Düşünce ve Kuram Dergisi

Bilimsel, “Reel”, Demokratik Sosyalizm, Sınıf-İdeoloji ve Hegemonya İlişkisi

Selahattin Işıldak

“Adalet sorunu paylaşım sorunu kadar eskidir… Adalet, paylaşma gereksiniminin fark edilmesiyle başlar. En eski yasa paylaşmayı düzenleyendir; …adalet herkesin yeterince yiyeceğinin olmasını gerektirir. Ama aynı zamanda herkesin yiyeceğin üretimine katkıda bulunmasını da gerektirir.”[1]

İnsan; bu temel içgüdünün/bilginin ve bilincin taşıyıcısı olduğu sürece mücadele etmeye de her zaman devam edecektir.

 

Ulus-Devlet Üzerine:

Ulus-devletlerin, Fransız Devrimi ile yani feodalizmden kapitalizme geçiş döneminde ortaya çıktığı genel bir kabuldür. Feodalizmin zayıflamaya başlaması ve çöküş süreci ile birlikte güçlenen burjuvazi, ekonomik ve siyasal ve alandaki etkinliğini arttırmak için  egemenliğin monarşiden-kraldan alınıp halka geçmesi şiarı ile milliyetçi akımların, ulus-devlet paradigmasının temellerinin atılmasında başat rol oynamıştır. Kapitalist sermayenin doğuşu ile ulus-devlet paradigmasının doğuşu birbirine koşut olarak gelişmiştir. Bu gelişim beraberinde kırsal alanlardan kent merkezlerine büyük göç dalgaları ile bir sınıf olarak işçi ve emekçi kesimleri de doğurmuştur.

“İktidarın azami bir merkezi devlet olarak örgütlenmesi de diyebileceğimiz ulus-devlet, modernitenin esas yönetim biçimidir”.[2]

Bu bağlamda feodalizmden kapitalizme geçiş süreciyle beraber  burjuvazi, ulus-devlet paradigmasını da kendi merkezi hegemonik gücü haline getirmiştir.

 

Ütopik ve Bilimsel Sosyalizm Üzerine:

Ulus-devlet yapılanmalarının oluşumuna paralel bir şekilde sosyalizm teriminin de yazılı literatürde ilk defa 1827 yılında İngiltere’de ortaya çıktığı bilinmektedir. 1830’lardan itibaren sosyalizm sözcüğü, Fransız yazınında kullanılmaya başlandı. Sosyalist düşünce ve sosyalist hareketin ilk kez Fransa ve İngiltere’de ortaya çıkması elbette tesadüf değildi. Sosyalizm düşüncesi İngiltere’deki sanayi devrimi ve Fransa’da burjuva demokratik devrimin ürünüydü.

1789-93 Büyük Fransız Devrimi tarihte görülen en kitlesel halk mücadelelerine sahne oldu. Devrim, kabaca monarşiden nefret eden Parisli yoksul kitlelerin üzerinden yükseldi. Bu kitleler “özgürlük, eşitlik ve kardeşlik” sloganları ile mücadeleye atıldılar. Monarşiye karşı bir isyan olarak başlayan hareket her türlü baskı ve otoriteye, toprak sahiplerine, kiliselere ve fabrika sahiplerine karşı bir mücadeleye dönüştü. Monarşiye karşı hareket toplumun geniş kesimlerini birleştirmişti, ancak mücadele gerileyince yeni bir egemen sınıf, kapitalistler kendi eşitsizliğe dayalı mülkiyetlerini ve iktidarlarını kurmak için hareketi durdurmaya çalıştılar. Sonuçta halk hareketi tutucu ve devrimci olarak iki kampa bölündü.

1800’lü yılların başlarında yaşanan sanayi devrimi sonrası, daha az çalışma koşullarında herkese yetecek kadar üretim yapılabileceği belirgin bir şekilde görünmeye başladı. Bu gelişmelerin sonucunda “Ütopik Sosyalistler” ortaya çıktı.

İyi niyetli kimi bankerler ve fabrika sahipleri, sanayi devriminin insanlık için kullanılabileceğini düşündüler. Bunların çoğu “ütopik sosyalizmin” savunucuları haline geldi.

En tanınmışlarından biri Robert Owen, bir tekstil fabrikatörüydü. Owen için işçi sınıfı zavallı, zayıf bir gruptu. Owen’in sosyalizmi, çalışan kitlelerin koşullarını düzeltmek için zengin iş sahiplerini ve hükümet üyelerini ikna etmeye dayanıyordu.

Bilimsel sosyalizm tanımlaması, esasen “Ütopik Sosyalizm” tanımlamasının bir tür karşı tezi olarak doğmuş ve anlam kazanmıştır. Özü itibari ile “ütopik” denilen sosyalizm belirlemesinin salt bir ütopya olmaktan öte, gerçekleştirilebilinir olduğunu ifade etmek ve iddia etmek amacıyla “bilimsel sosyalizm” tanımlaması kullanılmıştır. Bilimsel sosyalizmin üç ana kaynaktan beslendiğini belirtmek gerekir: Alman felsefesi, Fransız ütopik sosyalizmi ve İngiliz ekonomi-politiği.

Friedrich Engels tarafından daha çok polemik ağırlıklı olarak kaleme alınan Anti-Dühring isimli eserden bir kısım, Paul Lafarge’ın isteği ve de desteği ile Fransız okurlarına hitaben bir kitapçık olarak yazılan “Ütopik Sosyalizm ve Bilimsel Sosyalizm” ismi ile yayınlanmıştır.

“İçimizden biri, yeni bir öğreti saydığı bir şeyi açıklayınca, onu önce her şeyi kapsayan bir sistem haline getirmek zorundadır. Mantık ilkelerinin ve evrenin temel yasalarının, eninde sonunda, yalnız bu yeni bulunup tamamlanan teoriye ulaşılmak için varolageldiğini kanıtlaması gerekir.”[3]

Bu çerçevede gerek “Anti-Dühring”[4] isimli eserinde, gerekse de bu eserden türetilen “Ütopik Sosyalizm ve Bilimsel Sosyalizm” ismi ile yayınlanan kitapçıkta Friedrich Engels, ütopik sosyalizme karşı felsefi anlamda diyalektik materyalizmi kendisine rehber edinerek, bilimsel olgular çerçevesinde eleştiren, yargılayan evrensel bir tez olarak “Bilimsel Sosyalizm”i tanımlamıştır.

Kabaca ifade etmeye çalışırsak eğer Engels’in adı geçen eserlerinde Bilimsel sosyalizm; üstün (deha ve/ya iyi kalpli) kişilerin düşünsel olarak tasarımlarının değil, nesnel gerçekliğin yasalarına dayalı, tarihsel açıdan ise kaçınılmaz bir ilerlemenin sonucunda hayat bulacak, bulması gerekecek bir gerçeklik olarak ele alınmaktadır. Bilimsel sosyalizm, Marksizmin ekonomik-sosyal yasalarına bağlı onun ayrılmaz bir parçası olarak tanımlanmıştır. Bilimsel sosyalizm; geçmiş ve şimdi yaşanmakta olan geleceğin tarihini ekonomik, sosyal, kültürel hayatın birçok veçhesi ile anlamayı, analiz etmeyi, geleceğe dair öngörüler oluşturmayı ve geleceği inşa edebilmeyi hedefler.

Engels’in yine adı geçen eserinde altını çizdiği önemli noktalardan birisi de, kapitalizmle beraber doğumu gerçekleşen proletarya arasındaki kaçınılmaz mücadele, bir zamanlar “ütopya”, nesnel bağlamda temelleri alt yapısı henüz oluşmamış olan düşünsel bir fikir, hayal olarak, adilane ve kötü olmayan bir yaşam formu olarak sosyalizm artık tarihin akışı içerisinde zorunlu bir sonuç olarak tanımlanır.

Engels bu satırların devamında bilimsel sosyalizmin ütopik olandan temel farkının ne olduğunu açıklarken, Karl Marx’ın temel buluşu olan artı-değer üretiminin açıklanması ve bu açıklamanın (buluşun) sayesinde işçi sınıfının burjuvaziye karşı mücadelesinin meşru temellerinin esasen bilimsel sosyalizmin tanımlaması ile atıldığına dikkat çeker.

“(1) kapitalist üretim yöntemini tarihi ilişkileri ve belirli bir tarihi dönemdeki kaçınılmazlığı içinde, ve bundan ötürü, kaçınılmaz çöküşü ile göstermek; ve (2) onun hala bir sır olan temel karakterini ortaya çıkarmak gerekliydi. Bu artı-değer’in bulunmasıyla yapıldı…  …Kapitalist üretimin ve sermaye üretiminin oluşumu (ikisi de) açıklandı. Bu iki büyük buluşu, materyalist tarih görüşünü ve artı-değer yoluyla kapitalist üretimin sırrının çözümünü, Marx’a borçluyuz. Sosyalizm, bu buluşlarla bir bilim oldu”[5]

Daha sonra Karl Marx tarafından kaleme alınan “Kapital”in[6] birinci cildinde “artı-değer” üretimi ve sermaye birikiminin oluşum süreci ayrıntılı bir şekilde örneklemelerle açıklanır.  Burjuvazinin sermaye birikiminin temelinde artı-değer üretiminin olduğu, bu sebeple de burjuvazinin elindeki sermayenin esas sahibinin de üreten güçler, yani emekçiler olduğu açıklanır.

Sermaye güçlerinin kendisi sınırlarını genişletmek amacıyla ulus-devlet paradigması üzerinden kapitalist moderniteyi; ulusçuluk ve milliyetçilik söylemi üzerinden gerçekleştirilen kanlı ve acımasız savaşlarla var etmiştir. Ancak kapitalist modernitede mevcut düzeni; salt polis, ordu, zabıta vb gibi salt silahlı örgütlenmeleri üzerinden baskı, zor ve şiddet aygıtları ile değil, aynı zamanda eğitim, hukuk, aile, din, kültür ve sanat vb bir çok alanda kendi ulus-devlet yapılanmasının ideolojik aygıtları aracılığı ile  rıza üreterek  korumaya, sürdürmeye çalışır. Dolayısıyla; ön tanımlaması ister bilimsel, ister “reel”, isterse de demokratik olsun sosyalizm üzerine yazılan her  yazının “sınıf, devlet, ideoloji ve de hegemonya” ilişkisini irdelemesi yerinde olacaktır.

 

İdeoloji, Sınıf ve Hegemonya Üzerine:

Marx ve Engels tarafından kaleme alınan “Alman İdeolojisi” isimli eserde; sınıf olmaya ilişkin olarak şu not düşülmüştür: “Bireyler ancak, bir başka sınıfa karşı ortak bir mücadele içinde yer aldıkları ölçüde bir sınıf oluştururlar”[7]

Kuşkusuz bu kısa tanımlama sınıfın ne olduğunu kapsayıcı bir şekilde izah etmese de, ortak, bir mücadelenin gerekli olduğuna ve örgütlü mücadeleye işaret etmektedir.  İnsanları ortak bir mücadele çerçevesinde bir araya getiren şey,  yine ortak sınıfsal çıkarlar ve ortaklaştırılmış bir dünya görüşüdür. İnsan topluluklarının bir sınıf, taraf olarak ortaklaşarak beraberce sürdürdükleri mücadele; onların birbirlerine olan bağlılık, (özgüven, örgütlülük ve bilinç kazanmasına ya da (tersi de geçerli olmak üzere) kaybetmesine olanak sağlar.

Ancak üreten güçlerin, üretim araçları karşısındaki konumlanışı, üretim araçları ile olan ilişkisi, yani mülkiyet ilişkisi sınıfın tanımlanmasında asli ve belirleyici olan unsurdur. Ezilenleri egemen sınıf olan sermayedardan ayırt eden en başat özellik; üretim araçlarının kullanım ve mülkiyet hakkının kendisinin denetiminde değil de, egemen sınıfın denetiminde olmasından kaynaklanmaktadır. Kısa ve kaba bir tanımla sınıfsal ayrışmanın özünde yatan budur. Kapitalist modernite çağında amiyane ve yaygın tabir ile alt yapıyı oluşturan bu üretim biçimi, üst yapının oluşumunda da belirleyicidir, ancak bu belirleyicilik tek taraflı, doğrusal bir süreç de değildir. Alt ve üst yapı arasında (kendi içerisinde yer yer tezatlıklar da taşısa,) birbirini besleyen değişim ve dönüşümlerle dolu karşılıklı diyalektik bir etkileşimler zinciri vardır.

“Egemen sınıfın düşünceleri her çağda egemen düşüncelerdir; yani, toplumun egemen maddi gücü olan sınıf aynı zamanda egemen entelektüel gücüdür de. Maddi üretim araçlarını elinde bulunduran sınıf, aynı zamanda zihinsel üretim araçlarını da kontrol eder; öyle ki, bu nedenle, genel olarak konuşursak, zihinsel üretim araçlarından yoksun olanların düşünceleri o sınıfa tabidir.”[8] diyor Marx.

Dini, ailevi, hukuki, siyasi, eğitim ve öğretimsel, kültürel, sanatsal, basın-yayın ve sendika gibi bir çok alanda hakim sınıfın örgütlenmesi olan devletin toplumsal yaşamın üst yapısını denetim altında tutmak ve  bu denetim yolu ile de toplumsal nizamı sağlayabilmek amacıyla kullandığı ideolojik aygıtları ve kurumları vardır. Üst yapısal alandaki bu aygıtlar ve örgütlenme formları toplumda egemen sınıfın kendisine ait olan fikirlerini sürekli olarak canlı tutmak için çalışan devasa bir mekanizmaya sahiptir.

“Devlet (baskı) aygıtının birliği, iktidardaki sınıfların sınıf mücadelesi siyasetlerini uygulayan, iktidardaki sınıfların temsilcilerinin yönetiminde birleşmiş merkezileşmiş örgütlenmesiyle sağlanmasına karşın, değişik DİA’lar (devletin ideolojik aygıtları-bn) arasındaki birlik egemen ideolojiyle egemen sınıfın ideolojisiyle, çoklukla çelişkili biçimlerde sağlanır…  …Devlet (baskı) aygıtının görevi, özü bakımından, son analizde sömürü ilişkileri olan üretim ilişkilerinin yeniden-üretiminin siyasal koşullarını, devlet (baskı) aygıyı olarak,  baskı (fiziksel ya da değil) ile sağlamaktır ”.[9]

Yani silahlı bir örgütlenme olarak devlet aygıtı tek başına, baskı ve zor ile çalışmaz aynı zamanda ideolojik aygıtları aracılığı ile de kesintisiz bir rıza üretimi içerisindedir. Bu şekilde üretim ilişkilerinin yeniden-üretimi sağlanır. Kapitalist modernite içerisindeki bu yeniden-üretim, egemen sınıfların ezilen sınıflar üzerindeki hakimiyetini arttırdığı ve pekiştirebildiği müddetçe, kendi hegemonyasını toplum üzerinde hakim kılar. Bununla beraber bu çelişkisiz, tek yönlü ve doğrusal bir süreç de değildir.  Toplumsal çatışmaların daha az ve keskin olduğu dönemlerde bu hegemonya daha çok rıza üretimi üzerinden varlığını sürdürürken, toplumsal çatışmaların keskinleştiği, derin ekonomik krizler, savaşlar gibi durumlarda rıza üretiminin yerini daha çok devletin zor aygıtları alır.

Lenin’in devrimci durum diye tanımladığı; yönetenlerin artık eskisi gibi yönetemediği, yönetilenlerin de eskisi gibi yönetilmek istenmediği” durumlarda bu egemen sınıfın toplumda hakim olan  egemen fikirleri geniş kitleler tarafından keskin ve hızlı bir şekilde sorgulanmaya başlar, toplum her zaman olduğundan çok daha fazla politikleşir. Böylesi dönemler, ezilen sınıflar için mücadele anlamında potansiyel olarak oldukça bereketli dönemlerdir. Egemen sınıfın fikirlerinin egemenliğine son vermek ve/veya daha az egemen olmasını sağlayabilmek için, hayatın her alanında kesintisiz ve örgütlü bir mücadele verilmesi gerekliliğini her daim savunan devrimci güçler için, büyük olanakların da kapısını aralayan bir dönemdir, böylesi zamanlar. Bu noktada devrimci parti örgütlenmesinin önemi ve anlamı daha net ortaya çıkar. Lakin Gramsci’nin altını çizdiği gibi;

“Siyasal mücadelede egemen sınıfların yöntemleri(ni) körü körüne taklit edilmemelidir, yoksa kolayca pusuya düşülür”.[10]

 

Komün, Sovyetler, Sosyalizm Üzerine:

Tarihin makarasını biraz geri sararak bu bölümde Sosyalizm, Reel Sosyalizm ilişkisine dair geçmiş tarihsel örnekler üzerinden konuya eğilmeye çalışalım.

1871’de kısa bir süreliğine de olsa kurulmuş olan Paris Komünü, sosyalizmin mümkün olabileceğini gösteren yegane esinleyici ilk örnek olarak tarihe geçmiştir. Mart 1871’ de Fransız ordusunun Prusya’ya yenilmesinin ardından, Paris’li işçiler ayaklanarak kentin kontrolünü ele geçirdi ve 28  Mart tarihinde Paris Komünü ilan edildi. İki aya yakın bir süre boyunca Paris’i egemenler değil ezilenler yönetti. Komünarlar iktidarlarını sağlamlaştırmak adına bir dizi kararı hızla hayata geçirdi. Bunların başında; düzenli ordunun dağıtılması ve halka dayalı bir savunma sisteminin kurulması vardı.

“Paris ancak kuşatma sonucu ordudan kurtulduğu ve onun yerine çoğunluğu işçiler tarafından oluşturulan bir Ulusal Muhafızı geçirmiş bulunduğu için direnebiliyordu.  Artık sürekli bir kurum haline dönüştürülmesi gereken şey de, işte bu durumdu. Bu yüzden Komünün ilk kararı, sürekli ordunun kaldırılması ve yerine silahlı halkın geçirilmesi oldu.”[11]

Bunun yanısıra halkı temsilen seçilmiş temsilcilerin gerekli görüldüğü anda beklemeksizin görevden alınıp yerine başkasının getirilmesi, , emekçileri temsil edecek kişilerin kendileri ile aynı ücreti alması gibi doğrudan demokrasinin temel sacayakları diyebileceğimiz kararlar hayata geçirilmişti.

“Komün, iki şaşmaz araç kullandı. İlkin bütün yönetim, adalet ve eğitim görevlilerinin ilgililer tarafından seçilerek, gene aynı ilgililer tarafından her an görevden alınabilmesi ilkesini kabul etti. İkinci olarak da en küçüğünden en büyüğüne bütün hizmetlere, işçilerin aldığı ücretten başka bir karşılık ödenmedi”.[12]

Karl Marx, o dönem Paris Komünü’nün taleplerine sahip çıkarak o iki aylık deneyim sürecinde esasen sosyalist bir devrimin nüvelerini hem pratikte öğrendi, hem de yazdı. Karl Marx’ın o dönem formüle ettiği hali ile sosyalizm; kitlesel ve doğrudan demokrasiye dayalı, kolektif mülkiyete dayalı ve bunu yönetimsel olarak da hayata geçiren bir bileşim olmalıydı.

Friedrich Engels’in, Paris Komün’ünün 20. yıldönümü vesilesiyle, Neue Zeit için 18 mart 1891’de yazdığı  yazıda dikkat çektiği önemli bir nokta daha vardır. O da devlet olgusudur.

“Ama gerçeklikte devlet, bir sınıfın bir başkası tarafından bastırılmasına yarayan bir makineden başka bir şey değildir…  …Bu konuda söylenebilecek en kısa şey de devletin, muzaffer proletaryanın sınıf egemenliği savaşımında kalıt olarak aldığı ve tıpkı Komünün yaptığı gibi, en zararlı yönlerini hemen budamaya başlaması gereken bir kötülük olduğudur; ta ki yeni özgür toplumsal koşullar içinde yetişen bir kuşağın, bütün bu devlet hurdasından kurtulacak bir duruma gelebilmesine kadar”.[13]

Marks’ın, 1883’de ölümünden sonraki 50 yıl içinde aşağıdan sosyalizm geleneği muazzam değişikliklere uğradı. 1890’larda dünya kapitalizmi 20 yıllık bir ekonomik gelişme dönemine girdi. Bu dönemde çoğu işçinin yaşam standartı yükseldi. Emekçiler kitleler halinde sendikalara ve sosyalist partilere katıldılar.  Marx’ın sosyalizme ancak toplumun aşağıdan yukarıya örgütlenmesi ve devrimci dönüşümü ile ulaşabileceği düşüncesi atıl kaldı, bunun yerine daha çok kapitalizmin aşamalı olarak, evrim geçirerek kendiliğinden sosyalizme ulaşılacağı düşüncesi, yani yukarıdan aşağıya doğru bir sosyalizm fikriyatı  hakim olmaya başladı.  Ancak 1914’de patlak veren Birinci Dünya Savaşı, klasik tabiri ile reformistler ve devrimciler arasındaki ayrışmanın net bir şekilde ortaya çıkmasına olanak sağlamış, bir turnusol olmuştu. İsviçre’deki sürgün yıllarında yaptığı çalışmalar sonucunda Emperyalizm: Kapitalizmin En Yüksek Aşaması”[14] broşürünü kaleme alan Vladimir İlyiç Ulyanov Lenin, Paris Komünü deneyimini dikkatlice analiz ederek, “Nisan Tezleri” ile Komün ve Sovyetler arasında sıkı bir bağ kurdu.  Yeni bir toplumsal örgütlenme üzerinden temellenen, İşçi Konseyleri ya da orijinal ismi ile “Sovyetler” Rusya’daki devrimin asli gücünün kendi öz örgütlenmesi olduğunu göstermişti. Fabrikalardan, iş yerlerinden, kooperatiflerden bizzat emekçilerin kendileri tarafından seçilen delegelerden oluşan bu Sovyet-Konsey örgütlenmeleri, doğrudan demokrasinin asli unsuru olarak, karar verici bir konuma ulaşmıştı. Lenin’in Nisan Tezleri’ndeki “Bütün İktidar Sovyetlere”[15] sloganın ana nedeni de buydu. Asker-sivil Sovyet örgütlenmeleri 1917 ayaklanması sonrasında gerçekte fiilen yönetime el koymuştu, bir devlet erki gibi hareket ediyordu. Milyonlarca işçi ve köylü; doğrudan doğruya kendi aldıkları kararları hayata geçiriyor ve yeni bir toplumun temellerini atıyordu. Ancak Sovyetlerin önünde acilen yanıt bulması gereken büyük sorunlar vardı: Bir an önce devam eden savaşı durdurmak, devrimi korumak için profesyonel bir ordu kurmak, yaşanan yoksulluğun önüne geçmek, insanların temel ihtiyaçlarını karşılamak ve devrimi ulus-devlet sınırlarının ötesine taşıyarak, yayılmasını sağlamak…

 

Tek Ülkede Sosyalizm ve Bürokratik Devlet Kapitalizmi Üzerine:

Bolşevik Devrimi; Kautsky gibi reformist sosyal demokratların ihaneti, onların savaşı destekleyen siyasetleri, Rosa Lüksemburg ve Spartakist yoldaşlarının katledilmesi sonrasında Alman Devrimi’nden umudunu kesmişti, artık Bolşevik devrimi kuşatılmıştı. Lev Troçki’nin komutasında Kızıl Ordu 3 yıl boyunca 14 ayrı ülkeden 17 işgal ordusuna karşı Rusya’nın her tarafında devrimi savunmak için savaştı[16] ve bu savaşı kazandı. Ancak bunun bedelleri oldukça ağır oldu. Rus sanayisi çöktü, açlık nedeni ile birçok kent merkezinden insanlar köylere geri dönmeye başladı. En büyük sanayi kenti St. Petersburg’un nüfusu 1917-1920 yılları arasında iki buçuk milyondan 574 bine kadar gerilemişti. 1920’lerin sonunda Sovyet-Konsey temelli doğrudan demokrasi, giderek yok olmaya yüz tutmuştu.

Gidişatın farkında olan Lenin; “Bizim şu anki devletimiz bürokratik bozuklukları olan bir işçi devletidir…Devletimiz öyledir ki, örgütlü proletarya tamamen kendisini ona karşı korumalıdır; eğer işçilerin devletimizi korumalarını bekliyorsak, işçi örgütlenmelerinden, işçilerin kendilerini kendi devletlerine karşı korumaları için yararlanmalıyız”[17] diyerek uyarıda bulunuyordu. Ancak bütün bu uyarılara karşın, uygulanan savaş ekonomisi ile Stalin etrafında şekillenen bürokratik bir güç odağı doğmuş ve bu odak iktidarı çepeçevre sarmıştı. Stalin ve Troçki arasında parti içinde süren siyasi mücadele, 1924’de Lenin’in ölümü sonrasında daha da keskinleşerek büyüdü ve Troçki’nin 1927’de yapılan 15. Komünist Kongrede parti üyeliğinden atılması ve ardından sürgün edilmesi ile sonuçlandı.

Troçki’nin partiden ihraç edilmesinin hemen ardından, “Birinci Beş Yıllık Plan” Sovyetler Birliği ekonomisinde atılım adı altında, yönetimde bürokrasinin hakimiyetini pekiştirmenin kapısını da aralamıştı. Kağıt üzerinde, yani yasalarda fabrikalar, kolhozlar, kamusal olan her şey işçi ve köylülerindi, ancak gerçekte ortada üretim araçları üzerinde söz söyleme hakkını tamamen yitirmiş, sadece sermaye birikimi için çalışmak zorunda kalan emekçiler yığını vardı. Bu sürecin sonunda kendisini egemen sınıf olarak örgütleyen bürokratik bir devlet kapitalizmi inşa edildi, üretenlerin söz söyleme hakları tamamen ellerinden alındı, kadın sadece doğum yapan ve çok çocuk doğurdukça madalya verilen bir üretim aracına indirgenmişti, sönümlenmesi gerektiği belirtilen devlet mekanizması daha da merkezileşerek güçlendirildi. Oysa, Lenin’in “önceki bütün devrimler devlet makinesini yetkinleştirmişler, güçlendirmişlerdir; oysa onu kırmak, yıkmak gerekir”[18] diyerek  dikkat çektiği gibi, esas görev devletin sönümlendirilmesi olmak durumundaydı. Olmadı.

 

“Reel Sosyalizm” Üzerine:

Bugün “Reel Sosyalizm” diye adlandırılan sürecin kökleri, 1920’lerin ikinci yarısından itibaren temelleri Stalin tarafından atılan “Tek Ülkede Sosyalizm”[19] anlayışı ile şekillenmiştir. “Reel Sosyalizm” yani bir diğer ifade biçimi ile “Var olan Sosyalizm” terimi, 1964-1982 yılları arasında Sovyetler Birliği  Komünist Partisi Genel sekreterliği görevini yapmış Ukraynalı Sovyet siyasetçi Leonil İlyiç Brejnev döneminde yaygın olarak kullanılagelmiştir. Sovyetler Birliği ve Doğu Bloku ülkelerinde, teorideki sosyalizmin pratik olarak yansımasının tam olarak mümkün olamayıp, elden geldiğince hayata geçirilmiş halini tanımlamak adına bu terimi kullanmıştır.

“Geri kalmış ve kapitalist hegemonyaya bağlanmış ülkeler ve ulusların kapitalistleşme modeli olan bürokratik kapitalizme, Sosyalizm adı verildi. Bilimsel sosyalizm; Reel sosyalizm, Reel sosyalizm olarak gerçekleşen Bürokratik kapitalizm (kolektif kapitalizm) de sosyalizm olmuştu. Bu sosyalizm iç nedenlerle çürüye çürüye 1990’ların başlarında gümbürtüyle çözüldü.  …Aslında çözülenin sosyalizm değil bürokratik kapitalizm olduğu açıktı; o da ulus-devletin kendisini bizzat kapitalist özne olarak örgütlemesiydi”.[20]

Öcalan’ın, Demokratik Uygarlık Manifestosu’nun beşinci kitabında da belirtmiş olduğu “Reel sosyalizm”in esasen bürokratik bir kapitalizm olduğu tespiti, “Rusya’da Devlet Kapitalizmi” isimli eserde Tony Cliff tarafından ayrıntılı veriler ışığında kapsamlı olarak ele alınır ve nedenleriyle açıklanır.[21]

Brejnev’in “olabildiği kadar, hayata geçirilebildiği kadar” sosyalizm diye tanımladığı “Reel sosyalizm”, esasen bürokratik bir devlet kapitalizminden başka bir şey değildir. Günümüzde “reel sosyalizm” kavramı, yaygın olarak başta Sovyetler Birliği ve Doğu bloku ülkeleri olmak üzere, oralarda yaşanan ve başarısızlıkla sonuçlanan tarihsel-toplumsal deneyimleri ifade etmek için kullanılmaktadır. “Reel sosyalizm” kavramı-tanımlaması, esasında yaşananın bürokratik bir devlet kapitalizmi olduğu gerçekliğinin üzerini bir sis perdesi ile örtmektedir ve bu nedenle de sorunlu bir tanımlamadır.

 

Demokratik Sosyalizm Üzerine:

Bu kısımda; “Demokratik sosyalizm” tanımlamasını kategorik olarak ikiye ayırarak başlarsak;

Sosyalizmin; yöntem olarak devrim olmaksızın, demokratik yollarla gerçekleşmesi mealinde “Demokratik Sosyalizm”  ve  ikincisi; sosyalizmin devrim yolu ile hayata geçirilip içeriksel-muhtevasal anlamda “Demokratik Sosyalizm” olarak tanımlamakta fayda vardır.

İlk olarak; yani devrim olmaksızın, demokratik yollarla sosyalizmin gerçekleşip gerçekleşemeyeceği konusunda  Salvador Allende liderliğindeki Şili deneyiminden bunun mümkün olamadığını görebiliriz. Egemen güçlerin böylesi bir süreci, elleri kolları bağlı izlemeyeceğini tarih açık bir şekilde göstermiştir.[22]Ancak günümüzde hala yöntem olarak “Demokratik Sosyalizm”i savunanlar oldukça yaygındır. Örneğin ABD’li sosyalist Bernie Sanders bu düşünceyi:

“ABD’de “siyasal devrim” ancak kitlesel hareketler inşa edersek, özellikle bir emek hareketi yaratırsak gerçekleşebilir. Bu hareketler sermayedarlar ve siyasetçilerden taviz koparabilir. Mücadele aracılığıyla, eğer birlikte örgütlenirsek kazanacağımıza dair bir farkındalığı yayarak insanların bilincini dönüştürmeye başlayabiliriz”[23]  sözleri ile savunmaktadır.

Bernie Sanders ve onun gibi düşünenlerin; devrimsel bir ayaklanma olmaksızın, sermayenin silahlı örgütlenmesi olan ulus-devlet aygıtı parçalanmaksızın, sermayedarlardan taviz koparılarak bir demokratik sosyalizme gidilebileceği düşüncesi, iyi niyetlerinden bağımsız olarak ham bir hayalden başka bir şey değildir.[24]

Bütün bu tartışmalarda “Demokratik sosyalizm” kavramı, “Reel sosyalizm”den kendisini ayırmak için kullanılmaktadır.

“Demokratik Konfederalizm” paradigması; içerik anlamında “Demokratik sosyalizm” kavramına yeni bir açılım getirir; özü itibari ile kapitalizmin doğuşundaki merkezi hegemonik söylem olan milliyetçi ulus-devlet paradigmasının şah damarına bir neşter atar. Onu; farklı ulusların, milletlerin etnisitelerin ayrımcılığa tabi tutulmaksızın konfederal bir yapı içerisinde bir arada olduğu “demokratik ulus” paradigması ile yadsır, tekçilik yerine çoğulculuğu koyar. Sosyalizmin özündeki “doğrudan demokrasi”yi de örgütlenme modeli olarak sunar. Bu örgütlenme yapısı komün ve Sovyetlerdeki gibidir.

“Söz, tartışma ve karar topluluklarındır. Tabandan en üste kadar delegeler seçimle gelir ve tepede bir koordinasyon oluşturur. Delegeler halkın bir yıllık memurları gibi çalışır”.[25]

Ancak asli ve temel farklılıklarından birisi de; “aşağıdan yukarıya” örgütlenmesinde tarihte modern anlamda sınıfların ortaya çıkmasından çok daha eski ve köklü olan baskı biçimi olarak, ataerkilliği ortadan kaldırmayı hedeflediği için kadın özgürlüğünü merkezine alır, kadının özgürleşmesini bir bütün olarak toplumun özgürleşmesinin ön şartı olarak koşar. Örgütlenme yapısında eş yaşam ilkesi teorik olarak esastır, bu nedenle eş temsil gereği eşbaşkanlık yapılanması her alanda vardır, koordinasyon görevi aslen bir yürütme erki olarak hareket eder, kararlar taban tarafından alınır. Demokratik Konfederalizmin adım adım yaşam bulduğu Kuzey ve Doğu Suriye’deki örgütlenme, (bir tür “devletsiz devlet” yönetimi de diyebileceğimiz) Demokratik Özerklik sistemi  bu temelde faaliyet yürütmektedir. Köylerde, beldelerde, büyük kentlerde yaşamın her alanından (kadın, gençlik, eğitim, sağlık, savunma sulh vb) komitelerin bir araya gelmesi sonucunda oluşturulan komün örgütlenmeleri, doğrudan demokrasinin en temel taban örgütlenmesi olarak faaliyet yürütmektedir. Bütün komünler bir meclis tarzında çalışmalarını yürütür ve her komünün kendi içerisinde seçmiş olduğu eş başkanlar, Demokratik Konfederal Meclislerin doğal üyesi olur.[26] Bu çerçevede son söz olarak belirtmek gerekir ki; sosyalizmin demokratik olmayanı ol(a)maz, sosyalizmin özünde “doğrudan demokrasi”[27] vardır, adına ister “reel” ister başka bir şey densin, doğrudan demokrasinin olmadığı bir sosyalizmden bahsetmek, sosyalizmin doğasına aykırıdır.

 

Alt-yapı, Üst-yapı İlişkisi ve Tarih Üzerine:

Karl Marx; “Kapital” in prematürü diyebileceğimiz “Ekonomi Politiğin Eleştirisine Katkı” adlı eserinin önsözünde alt ve üst yapı arasındaki ilişkiye dair şu sözleri yazmıştır:

“İnsanlar, kendi yaşantılarının toplumsal üretiminde, istemlerinden-iradelerinden bağımsız ve zorunlu olan, kendi maddi üretim güçlerinin belirli bir gelişim düzeyine denk gelen belirli üretim ilişkileri içerisine girerler. Bu üretim ilişkilerinin genel toplamı; üzerinde genel ve siyasi-yasal bir üst-yapının yükseldiği ve kendisine belirli toplumsal bilinç biçimlerinin tekabül ettiği gerçek temel olan, toplumun iktisadi yapısını oluşturur. Maddi olan yaşamın üretim tarzı toplumsal, siyasal ve entellektüel yaşam sürecinin genelini de şartlandırır. İnsanların varlığını belirleyen bilinçleri değil, tam tersine, bilinçlerini belirleyen onların toplumsal varlığıdır.”[28]

Veciz bir ifade ile belirtmek gerekirse, burada Marx’ın söyledikleri, “insanlar düşündükleri gibi yaşamazlar, yaşadıkları gibi düşünürler” sözüne tekabül etmektedir. (Kulübede doğan birisi ile sarayda doğan birisi arasındaki örneklendirmeyi düşünelim.)  Ancak;  insanlar düşündükleri gibi de yaşamak için mücadele etmekten vazgeçmez. Elbette ki maddi koşulların insanın düşünme yapısında belirleyici bir etkisi olacaktır, lakin bu tek yönlü ve doğrusal bir etkileşim değildir. Tarih bizlere; (son 30 yılda yaşanan baş döndürücü teknolojik gelişmeler göz önüne alınırsa) hem egemenler açısından hem de ezilenler açısından üst yapının kendisi de, alt yapıya etkide bulunabildiğini, değiştirebilecek güce ulaşabileceğini çok açık bir şekilde göstermiştir. Tarihin; salt olan bitenler silsilesini bir araya getiren determinist bir bakış açısı ile aktarılmadığını, onun öznel bir yanı da olduğunu da belirtmek gerekir. En nihayetinde; muzafferlerin tarihi ile mağlupların tarihi tamamen birbirinden farklıdır.  Hatırı sayılır bir tarihçinin kendi sözleri ile “Tarih nedir?” sorusuna verdiği yanıtla bu konuya ilişkin olarak son sözlerimizi söyleyelim.

“Tarih doğrulanmış bir olgular kümesidir. Tıpkı bir balıkçının tablasındaki balıklar gibi, belgeler, yazıtlar vb. içinde olgular hazır durular. Tarihçi onları alır, evine götürür, pişirir, canı nasıl istiyorsa o şekilde sofraya koyar.”[29]

Tarih doğrulanmış bir olgular kümesi olsa da nihayetinde, tarihçinin canının istediği şekilde kayda geçirdiği bir olgular kümesi haline de gelebilmektedir. Ancak tarihçi bunu yaparken; kullandığı istatistiki veriler gibi somut belgeleri kullanarak kendi çeperinde de bir sınır çizer.

 

Güç, İktidar, İdeoloji ve Hegemonya Üzerine:

“ ‘Güç’ sözcüğü, etkisi bakımından doğrudan ve burada olan bir şeyi, iktidardan daha dolaysız bir biçimde zorlayıcı bir şeyi getirir akla… …Güç kendisine zaman tanındığında iktidar haline gelir, ama kriz anı, geri dönüşsüz karar anı gelince güç çıplak güç haline geri döner. İktidar daha geneldir ve güçten daha geniş bir uzam üzerinde işler; iktidar çok daha fazlasını içerir, ama daha az dinamiktir. İktidar daha törenseldir, hatta belirli bir sabır ölçüsü vardır.”[30]

“Türk Dilinin Etimoloji Sözlüğü”nde “güç” sözcüğünün açıklaması şu şekildedir:

“Anadolu ağızlarında güç daha başka anlamda geçiyor: ezme, baskı, haksızlık, acı çektirme, sıkıştırma (ar. zülm, gadr, cevr, eziyet).”[31]

“Güç” sözcüğünün Türkçedeki etimolojik anlamı ile Elias Canetti’nin ifade ettiği tanımlama birbiriyle örtüşmektedir. Güç; sonuç olarak zorlayıcıdır. Güç; kendisine zaman tanındığında ya da kendisine zaman yarattığında iktidar haline gelir. Aslında her “güç” eğilimsel olarak, iktidar olmak ve bunu süreklileştirmek ister.[32]

“Kedi,  gücü fareyi yakalamak, onu ele geçirmek, pençelerinin arasında tutmak ve nihai olarak da öldürmek için kullanır. Ama fareyle oynarken bir başka etken daha vardır. Kedi farenin gitmesine izin verir, biraz kaçmasına, hatta arkasını dönmesine fırsat tanır; bu süre boyunca fare artık güce maruz değildir. Ancak hâlâ kedinin iktidar (alan)ının içindedir ve her an tekrar yakalanabilir. Derhal uzaklaşırsa, kedinin iktidar alanından kaçar; ama artık ulaşılamayacak olduğu noktaya varana kadar hâlâ kedinin iktidar alanı içindedir. Kedinin egemen olduğu uzam, fareye yaşattığı umut anları, bir yandan da bütün bu zaman zarfında onu yakından izlemeyi sürdürmesi ve onu yok etmeye gösterdiği ilgiyi  ve yok etme niyetini  asla elden bırakmaması;, bunların hepsine, yani uzam, umut, dikkatle izleme ve yok etme niyetine gerçek iktidar gövdesi, ya da daha basit biçimde, iktidarın ta kendisi denebilir.”[33]

Canetti’nin eserinde kedi-fare anolojisi ile tanımlanan güç-iktidar ilişkisinde ideoloji yoktur, salt doğaya ait bir gözlemin insan eliyle yaratılan iktidarla benzeştirilmesini görürüz. (Canetti aynı kitabında kedinin ağzının içini de kısa voltaların atılabileceği bir hapishaneye benzetir.) Burda ifade edilen güç-iktidar ilişkisine ideolojiyi ve rıza üretimini de dahil ettiğimiz zaman bu yeni bir durumu ifade eder, buna “hegemonya” diyoruz. Hegemonya; salt çıplak güç ve o güç ile yaratılmış bir iktidar alanı değildir, gönüllü ya da gönülsüz de olsa kabul edilmiş/ettirilmiş bir “rıza” yı da kapsayan daha geniş bir alandır. Hegemonya; egemen iktidarın hakimiyeti altındaki toplulukların rızasını kazanmak için “zor” da dahil başvurduğu bütün pratik etkinlikler alanıdır.

Siyasi literatürde hegemonya tanımı kabaca, siyasi hükümranlık-egemenlik ve tahakküm olarak belirtilir. Ancak Antonio Gramsci; hükümranlık ve hegemonya arasında bir ayrım olduğuna da dikkat çeker. Hükümranlık, doğrudan doğruya kriz zamanlarında ve açık siyasi biçimlerle ve fiili “zor” yoluyla ifade edilen çıplak güç halidir. Hegemonya bu fiili gücü de kapsayan ideolojik bir söylem üzerine inşa edilmiş rıza ilişkisi ile beslenen bir tür zihinsel hakimiyet oluşturma halidir. Yani hegemonya toplumsal kültürel güçleri ve ideolojiyi de aşan ve kapsayan bir hakimiyet biçimidir.[34]

Toplumsal üretim araçları üzerine hakim olan egemen sınıfların kurduğu altyapı, kendi yansımasını üst-yapıda da gösterir. Siyaset, hukuk, kültür, sanat, basın-yayın, eğitim-öğretim, spor vb. hayatın bir çok alanında hakim kılınan kendi içerisinde bütünlüklü düşünceler silsilesi egemen sınıfların ideolojisini perçinlemek, toplumsal yapının “birliğini” (hakim sınıfın çıkarlarını kollayacak bir biçimde) sağlamak için faaliyet yürütür. Hakim sınıf; bunu, egemenliğinin devam etmesi için yapmak zorundadır. Tarih; “rıza”, “kabullenme” olmaksızın tek başına “zor”la, şiddetle hiçbir iktidarın sonsuza kadar ayakta kalamayacağını göstermiştir. Hitler Almanya’sında ya da Mussolini İtalya›sında dahi, salt tek başına zor ve baskı yoktur, toplumsal yapıya dayatılarak benimsetilmiş, kanıksatılmış bir ideoloji, öyle ya da böyle “rızası” sağlanmış bir hegemonya vardı. İdeolojiyi bir topluma zorla dayatabilirsiniz, ancak hegemonya tek başına zor ile dayatılarak sağlanamaz. Hegemonya; egemen sınıfların duyduğu ihtiyaçlar çerçevesinde kimi zaman ekonomik, kimi zaman siyasi, kimi zaman kültürel-sanatsal, kimi zaman “zor”un kullanımı anlamında  baskısal ağırlıklı olabilir, değişkenlik gösterebilir.

“…hegemonya, ekonomik olmaktan çok siyasi bir biçim alabilir: Batılı demokrasilerde parlamenter sistem, halkta kendi kendini yönettiği yanılsamasına yol açtığından, bu tür iktidarın son derece önemli bir biçimidir. Bu toplumların siyasi biçimini diğerlerinden ayıran başlıca şey, halktan kendi kendilerini yönettiklerine inanmalarının beklenmesidir; antik dönemde hiçbir köleden, ya da ortaçağda hiçbir serfden böyle bir inanca sahip olması beklenmezdi. Perry Anderson, parlamenter sistemi, üzerinde medya, kiliseler ve siyasi partiler gibi kurumların eleştirel ama tamamlayıcı bir rol oynadığı “kapitalizmin ideolojik aygıtlarının faaliyet merkezi” olarak betimleyecek kadar ileri gider. Bundan dolayı, Anderson’ın belirttiği gibi, Gramsci, hegemonyanın yerini devlet değil de sadece “sivil toplum” olarak belirlerken yanılmaktadır; çünkü kapitalist devletin siyasi biçimi kendi başına bu tür hakimiyetin yaşamsal organıdır.”[35] 

Bu uzun alıntıda siyasi hegemonyanın bir örneklemesini görüyoruz. Kendi kendilerini yönettiklerine inandırılmış bir toplumun, bu “rıza”yı yitirebileceği anlar da vardır kuşkusuz. Söylem ile hakikat arasındaki açı farkı büyüdükçe bu “rıza” nın kaybolacağı süreç de genellikle hızlanır.  Ukrayna Savaşı nedeni ile artık dizel yakıtın litresine 1.6 € değil de 2.3 € ödemeye başlayan insanlar, bu kararın kendilerince alınmadığını-önceden de bilseler dahi-birden bir bilinçle fark ederler. Batılı anlamda “demokrasi”nin olmadığı, yer yer hala savaşın devam ettiği  Kuzey ve Doğu Suriye topraklarında toplumsal yaşamın her alanında örgütlenmiş komitelerin, komünlerin ve meclislerin varlığı doğrudan demokrasinin, halkın kendi kendisini yönettiğinin canlı kanlı örnekleridir.

Yakın zaman öncesinde Kuzey ve Doğu Suriye’de  Akaryakıt Komitesinin petrole zam yapma kararı, doğrudan doğruya halkın öz örgütlenmelerinin müdahalesi sonucunda Özerk Yönetim tarafından durdurulmuş ve geri çekilmiş, komitenin aldığı karar hakkında soruşturma başlatılmış ve  kararı alan komite uyarı cezası almıştır.

Buna benzer bir gelişmeyi Batı demokrasilerinde görmek mümkün değilse de, Batılı ülkelerdeki halkın kendi kendisini yönettiğine inandırılmış olmaları, egemen sınıflar açısından bir hegemonya hakimiyetinin de göstergesidir. Yine bir Avrupa ülkesinde geçtiğimiz sene 400 litrelik mazot (dizel değil) için ödenen fatura 250 € civarındayken, aynı ürüne (Ukrayna Savaşı gerekçesiyle) bu sene 500 € kadar ödeme yapmak zorunda kalınmasına, halkın kayıtsız kalması, yine bir siyasi hegemonya hakimiyetini göstermektedir. Oysa geçen senelerde de, bu sene de Kuzey ve Doğu Suriye Özerk Yönetiminde komünler-komiteler ve meclisler aracılığı ile aşağıdan yukarıya alınan kararlar çerçevesinde her aileye yıllık ücretsiz olarak ısınma amaçlı 400 litre mazot ücretsiz olarak (Ukrayna Savaşı’na rağmen) verilmeye devam etmektedir. Bu durum; Kuzey ve Doğu Suriye bölgesinde ki komünler, meclisler olarak aşağıdan yukarıya doğru örgütlenen halkın doğrudan demokratik örgütlenmesinin sonucunda oluşmuş bir başka siyasi hegemonyanın kararıdır.

Egemen sınıfların hegemonyasına karşı; devrim sonrasında da  verilen toplumsal devrimin inşaası  sürecindeki mücadele ile bir  karşı-hegemonya geliştirilmek zorundadır. Bu gerçekleştirilmediği takdirde, “reel sosyalizm” denilen bürokratik devlet kapitalizmi döneminin hataları kendisini tekrar edecektir.[36]

 

[1]      “Kitle ve İktidar”, Elias Canetti, sayfa 189, Ayrıntı yayınları, Birinci baskı 1998
[2]      “Demokratik Konfederalizm”, Sayfa 4, Abdullah Öcalan
[3]      “Ütopik Sosyalizm ve Bilimsel Sosyalizm”, s.20, Friedrich Engels, Sol yayınları Birinci baskı, Kasım 1970
[4]      Ayrıntılı okuma için bakınız: “Anti-Dühring”,  Friedrich Engels, Sol yayınları İkinci baskı, Mart 1977
[5]      “Ütopik Sosyalizm ve Bilimsel Sosyalizm”, s.75-76, Friedrich Engels, Sol yayınları Birinci baskı, Kasım 1970
[6]      Ayrıntılı bir okuma için bakınız: “Kapital”, Karl Marx, Birinci Cilt, Sol yayınları, Üçüncü  baskı, Ekim 1997
[7]      “The German Ideology”, Karl Marx – Friedrich Engels, sayfa 82, Lawrence & Wishart / London, Edited and with introduction by C.J. Arthur, reprinted edition 1996
[8]      “The German Ideology”, Marx-Engels, s.64, Aktaran: “Marx’tan Foucault’ya İdeoloji” Michele Barrett, sayfa 18, Sarmal yayınevi, Birinci baskı 1996
[9]      “İdeoloji ve devletin ideolojik aygıtları”, Louis Althusser, sayfa 39, İletişim yayınları, Dördüncü baskı Ekim 1994
[10]     “Hapishane Defterleri”, Antonio Gramsci, Sayfa 291, Belge yayınları, Üçüncü baskı, Eylül 1997
[11]     “Fransa’da İç Savaş”, Karl Marx, sayfa 57, Sol yayınları, İkinci baskı, Ekim 1991
[12]     A.g.e., sayfa 19, Sol yayınları, İkinci baskı, Ekim 1991
[13]     A.g.e., sayfa 19-20, Sol yayınları, İkinci baskı, Ekim 1991
[14]     “Emperyalizm: Kapitalizmin En Yüksek Aşaması”, V.İ.  Lenin, Sol yayınları, Sekizinci baskı, Eylül 1989
[15]     Ayrıntılı bir okuma için bakınız: “Nisan Tezleri ve Ekim Devrimi”, V.İ. Lenin, Sol yayınları, Birinci baskı, Kasım 1969
[16]     Troçki’nin kaleminden devrim sürecinin anlatımını ayrıntılı bir okuma için bakınız: “Rus Devrim Tarihi”, Lev Troçki, Yazın yayıncılık, Birinci baskı Cilt 1-2 Ekim 1998, Cilt-3 Şubat 1999
[17]     “Toplu Eserleri” V.İ. Lenin, sayfa 6-7 (Rusca 4. Basım) Aktaran: “Rusya’da Devlet Kapitalizmi”, Tony Cliff, sayfa 24, Metis yayınları, Birinci baskı, Nisan 1990
[18]     “Devlet ve İhtilal”, Lenin, Bilim ve sosyalizm yayınları, Dördüncü baskı, Ocak 1978
[19]     Bu konuda ayrıntılı ve kapsamlı bir okuma için bakınız: “Socialism in One Country 1924-1926”, Volume one, published 1964, Volume two, published 1959, Volume three-part 1 and part 2, published 1964, Macmillan & Co Ltd    (Joseph Stalin’in 1924’de yayınlanan “Leninizmin İlkeleri” isimli kitapcığın ilk baskısında ‘tek ülkede sosyalizm mümkün değildir’ ibaresi kullanılırken, daha sonra bu ilk baskı toplatılmış ve bu kitapcığın ikinci baskısında ‘tek ülkede sosyalizm mümkündür’ ibaresi kullanılmıştır.-bn)
[20]     “Demokratik Uygarlık Manifestosu, V. Kitap, Kürt Sorunu ve Demokratik Ulus Çözümü, Kültürel Soykırım Kıskacındaki Kürtleri Savunmak”, Abdullah Öcalan, sayfa 287 Abdullah Öcalan Sosyal Bilimler akademisi Yayınları, Birinci baskı, 2013
[21]     Ayrıntılı bir okuma için bakınız: “Rusya’da Devlet Kapitalizmi”, Tony Cliff, Metis yayınları, Birinci baskı, Nisan 1990
[22]     Yazının çerçevesi bağlamında bu deneyime (Allende Şili’isine) dair ayrıntılara girilmeyecektir Sadece bir örnek olarak verilmiştir.
[23]     “What Is Democratic Socialism?”, Neal Meyer, https://jacobinmag.com/2018/07/democratic-socialism-bernie-sanders-social-democracy-alexandria-ocasio-cortez
[24]     Elbette reformlar için mücadele edilmemeli demek değildir bu, keza reformlar için de mücadeleyi “reformistler” değil “devrimciler” vermektedir. (-b.n.)
[25]     “Demokratik Konfederalizm”, Sayfa 4, Abdullah Öcalan, Abdullah Öcalan Sosyal Bilimler Akademisi Yayınları, 2005
[26]     Derginin bu sayısında özelde Kuzey ve Doğu Suriye’deki deneyimlere ilşkin (eminim kapsamı ve içeriği ile doyurucu ve bilgilendirici olacak olan) bir yazı olacağı için, bu konuya dair kısaca bunları ifade etmek yeterli olacaktır.(b.n.)
[27]     Anlam kargaşası yaratmamak adına bir dipnot düşersek; farklı dönemlerde, kimi yazınlarda doğrudan demokrasi tanımlaması “radikal demokrasi”, “özgürlükçü demokrasi” gibi farklı şekillerde de ifade edilmiş olsa, burada kastedilen aşağıdan yukarıya (silahlı ve silahsız anlamda) kitlelerin kendisine ait öz savunmalarının güvencesi altında ve bizzat kendi egemenliğinde, denetiminde aldığı kararlar ve uygulamalar, yani yöneten-yönetilen ayrışmasının olmadığı, halkın kendi kendisini bizzat yönettiği demokrasi kastedilmektedir.
[28]     https://www.marxists.org/archive/marx/works/1859/critique-pol-economy/preface.htm
[29]     “Tarih Nedir?” Edward Hallet Carr, Sayfa 12, Birikim Yayınları, Birinci baskı 1980
[30]     “Kitle ve İktidar”, Elias Canetti, Sayfa 279-280, Ayrıntı yayınları, Birinci baskı 1998
[31]     “Türk Dilinin Etimoloji Sözlüğü”, İsmet Zeki Eyuboğlu, Sayfa 299,  Sosyal Yayınlar, Genişletilmiş ve gözden geçirilmiş Üçüncü basım, Nisan 1995 (b.n: bold kısımlar Eyuboğlu’nun kendisine aittir)
[32]     Bu sadece bir varsayımsal bir iddiadır benim için, tarihsel okumalar ve evren zaman içerisindeki sınırlı bir yaşam süresinde gözlemlediklerime dayanarak söylenmiştir.
[33]     “Kitle ve İktidar”, Elias Canetti, Sayfa 280, Ayrıntı yayınları, Birinci baskı 1998
[34]     Burda bir örnek vererek gerçek-hakikat-doğru ile ideoloji, ideolojik söylem arasındaki aynılaşmayı ve farklılığa dair bir not düşmekte fayda vardır: sözgelimi doktor, hemşire, ambulans şoförü  vb. sağlık sektöründe çalışanların yoğun iş temposu veya düşük ücret ödemesine karşı iş bırakma eylemi yaptıklarını düşünelim. Egemen sınıfın (başta basın yayın organları) bu eylemi “taammüden insan öldürme”, “cinayet” olarak ifade etmesi bir ideolojik söylemdir.  Böylesi bir eylemde başta acil tedavi görmesi gereken insanlar olmak üzere birçok hastanın ölme ihtimali haliyle artacaktır, muhtemelen de ölecektir. Bu hakikatin yine de ideolojik bir söylem olduğu gerçeğini değiştirmez çünkü egemen sınıflar böylesi bir durumda sendikalar aracılığı ile ya da doğrudan doğruya eylemcilerin taleplerini karşılamadıkları için bu potansiyel ölümlerin olacağı gerçeğinden bahsetmezler, anlatmazlar.
[35]     “The Antinomies of Antonio Gramsci”, Perry Anderson, New Left Review, sayı 100, Kasım 1976-Ocak 1977. Aktaran: “İdeoloji”, Terry Eagleton, Sayfa 163, Ayrıntı yayınları, Birinci baskı Haziran 1996
[36]     Bu mesele, yani karşı-hegemonya oluşturulması başlı başına apayrı bir yazının konusudur
Bunları da beğenebilirsin

Yoruma kapalı.