Düşünce ve Kuram Dergisi

Toplumsal Tecrit

Memet Şahin

“Bize hiçbir şey yapmadılar. Sadece bizi en mutlak anlamda hiçliğin içine yerleştirdiler. Çünkü bilindiği gibi dünyada hiçbir şey, insan ruhu üzerinde hiçlik kadar ağır bir baskı uygulayamaz. Tek tek her birimizi mutlak anlamda bir hava boşluğuna, dışarıya tümüyle kapalı bir odaya hapsetmekle, sonunda dudaklarımızın açılmasını sağlayacak baskının dayak ve soğuk aracılığıyla değil ama iç dünyamızdan kaynaklanması amaçlanmıştır.”

Yukarıdaki satırlar, Stefan Zweig’in “Satranç” adlı kitabından alındı. Her ne kadar itirafa zorlamak için tek kişilik odaya kapatılan Dr. B’nin iç dünyasında yaşadığı büyük sarsıntı dile gelse de aslında dile gelen bu durum daha genel bir olguya işaret eder. Burada uygulanan tecrit durumunu topluma uyarlamak yanlış değildir. Çünkü, tecrit insanın doğasına son derece aykırı bir sistem olup bir şeyi şeylerden ayırmak, yalıtmak ve soyutlamak anlamına gelir. Burada dile gelen soyutlama felsefe bağlamındadır. Yalıtım ise fizik kapsamındadır. Ancak biz tecridi daha çok sosyal bilim çerçevesinde irdeleyeceğiz. Tecrit denilince doğal olarak zindan akla gelir. Çünkü tecrit kavramı, spesifik olarak zindanda mahkûmların bedeni ve ruhu üzerinde kurulan kontrol mekanizmasını ifade etmek için kullanılmıştır. Ancak, tecridi sadece içeriyle sınırlandırmak deyim yerindeyse ağaçları görüp de ormanı görmemek anlamına gelir. Zaten bugün içerisiyle dışarısı arasında özde çok ciddi bir fark bulunmamaktadır. Kapsamlı bir denetim ve kontrol mekanizması hem içeriyi hem de dışarıyı aynı zihniyet kodlarıyla yönetmektedir. Bilindiği gibi Ortaçağda yaşanan veba salgını deyim yerindeyse Avrupa’yı yangın yerine çevirir. Hastalığın yayılımı engellenemez ve milyonlarca insan, bu amansız hastalığın pençesinde can verir. Salgını dizginleyecek veya önleyecek bir çare ve tıbbi tedbir gelişmediğinden dolayı çok sarsıcı insani trajediler yaşanır. Tarihin bu kritik döneminde hastalığın yayılmasını engellemek için eve kapanma gibi bir dizi yasakları devreye sokarlar. Bu bakımdan salgın dolayısıyla başvurulan bu tedbirler bir yere kadar anlaşılırdır. Ancak, toplumu kontrol ve denetim altında tutmada önemli bir deneyim de ortaya çıkar. Bu deneyim, 18. Yüzyılda egemen sınıf olan burjuvazi tarafından güçlü biçimde değerlendirilecektir. Özellikle üretim sürecini yönetmek için önemli görülür. Çünkü, kapitalist modernitenin ideolojik-siyasi öncüsü için toplumun kontrolü ve sıkı denetimi oldukça hayati bir konudur. Daha sonraki yüzyıllarda gelişecek olan burjuva devriminin kalbi konumundaki Paris’te 17. Yüzyılda nüfusun hatırı sayılı bir kesimi (yaşlılar, sakatlar, işsizler, serseriler, deliler yani üretim sürecine katkısı olmayanlar) “General Hospital” denilen yere kapatılıyor. Bu uygulama ve taktiklerden hareketle 18. Yüzyılın sonlarında hastane, hapishane, tımarhane gibi sistemler doğar. Bu konuda hapishane daha kritik bir rol oynayacaktır. Her ne kadar kapatılma ve zindana atılma çok eski çağlardan beri devlet aygıtıyla birlikte var olsa da bu tarihi dönemde hapishaneye atfedilen anlam daha farklılaşmakta ve cezaevinde elde edilen deneyimler toplumsal alan için de kullanılacaktır. İktidar olgusunu anlama ve tanımlamada hapishane önemli bir veridir. Bu bakımdan modern iktidarı çözümleme ve deşifrasyonunda önemli rol oynayan Michel Foucault, hapishane başta olmak üzere hane kültürü üzerine çok ön açıcı analiz ve çıkarsamalarda bulunacaktır. Öngörülen bu mekanizma ve yöntemlerle bireyler üzerinde arzulanan sonuçlar öngörülse de iktidar aygıtlarının bekası için bu yeterli değildir. Bu yönüyle büyük resim olarak tanımladığımız toplumsallığa yönelmek ve çeşitli yol, yöntemlerle onu zayıflatmak ve bu yönüyle büyük bir denetim sistemi kurmak önem taşır. Bu konuda Michel Foucault, “Modern iktidar; çocuğu okulla, hastayı hastaneyle, deliyi tımarhaneyle, askeri orduyla, suçluyu hapishaneyle kuşatarak bireyselleştirmiş, kaydetmiş, sayısal hale getirmiş ve egemen olmuştur. Her kişi bir yerde kayıtlı hale gelince herkes denetim altında olacak, gözetim altında tutulacaktır. Bu anlamda modern iktidar, büyük gözaltıdır.” der ve önemli oranda gerçekliğe parmak basar.

Bilindiği gibi panoptikon türü, kontrol ve denetim merkezini ideal biçimde yöneten cezaevi, Jeremy Bentham tarafından tasarımlanıp sonrasında hayata geçirilmiştir. Bu tip cezaevi düşsel bir yapı değildir ve tam anlamıyla yoğunlaşmış iktidar mekanizmasıdır. Aslında öngörülen bu mekan, krallığa bağlı hayvanat bahçesidir ve sonradan insan için tasarımlanır. Bu yapı komplike bir iktidar aygıtıdır ve mutlak bir denetimi ve kontrolü öngörür. Başta gözetim, otomatik denetim, kapatma, yalnızlık, zorunlu çalışma ve eğitim gibi faaliyetleri bir arada barındırır. Bu bakımdan panoptikon tarzı hapishane, tam bir iktidar laboratuvarı işlevini görür. Dikkat edilirse hem yoğun bir tecrit, izolasyon ve hem de kapsamlı bir kontrol sistemi iş başındadır. Bu tür cezaevleri, günümüzde daha yetkin ve son derece teknolojik imkanlarla hayata geçirilmektedir. Nasıl ki pozitif felsefede doğa bilimlerindeki yasallık toplumsal olaylara uyarlanıyorsa benzer bir durum tecrit sistemi için de geçerlidir. Her iki uyarlama, çok ciddi toplumsal problemlere sebebiyet vermiştir. Ancak, mevcut uyarlamayı yapan aynı zihniyet yapısıdır.

Tanımından da anlaşılacağı üzere tecrit, özü itibariyle hakikatin parçalanması ve toplumsal özün yıkımıdır. Hangi olay ve olgu tecridin hedefi olmuşsa orada çok komplike yıkıcı bir mekanizma devreye girer. Tecridin hedeflediği bir birey, grup, azınlık vb. olacağı gibi toplumun tamamı tecridin konusu haline getirilebilir. Özellikle günümüz dünyasında tecrit deyince haklı olarak ilk elden akla gelen mekanlar cezaevleri olmaktadır. Çünkü zindanlar, egemen ve baskıcı rejimlerin adeta birer prototipidirler. Bir devletin veya rejimin karakterini ve topluma karşı uyguladığı politikaları öğrenmek istiyorsak ilk elden bakacağımız yer o ülkedeki cezaevlerinin durumudur. Bu yönüyle egemen sistemleri tanıma ve tanımlamada cezaevleri birer aynadır. Cezaevi aynasında sadece uygulanan baskıcı politikalar değil, buna maruz bırakılanların yanında seyirci konumunda olanların suretini de olanca berraklığıyla görmek mümkündür. Bu yönüyle cezaevleri, toplumu ve devleti tanımlamada önemli bir olgudur. Her şeyden önce 20. Yüzyılda çeşitli biçimlerde tartışılsa ve cezaevleri ekseninde ilginin merkezine otursa da tecrit olgusunu hapishaneler ile sınırlandırmamak gerekir. Böyle yapılırsa tecrit olgusu eksik tanımlanmış olur. Tecridi, toplumsal hakikati parçalayıcı ve dağıtıcı bir politik yönelim biçiminde tanımlamak daha doğrudur. Bu anlamda tecrit olgusu, sınıflı uygarlık güçlerinin ve bu temelde iktidar aygıtlarının tarihin şafağından beri başvurdukları ve günümüzde daha ustalıklı ve inceltilmiş biçimleriyle yürüttükleri politikaların başında gelmektedir. Askeri ve siyasi hamleler tek başına arzulanan sonuçları vermediğinden dolayı tecrit yöntemlerine başvurmak; hem sonuç alıcılık açısından ve hem de politikalarına meşruluk kazandırmak için elzemdir.

Bu anlamıyla özgürlük karşıtı tahakkümcü güçlerin çağlar boyunca başvurdukları bu yöntem hem ahlaki ilkeden yoksun hem de atılan bu tehlikeli adımlar toplumsal yarılmalara yol açmıştır. Bu bakımdan tecrit olgusunu toplumsal bağlamda tartışmak istiyoruz. Diğer bir ifadeyle toplumsal tecrit nedir? Toplumsal tecride neden başvurulur? Ve toplumsal tecridi sağlamada kullanılan yol, yöntemler nelerdir? kapsamındaki sorular doğru bir yanıtlamayı gerektirmektedir. Bilindiği gibi toplumsal hakikat hiçbir koşulda parçalanmamalıdır. Eğer ki bu bütünlük parçalanırsa varlık veya olgunun kendisi anlam yitimine uğrayarak tanınmaz hale gelecektir. Öte yandan egemenlikçi siyasetin bütün politika ve edimlerini tecrit kavramıyla tanımlamak son derece yanlış olacaktır. Bu yönüyle deyim yerindeyse sapla samanı karıştırarak her şeyi tecridin bagajına yüklememek lazım.Tecridin en temel ereği ve yönelimi bir olgunun bütünlüğünü hedefleme, onu bozma, birbirinden ayrıştırma, birleşmesini engelleyerek hakikat oluşturmasını önlemedir. Bu yönüyle tecridin felsefi ve siyasi hedefi belirgindir. Bu adımla hem sosyal ve kültürel olgunun bütünlüğü parçalanır ve hem de başka bir şeye dönüşmesi arzulanmaktadır. Nasıl ki cezaevlerinde uygulanan izolasyonla bireyin davranışı arzulanan biçimde dönüştürülmek isteniyorsa yani kendi hilafına başka bir karaktere benzeştiriliyorsa benzer bir amaçsallık toplumsal tecrit için de geçerlidir. Düzen, disiplin ve güvenlik argümanları altında toplumsal bütünlükte yarılma hedeflenir. Çünkü, toplumsal yarılma yaratılmadan ve toplumun bütün enerjisi dağıtılmadan toplumsallığı güçsüzleştirmek mümkün değildir.

Tecrit ve toplum ilişkisini irdelerken tecridin toplumsal problemi büyütmedeki rolünü doğru koymak gerekir. Doğal afetleri bir yana bırakırsak toplumun kendi doğasından kaynaklı herhangi problemli bir durumu yoktur. Diğer bir ifadeyle toplumsal problem diye kendiliğinden bir problem yoktur. Toplumsal problemleri insan eliyle yaratılmış ve toplumun doğasına dayatılan problemler yumağı olarak değerlendirmek daha doğrudur. “Toplumsal sorunun tanımını nasıl yapmalı?” sorusu bir hayli düşündürücüdür. Unutmayalım ki, devlet-kent ve sınıfsallığın doğuşu aynı zamanda toplumsal bunalım ve problemin de başlangıç aşamasını ifade eder. Çünkü, sınıflı uygarlık toplumsal değerlerin ve birikimin gaspı temelinde kendini var eden sömürgen bir yapıdır. Bu yönüyle çok açık biçimde ifade edebiliriz ki uygarlık ve devlet, komünal ve demokratik toplum değerlerinin büyük yıkımı temelinde var olmuştur. Bu bakımdan uygarlık anti toplumcu ve gaspçıdır. Bilindiği gibi kimi düşünce ve akımları devletsizliği, bazıları toplumsal fakirliği, kimisi askeri zayıflığı, bazıları politik sistem yanlışlıklarını ve ahlaki düşkünlüğü sorun sayarlar. Bu konuda Abdullah Öcalan, “Tüm bu görüşlerde doğru yanlar olabilir ama sorunun özünü yansıtmaktan uzaktır. Toplumsal sorunu, toplum dinamiğini çiğnemek olarak sunmak bana daha anlamlı gelmektedir.” demektedir.

Toplumu toplum olmaktan çıkaran ana noktalara odaklanmak daha doğrudur. Burada açık biçimde topluma dayatılan bir tecrit yani parçalama ve dağıtma ön plandadır. Zaten tecrit olgusu, ayrıştırmayı ve parçalamayı öngörür. Diğer bir ifadeyle toplumsal varlık hedefleniyor ve varlığın kendisi doğal mecrasından saptırılıp özgür gelişimi dumura uğratılıyorsa veya uğratılmışsa orada büyük bir toplumsal problem var demektir. Bu bakımdan toplumsal problemi toplumun bağrına saplanan ve toplumun dinamiğini yıkan, boğan güçlere bağlamak bizi doğru bir tanımlamaya götürecektir. Toplumun özgürlük idealine ve varlığına yönelen güçlerin başında sermaye ve iktidar tekeli gelir. Bu iki güç ise birleşik tekeli meydana getirir. Tekel, yoğunlaştırılmış ve biriktirilmiş artık değer olduğundan dolayı deyim yerindeyse toplumun içini oyar ve kuru bir iskelete dönüştürür. Bu ise bir anlamda iradeden düşüş ve özgür yürüyüşün sakatlanmasıdır. Özgür irade ve demokratik yönetimden kopan toplum, doğal olarak üzerinde her türlü oyunun galebe çaldığı ve kendisi olmaktan çıkmaktadır.

Zaten tecrit politikası da özgür iradeyi hedefler, onu düşürür ve öte yandan toplumun hayal ve ütopyalarını karartır. Bu yönüyle tecrit, ruhsuz ve amaçsız beden ve yapılar yaratmaya odaklanır. Bu bakımdan tanımladığımız tekel olgusu, toplumun dinamiğini parçalayıp bütün maddi ve manevi birikimine haksız biçimde el koyduğundan ve toplumsal tecridin de en yetkin temsilcisidir. Bilindiği gibi tekel olarak ifade ettiğimiz merkezi uygarlık sistemi, Murray Boockhin’in ifadesiyle bir tahakküm mirası olarak MÖ 3 binlerden günümüze kadar zaman ve mekanda yayılım göstererek varlığını sürdürmüştür. Bu zor ve tahakküm mirası anti özgürlükçü olduğundan dolayı hep toplum aleyhinde giderek derinlik kazanmıştır. Buna karşı toplumun da çağlar boyunca devam eden çok yönlü ve kapsamlı bir direnişi var olmuştur. Bunu, zor ve tahakkümcü güçlerin yürüttükleri toplumsal tecride karşı varlığını ve onurunu koruma mücadelesi olarak tanımlamak mümkündür.Bu ana düzlemde toplumsal tecridin yöneldiği can alıcı noktaları ana başlıklar biçiminde şu şekilde sıralayabiliriz:

 

Tecrit, Toplumun Ahlaki-Politik Yapısını Hedefler

Merkezi uygarlığın öncülük ettiği maddi uygarlık, en genel anlamda toplumun ahlaki ve politik dokusunu hedef alır ve bunu dağıtmaya koşullanır. Zaten tarihte merkezi uygarlık, ilk stratejik başarısını ahlaki-politik toplumu gerileterek sağlamıştır. “Ahlaki politikanın tarihsel, kurumsal, gelenek halini almış biçimi olarak tanımlamak mümkündür. Politika daha çok günlük olarak yaratıcı, koruyucu ve besleyici rol oynarken ahlak geleneğin kurumsal ve kurallı gücüyle mevcut toplum için aynı hizmeti görür.”[1] Bu bakımdan toplumun kural ve değerler manzumesi temelindeki ahlaki duruşunu ve politikada ifadesini bulan özgür yürüyüşünü tahrip ettiğiniz oranda toplum deforme olur. Tarih boyunca maddi uygarlık güçleri gayri ahlaki duruşlarıyla toplumun ahlaki değerlerine saldırmıştır. Toplumsal ahlakın en fazla dejenere edildiği ve ayaklar altına alındığı dönem, günümüzün tekel zihniyetli modern kapitalist dönemidir. Bu anlamda hergün ve her saat toplumsal ahlaka ve politikaya saldırarak toplumsal bünyeden bu en temel parçaları kadükleştirerek tam bir tecrit uygular. Bu iki olgu, toplumsallığı besleyen ve onu büyüten iki temel kaynaktır. Toplumu bu kaynaklardan uzaklaştırma ve ayrıştırma tecridin ana mantığıyla da uyumludur. Ahlak ve politikayı toplum yaşamınızdan çıkardığınızda toplumsal alan, kıraç topraklara dönüşecek ve bu tür zeminlerde ot yeşermeyecektir. Bu bakımdan egemen paradigma ve devletçi uygarlık güçleri toplumsal tecridi, ahlak ve politikaya saldırmakla başlatırlar. Bu realite, uygarlığın doğuşunda boy vermişti ve 21. Yüzyılda da derinleşerek devam etmektedir. Bu anlamıyla toplum büyük bir yıkım altında olup her gün yıkılmaktadır.

 

Tecrit, Toplumun Dil-Kültür Değerlerini Tüketir

Ahlaki ve politik özgürlüğün hedeflenmesi yanında toplumların kendi kültürlerinden, dil-kültür değerlerinden, tarih bilincinden ve hatta ölülerinden tecrit edilmesi gibi temel olgular, toplumsal tecridin uygulandığı alanlardır. Bilindiği gibi toplumsal olgu çok kuvvetli ve bütünleşmiş bir kolektif kimliktir. Toplumlar, zaman ve mekanda kurmuş oldukları yönetimler bağlamında belli bir gelişim sağlamıştır. Kürt, Türk, Arap ve Amerikan toplumu gibi örneklemelerde her toplumun özgün bir yeri, yaratımı, rengi ve evrensel topluma kattıkları vardır. Belirli bir coğrafya ve zamanda kök salıp gelişen toplumlar, yarattıkları kültürel değerlerle anlam gücüne kavuşur. Dil ve kültür değerleri hem bir toplumun, halkın ve bir ulusun kimliği ve hem de geleceğe dönük umut ve idealleridir. Evrensel toplumdan pay alan ve diğer yandan onu bir ırmak gibi besleyen toplumsal kültür ve dil ögesi, toplumu toplum yapan en temel değerlerin bileşkesidir. Dünden bugüne ve geleceğe doğru yol alan her toplum kendi maddi ve manevi yaratımlarıyla anlam gücüne kavuşur. Bu anlamıyla her kültür ögesi, evrensel toplum olarak ifade ettiğimiz kültür okyanusuna ciddi düzeyde katkı sunar. Dil de bu anlamda sadece bir iletişim aracı değil, ancak bunu da içeren ve esas olarak da kültürel değerlerin en yetkin mükemmel taşıyıcısıdır.

Bu yönüyle her kültür ve dil ayrı bir renk, ayrı bir dünya ve apayrı bir zenginliktir. Bu diğer bir ifadeyle dil-kültür ve tarih bahçesidir. Buna temel kardeşlik ve eşitlik esprisiyle formlaşmış demokratik ulus veya ulusların bahçesi de denilebilir. Bu anlamıyla tarih boyunca, egemen siyasete karşı hep bir kültürel-sosyal ve yaşam tarzında ifadesini bulan çok yönlü bir direniş damarı var olmuştur. Normalinde çok kültürlülük, çok dillilik, çok etnisitelilik, çok dinlilik ve mezhepleşme bir zenginlik etmeni olarak görülmesi gerekiyor. Ancak devletçi uygarlık ve özelde de son 500 yıla damgasını vuran kapitalist modernitenin ulus-devlet zihniyeti, bu zenginliği kendi varoluş gerekçesine karşı tehlike olarak addetmektedir. Bu bakımdan halkların öz yaratımları olan kültürel ve dil değerleri saldırıların hedefi olmuştur. Toplumun maddi ve manevi birikimlerini, tarihsel belleğini ve dilini toplumun kalbinden koparmak, ona saldırmak ve kendine mal etmek sınıfsal uygarlık güçlerinin eseridir. Bunun ilk örneğine yine kadim Mezopotamya mekanında Sümerlerde rastlarız. Bilindiği gibi Sümerler, sonradan gelip bölgeye yerleşmişlerdir. Çünkü, Sümerler gelmeden önce Aşağı ve Yukarı Mezopotamya’da binlerce yıldan beri biriken Neolitik kültür ve birikim vardır. Zaten tarihçiler Neolitik Devrimi, bir yönüyle de kültür devrimi olarak adlandırırlar. Sonradan Mezopotamya’ya gelen Sümerler, bu büyük birikime el koyarak, yağmalayarak kendi öz yaratımlarıymış gibi sunarlar. Bu haksızlıklar karşısında Ludingirra adındaki bir şair, bunu kendi dizelerinde çok güçlü biçimde işler ve yağmalanan bir kültürün yasını tutar. Hâlâ da birçok tarih otoritesinin gözünde bütün bu yaratımlar, Sümerlerin eseri olarak aktarılır. Tabii ki Mezopotamya uygarlığının gelişiminde Sümerlerin çok ciddi katkıları olmuştur ve bu durum inkara gelmez. Ama binlerce yıllık kültürel birikimi Sümerlere mal etmek haksızlıktır. Özetle Sümerlerin başlattığı bu uygarlık geleneği, bir zincirin halkası gibi büyüyüp, katlanarak modern kapitalizmle zirve yapmıştır. Belki ulus-devlet çağındaki yoğunluk ve kapsamda olmasa da bütün hakim uygarlık güçleri hegemonya peşinde koşarken toplumların kültür-dil ve tarih bilincine çok yoğunca saldırmışlardır. Ya bu değerleri tümden yok saymışlar ya da kendilerine mal etmişlerdir. Mevzubahis bu değer ve birikimlerin toplumdan soyutlanması ve ayrıştırılması tamamen bir tecrittir. Çok bariz biçimde toplumsal bütünlük parçalanarak hakikatin oluşması engellenmiştir. Tarihte İspanyolların Amerikan yerlilerine karşı geliştirdiği kültürel ve fiziki soykırım ve de dil kırımı yanında günümüzde birçok ulus-devlet tek tip ulus yaratma amacıyla farklı kültürlere ve dil varlıklarına acımasızca saldırmaktadır. Belki de bunu en fazla yaşayan ve varlığı tanınmaz hale gelen halkların başında Kürt halkı gelmektedir. Kürtler sadece kültürel soykırıma tabi tutulmamış ve bunun kurbanı olmamıştır. Başta ülkesi, varlığı ve toplum olma vasfı darmadağın edilerek özgür irade ve halk olma kimliğinden uzaklaştırılmıştır. Bu bakımdan uzunca bir dönem varlığını ispatlama ve diriliş dönemi olarak geçmiştir. Benzer biçimde imha, inkar politikaları ve dil yasaklamaları, toplumsal tecridin en feci yaklaşımları olmuştur. Bu anlamda tecrit, çok ağır bir trajedi yaratır.

 

Tecrit, Asimilasyon ve Soykırımda Önemli Rol Oynar

Her ne kadar 21. Yüzyılda asimilasyon, insanlık ailesi tarafından mahkûm edilmiş olsa da Kürt halkı örneğinde olduğu gibi farklı coğrafyalarda farklı halk gruplarına karşı asimilasyon ve kültürel soykırım fütursuzca uygulanmaktadır. Ancak, kimi durumlarda iş fiziki soykırıma kadar götürülmektedir. Konu bağlamında A. Öcalan, “Asimilasyon, iktidar ve sermaye tekellerinin kölelik statüsü altına aldıkları toplumsal gruplar üzerinde uyguladıkları ve grupları kendi ekleri, uzantıları durumuna getirmek için başvurdukları tek taraflı ilişki ve eylemi ifade eder.” der. Homojen ulus yaratmada kültürel soykırım ve asimilasyona şiddetle ihtiyaç duyulmaktadır. Bilindiği gibi kültürel soykırım ve asimilasyonun kurbanı olan bir toplum, toplumsal hafızasını ve varlık gerekçesini kaybeder. Böylesi bir toplum, kendi öz iradesiyle demokratik yönetimini inşa edemediğinden dolayı tam bir kullanım malzemesine dönüşür. Bu türden toplumları yönetmek zor değildir. Bu bakımdan kültürel soykırım ve asimilasyon, toplumların geleceği açısından fiziki soykırımdan daha tehlikelidir. Tarihsel benliğini ve hafızasını kaybetmek, bir halkın veya grubun yaşayabileceği en kötü  durumdur. Dindeki ifadesiyle yaşarken cehennemlik koşullarına mahkûmiyettir. Bu sebeplerden dolayı maddi uygarlık güçleri tecridi bu ana noktalardan derinleştirirler. Çünkü asimilasyon ve soykırım hakikati parçaladığından dolayı tam bir tecrit politikasıdır. Öte yandan tecrit olmadan bu iki faktörde arzulanan neticeyi alabilmek son derece güçtür.

Tarih bilincinden yoksun bırakma, Kırgız yazar Cengiz Aytmatov’un romanında geçen mankurtlaşma olayı meselenin yakıcı biçimde anlaşılması için son derece eğitici bir örnektir. Yine toplumsal tecridin önemli bir konusu da ölüleri kaçırma, toplumdan uzak tutma ve mezar yerlerinin bilinmemesi gibi uygulamalar, değerler etrafında toplumsal güç oluşmasını engellemeye dönük son derece bilinçli yaklaşımlardır. Bu zalimane ve insanlık dışı tutumlar hiçbir çağda günümüzdeki gibi acımasızca yürütülmemiştir. Tarihte şu veya bu biçimde hep ölülere saygı vardır. Bunu, tarihteki Troya Savaşı’ndaki örnekte çarpıcı biçimde görebilmek mümkündür. Kadim Troya kentinin kralı, oğlu Hektor’un cenazesini almak için Greklerin karargahına kadar gider ve istediği izni Achil’den alır. Bilindiği gibi Dersim direnişinin önderi Seyit Rıza ve yoldaşlarının mezarı yoktur ve nereye gömüldükleri hâlâ aydınlanmış değildir. Yine son 35-40 yıllık çatışma, savaş ortamında çok ağır insani trajediler yaşandı ve hâlâ da yaşanmaya devam etmektedir. Bu yönüyle bir halkın kültür, dil ve tarih bilincinden ve hatta ölülerinden korkma ve bu temel değerlere saldırarak toplumu teslim alma ve de tecridi hedefleme hep egemenlikçi siyasetin parametreleri olarak ortaya çıkmıştır.

 

Yabancılaşma, Bir Tecrit Olgusudur

Yabancılaşma olgusu da toplumsal tecrit bağlamında değerlendirilmelidir. Bilindiği gibi insan, yaşamını idame ettirmek için sarf ettiği maddi ve düşünsel emekle insanlaşır. Diğer bir ifadeyle emek olgusu insanlaşmayı büyütmüş ve anlam gücüne kavuşturmuştur. Özel mülkiyet ve devletin doğuşu, artı birikim ve fazla üretimin gasp edilmesiyle sağlanmıştır. Emeğe yabancılaşma bu yönüyle devletin doğuşuyla başlar. Bu yönüyle genelde iktidar ve özelde devlet aygıtı, yabancılaşmanın bizzat yaratıcısıdır. İnsanın kendi emeğine ve yaratımlarına yabancılaşması ve bunlardan yalıtılması bir toplumsal tecrittir. Bu anlamıyla uygarlık tarihi bir yabancılaşma tarihidir. Çünkü, toplumun çok yönlü üretimi hep gasp edilmiş ve birey büyük bir yabancılaşmayla yüz yüze bırakılmıştır. Yabancılaşma, sadece maddi değer yaratımlarına sahip olmamakla ele alınmamalıdır. Günümüz postmodernite çağında bu yabancılaşma, kapsam ve derinlik kazanarak toplumu nefes alamaz duruma getirmiştir.

Liberalizmin estirdiği sahte özgürlük ve eşitlik söylemleri, son derece yanılsamalı bir durum yaratmıştır. Zaten postmodernite arayışları Aydınlanma felsefesinden kaynağını alan modernitenin mega (büyük) anlatılarının çöküşüyle gündemleşmiştir. Bu yönüyle günümüz tam bir başkalaşım ve yabancılaşma çağıdır. Öyle ki kişi en başta kendisine, ailesine, doğup büyüdüğü habitata ve toplumsal değerlerine karşı yabancılaşmıştır. Kozmopolitizm, bu yabancılaşmanın sosyolojik ifadesidir. Yabancılaşmayı bu düzeyde yaşayan toplum ve bireyler doğal olarak tanınmayacaktır. Zaten toplumsal tecridin de en önemli amacı bireyi kök değerlerinden kopartıp en ufak bir esintiyle savrulan kurumuş bitkilere dönüştürmektir. Yani bu biçimiyle birey toplumsal değerlerinden kopartılarak denetim altına alınmıştır.

Bilindiği gibi toplumsal yaşamlar, birinci doğanın koynunda doğmuş ve çiçeklenmiştir. Yani doğa tam bir analık rolü oynamıştır. Sürdürülebilir bir toplumsal yaşam ancak doğayla ve ekolojiyle uyumlu olduğunda bir anlam kazanır. Ancak doğa ana, uygarlık adı verilen, kan ve gözyaşını olağan yaşam haline getiren bir süreç nedeniyle tanınmaz hale gelmiş ve dünyamız ciddi bir ekolojik felaketle yüz yüze bırakılmıştır. Tarihte toplumsal yabancılaşma, doğaya yabancılaşmayı getirmiştir. Bu yönüyle diyebiliriz ki toplumsal tecrit yabancılaşmayı öngörür ve tecrit kendine yabancılaşmış ve sık bir ormanda yolunu kaybetmiş yolcular yaratmayı amaçlar.

 

Resmi İdeolojinin Mühendislik Çalışmaları Bir Tecrittir

Resmi ideolojinin mühendislik faaliyetleri, toplumsal tecridin kapsamına ele alınmalıdır. Bilindiği gibi egemen güçler topluma müdahale etmesi, ona yön vermesi ve kendi dünya görüşlerine göre şekillendirmeye çabalamışlardır. Bu konuda Grek mitolojisinde eşkıya Procretus’un örneği çok çarpıcıdır. Eşkıya Procretus, işlek bir yol ağzında kurmuş olduğu özel bir aygıtla, gelen geçen insanları bu mekanizmadan geçirir. Boyu uzun olanların ayaklarını keser ve kısa olanları da ayaklarından uzatmaya çalışır. Bu biçimiyle bütün insanların aynı boyda ve ebatta olmasını arzular. Yani tek tip mekanik insan yaratmayı esas alır. Ulus-devletin homojen ulusal toplum yaratma projesi tamamen bu türdendir. Özel yurttaşlıktan devlet köleliğine geçişi ifade eden modernite yurttaşlığı, tam bir köleler ordusudur. Aslında Marksizmin ustaları boşuna proletaryanın zor yaşam koşullarından hareketle bunu modern kölelik olarak ifade etmemişlerdir. Homojen ulusal toplum, toplumsal mühendislik projesinin bir eseridir. Bu toplum biçimini en yapay ve bayağı toplum biçimi olarak değerlendirmek mümkündür. Toplum, doğal gelişim rotasından saptırıldığı, öz ve biçim sorununu yaşadığından dolayı bu tür toplumlar bozulmaya ve yıkılmaya en müsait toplumlardır.

Bu türden homojen ve total toplum arzuları, kaynağını Platon’un Demiurgos (mimar tanrı) adlı tanrısından alır. Bu tür formlar çok tehlikelidir ve her zaman problem üretmeye teşnedirler. “Toplumsal mühendisliğin kendisi, en gaddar tanrıcılıktan başka anlam ifade etmez.”[2] Öte yandan ulus-devletin mühendislik faaliyetlerinin başında eğitim sistemi gelir. Eğitimle, ulus-devlet sistemine faydalı nesiller yetiştirilmeye çalışılır. Ulus-devlet fomlarında, düzenlenen “eğitim seferberliği” özgür ve iradeli yurttaşlık yerine itaatkar ve uysal makbul vatandaşlar öngörülmektedir. Başta okul, kışla, cami ve diğer resmi ritüeller tek tip birey ve homojen toplum yaratmada önemli roller oynarlar. Bilindiği gibi toplumsal doğa, heterojen özellikler arz eder ve bu birinci doğayla da son derece uyumludur. Ancak, dış faktörlerce yapılan bu türden müdahaleler toplumun ruhunu ve hakikatini parçalar. Aslında tek bir toplum biçimi vardır. O da ahlaki-politik toplumdur. Buna demokratik-komünal toplum demek de mümkündür. Bu bakımdan ilkel-köleci-feodal-kapitalist ve sosyalist toplum biçimindeki toplum sıralamaları, toplumsal hakikati örten ve parçalayan pozitivist bakış açılarıdır. Zaten pozitivist bilimcilik hakikati en fazla bölüp parçalayan konumdadır. Özetle toplumsal mühendislik ve tek tip tornadan çıkmışçasına birey ve toplum yaratma arayışlarını, toplumsal tecrit bağlamında değerlendirmek mümkündür.

Şimdiye kadar toplumsal tecridi, yani tecridin toplumsal boyutunu belli boyutlarıyla irdelemeye çalıştık. Dile gelen boyutları daha da derinleştirmek mümkündür. Ama belirli bir çerçevenin verilmeye çalışıldığını söylemek mümkündür. Toplumsal tecrit yanında yine iktidar ve devletin halklara karşı uyguladığı “böl-yönet” taktiklerini de bir tür tecrit bağlamında değerlendirmek mümkündür. Çünkü, tarihin sömürgeci güçleri bir bölgeye ve bir ülkeye müdahale etmek, nüfuzlarını kalıcılaştırmak istediklerinde bütünüyle yönelirler. Onu parçalara ayrıştırarak rahat bir müdahale zemini yaratırlar. Sömürgecilik sicili nedeniyle güneş batmayan imparatorluk olarak anılan Birleşik Krallık (İngiltere), özellikle bu taktiği Ortadoğu düzleminde çok yaygın biçimde kullanmıştır. İlgili bu taktiği Arap, Fars ve Türk egemen sınıfları, Kürt halkının mücadelelerini yok etmek ve bastırmak için yoğunca kullanmışlardır. Ve hâlâ da kullanmaya devam etmektedirler. Bu taktik en fazla da son 200 yıllık isyanlar döneminde hayata geçirilmiştir. Bütün isyan süreçlerinde az çok bunu görebilmek mümkündür. Mir Bedirxan İsyanı’ndan Şeyh Ubeydullah’a, Şeyh Sait İsyanı’ndan Dersim İsyanı’na kadar bu taktik kullanılmıştır ve bunun belli sonuçları da olmuştur.

Vermiş olduğumuz bu son örnekler, bire bir toplumsal tecrit bağlamında değerlendirilmemelidir. Tecridin başka biçim ve yöntemlerle uygulandığını belirtmek için bu örneklere değindik. Yine bu bağlamda hegemonya-rekabet ilişkileri ekseninde geliştirilen kuşatma, abluka gibi yöntemler de kullanılmaktadır. Günümüzde de çeşitli biçimlerde hayata geçirilmektedir. Başta Ekim Devrimi olmak üzere 20. Yüzyıldaki ulusal kurtuluş hareketleri, kapitalist-emperyalist blok tarafından ciddi düzeyde tecride tabi tutulmuşlardır. Örneğin Küba Devrimi ve toplumu neredeyse 60 yıldır, emperyalizmin tecridi altındadır. Bu anlamda Kürdistan Özgürlük Hareketi, doğuşundan günümüze kadar hep tecrit ve izolasyonla yüz yüze kalmıştır. Aynı şey Filistin halkının mücadelesi için de geçerlidir. Bugün Kürdistan Özgürlük Hareketi, daha kapsamlı ve komplike tecride tabi tutulmaktadır. Benzer biçimde Rojava Devrimi’nin ve temsil ettiği özgürlük değerlerinin bölge ve dünyaya yayılmaması için ciddi bir izolasyonla yüz yüzedir.

Bu bölümde toplumsal tecridin cezaevi ayağına ilişkin özel bir bölüm ayırmadık. Çünkü diğer anlatımlarda bu konu yeterince belli bir derinlikte açımlanmış durumdadır. Tecride karşı mücadele, ayrı bir değerlendirmeyi gerektirmektedir. Aslında hem bu bölümde toplumsal tecrit ve hem de diğer bölümlerde cezaevlerindeki tecrit işlenirken sorunun mahiyeti kadar çözüm seçeneği ve olanakları da açığa çıkmış bulunmaktadır. Toplumsal tecrit, toplumun bütün varlığını ve bileşenlerini ilgilendirdiğinden dolayı topyekûn toplumsal bir mücadeleyi gerektirir. Anlatımın başında vurguladığımız gibi hakikatten cezaevleri bir ayna rolünü oynamaktadır. Cezaevlerindeki uygulamalar bir biçimiyle dışarıya da uyarlanmaktadır. Bu bakımdan cezaevlerindeki mücadele ayrı, dışarıdaki ayrıdır demek hakikati parçalamaktır. Bu yönlü dar, yüzeysel ve pozitivist bakış açıları tecrit politikalarının mimarı olan iktidarın değirmenine su taşımaktır. Bu bakımdan birleşik bir mücadele perspektifiyle demokrasi ve özgürlük mücadelesini büyüterek ve güçlü mevziler kazanarak hem cezaevlerindeki hem de toplum üzerindeki tecridi önce sınırlar, sonra da sonlandırabiliriz. Özgürlük ve demokrasi kazandığında tecrit de sonlanmış olacaktır.

 

 

[1] Abdullah Öcalan, Demokratik UIygarlık Manifestosu
[2] Abdullah Öcalan, Demokratik UIygarlık Manifestosu

 

Bunları da beğenebilirsin

Yoruma kapalı.