Düşünce ve Kuram Dergisi

İtiraz ve İsyan: Jin, Jiyan, Azadî

Figen Ekti

Mezopotamya topraklarında ana Tanrıça kültürüyle yoğrulup şekillenen ve tüm dünya halklarına esin kaynağı olan “Jin Jiyan Azadî” direnişi, 21. Yüzyıla kadının başarı mühürüdür.

Kadın öncülüğünde gelişen Rojava devriminin yankıları haritanın doğusuna taşmış, yeni yaşam paradigması Rojhılat’tan tüm dünyaya yayılmaktadır. Jîna Amînî’nin bedeninden dünyaya yayılan direniş şarkısının notaları; Ana Tanrıça kültürünün hakikat kitabından günümüze uyarlamasıdır.

Devletli sistemde hane kültürü hakikat bütünlüğüne yapılmış en büyük saldırıdır. Devlet denince akla ilk gelen sözcük nedir diye sorulursa: Gasp, kapatma, tecrit, baskı, şiddet, hırsızlık, ahlaki çöküntü, ayrıştırma, çatıştırma ve bunların tümünden beslenen bir organizma denilebilir. Kötülüğün ve kötülüklerin örgütlenerek insanlığın başına bela olmuş hali olarak da yorumlanabilir. Bu anlamda tarihin en acımasız kapatma biçimi, hane kültürüdür. Maddenin oluşumu, evrenin gelişimi, toprak ananın doğadaki tüm canlılara gövde bütünlüğü olarak farklılıkların uyum, ahenk içinde yaşamasını sağlaması ve bu muhteşem döngüselliğe terazi olması büyük hakikat formudur.

Doğadaki hiçbir canlı diğeri ile aynı değil, birbiriyle aynı olmayan milyarlarca canlının muhteşem uyumluluk içinde birbirini tamamlaması, yaşam döngüsüne muazzam katkı sunmasına hakikat bütünlüğü diyebiliriz. Tüm canlılar gibi biz insanlar da bu hakikat bütünlüğünün bir parçasıyız.

Doğal toplum ve Neolitik döneme dair tüm arkeolojik kazı ve tarihsel araştırmalar bize bu hakikat bütünlüğünün çok sağlam ve güçlü izlerini göstermektedir. Doğal yaşam döngüsünde toprak doğurgan beden iken, Neolitik dönemde toprak ananın yanı sıra kadının doğurganlığı, bilinç ve bilgeliği toplumsallaşmanın ana gövdesi durumundadır. Bu iki ana gövdede şekillenen ve gelişen yaşam, doğal eşitlik ve saygınlık barındırmaktadır. Erkeğin çocuk üzerindeki biyolojik rolü bilinmediğinden, doğum mucizesinin kadında gerçekleşiyor olması toplumda ayrıca bir saygınlık ve hayranlık uyandırmaktadır. Bu hayranlık sadece doğurganlığa değil, aynı zamanda kadının bilgi, birikimine, gözle görülür emek üretim ve yaratımlarına olan bir hayranlıktır.

Kadının biyolojik farklılıkları, regli döngüsü, doğum ve çocuk büyütme süreci hareket kabiliyetini yavaşlatırken, kısmi yerleşik hayata geçmesini sağlamış, bu da doğayı daha yakından gözlemlemesine, doğurduğu yeni yaşamın (çocuğun) ve etrafındaki topluluğun ihtiyaçlarına daha fazla çözüm bulma arayışlarına girmesini sağlamıştır. Kadının bu arayışı doğa ve değişen iklim koşullarına göre barınma, beslenme, sağlık gibi temel toplumsal ihtiyaçları tespit ve temin etmesine yoğunlaştırmış ve daha fazla gözlem yapmasını sağlamış, bu da Neolitik devriminin ana çekirdeğini oluşturmuştur.

Buğdayın keşfi ve ‘’nan’’ olarak insanlığa sunulması hiç kuşkusuz neolitiğin en büyük değerlerinden biri olmuştur.Yine Şifacılığın toplum sağlığına kazandırılması hala bugünün tıp bilimine kaynaklık ettiği kadar, bilgeliğin bilime kazandırılmasında paha biçilmez bir tarihi gelişmedir.

Tüm bu yaratım, buluş ve gelişmelerin kadın emeği ve bilinci etrafında şekillenmesine rağmen, öne çıkan kolektif bellek ve toplumsal hafıza hakikat bütünlüğü olarak Neolitik Devrimini ve ana Tanrıçanın toplumsallığa dayalı yaşam kültürünü açığa çıkarmıştır.

 

Yasak, Günah ve Ayıp Kıskacında Kadın Profili… 

Toprak doğurganlığı ile kadın doğurganlığı arasındaki bağ çok köklü ve anlamlıdır. Toprak doğadaki tüm canlıların yaşamını bünyesinde sonsuz bir döngü ile yenilerken, kadının bedeninden de toplumsal yaşam sürekliliği ve geleceği olan çocuğun doğması, sınırsız ve karşılıksız bir emek bilinci ile büyütülmesi, toplumsal hafızanın, değerlerin, kültürel birikimlerin insanlığa mal edilmesiyle uygarlığın gelişimine kaynaklık etmiştir. Kısmi yerleşik yaşama geçişle beraber kadının daha az hareket etme durumuna karşın erkeğin av ve ilerleyen zamanda biriken artı ürünün takası için uzağa gitmesi kendisine geniş alan açmış, analitik zekaya dayalı kişilik özelliklerini öne çıkartmıştır. Erkeğin avcılık yaparken avını elde etmek için yol-yöntem arayışına girmesi, oyun kurması, strateji oluşturması ve uygulaması gibi çabaları tahkim kurmasına da neden olmuştur. Bu anlamda kadın ile erkeğin doğa ve yaşam ile kurduğu ilişki biçimi taban tabana zıt durumundadır. Kadın, doğa ve yaşama hakikatin bir parçası olarak katılmayı, katkı sunmayı sağlarken, (ki doğanın tabiatına uygun olan da budur) erkek ise tahakküm kurmaya, hükmetmeye meyillidir.

Erkeğin doğa ve toplum ile kurduğu ilişkilerinde tahakkümün öne çıkması devlet zihniyetinin ana çekirdeği olarak tanımlayabiliriz. Bu da hakikatin bütünlüğünden kopmak, kolektif akıl, irade ve bilinçten yoksullaşma olarak ortaya çıkar. İnsanlık tarihinin iki ekseni buradan belirmeye başlar. Birincisi, toplumsal ihtiyaçlara dayalı kadın bilinciyle yaratılan icatlar, yerleşik yaşamın kolektif birikimleriyle oluşan artı değer ve toplumsal tüm yaratımların hakikat bütünlüğüne kavuşması, ikincisi erkeğin hakikatin dışına çıkarak, toplumun ortak hafızası, değerler bütünlüğü olan birikimlere el koyarak tahakküm kurması toplumsal ayrışmanın ilk çatlağını oluşturur. Kadın ve erkek arasındaki biyolojik farklılıkların güçlü-güçsüz düşünüş biçiminin erkekte oluşma nüveleri insanlaşma tarihinin ilk sapmasıdır. Çünkü gasp, mülkleştirme olgusu ile başlayan tahakküm süreci, tüketim çılgınlığı biçiminde yıkıcılığını devam ettirmektedir. “Erkek devlet” söylemi tam da bu demektir. Devlet sisteminin doğuşu kadının binlerce yıllık tarihsel, toplumsal, kültürel, maddi, manevi tüm birikimlerine el koymasıyla başlar. Bu el koyma süreci kadının kendi emeği, üretimi ve yaratımları üzerine söz söyleme, karar verme iradesini kırarak toplum ve çocuk ile arasındaki ilişkiyi sınırlandırır. Böylece ilk tecrit ve izolasyon süreci başlar. Yanı sıra, zaman içinde, erkeğin çocuk üzerindeki babalık rolünün anlaşılmasıyla mülkiyet ve tahakküm hırsıyla kadından intikam alırcasına kadına savaş açmış erkek figürü ortaya çıkar.

Mezopotamya mitolojisinde kurnaz Enki figürü ile İnanna arasındaki şiddetli kavganın ana nedeni o dönemin toplumsal yasalarını oluşturan Ana Tanrıçanın Kutsal ME’leridir. 104 ME’nin çalınması basit mitolojik bir hikâyenin çok ötesindedir. Ana Tanrıçanın ME’leri ahlaki- politik toplum değerlerinden tutalım, adalet, eğitim, ekonomi, sağlık, bilgi-bilim, kentleşme gibi tüm toplumsal ihtiyaçları hak temelli güvence altına almış yasalar bütünlüğündeki metinlerdir. Bu kutsal metinler kadının toplum ve doğa ile kurduğu ilişki biçiminin eşitliğe ve katılımcılığa dayalı toplumsal sözleşmesiydi ve erkeğin kurnazlığına, tahakkümcü hırsına terk edilemezdi. Bundan dolayı büyük katliamlar, toplumsal kırımlar yaşandı. Kültürel ve etnik soykırım biçimlerine rağmen Ana Tanrıçanın direniş kültürü kadınların ve toplumların mücadelesinden hiç eksik olmadı. Dolayısıyla Kurnaz Enki ME’leri çalarken, kadın ile toplum, toplum ile doğa arasındaki eşit ve katılımcı ilişkiyi ortadan kaldırarak, yerine sınıflaşma, tabakalaşma, tahakküm ve mülkiyete dayalı, hiyerarşik ilişki biçimini koymuştur.

Gasp en büyük sömürü ve tecrit biçimi olarak bu dönemde ortaya çıkıyor. İnsanı kendi ürettiklerinden koparmak ve yoksullaştırmak ortaya çıkan ilk sömürü biçimidir. Bu anlamda “ilk ezilen, sömürülen ulus kadındır” sözü tarihi bir tespittir. Ana Tanrıça kültüründe yerleşke ve barınakların toplumu doğa ve iklim koşullarına karşı koruma ihtiyacından hareketle yapıldığını, yine tapınakların toplumun kolektif hafıza merkezleri olarak inşa edildiğini biliyoruz. Erkeğin toplum ve kadın üzerine tahakküm kurma biçiminin ana eksenden sapma olduğunu yukarda belirtmiştik. Bir iki örnek ile açarsak: Tanrıça kültüründe tapınakları, toplumsal düşünceyi üretme merkezi olarak düşünebiliriz. Bilge kadın etrafında kolektif irade ile toplumsal sorun ve ihtiyaçların konuşulduğu, önemli kararların alındığı kutsal bir mekan işlevini görmektedir. Devletli sistemin gelişmesiyle beraber toplumsal hafıza merkezi dediğimiz tapınaklar tanrı ile buluşma adı altında, toplumsal iradenin yansımadığı, (Tanrı, kral ve rahip evi) yüksek duvarlı ziggurat biçimini almıştır. Devletli sistemin hane kültürünü buradan ele alabiliriz.

Toplumsal hafızanın biriktiği mekan olan tapınak, Rahip Devlet sisteminde tanrı ile buluşma adı altında, gasp ve talan olarak görülür. Tahakküm ve hanedanlık kurma ideolojisi ziggurat üzerinden tahkim edilir. Toplumsal hafızanın ilk kapatıldığı, kadın iradesinin gasp edildiği ilk hane ziggurtlardır. Devletin ideolojik olarak kurumsallaşması için türlü ikna araçlarına ve rıza üretme biçimine ihtiyacı vardı. Örneğin zor ve şiddet kullanacak bir ordu tek başına bunu başaramazdı. Ama toplumsal rıza üretmek için insan aklının çözemediği durumları inanç ve umuda sığınmalarını sağlayan rahipler tanrının yeryüzündeki melekleri olarak dini ordunun başarıya ulaşması için bulunmaz bir fırsat olarak değerlendirmişlerdir. Din, devlet, ordu işbirliğinin tarihten günümüze ana eksenden sapma durumunu sistematik olarak nasıl sürdürdüğünü hala görebilmekteyiz.

Oysa Ana Tanrıça kültüründe esas olan toplumsal bellek, kollektif irade, eşit yaşam koşullarından oluşan hakikat bütünlüğüdür. Bu almada hane, mekan veya tapınak, bu hakikatin koruyucu çatısı durumundadır. On binlerce yıl önceden inşa edilen ve hala nasıl inşa edildiğine dair sadece tahmin yürütebildiğimiz mimari yapıların oluşturulma şekli insan ilişkilerinin doğrudan ve eşit koşullarda kurabileceği biçimdedir. Bugünün devasa teknik olanaklarla çok zor inşa edilebilecek yapılar, o günün koğuşlarında sadece insan zekâsı ve fiziki gücüyle yapılmıştı. Olağanüstü hakikat bütünlüğü, ortak akıl, kolektif irade, toplumsal hafıza ile bu muazzam yapılar inşa edilmişti.

Ama devletli sistemin gelişim sürecindeki mimari yapılara baktığımızda, insanın sosyal ilişkilerini sınırlayan, toplumsallaşma zeminini ortadan kaldıran dikey yapılar görülür. Neolitik dönem mimari yapıları ile Sümer Rahip Devleti dönemi yapıları arasındaki biçim ve kullanım amacı ve farkı o kadar çarpıcı ve belirgin ki sayfalarca değerlendirmeye tabi tutulabilir. Örneğin: MÖ 12 bin yıl ve öncesine dayanan mimari yapılar ile (Ergani Çayönü, Newala Çorî, Göbekli Tepe, Çatalhöyük gibi..) M. S. devletli toplumun inşa ettiği yapılar arasındaki temel fark, biri oldukça geniş alana, yatay yerleşim biçiminde ve toplumsallaşmaya uygun iken, diğeri piramit biçiminde göğe yani tanrıya doğru yükselen, güç, iktidar ve tahakküm simgesi olarak belirmektedir.

Neolitik dönemde inşa edilen yerleşim alanları tamamen toplumsal yaşam ihtiyaçlarına uygun biçimde kurulurken, devletli toplumda, yerleşim yerleri bir sınıfın, zümrenin, tabakanın, hatta kişi ve hükümdarın sağlığını, güvenliğini güç ve kudretini korumak için yüksek, surlarla çevirili yüksek güvenlikli yapılar biçimindedir. Toplumsal yaşam eşitliğine uygun değil de sınıflaşmaya göre yapılarında değişkenlik arz etme durumu var. Mitolojik hikayelerde anlatılan insanların kafa taşından kentler kuran hükümdarların yaşadığı söylencesi sadece bir hikâyeden ibaret değil, aynı zamanda tarihsel bir gerçeğe ışık tutmaktadır. Mısır piramitlerinin oluşum süreci benzer durumdadır. Buradan yola çıkarsak devletli sistemle beraber toplumun ortak bellek hakikatinden sapma başlayınca tarihin tersyüz olma süreci de başlamış oluyor. Böylelikle Kadın, zihinsel, düşünsel ve irade gücüyle ürettiği toplumsal değerlerin dilencisi, inşa ettiği yerleşim alanlarının tutsak ve kölesi durumuna düşürülür. Yine toplumda maddi ve manevi olarak yaratıp çoğalttığı kültürel değerlerin hanesine artık üretici ve katılımcı değil, hizmetçisi durumuna itilmiştir, oysa toplusallık anlamında ilk haneleri oluşturan kadındır. Bilgeliği büyücülükle, şifacılığı cadılıkla, kutsallığı günahkarlıkla yargılanmaya dönüşüyor ve artık toplumsallık hanesine üretici ve katılımcı konumu ile değil, hizmetçi rolünde yer verilir.

Devletli sistemin tarihsel süreci içinde kadına bu hizmetçi, dilenci ve tutsak olma rolleri çok farklı yöntemlerle dayatıldı. Toplumsal cinsiyet rolleri bu sapma sürecine dayanmaktadır. Soy sürdürme, soya dayalı hanedanlık kurma, söz ve karar yetkisi ve rolü erkeğe verilirken, kadına düşünme ve karar verme hakkı olmayan, sadece doğuran, erkeği ve toplumu memnun etmek için sınırsız hizmet etme rolleri veriliyor. Böylelikle yasak, günah ve ayıp kıskacında kadın profili ortaya çıkmış oluyor. Devletli toplumun başlangıcından günümüze kadar din, devlet sistemi kadını yok sayarak gasp ettiği tüm yaratımları üzerinden kendini yaşatmıştır. Bunu yaparken kadına düşünsel, zihinsel, bedensel, duygusal ve ruhsal olarak tahakküm kurmuş, çok acımasız baskı ve şiddet araçlarıyla her türlü kapatma biçimini uygulamıştır. Kadının ilk kapatıldığı yer; erkeğin mülkü olarak gördüğü ev ortamıdır.İnanna ve Dimuzi’nin evlilik hikayesi buna örnek verilebilir. Bu hikâyede Tanrıça İnanna, kurnaz Enki’in çaldığı 104 ME’yi geri alma karşılığında bu evliliğe razı olduğu yorumunu yapmak mümkündür.

Bu örnekten de anlaşılacağı üzere İnanna şahsında topluma ait değerleri (104 kutsal ME) topluma geri kazandırma mücadelesi, Dimuzi şahsında ise Enki kurnazlığı ile İnanna üzerinden kadını ve toplumu kendi tahakkümü altına alma, mülkleştirme, ve yaşam alanlarından koparılarak eve kapatma yaklaşımı öne çıkıyor. İngiltere Kralının İskoçya halkı ve kadınları için kullandığı meşhur bir sözü vardır. Yüz yollar boyunca her türlü baskı, soykırım ve şiddetle düşürmediği İskoçya halkından işbirlikçi olan Derebeylerini topladığı bir ortamda “Bunları (İskoç halkı) topraklarından edemiyorsak, döllerinden ederiz, ‘’ söylemi “ilk gece hakkı” denilen sömürgeciliğin bir yöntemi olarak tecavüzü meşrulaştırıyor. Özeti şu: Her İskoç kadını evlendiği ilk geceyi evlendiği kişi ile değil, Derebeyi ile geçirmek zorunda. Bu örnek kadın ve toplumu düşürme tarihinin en çarpıcı örneği sayılabilir. Bu ahlaki yozlaştırma politikaları tüm sömürgeci güçlerin direnen halklara dayatıldığını biliyoruz.

Özellikle Ortadoğu ve Mezopotamya coğrafyasında bunun sayısız örneği vardır ve bu ahlaktan, onurdan düşürme politikaları hala dayatılmaktadır. Kürt halkının isyan, başkaldırı ve ayaklanma mücadelesinde karşılaştığı, yaşadığı benzeri durumlar vardır. Koçgiri, Ağrı, Zilan, Dersim ve Şengal sadece bir kaç örnektir. Başta erkeği ve yediden yetmişe tüm toplumu her türlü kırımdan geçirmek, kadınlara tecavüz etmek sömürgeciliğin temel politikasıdır. “Dersim’in kayıp kızları” ele geçmemek için uçurumdan atlayanları bu gerçeğin yansımasıdır.

Yanı sıra asimilasyon politikalarıyla kültürel ve tarihsel soykırım kıskacında direnen bir halk ve kadın gerçekliği var. Kürt halkının tüm toplumsal isyan ve serhildan dönemlerinde kadının direnişe öncülük ettiğini görmekteyiz. Bu hakikat insanlık tarihinde gelişen temel değerlerin Mezopotamya topraklarında, kadın bedeninden, bilinci ve bilgeliğinden doğup büyüdüğü ve tüm dünyaya yayıldığını göstermektedir. Bu anlamda kadın kendi yaratımlarına, direniş ve mücadeleyle öncülük ederek sahip çıkma azmini göstermektedir. Devletli sistemlerin kadın bilincine, bedenine ve Mezopotamya coğrafyasına bu kadar acımasızca saldırıyor olması bundandır. Neruda’nın “insan ulaşamadığı herşeyin delisi, ulaştığı herşeyin nankörüdür” sözü adeta erkek devlet için söylenmiş gibidir. Gasp etmek için türlü vahşiyane delilikler yapıp, elde ettikten sonra tüketim çılgınlığıyla yok etmek erkek-devletin temel politikasıdır.

Neolitik Devrimi ile açığa çıkan ve hala uygarlığın gelişiminde temel beslenme kaynağı olan Ana Tanrıça kültürü Mezopotamya topraklarında, Dicle-Fırat nehri etrafında gelişerek insanlığa yayılmıştır. Benzer gelişmeler Afrika kıtasında bulunan Nil nehri etrafında görülmektedir. Dicle-Fırat ve Nil nehri etrafında yaşam kuran ve tüm dünya halklarına mal eden Ana Tanrıça soyundan olan Ortadoğu ve Afrika halkları hala kendi yarattıkları uygarlık değerlerinin dilencisi durumundadır. Tüm dünyayı yeraltı ve yerüstü zenginlikleriyle besleyen Afrika kıtası, yoksulluk, açlık ve hastalıkla boğuşurken, Ortadoğu halkları savaş, talan ve şiddet sarmalı karşısında direnmektedir. Afrikalı bir bilgenin “Beyazlar buraya gelmeden önce Afrika bizimdi, İncil onların. Daha sonra İncil bizim oldu, Afrika ise onların” sözü din, devlet ve orduların yıkıma dayalı işgalci seferlerini iyi özetlemektedir. Günümüzde de güncelliğini koruyan bu işgalci üçgen; Kürt halkına soykırım dayatmaktadır.

 

Ana Tanrıça Kültüründen Doğan Neolitik Devrim Kazanımları

Son 100 yıllık tarihimize dönüp baktığımızda parçalara bölünmüş, asimilasyon politikalarıyla kültürel kırımdan geçirilerek kendi öz değerlerine karşıt hale getirilerek birbiriyle çatıştırılmış ve zayıf düşürülmüş bir halk gerçekliği karşımıza çıkar. İskoç derebey ile Kürdistan’daki işbirlikçi bey arasında pek az fark vardır. Kürdistan’da aşiret ağalığı, cemaat, tarikat şeyhi, toprak beyleri geniş bir nüfus alanına sahip olduğu için, devletin ilgi odağı durumumda olmuştur hep. Şeyh (Şêx), ağa ve beylerden birisini yanında yer almasını sağlamak devletin geniş nüfuza ulaşması, asimilasyon politikalarını daha kolay yollardan yayması demektir.

Şeyh müritliği, ağa ve beylerin marabalığı devlet zihninin en fazla yerleşeceği, kendini kurumsallaştıracağı zeminlerdir. Biri inanç üzerinden rıza zemini üretmek, diğeri, yoksulluk, açlık üzerinden emek bilincini gasp etmektedir. Amaç inanç, bilinç, emek sömürüsü ile toplum iradesini kendine bağımlı kılmaktır. Bu anlamda devletli sistemde tanrının yeryüzündeki temsilcileri olan rahiplerin rolü, misyonu neyse, Kürdistan’daki şeyh, ağa ve beylerin rolü de odur. Yukarıda Allah yeryüzünde devletin ve devletin hizmetli durumuna getirilmiş şeyh, bey ve ağa temsilciliğidir. Bunun daha aşağısı ise koruyuculuk sistemidir. Bu örgütlenmelerin hepsinde toplumsal belleğe, irade ve değerler bütünlüğün parçalanmasına kastetme amacı güdülmüştür.

Kürdistan’daki 28 isyanın bastırılmasının ana unsuru işbirlikçi aşiret ağalığı, tarikat şeyhliği ve toprak beyliğinin ihanetidir. Bu kendi öz benliğine yabancılaşmanın, öz değerlerinden tecrit edilmenin ifadesidir. Ait olunandan kopartılarak başka zeminlere dönüştürme zihinsel kapatılmanın kendisidir.

Zihni kapatılan insanın, duygusal, düşünsel, ruhsal, iradi ve bedensel özgürlüğünden bahsedilemez. Bunun sonucunda parçalı toplumdan, parçalı kişilik ve karakter bozukluğu ortaya çıkar ki buda sömürgeciliğin sistematik olarak yürüttüğü ve bire bir beslendiği politikadır. Bu durumun Kürdistan halk gerçekliğine pervasızca uygulandığını yüzyıllardır yaşayarak bilen durumdayız. Bu anlamda kapitalist modernitenin Kürdistan coğrafyasına ve halklarına özelde de kadınlarına topyekûn savaş açmasının temel sebebi

Ana Tanrıça kültüründen doğan Neolitik devrim kazanımlarıdır. Bu kazanımları tamamen kendine mal etmek ve çılgınca tüketmek için fiziki soykırımla beraber her türlü kirli ve özel savaş yürütülmektedir. Kadın bedeninden, zihinsel, duygusal dünyasına, kültürel değerlerine kadar kırımdan geçirmek bu çağın en tehlikeli politikasıdır. Sömürgecilik tarihinin kaynağına dayanan asimilasyon politikası anadilin yasaklanması, yerine sömürge dili öğretilen okulların köy ve şehir hayatımıza sokulması, diğer bir kapatma biçimidir. İlk duygu ve zihin kırılması yaşadığımız mekanlardır okullar. YİBO, imam hatip, üniversite, çocukluğumuzda yaşadığımız ilk zihin korkmasını daha da derinleştiren ve sisteme entegre eden mekanlardır. Binlerce köyün yakılması, insanların toplumsal aidiyetlerinden kopartılarak göç ve sürgüne zorlanması, açlık ve yoksullukla boğuşurken ahlaki yozlaşmaya sürüklenmesi sistematik kırım politikasıdır. Bu aynı zamanda kadın bedeni ve kadın zihni üzerinden yurtseverlik bilincini yozlaştırma biçimidir.

Kürdistan’da köklü tarihi geçmişi ile onlarca halka ve binlerce kültürel değerler kuşağına ev sahipliği yapan kimliğimiz konumdaki Amed/Sur, Nusaybin, Cizre gibi kentlerin yıkılarak yerle bir edilmesi, sonrasında da sömürge zihniyetini yansıtan yapılaşma gettoları (TOKİ) binyılların mirasına çökme ve bu mirasın asıl sahiplerine çökertmeyi dayatmadır. Bu yıkım ve gasp süreçlerinin devamında ise kültür evleri, okul, kütüphane ve dershaneler aracılığıyla asimilasyon uygulanmakta, zihinsel soykırım yapılmaktadır.

Toplumsal aidiyetlerin her türü özel savaş, şiddet, gasp, asimilasyon yöntemiyle parçalanıp yok edilmek isteniyor. Bu yolla toplumda bir dağılma, çürüme ve çöküntü yaratılıyor. Bu çürümüşlüğün ve çöküntünün üzerine sahte güzellik anlayışı inşa edilerek, bundan benden politikası üretiliyor. Kapitalizminin tüketim çılgınlığıyla kadın ve gençleri doyumsuz, mutsuz ve amaçsız bir yaşama sürüklüyor. Tıbbi tedavi merkezleri olarak inşa edilen hastaneler estetik operasyonu merkezlerine dönüştürülmüş durumda. Sahte güzellik arayışı yaratıp, estetik ameliyatlarla tek tip insan yaratmak, kapitalist sistemin uydurduğu kişilik tipi politikasıdır.

Maddi-manevi yoksunlaştırılan kişi ve toplum her türlü saldırıya açık hale gelmiş oluyor. Bu çağın en kırılgan tarafı korumasız toplum gerçeğidir. Tüm bunların sonucunda hapishane ve tımarhane kaçınılmaz bir mekan olarak insanlara sunuluyor. Tımarhane ile hapishane arasındaki ince çizgi: Birinde hastalık kaynağını devletli sistemden değil de kişinin düşünüş ve yaşayış biçiminde aranması, diğerinin ise asıl suç üreten, işleten ve yargılayanın devletli sistem olmasına rağmen kişi ve toplumun açık, kapalı cezaevlerine hapsedilerek yargılanması; ideallerinden, hayallerinden vazgeçirmek için türlü işkencelerden geçirilerek devletin istediği kişilik kazandırılarak sisteme entegre edilmesidir.

Tecritin kavramsal geçmişi devletli sistemin kişi ve toplumu kendine tabi kılma, entegre etme, iradesiz kılma politikasıdır. Özetle kişiyi kendinden vazgeçirme yöntemlerdir. Sınıflı toplumun başlangıcından günümüze kadar kadın şahsında toplumlara uygulanan her türlü kırım politikalarına karşı, kadın hiçbir zaman direnişten, mücadeleden vazgeçmedi, hatta tüm toplumsal hareketlerin öncülüğünü kadınlar yaptı demek hakkı yad etmektir.

Kadın, doğaya birebir benzerliğiyle üretken, emekçi yapısıyla doğal direnişçi ve mücadeleci ruhuna sahiptir. Kapitalist modernite çılgınlığına karşı insanlığın ve toplumların kurtuluşu doğanın ve kadının özgürlüğüyle mümkündür. Bugün tüm coğrafyaların sokaklarında “Jin Jiyan Azadî” sloganı milyonlarca kadının ortak sesi haline gelmişse, özgürlüğümüzü kaybettiğimiz yere yüzümüzü ve yüreğimizi dönmüşüz demektir. Zihnin, duygu ve düşüncelerin, irade ve emeğin, özgürleşmesi için verili her kişilik ve karakterin tekrar tekrar sorgulanması gerekir. İtiraz; isyan ve baş kaldırdı gerektirir. Tüm bunların anlamı direnmektir. Gasp edileni; direniş, mücadele, toplumsal örgütlenme ile geri almak mümkündür. Bunu başaracak olan da Kürt kadın hareketidir. Kürt kadınları dünya kadınlarına büyük bir direniş geleneği ve mirası armağan etti, ediyor. Ana Tanrıça Kültürü kaynağından doğan özgür yaşamın bilinci ve bilimi olan Jineoloji hakikat bütünlüğü olarak, kadın şahsında tüm toplumların özgürlüğüne ışık tutacaktır. “Hakikat Aşktır, Aşk Özgür yaşam” iddiasıyla yaşayan her kadın, birey ve toplum tüm devletli hanelerden kurtulabilecek güçtedir.

 

 

 

Bunları da beğenebilirsin

Yoruma kapalı.