapmalarına karşılık, her dinde görüldüğü gibi kapitalizmin varoluşsal gerçekliğini mistisize etmekten geri kalmamışlardır. Kapitalizme en karşıt güçler gibi duran Hıristiyanlar, Sosyalistler ve Anarşistler de bunlara dâhildir. Avrupa merkezli düşünce ve akıl, bir ekoldür. 16. yüzyıldan itibaren de bir dünya sistemi olarak hegemonya sürecini başlatmıştır. Şahsi yoğunlaşmama göre bu, öyle bir ekoldür ki, tanrısal sistemler inşa eden Sümer rahiplerinden çok daha fazla toplumsal gerçekliğin mistifikasyonunu geliştirme ustalığını göstermiştir.

Uygarlık ve kültürel etkenlere dayalı açıklamaların yorum gücü tartışmasızdır. Kapitalizm, esas olarak Uygarlıksal gelişmenin çürüme aşamasına denk gelmektedir. Benim daha çok ağırlık verdiğim tez, budur. Ana Uygarlık Nehrinin, okyanusa döküldüğü yer (sembolik olarak Amsterdam kıyılarındaki Atlas Okyanusu), bu sistemin de sonu olmaktadır. Şüphesiz sistem, okyanusun ötesine taşınmış, ABD ulus-devletiyle yeni bir hegemonya altında küreselleşmenin zirvesine tırmanmayı başarmıştır. Fakat yaşamın, aşırı simülakr ve medyatikleşme niteliği kazanması, gösteri ve tüketim toplumunun egemenliği, ekonominin arzuyu gidermek yerine azgınlaştırması, iktidarın tüm toplumsal kılcal damarlara kadar sızması, tarihsizliğin bizzat sistem ideologlarınca dile getirilmesi, çürüme ve kaos niteliğini belirgince ifade etmektedir. Batı Avrupa merkezli son dört yüz yılda yaşanan kadar savaş, talan, katliam, sömürü ve doğa tahribatının, insanlık tarihinde başka bir örneğine rastlanmaması, hegemonik sistemle bağlantılıdır.

Kapitalizmin doğuşunda akılcılık etkenine başat rol tanınır. Batı Düşünce Tarzı denilen bir kategoriye de tanık oluyoruz. Akılcılık, sanki Batı toplum biçiminin ayırt edici bir özelliğiymiş gibi sunulur. Diğer toplumların, tarih boyunca akıldan yeterince nasiplenmedikleri, bu varsayımın değer yargısıdır. Batı’nın, aklını kullanarak bilimi yarattığı söylenir; bilimin de güç olduğu kanıtlanınca, sistemin hegemonikleşmesi kaçınılmaz olur. Nitekim günümüzde, bu akıldan kaynaklanan dört başı mamur bir hegemonik sistemle kuşatılmış bulunmamız, söz konusu iddianın ciddiyetini gösterir. Ancak nükleer dehşet politikasıyla kendini ayakta tutan bu sistemin akıl tarzını tanımlamak gerekir.

İyi bilmek gerekir ki hiçbir insan topluluğu, zihniyet formunu uzun süre tanımadan ve denemeden, maddi hayat (ekonomik yaşam) tarzını inşa edip sistemleştiremez. Zihniyet gelişimini karanlıkta bırakarak yapılan sistem analizleri, bizzat bu sistemlerin hegemonyasına hizmet etmekten kurtulamaz.

Kapitalist Sistemin hegemonyasında siyasi ve askeri zorun yeri önemli olmakla birlikte, hegemonyayı esas ayakta tutan şey, toplumun, kültür endüstrisiyle teslim alınması, hatta felçli hale getirilmesidir. Denilebilir ki sistemin etkisindeki topluluk zihniyetleri, insana yakın maymun türlerinde olduğundan daha geri ve oynatılmaya müsait hale getirilmiştir. 

Hayvanat bahçelerindeki düzen, aslında tüm toplumun hayvanat bahçesi tarzında düzenlendiğine dair çok aydınlatıcı bir örnektir. Nasıl hayvanat bahçesindeki hayvanlar seyirlikse, toplumun da bir gösteri toplumuna dönüştüğü, birçok filozofça tespit edilmiştir ve dillendirilmektedir. Başta seks endüstrisi, peşi sıra ve onunla iç içe spor ve sanat-kültür endüstrileri, geniş bir medyatik reklam kampanyasıyla duygusal ve analitik zekânın yoğun ve sürekli olarak bombalanması ve tamamen işlevsizleştirilmesi temelinde, gösteri toplumunun zihniyet fethi tamamlanmıştır. Bu toplum, teslim alınmaktan çok daha kötü duruma düşürülmüş, sistemin dilediği gibi sevk ve idare ettiği toplumdur. Aslında faşizmin, ilk gösteri toplumu deneyimi yenilmedi. Elebaşları tasfiye edildi. Fakat sistem, soğuk savaş ve sonrasında gösteri toplumu, ulus-devlet ve küresel finans şirketleriyle tüm topluluklara egemen kılındı. 

Yaşanılan dönemde, kapitalizmin, toplumları maddi ve manevi olarak fethetmesi; Sümer, Mısır, Hint, Çin ve Roma başta olmak üzere güçlü imparatorluk sistemlerinin toplumlar üzerindeki fethini katbekat geride bırakmıştır. 

Hegemonyasının (daha önceki sömürgecilik ve emperyalizm aşamalarının) zirvesi olan İmparatorluk Aşaması, objektif olarak kaotik özellikler taşısa ve çürüme belirtilerini yoğunca yaşasa da kapitalist sistemin, toplumla çok oynayarak yani zihnî hegemonyayı içinden çıkılmaz hale getirerek, bu çürümenin etkilerini telafi etmek istediği, çok iyi anlaşılmak durumundadır. 

Denilebilir ki cinsel istismar, sistemin en temel hegemonik araçlarındandır. Sadece metalaştırılarak dev bir endüstriye dönüştürülmemiş; aynı zamanda toplumda cinselliği, hem yozlaştırmış hem de Hint fallus tanrısallığını kırk kat geride bırakan bir erkek egemen cinsiyetçilik dini haline getirilmiştir.

Kültürün endüstrileşmesi, diğer bir deyişle yaygın metalaşmış üretimi, köleleştirmenin en etkin araçlarından ikincisidir. Kültür, dar anlamıyla toplumların zihniyet dünyasını ifade eder. Düşünüş, beğeni ve ahlâk, üç temel konusudur. Kültür unsurlarının sistem dâhilinde siyasi ve ekonomik iktidar tarafından kuşatılıp, satın alınmaları, yüzyılların işidir. Tüm uygarlık tarihi boyunca kültür unsurlarını bağlamayı, meşruiyetleri açısından vazgeçilmez saymışlardır. Ekonomik ve iktidarsal erkler, bu hususu erkenden fark etmişler ve tedbir almakta gecikmemişlerdir. Kültürün, iktidarca asimilasyonu, hiyerarşilerin kuruluş dönemlerine kadar gider. Esas yönetim aracıdır. Kültürel hegemonya olmazsa, ekonomik tekeller ve iktidar tekelleri yönetemezler.

Kapitalist Uygarlıkta kültürün rolü, hayatidir. Tüm toplumsal alanların zihniyet toplamı olarak kültür, önce asimile edilir (ekonomik ve siyasi iktidara uyarlama), sonra da yaygınca ve yoğunca tüm dünya topluluklarına (uluslar, halklar, ulus-devletler, sivil toplum ve şirketler) taşırılmak üzere bir endüstri haline getirilir. Edebiyat, bilim, felsefe, sanatın diğer alanları, tarih, din ve hukuk gibi belli başlı alanlar, objeleştirilerek metalaştırılır. Kitap, film, gazete, TV, internet, radyo gibi araçlar, bu endüstrinin metaları olarak işlev görürler. Burada kültürel metalar, sadece dev bir maddi kazanca yol açmakla kalmazlar. Esas tahripkâr işlevlerini, zihinsel tutsaklığı tarihte eşi görülmemiş boyutlara taşırarak, bu temelde sığırdan beter sınıf, ulus, aşiret ve her tür cemaat oluşturarak, anlamını yitirmiş, özcesi amorf, şekilsiz ve maymun iştahlı bir kitle yaratarak yerine getirirler. Baş mimarları ulus-devletler, küresel şirketler ve medya tekelleridir. Esas olarak para kazanmak ve tüketmek dışında, toplumun hiçbir şeyi kendilerini ilgilendirmemektedir. En yoksullaştırılmış kesimler bile çok kazanarak bir günlüğüne bile olsa dilediklerince yaşama amacı dışında, düşünemez kılınmışlardır. 

Yoksullaştırmanın, bir kültürel olgu olarak kullanıldığına dikkat edelim. Beğenmediğimiz Ortaçağlarda bile yoksullaşma, isyan nedeni olurken, bugünkü resmi kültürel hegemonya altında, bir ücrete kavuşmanın amaç haline getirilmesi, sistemin kültürel alandaki zaferini gösterir. 

 

Finans Çağı, Sanal Yaşam Olmadan Yaşayamaz

Sistemin, kültür endüstrisiyle iç içe geliştirdiği seks endüstrisiyle birlikte sağladığı egemenliğin yol açtığı tutsaklığın en vahim yanı, gönüllüce yaşanması hatta özgürlük patlaması olarak adlandırılmasıdır. Bu durumun, kapitalist yönetimin en güçlü dayanağı ve meşruiyet aracı olduğu kesindir. Kapitalizmin, imparatorluk aşaması ancak kültür endüstrisinin geliştirilmesiyle mümkün olabilir. Dolayısıyla kültürel hegemonyacılığa karşı mücadele, en zorlu zihniyet mücadelesini gerektirir.

Kapitalizmin zihniyet hegemonyasında, temelde medya organlarınca yürütülen sanal dünya, diğer çok önemli bir zihinsel egemenlik aracıdır. Yaşamın sanallaşması, analitik aklın en uç sınırlara varmasıdır. Sanal olarak sunulduğunda, savaş gibi en dehşetli bir olayın, tek başına ahlâkı yıkması işten bile değildir. İnsanın, beden ve zihninin deneyimlemediği yaşama, eskiden beri ‘Sahte Yaşam’ denilmektedir. Sanal ismi takılmakla yaşam, sahte olmaktan kurtulamaz. Burada sanal yaşamı olanaklı hale getiren teknik gelişim, kendi başına suçlanmıyor; bir kere daha istismarı karşımıza çıkarıp, bireyin zihnini felç eden özelliğiyle değerlendiriliyor. Başıboş teknoloji, en tehlikeli silahtır. Kapitalizmin tekniğe hâkimiyeti ve milyarları yönetme ihtiyacı, sanal yaşama zorlayan esas etkendir. Yaşam, artık yaşanmıyor, sürekli sanallaşıyor, bu da bir nevi ayakta ölüm oluyor. Simülakrlar, sanal yaşamın en somut halidir. Her olayı, ilişkiyi, eseri simüle etmekle, insan bilgilendirilmez, aptallaştırılır. Tüm uygarlık eserlerinin taklidini yapmakla, bir gelişme sağlanmıyor, taklit kültürünün hegemonyası gerçekleştiriliyor. Yaşamın özünde yatan farklılaşma, asla tekrara dayanmaz. Tarih bile tekerrür etmez. Taklit, gelişmenin zıddıdır. Sanal yaşam ise, sınırsız taklide dayanır. Herkes, birbirini taklit ederek birbirine benzetilir. Böylelikle koyun sürüleri yaratılır. Finans Çağı, sanal yaşam olmadan yaşayamaz. Ancak sınırsız aptallaştırmayla yürüyebilir ki, o da sahte/sanal yaşamla gerçekleştirilir. Buna karşılık vermek, özgür yaşamın en temel görevidir. Özgür Yaşamı tanımlamak ve örgütlemek, toplumların ayakta durmaları için olmazsa olmazlardandır. Sistemin, sanal yaşamı geliştirme konusundaki başarısını, birkaç yönden yorumlayabiliriz.

Birincisi, toplumun ahlâk ve dinle işlevsel bağlılığını gevşetmesi, laik hukukla ahlâkı ve dini ikinci plana düşürüp toplumu kendine tabi kılmasıdır. Sisteme hizmet ettikleri oranda dinin ve ahlâkın yaşamasına izin veriliyor. Hukuk ve laiklik, özünde toplumsal denetimin, kapitalist iktidara geçiş araçlarıdır. Eski toplumun hem aristokratik kesimlerini hem de serflerini kontrolüne almak, sermaye ve işgücüne alan açmak ve rezerv oluşturmak için dini ve ahlâkı, laiklik ve hukuk silahlarıyla tasfiye ediyor. Tümüyle ortadan kaldırmıyor. Uygarlık tarafından yoğunca kullanılan araçlar oldukları için, ‘uygarlığın son sözü’ olarak kapitalist sisteme de çok lazımdır fakat ekonomik ve siyasi iktidarına ortak olmamaları, engel oluşturmamaları kaydıyla. Dinde reform ve hukuk devleti, bu işlevle kapitalist modernitenin temel göstergeleri haline geliyor. Kapitalist ekonomi ve toplum haline geçişin iki temel aracı olmak gibi asli bir rol oynuyorlar. Sistemin zihniyet problemlerinin çözüm aracıdırlar aynı zamanda.

İkincisi, ‘bilimsel yöntem’i kullanmasıdır. Nesne-özne ayrımı, zihniyet hegemonyasının âdeta kilididir. Görünüşte bilimsel yöntemin vazgeçilmezi olan nesnellik ilkesi, aslında öznelliğin hâkimiyeti için gerekli bir ön aşamadır. Yönetmek için özne olmak gerekir. Doğal olarak yönetilenlere düşen rol de nesne olmaktır. Nesne olmak, eşyalaşmak, eşya gibi yönetilmektir. Eşya dolayısıyla nesne olarak doğa, öznenin dilediği gibi yönetme erki haline gelişinin yöntemsel ifadesidir. Hem de bilimin amentüsü olarak. Özne-nesne ayrımının Eflatun’a kadar giden bir kökeni vardır. Eflatun’un ünlü ‘idealar’ dünyasıyla ‘basit yansımalar’ ikilemi, benzer tüm ayrımların temelidir. Bunun mitolojik temelini ise, harikulâde biçimde Sümer ve Mısır toplumlarında gözlemliyoruz. Üstte hiyerarşinin tanrısal yükselişi, yüceltilişi, alttakilerin ise kullaştırılması asli kökenidir. Yaratan-yaratılan, yöneten-yönetilen ikileminin zihinsel ifadesi, tanrı-kul, kelâm-eşya, mükemmel idealar-basit yansımalar biçiminde gelişe gelişe özne-nesne ayrımına varıyor. Ruh-beden ayrımı da bu kapsamdadır. Bunun siyasi anlamı, demokrasinin inkârı, oligarşi ve monarşinin önünün açılmasıdır. Zihinsel gelişmelerine bağlı olarak topluluklar, maddi ihtiyaç nesnelerini sürekli aramışlar ve geliştirmek istemişler; yemek, barınmak, çoğalmak ve korunmak temel kaygıları olmuştur. Temel ihtiyaçlarını karşılamaya çalışan ilk topluluklar, başlangıçta bulduklarıyla yetinmişler, mağaralarda barınmışlar, göl kenarlarında ve ormanlarda daha iyi korunmuşlar ve doğurgan anaya öncelik tanımışlardır. Avcılık da giderek devreye girer. Hem korunma ihtiyacına cevap verme hem de etle beslenme, bu kültürü geliştirir. Fakat toplumsallığın belli bir aşamasında, toplayıcılıkta başat olan kadın ile ağırlıklı olarak avcılıkta uzmanlaşan erkek arasında bir gerginliğin yaşandığını ve bu temelde farklı kültürel evrimlerin geliştiğini, gözlemek mümkündür. Her iki tarafta, yaşanan tek yanlı gelişme temelinde adım adım birinde ‘aslan erkek’, diğerinde ‘sığır kadın’ kültürüne uygun bir birikim sağlanır. İlk farklı ekonomik anlayışlar, böyle temellenir. Neolitik dönemde kadın kültürü, zirveye çıkar. Son Buzul döneminden sonra yani M.Ö. 15 binlerden itibaren özellikle Toros-Zagros sisteminin eteklerinde, çok zengin bitki ve hayvan türlerinin varlığı, âdeta cennet gibi bir yaşam kurgusuna yol açar. Bu dönem, günümüze kadar sürecek olan toplumsal gelişmenin Ana Nehri olarak, yazılı tarih ve uygarlıkla daha da farklılaşıp, küreselleşmeye damgasını vurur. Günümüze kadar gelen dil gruplarına dayalı gelişmeler de bu dönemin ürünüdür. İnsanlığın, bu uzun tarihsel döneminde, kapitalizme ilişkin olarak söylenebilecek tek önemli husus, Avcılık Kültürünün, erkeği gittikçe hegemonlaştırdığıdır. Kapitalist Ekonomi denilen talan düzeni, tüm eski ve yeni dünyada toplumları ve coğrafyaları sömürgeleştirip yeniden köleleştirir, tüm güç erklerini ve dönemin devletlerini, bir gasp biçimi olan borçlandırmayla kendine bağlar, tarihin en kanlı savaşlarını yürütür ve her şeyiyle toplumun bünyesi üzerinde oynayıp, hegemonyasını onaylatırken, onu, eski topluma karşı devrimci ilan eden K. Marks ve ardılları ile benzer düşünce ekolleri, bence, bilim inşa etmiyorlar. Das Kapital, kapitale karşı yazılmış en eksikli dolayısıyla yanlış yorumlanmaya müsait kitaptır. Burada Marks’ı suçlamıyorum. Sadece bu eserinde tarih, devlet, devrim ve demokrasi boyutlarının bulunmadığını, geliştirilmediğini söylüyorum. Yapıları gereği çok ‘bilimcil’ geçinen Avrupa aydınları, kasten olmasa da objektif konumları gereği, Das Kapital temelli inceleme ve araştırmalarıyla ‘emekçi’ denilen kesimler adına antikapitalist temelde bilim ve ideoloji üretmediler. Liberalizm de çok iyi fark ettiği bu yetersizliklerini, yani kapital konusundaki tahlilleriyle doğuşunda kapitalizmi devrimci ilan etmelerini, mükemmel kullandı. Nitekim daha sonraları önce Alman sosyal-demokratlarını, ardından Rusya ve Çin de dahil reel sosyalist sistemi ve en sonunda da ulusal kurtuluş sistemlerini, modernist ideolojinin gücü, ulus-devlet ve endüstriyalizmle asimile ederek, uğruna büyük mücadeleler verilen sınıf savaşımını da kazandı. Liberalizm karşısında, her üç akımın, net bir yenilgisi söz konusudur ve ne yazık ki henüz, bu konuda net bir özeleştiri yapılabilmiş değildir. 

Grek-Roma siyasi erki, Asur mirasına, Fenikelilerden kalma kent ticaret kolonileri mirasını da ekleyerek, daha gelişkin bir siyasi üst yapıyla bir ekonomik altyapı oluşturmayı başarmıştır. Değişim yaygınlaşmış, özerk kent, pazar, ticaret ve rekabet sınırlı da olsa devreye girmiştir. Kırsal yerleşimi dengeleyecek kadar bir kentleşmeye tanık olmaktayız. Kırlar, artık değişim amacıyla kentler için daha çok artık-ürün üretmektedir. Dokuma, gıda ürünleri ve maden ticareti gelişmiştir. Özellikle Çin’den Atlas Okyanusu’na kadar yol ağları örülmüştür. İran’daki siyasi erk, Doğu-Batı ticareti nedeniyle kalıcı bir tüccar imparatorluğuna dönüşmektedir. Grek ve Roma’yı, hegemonyası altına alacak kadar zorlamıştır.

Greko-Roma Uygarlığı, kapitalist ekonominin ilk örneklerine en çok rastladığımız mekânı da temsil eder. Demokratik toplum ile uygar toplum arasında hep çatışmadan bahsetmem, uzlaşma olasılığını dışlamıyor. Tersine, bu iki toplum arasında uzlaşma esastır; daha doğrusu esas olmalıydı. Bunun başta gelen nedeni de uçların birbirini yok etmediği bir diyalektik anlayışın da sonucu olarak, demokratik toplum ile uygarlık toplumundan biri olmaksızın diğerinin olmamasıdır. Birinin varlığı diğeriyle mümkündür. Vurguladığım gibi demokrasi ve uygarlık çıkışları, aynı komünal ana toplumdan olur. Demokrasi, daha çok hiyerarşik üst tabakanın ihanetine, baskı ve sömürüsüne uğramış alt çoğunluğu ve çoklukları kendine esas alırken; uygarlık, daha çok üst tabakanın baskı, sömürü ve ideolojik hegemonyasını sürdüren kesimini temel alır. Tabii bu kesimler, bıçakla kesilmiş gibi birbirinden ve Komünal Ana Toplumdan kopmazlar. İç içedirler fakat farklılıkları epey gelişmiş odaklardır.

 

Ortadoğu Bunalımında Demokratik Modernite Çözümü

Toplumsal olgular, esnektir. En bunalımlı olanlarında bile çoklu çözüm olasılıkları hep vardır. Sorun, çözümlerin dayandırılacağı tasarımların toplumsal hâkikatle bağlantılı olmasından kaynaklanmaktadır. Toplumsal olgular, herhangi bir fiziksel veya kimyasal olgu gibi ölçülüp kanunlara bağlanamaz. Hâkikat sahibi bireyin kendisini belirleyen toplumdur. Hiçbir birey ya da hâkikat sahibi, bağlı olduğu toplumsallık göz ardı edilerek kavranamaz. Bu yüzden Sosyoloji, en geç gelişen bilim olduğu gibi sıkça yetkinleşme ihtiyacı duyan bilimlerin de başında gelmektedir. Toplumları anlamadan, yaşadıkları sorunlara ilişkin hâkikat payı yüksek çözümler tasarlanamaz. Toplumsal bunalımları anlayabilmek için de toplumların hâkikat algısına daha çok ihtiyaç vardır. Bunalım anları, toplumların çözüldüğü dolayısıyla hâkikatlerinin değişime uğradığı anlardır. Bunalım, eski topluma dayalı bilgilerle (ki, bunlar çoğunlukla mitolojik, dinsel ve bilgelik türü bilgilerdir) çözümlenemez. Çözümlenemedikçe, çözümde doğruluk payı olan alternatifler de geliştirilemez. Sonuçta çözümü belirleyecek olan, kapsadığı hâkikat payıdır. Diğer bir deyişle toplumsal eylemde başarıyı belirleyen, taşıdığı hâkikat gücüdür. Hâkikatin kendisi ise, toplumsal olgunun içerdiği anlam ve yaşam güçlerinin ifade edilme paylarıdır. Hâkikat payı yüksek ifadeler, toplumsal olgunun ihtiva ettiği anlam ve yaşam gücünün temsiline bağlıdır. 

Kapitalist Modernitenin Ortadoğu’yu fethetmesi, son tahlilde kendi toplumsallığının, Ortadoğu’daki toplumsallıklar karşısında ihtiva ettiği hâkikat temsilinin üstünlüğünden ileri gelmektedir. Kapitalist Modernite karşısında artık geleneksel toplum durumuna düşen Ortadoğu kültürünün hâkikat temsilcileri, modernitenin hâkikatleri karşısında başarıları mümkün olmayan bir konuma sürüklenmişlerdi. Kısacası Batılı hâkikat karşısında Doğulu hâkikat, zayıftı ve yenilmeye mahkûmdu. 

Yenilgi, tüm topluma mal edilemezdi. Yenik düşenler, hâkikatin resmi temsilcileri yani iktidar ve devlet sahipleriydi. Çünkü hâkim hâkikat, onların temsil ettiği hâkikatti. Yenilgi, kendi devlet sistemini var eden tüm alt ve üst yapı kurumlarında yaşandı. Yenilenler ölümüne direnmedikçe, yeni hâkikat temsilinde artık hegemonik güce bağlı olarak yaşamak durumundadır. 

Kendi toplumlarının zihniyetini ve yaşam iradesini, artık bu güçler belirleyemez. Hegemonik gücün işbirlikçileri ve ajan kurumları olarak, bunlar, yaşamlarını garantiye alma karşılığında hizmetlerini sunmakla mükellefler. Fakat geriye başsız kalan gövde misali bir toplumsal beden yerinde kıvranmaktadır. Bahsettiğimiz gibi bu kıvranmayla ya çürüyüp çözülerek modernitenin yeni toplumsallığında, iktidarında eriyip yok olacak ya da esnek karakterinden ötürü teslim olmayan bedenine ilişkin özgür bir zihniyet ile özgür yaşam kararlılığını ortaya koyacak yani bunalımdan, daha özgür bir zihniyetle çıkış yapacaktır. Şüphesiz bu yeni zihniyet öncülüğündeki çıkış, taşıdığı yeni hâkikat payıyla bağlantılıdır. Kapitalist modernitenin fethini mümkün kılan bilimi, felsefeyi, sanatı, ideolojiyi ve ekonomik üretimi aşan yeni bir bilim, felsefe, sanat, ideoloji ve ekonomik üretim, bu çıkışın başarısını tayin edecektir. Bu ise, yeni bir modernite anlamına gelmektedir. Ancak yenilmiş geleneksel toplumdan yengiye doğru giden bir toplum, kapitalist moderniteyi aşan alternatif moderniteyle bunalımdan başarılı bir çıkış gerçekleştirebilir. 

Reel sosyalist toplum, kendisini farklı bir modernite haline getiremediği için çözüldü. Kapitalist modernitenin üç unsurunu da aşamadı. Aşmak şurada kalsın, bürokratik kapitalizmle, her üç unsurun daha da aşırı bir kullanımına gitti. Sonuçta inşa ettiği toplumsal yapıların ihtiva ettiği hâkikat payları, liberal kapitalist modernitenin hâkikat payından zayıf kaldığı için yenilmekten ve çözülmekten kurtulamadı. Burada yenilen, liberal kapitalizme karşı bürokratik kapitalizmdi. Bürokratik kapitalizm, kendini farklı bir modernite olarak tasarımlayamadığı gibi liberal kapitalist moderniteyi aşan yeni bir kapitalist modernite haline bile getiremedi. Ancak sapkın hareketler olarak tanımlanabilecek iktidarcı ve devletçi İslâmcı hareketler, Reel sosyalizmden çok daha geri hâkikat paylarıyla daha ideolojik haldeyken yenilmekten kurtulamayacak çarpık olgulardır. Kendilerini daha çok Mısır’daki El Ezher Üniversitesi’nde Sünni Geleneğin, İran’ın Kum kentindeki medreselerde de Şia geleneğinin modernleşmesi olarak sunan ideolojik ve toplumsal yapılanmalar, taşıdıkları hâkikat paylarıyla liberal kapitalist modernitenin eşiğine bile varamazlar. Onca çabalarına ve direnişlerine rağmen, Batı kapitalist modernitesinin hegemonik çekirdeği olan İsrail karşısında birleşseler bile yenilmekten kurtulamazlar. Bunun nedeni, İsrail’in nükleer silah veya teknolojik üstünlüğü değildir; son tahlilde karşıtların taşıdığı hâkikat paylarıdır. İsrail’in örgütlediği hâkikat payı, karşısındakilerin toplamından katbekat fazladır. Kendilerini farklı bir dünya olarak sunmak istediklerinden kuşku duyulmasa bile, farklı bir dünya ancak kapitalist modern dünyayı hâkikat payı bakımından aştığında, hâkikat payı daha yüksek bir toplumsal yaşamı ve dolayısıyla moderniteyi temsil etme hakkını idea edebilir. Bu olmayınca, farklı modernite ideası boş bir idea olmaktan öteye gidemez. Olsa olsa kendine modern maske takmış geleneğin bir varyantı olabilir. Kısacası İslâm kültürel geleneğini, farklı modernite olarak sunmak, kalpazanların eski eserlerin kopyasını hazırlayıp satmalarından farklı olmayan bir uğraştır. Özellikle günümüzdeki İran resmi iktidarının bu yönlü modernite ideası, mevcut haliyle kalpazanlıktan öteye anlam ifade etmez ve yaşam şansı sunmaz. 

 

Ortadoğu Demokratik Uluslar Birliği Projesi

Demokratik ulus kuramını, çözümlememin öteki ciltlerinde çözümlediğim için içeriğini fazla açmayacağım. Özcesi bu kuram, ulus olmak için katı siyasi sınır anlayışı olmayan, aynı mekânlarda ve hatta kentlerde farklı ulusları çeşitli bütünlükler içinde daha üst ulusal topluluklar halinde inşa etmeyi mümkün kılan bir ulus anlayışını öngörür. Böylece birbirleriyle sınırlar yüzünden sürekli savaştırılan büyük ulusal topluluklarla daha küçük olan ulusal toplulukları, azınlıkları, aynı ulusal bütünlük içinde eşit, özgür ve demokratik kılar. Sadece bu ilkenin uygulanması bile hegemonik sistemin ‘böl-yönet’ ve ‘tavşan kaç, tazı tut’ politikalarını boşa çıkarmaya yeterlidir. Bu ilkenin muazzam barışçı, özgürlükçü, eşitlikçi ve demokratikleştirici değeri, sadece bu yönleriyle bile ulus-devletçi fesadın bütün savaşçı, köleleştirici, katmanlaştırıcı ve despotik faşist uygulamalarını boşa çıkarmak suretiyle üstün çözümleyici rolünü kanıtlar. Tekçi ve mutlaklaştırıcı ulus-devletçi milliyetçilik, ancak demokratik ulus zihniyetiyle durdurulabilir. Sadece Arapların sonsuz bölünmelerini ve parçalanmalarını değil Türklerin de benzer bölünmelerini ve parçalanmalarını durdurucu en uygun kuram ve ilkedir. Balkanlardan Kafkaslar’a, Orta Asya’dan Ortadoğu’ya kadar dünyanın birçok yöresinde Türk dünyası da yaşadığı bölünmüşlüğü, parçalanmışlığı, körce ulus-devletçilik tanrısına tapınmayı, oryantalist, pozitivist ve metafizik zihniyetler temelinde birbirleriyle boğuşmayı, ancak demokratik ulus kuramıyla aşabilir ve böylece yeniden eşit, özgür ve demokratik ilkelerde bütünleşebilir. 

Ulus-devletin hegemonik çekirdeği olan İsrail gerçeği açısından da demokratik ulus kuram ve kavramları, hayati ölçüde çözümleyici rol oynar. İsrail’in geleceği için iki yol vardır. Birinci yol, mevcut çizgisiyle hegemonyasını sürdürmek için sürekli savaşlar çıkararak bölgesel bir imparatorluğa dönüşmesidir. İsrail’in Nil’den Fırat’a kadar hatta daha ötelere ilişkin bir hegemonik projesinin olduğu bilinmektedir. Osmanlı İmparatorluğu sonrası için geliştirilen bir projedir bu. Bu projenin uygulanmasında oldukça mesafe alınmışsa da amacına ulaşma konusunda henüz yetersiz olduğu belirtilebilir. Son zamanlarda karşısına çıkan İran’ın da benzer hegemonik hesaplarının olması, aralarında gerginliğe yol açmaktadır. Türkiye ile de ne kadar ciddi olduğu bilinmeyen benzer bir gerginliği yaşamaktadır. Dolayısıyla oldukça çatışmalı geçecek bir bölgesel hegemonik mücadele süreci de söz konusudur. Daha da büyümesi kaçınılmaz ulus-devlet kaynaklı sorunları, bizzat bu karşılıklı hegemonik hesaplar doğurmaktadır. İsrail ve Yahudi halkı için ikinci yol, etrafı habire düşmanlarla kuşatılan bir çember içinde olmaktan çıkıp Ortadoğu Demokratik Uluslar Birliği Projesine katılmak, bu temelde çıkış için olumlu inisiyatif almaktır. İsrail’in arkasındaki entelektüel ve maddi sermaye Demokratik Uluslar Birliği Projesi için çok önemli rol oynayabilir. Hem kendini demokratik bir ulus halinde daha da sağlamlaştırır hem de bunu Ortadoğu çapında geliştirilmiş Demokratik Uluslar Birliği kapsamına alarak, çok muhtaç olduğu kalıcı bir barışa ve güvenliğe kavuşabilir. 

Ortadoğu’da ulus-devletçiliğin parçaladığı, her parçasında değişik imha ve asimilasyonları dayattığı Kürtlerin durumu, tam bir felakettir. Ne tam fiziki ne de kültürel tasfiyeleri hemen gerçekleştirilebilmektedir. Kürtler âdeta uzun süreli can çekişmeyi yaşayan bir varlık konumundadır. Dünyada bir benzeri daha olmayan halktır. Sadece zihnen sakatlanmış değildir, beden olarak da parçalanmıştır. Toplumsal yaralı olmak bir yaşam tarzı haline getirilmiştir. Ne eski geleneksel yaşam ne de modern yaşam geçerlidir. Zaten tercihte bulunma şansı son döneme kadar elinden alınmıştı. Şüphesiz bu durum, kapitalist modernitenin kurdurduğu hâkim ulus-devletlerden kaynaklanmaktadır. Kürtlerin ulus-devletçilik doğrultusundaki girişimleri ise, aynı başarı şansını yakalayamamış, kapitalist modernitenin çıkarlarına denk düşmediği için şansı yaver gitmemiştir. Günümüzde Irak Kürdistan’ında geliştirilmek istenen ulus-devletçilik ise, kapitalist modernitenin hegemonik hesaplarıyla yakından bağlantılıdır. Minimalist bir Kürt ulus-devletçiliği, sistemin çıkarına olabilir. Tehlike şuradadır: Sistem “çıkarıma göre değildir” dediğinde her an yeni soykırımlar ve katliamlara da yol açabilir. Çözümlememin büyük kısmını Kürt olgusu, sorunu ve çözümüne ayırdığımdan, kısaca yeniden tanımladığım bu vahim statü veya statüsüzlükten kurtulmanın en uygun modelinin, Demokratik Ulus olduğu açıktır. Zihniyet ve yapılanma olarak Demokratik Ulus ve Demokratik Özerklik, mevcut ulus-devletleri de yıkıma götürmeden, dünya genelinde de yoğunca yaşandığı gibi yönetimleri paylaşarak bir arada yaşama imkânını sağlar. Bunun için gerekli olan, demokratik anayasal rejimdir. 

Demokratik komün ekonomisi, kapitalizmin azami kâr eğiliminin işçi ve işsiz köleler haline getirdiği toplumun yeniden insanca yaşamını mümkün kılmanın çözüm yoludur. Tarih boyunca ekonomi, her zaman komün ile gerçekleştirilen bir olgudur. Komünsüz ekonomi düşünülemez. Ekonomi kelimesinin kök anlamı bile ‘aile komünü yasası’ demektir. Yani bir komün olarak ailenin geçimlik işleridir. Toplumun varoluş tarzı hepten komün biçimindedir. Tarih, bireyle başlayan bir ekonomiye tanıklık etmez. Özel ekonomi, tarihin ve toplumun tanımadığı, en az ulus-devlet kadar kapitalizmin ürettiği bir canavardır. Özel ekonomi, tarih boyunca hep ‘hırsızlıkla’ eş tutulmuş ve marjinal bırakılmıştır. Kapitalist Modernitenin yükselişe geçişiyle birlikte yeni bir kategori olarak piyasaya çıkmıştır. Bir nevi sürekli yer altında kalmış bir farenin kedileşerek piyasalara dalmasına benzer. Tarihte özel ekonomi veya sermaye peşinde olanlar, hep hırsız olarak yargılandıklarından kendilerini görünmez kılmışlardı. Yükselen kapitalist hegemonyayla birlikte piyasa üzerinde egemenlik kuran bu kedi-fareler, insan toplumu için gerçekten felaket oldular.

Tüm dünyada son dört yüzyılda özellikle günümüz finans kapital çağında yaşanan ve zirve yapan yapısal bunalımın, bir yılda dört yüz milyon işsiz doğurması bu nedenledir. Ortadoğu toplumundaki çözülüş daha da çarpıcıdır. Komünal yaşamın son elli yıldaki çözülüşü, toplumun topyekûn işsizleşmesine yol açmıştır. Ortadoğu Toplumu, tarihin hiçbir döneminde bu denli çözülmedi. Kaldı ki Ortadoğu toplumu, komünal ekonomiyi hem ilk gerçekleştiren hem de kapitalist hegemonik aşamaya kadar dünya çapında öncülük eden toplumdur. Günümüzde yaşadığı bunalım, üçyüzbin yılı aşkın bir süreden beri aklıyla inşa ettiği komün yaşamının kaybıyla eşanlamlıdır. Topyekûn bir felaketi yaşaması, bu tarihsel nedenledir. Yaşanan bunalımın sonuçları, tarihte yaşanan hiçbir barbarlık felaketiyle karşılaştırılamaz. Çünkü barbar saldırılarında bile komünal yaşam hep esastı. Kimse, ona dokunmayı aklına bile getirmezdi. Kapitalist barbarlık, ilk defa en iblis mantığıyla komünü çözmeyi akıl etti ve başardı. Sonuç, son dört yüzyılın savaşları, sömürge talanları, toplumun klasik kölecilikten beter modern ücret köleliğine tabi tutulması ve daha da acımasız olanı işsizleştirilmesidir; ahlaki ve politik bütünlüğünü yitirmesidir; çevreyi tahrip etmesi ve biyolojik dünyanın dengesini yıkmasıdır; yerin altını boşaltması, üstünü kirletmesidir; iklim felaketleridir.

Komünal Ekonomik Birlikler Federasyonu yerel, ulusal ve bölgesel çapta Ortadoğu Demokratik Uluslar Birliği’nin ekonomik temelini ifade eder. Hegemonik güç çekirdeği İsrail’in Kibbutz adlı ekonomik birimlerinin komünal ekonomiye oldukça benzeyen birimler olması, komünal ekonominin üstünlüğünü kanıtlar. İsrail’in ulus-devlet hegemonyacılığı aşılmak isteniyorsa, ekonomik alanda komünal ekonomiye geçişin dışında başka yol yoktur. Ayrıca dünya kapitalist hegemonyasından ve onun her türlü tekelci sömürüsünden kurtuluşun yolu da eşitliğin, özgürlüğün ve demokrasinin maddi temeli olan yeni Komünal Ekonomiyi gerçekleştirmekten geçer.

 

Bunları da beğenebilirsin

Yoruma kapalı.