Düşünce ve Kuram Dergisi

Toplumun Özgürlük ve Adalet Arayışı

Nasrullah Kuran

 “Sende seyretmek istersen eğer, Berrak bir ışıkla Olduğu gibi gerçeği, çok çakıllı patikadan Doğru yolu izle!“
Boethius

İnsanlığın yaşam arayışı, varlığını anlamlandırma ve yeniden tanımlama çabasının bir sonucu olarak ortaya çıkar. Yaşam arayışının açığa çıkardığı her yeni anlam ve tanım, insanın kendinin bilincine vardığı bir öz bilinç oluşturur. Bu öz bilinç, varlığın yokluğa karşı direnme vasfı kazandığı toplumsal zaman ve mekândan, toplumsal varoluştan başka bir şey değildir.

Her koşulda insani varlık, toplumsal bir varlıktır. Toplumsallık insanın insanla, insani ilişki, eylem, tahayyül ve tasarım içerisinde gerçekleştiği doğadır. Bu anlamda yaşam, toplumsallıkla kendi değerinin bilincine varan insanın, aynı zamanda kendi dışındaki bilmeyi ve farkındalığı anlamlandırma ve değerli kılma girişimidir. İnsan ve yaşam arasındaki bu değer oluşturma ilişkisi, doğa ve evrenle bağ içerisinde bütünselliğini gerçekleştirme ve hakikatini açığa çıkarma çabasını içerir. İnsan toplumsallığı, toplumsal anlamla donanmış mikro evren olan insanı ve hakikati üretir.

Tüm kök toplum gerçekleşmeleri böylesi bir diyalektik ilişki üzerinden gelişmiştir. Varoluş iddiası, arayışın hareket ve canlılık içeren değişim dinamiği temelinde kendi doğasının ve evrenini oluşturmuştur. Bu nedenle bütün kök toplumlar özgür toplumlardır. Çünkü varoluşla ilgili her tercih ve kendi olma durumu, özgürlük bilincini gerektirir. Özgürlük bilincine ulaşan varlık ancak kendisi hakkında düşünme ve varoluşuyla ilgili eylemde bulunma yeteneğini gösterebilir. Buna bağlı olarak, “Özgürlük, eşittir insani varoluşun, toplumsal doğanın gerçekleşmesi” demek yanlış olmayacaktır. Bununla birlikte toplumsallığımızı meydana getiren özü sadece özgürlükle tanımlamak, anlamlandırma çabamızı sınırlandırır. Kaynağını özgürlükten alan, ahlakın yön verdiği adalet duygusu ve ilkesi bir diğer önemli olgu olarak karşımızda durmaktadır.

 

Doğaya indirilmiş büyük darbe ve özne-nesne değişkenliği;

Toplumsal doğanın dört temel erdemden biri olarak ifadeye kavuşturduğu adalet olgusu, yasadan bağımsız olarak toplumsallığın ortak iyisi olarak yaşam bulmuştur. Adil davranmayı ve doğruluğu koşullayan toplumsal adalet anlayışı, toplumun komünal yaşam tarzının ve özgürlük bilincinin meydana getirdiği ahlaki yapılanmanın bir sonucudur. Yalnız burada adalet, doğal toplumun sadece kendi iç ilişkilerinde pratikleştirdiği bir ortak iyi ile sınırlı değildir. Toplumsal adalet, insanın doğa ve evrenle ilişkilerini de düzenler. Canlı-cansız ikilemini reddeden doğal toplum, doğada ifadesini bulan bitkiden diğer tüm varlıklara kadar olan her şeyi canlı kabul eder ve onlarla ilişkisini de edindiği adalet anlayışı doğrultusunda şekillendirir.

Devlet ve iktidar yapılanmalarının hayata sirayet etmeye başlaması, özne-nesne ayırımında roller çarpıtılıp bilim adına meşrulaştırılarak toplumun hücrelerine kadar indirgenmesi, doğal toplum yaşamına ve doğaya indirilmiş en büyük darbe olmuştur. “Toplum insan ihtiyaçlarının, devlet ise kusurlarının ürünüdür” deyişinde olduğu gibi; iktidar, tekel ve sömürü üreten “kusur”lar, toplumsal doğadan sapmanın ve kopuşun sistemlerini oluşturmuştur. Toplum üzerinde tahakküm geliştiren güçlerin ortak birikimi olarak Kapitalist Modernite,  bunun en son güncelliğini koruyan yapısal zirvesidir. Doğal toplumdan günümüze kadar gelen tarihsel süreç, bu bağlamda tahakkümcü güçlerle doğal toplum sürdürücülerinin mücadele içerisinde geçirdikleri süreçlerdir.  Doğal toplumun bozuma ve sapmaya uğratılması, toplumsal değerlerinde yitimini beraberinde getirmiştir. A. Öcalan’ın deyişiyle, “Toplumsal öz, varlık olarak paramparça edilirken, anlam ve hakikat olarak da bir kaosa sürüklenmiş ve bu kaos, içerisinde yaşamaya mahkum edilmiştir.”

 

Kendine yabancılaşan öz;

Tarih ve zaman içerisinde yaşanan bu toplumsal gerilemeye ve süren saldırılara rağmen, insanın doğal toplum özlemi ve bu uğurdaki özgürlük ve adalet arayışı sürüyor. Uygarlık sistemi karşıtı direnişler, köle ayaklanmalarından Karmati’lere, Paris Komünü girişiminden sosyalizm denemelerine ve günümüzün devletsiz, demokratik komünal toplum inşa çabalarına kadar uzanmakta, varlığını korumaktadır. İnsanlık, toplum karşıtı sistem olarak kapitalizmin yarattığı tahribatlar sonucunda her gün insanlığından bir şeyler yitirmenin, kendine yabancılaşmanın sancısını yaşıyor. Yaşanılmaz hale getirilen ve çığırından çıkarılan hayatın içinde yaşatılan yoksulluk ve işsizlikle her gün yeniden bir işücret karşılığında insanın nasıl teslim alınarak sistemin her şeyi yapmaya hazır, edilgen bir nesnesi haline dönüştürüldüğü görülmektedir. Bütün bu gerçekleşmeler insanı, yaşamını ve varlığını yeniden sorgulamaya ve yeni bir bilinç edinmeye yöneltmektedir.

 

Anlamak, özgür yaşamaktır;

Dünyaya gözlerini toplumsal bir varlık olarak açan insan, kapitalizmin ve her türden ideolojik türevinin yaşattığı anlamsızlık durağında kendisine dayatılanın doğasını reddetme olduğunun bilincine varmış görünmektedir. İnsan yaşamını toplum olmadan tasavvur etmeye kalkışmak, düşünen, eyleyen, düzen ve maneviyat kuran varlık olarak insan doğasını inkâr etmekle eşdeğerdir. Toplumsal bir varlık olma bilincine ulaşarak yaşam iradesi ve isteği kazanmanın kendisi, bizatihi toplumsal kültürün yarattığı bir sonuçtur. Bu manada, toplumsallığın tüm insansal yaşam alanlarını özgürlük ve adalet anlayışının varlık bulduğu anlam alanları olarak değerlendirmek yanlış olmayacaktır.

Toplumsal tarihi böylesi bir algı gözüyle değerlendiren Ali Şeriatı, “İnsan özgürlük demektir” vurgusunu  yaptıktan sonra, “İnsan açlık durumunda eksiktir, insan istismar edilme, sömürülme durumunda eksiktir. İnsan eğitimden mahrum olma durumunda eksiktir. Fakat ‘insan’dır. Ancak özgürlükten mahrum olan insan, insan değildir” açıklamasına yönelir. Spinoza ise, özgürlüğü ulaşılan anlam gücüyle tanımlar; “Anlam özgürlüktür” der. Özgür insanı ve bilgeliğini de, yaşam üzerine yoğunlaşma, tefekkür etme hali olarak değerlendirir. Marx’ın özgürlüğe dair tanımları çeşitlik içerse de, “Özgürlük, insanın sürekli olarak kendini aşma kendi bilinçli faaliyeti aracılığıyla kendi doğasını dönüştürme yetisi olarak ortaya çıkar” tanımı insan hakikatine daha yakın durmaktadır. Her üç özgürlük tanımını A.Öcalan’ın “Anlayabilmek yaşamaktır. Yaşayabilmek anlamak içindir. Hiçbir güç anlam gücünden daha güçlü olamaz veya anlam karşısında sahte gösterilen olmaktan kurtulamaz” tespitiyle yan yana getirdiğimizde, aslında yaşam–anlam ve anlam–özgür yaşam bağlantısını, diyalektiğini de kendiliğinden kurmuş oluruz. Spinoza’ da anlam özgürlük iken, A.Öcalan’ da yaşam farkındalığının özgürlük olarak tanımlanması burada bir çelişki yaratmaz. Çünkü her ikisi de aynı bildirimde bulunur. Hepimizin idrak edebildiği gibi anlamak, farkına varmak ile mümkün hale gelebilir. Farkına varamadığımız bir şeyi anlamamız eşyanın tabiatına aykırıdır.

Nasıl ki farkına varmak anlamayı doğruyorsa, her anlama süreci de beraberinde bir anlayışı, yapma eylemini koşullar. Doğru ve özgür yaşamı inşa etme iradesi, bu farkındalığın ve anlam gücünün açığa çıkması sonucu gelişir. Özgür yaşama biçilen değerin ifadesi olarak anlamı yapma eyleminden yoksun bıraktığımız vakit, kendi öz değerlerimiz doğrultusunda yaşama hakkımızdan vazgeçerek, varlığımızı tahakküm arayışındaki güçlerin sömürüsüne ve her türden başkalaştırıcı, kültür kırımcı, işgallerine terk etmiş oluruz. Sömürü ve işgalin coğrafik olanından ziyade, ruhta, duyguda ve düşüncede gelişerek zihniyet oluşturmuş olanı çok daha tehlikelidir. Coğrafik işgal, sınırlı ama iyi örgütlenmiş bir askeri güçle de bertaraf edilerek sökülüp atılabilir. Fakat ruh, duygu ve düşüncede yer bularak zihniyet halini almış olanını, dünyanın en büyük askeri gücüne ve tekniğine sahip olsanız da söküp atamazsınız. Ancak onun anlam düzeyini aşan bir kavram ve kuram gücüne, bunlarla donanmış bir zihniyet yapılanmasına ulaştığımız takdirde kendinizi bir alternatif olarak var edebilir, sürdürebilirsiniz. Bu nedenle zihniyet savaşları, ‘savaşların savaşı’ olarak toplumsal tarihte belirgin bir yer almış, bazen peygamber, bazen filozof bazen de siyasal önder ya da bir isyan, özgürlük ve adalet talebi olarak kendini ifadelendirmiştir.

Halkların demokratik komünal toplum olma veya özünü koruma mücadelesi de, tarihsel bir damar olarak bu özelliği gösterir. Her alternatif olma, farklılığını koruma iddiası bir zihniyet inşasını gerektirir.A.Öcalan’ın deyişiyle, “Ot kökeni üzerinde yeşerir.”Halkların tarihi böylesi örneklerle dolu olsa da, Ortadoğu toplumlarında bu çok daha yoğun ve derinliklidir. İbrahimi çıkışın yön verdiği peygamberlik geleneği,komünal toplum inşaları, Dervişlik kültürü, özgünlüğünü korumayı amaçlayan tarikat yapılanmalarının tümü, verili sisteme karşı yani zihniyet oluşturma, farklılığını koruma çabalarının bir sonucudur. Günümüzde açığa çıkan ve “Arap baharı” olarak nitelenen çıkışları, tüm yetersizliklerine karşın söz konusu toplumların derin tarihsel mücadele kökenlerinden bağımsız olarak ele alamayız. Yine Kürt Özgürlük Hareketi’nin geliştirdiği alternatif sistem oluşturma mücadelesi, bu gerçeğin devinim halindeki en açık göstergesidir.

 

Kuantum ile Demokratik Modernite İnşası

Zamanımızın sorusu şudur; Tarihsel köklere sahip toplumsal mücadele geleneğinden gelen güçler, öz örgütlenmelerine dayanarak tahakkümcü zihniyet kuşatmasını kırabilecek ve mücadelesiyle özgürlük ile adalet sahası toplumunu yaratabilecek midir?

A.Öcalan ve Kürt özgürlük hareketinin bu soruya verdikleri yanıt oldukça güçlüdür. Demokratik Modernite paradigmasıyla hem kuramsal hem de örgütsel bağlamda evrensel karakterdeki alternatif sistem inşaları, özgürlük ve adalet arayışındaki toplumlara yeni bir ufuk açmış ve geleceği an’da özgücüne dayanarak gerçekleştirme olanağı sunmuştur. Özgünlüğü evrendeki çoğullaşma, çeşitlenme ve farklılaşma olarak tanımlamayı toplumsal ahlakın gereği sayan Demokratik Modernite paradigması, doğada var olan uyum, bütünlük ve tamamlama özelliklerinden hareketle “kendini var etme, her türün, her maddenin çıkış ilkesidir. Varolma, yokluk karşısında varolma eyleminde bulunmak ve bunu başarmak temel ilkedir” tespitini esas alır. Paradigmanın kendisini bilimsel ve felsefi temelde kuantumik bir izaha ve örgütlenmeye kavuşturması onu sistemler mücadelesinde daha farklı ve güçlü bir konuma getirmiştir. Kuantum felsefesinin örgütlenme tarzından nasıl ki önce parçacıklar bir araya gelip ekip oluşturuyor ve sonra benzer tarzda bir kaç ekip bir araya gelip bir başla ekip oluşturuyorsa, Demokratik Modernite’nin örgütlenme tarzı da aynı mantığı ortaya koymaktadır. Bu mantık ‘dağınık ve güçsüz olanları bir araya getirme, onları güçlendirecek tarzda örgütleme ve örgütlülükleri bir üst örgütletmede bütünleştirme’ biçiminde işlemektedir. Evrende ve doğada yürürlükte olan özgürlük ve adalet işleyişi, “kendi farkına varan doğa” olarak gelişmiş doğa parçası insan toplumsallığı açısından geçerlidir. Klasik çelişkilerin birbirini yok etme, kırıma uğratma tezine burada yer yoktur. Aksine, yıkma, yok etmeye yol açmadan yaratımı esas alan “çeşitlilik içinde birlik” ve birlikte gelişme diyalektiğini esas almaktadır. Yaşam daha demokratik ve bol seçenekli kılınmakta, hayat evrensel ve toplumsal doğamızın bütünlüğü içerisinde kavranmaktadır.

Demokratik Modernite kuramının kurucusu ve örgütleyicisi olan A.Öcalan, “Özgürlük adeta evrenin amacıdır diyesim geliyor… Özgürlüğü sadece insan toplumunda derin bir arayış olarak söylemleştirmek bana hep eksik gelmiş; mutlaka evrenle ilgili bir yönü vardır diye düşünmüşümdür. Evrenin temel taşları olarak parçacık-enerji ikilemini düşündüğümüzde, enerjinin özgürlük demek olduğunu çekinmeden vurgularım” derken, aslında buraya kadar belirttiklerimizin özgün bir vurguya dönüştüğüne işaret etmektedir. Parça-enerji ikilemi, insan-eylem, eylem-anlam ve özgürlük doğrucu ilişki, içerisinde ele alınmaktadır. “Madde’nin amacı anlamlaşmak, anlamın amacı maddeyi aşmaktır” vurgusu da, kendi farkına varan doğa olarak insanın vardığı anlam düzeyiyle kendini aşma arzusunu açık etmektedir. Varlığın, düşünen varlık olarak insanın iç devinimi doğrultusunda bir anda büyük değişim ve dönüşümler sergileyebileceği ve bu potansiyele sahip olduğumuz bilinmektedir. İnsanın en gelişmiş doğa parçası olarak görülmesi de buradan ileri gelmektedir. Bu, Nietzsche de “üst-insan”, doğu felsefesinde ise “insan-ı kâmil”dir. Evren ve insan ilişkisi, doğası özgürlük olan bir bütün ve bu bütünün varoluşsal ilişkisidir.

 

“Sömürge tarlasında özgürlük yeşermez”

Öz örgütlenme, bütün maddelerin temel varoluş koşuludur. Varoluş, insanın yaşadığı zamana sığdığı anlam ve değerler bileşkesiyle ancak mümkündür. A.Öcalan’ın deyişiyle kendi “anlam zamanı”nı yaratabildiğin ölçüde var olabilirsin. Bu da zamanı, her anı oluşum olan bir çaba ve mücadele ile karşılaman durumunda olasıdır. Ancak her anı değişim, oluşum ve anlam bulma olan bir yaşam söz konusu olduğunda yokluk karşısında direnebilirsin. Demokratik Modernite, böylesi bir öz örgütlenmeyi özgürlük ve adalet arayışına bir yanıt olarak geliştirilmiştir. Tarih ve zaman göstermiştir ki uygarlık sisteminin tahakküm, sömürü ve zorbalık yetiştirilen tarlalarında toplumsal özgürlük ve adalet yeşermez. Uygarlık sisteminin geliştirdiği ideoloji ve örgütlenmeler, toplumun parçalanması yoluyla toplumun ihtiyacı olan özgürlük ve adaletin ya çarpıtılarak ya da yerine sahte özgürlüğü ve hukuku ikame ederek ortadan kaldırmayı hedeflemiştir. Toplumların özgürlük, adalet ve barış talepleri bu nedenle hep çatışmayla, savaşlarla karşılanmaktadır. Kaos ve savaşla, toplumsal özgürlükçülerin biz-öteki ayırımını aşan ve herkesçe paylaşılabilen özgürlük anlayışlarını ve kendi tarihlerini yaşamalarının, yaşam alanlarını inşa etmelerinin önüne geçilmek istenmektedir. Özgürlük ve adalet arayışı iddiamızı sürdürmek ve bu yönlü inşalarda bulunmak istiyorsak, kendi anlam zamanımızı yaratmak ve öz örgütlenmemizi bu anlam zemini üzerinden bina etmek durumundayız. Hayat kimseye durduk yerde özgürlük ve adalet bahşetmez. Öyle olsaydı bin yıllardır tanrı duasına duranlar, özlemini duydukları özgürlük ve adalet sağanağına tutulur, bu özlemlerini cennet-cehennem icatlarına ertelemek zorunda kalmazlardı. Hareket ve inşa canlı doğa gerçeğinin temel yasasını oluşturur. Bizler için bu, mücadele ve emekle kendini inşa etmekten başka bir şey değildir. Ancak böyle bir anlam ve eylem ilişkisiyle varlığını koruyabilir, özgürlüğümüzü sağlayabiliriz. Özgürlük sağlandığında adalet ve barış da gelir. Ya da Spinoza’nın deyimiyle “özgürlük yoksa barışta yok”tur.

Bunları da beğenebilirsin

Yoruma kapalı.