Düşünce ve Kuram Dergisi

Devletin Hukukuna Karşılık Toplumun Adaleti

Mahmut Yamalak

Adaletin Terazisi

Antik Yunan’da dört temel erdemden biridir adalet. Ötekiler; nedenin iştahlarına aklın denetlemesine dayanan itidal; tehlikeye karşı aklın buyurduğu şekilde karşılık vermeye dayanan cesaret ve iyi, güzel ve adil olanı ayıracak şekilde aklı eğitmeye dayanan bilgeliktir. Adalet ise itidal, cesaret ve bilgelik erdemlerini denetleyen ve koruyan ilkedir. Ahlakın içinden çıkan adaletin temel ilke olarak kabul edilmesinin toplumsallıkla bağı olmaması düşünülemez.

Toplumsallık içinde tanımlanması da, konumlandırılması da zor bir kavramdır adalet. Toplumsal yapılardan, sistemlerden, ideolojilerden bağımsız olarak bir tanıma ulaşılamaz. Bergson, “Adalet her zaman eşitlik, orantı, ödünleme fikirlerini uyandırmıştır” der.[1]  Adaletin içerdiği bu özelliklerin uygulanma biçimi dünyaya bakış açısıyla bağlantılı oluşur. Adalet, Hak ve özgürlükleri, üretilen malları, görev ve mevkileri dağıtırken herkese eşit davranmak mıdır, yoksa herkese ihtiyacına göre dağıtmak mıdır? Mevkiye, yapılan işe, katkıya, yeteneğe veya çabaya göre dağıtmak mıdır? Toplumsal iyiye, sözleşmeye, anayasaya göre paylaştırmak mıdır? Emeğe denk bir karşılık var mı? Suça denk bir ceza var mı? Bunlar sağlanamıyorsa, hak ve özgürlükleri dağıtmada nasıl adil davranılabilir?

Adaletin timsali terazidir, bu da hâkimiyet ve eşitlik demektir. Terazinin iki kefesi arasındaki düz çizgi kural ve düzenleme, doğruluk ve düzenliliği temsil eder. Klasik adalet anlayışının sevdiği bu analoji basit, kabul edilebilir ve adil gözüküyor. Doğal toplumda ortaya çıkan trampanın toplumu ve insan ilişkilerine indirgenmesine dayanan bu adalet anlayışının özü “kısasa kısas” ilkesidir. Cinayete karşı cinayet, zarara karşı zarar, verilen mala karşılık başka bir mal… Komünal toplumun kötü bir taklidi olarak uygulanan bu adalet anlayışı devletli iktidar tarafından yozlaşarak uygulanır. Komünal toplumda bir cinayete karşılık verilmezse toplumsal bütün dağılabilir. Bu, toplumsallığın yasasıdır. Kural uygulanırken denetleyen toplumdur. Toplumdaki ahlaki normların yaşaması için bu yasaya başvurulur. Devletli toplumda kısasa kısas yeni bir niteliğe bürünür ve sınıfsal bir karakter kazanır. Sınıflar arasında uygulanan farklılık kazanır. Ölen köleyse efendi cezalandırılmaz. Köle eşittir efendi değildir. Aynı sınıf içinde de cinsiyet ayrımı uygulanır; erkek eşittir kadın değildir. Kısacası yeni bir oran uygulanmaya başlanır. Terazi her sınıfı, her cinsi eşit çekmemeye başlar. Devletli uygarlık güçleriyle toplum arasında, ezen-ezilen arasında uygulanmaya başlanan bu oranın formülü değişmeden bugüne ulaşmıştır.

Aristoteles, köle ve efendi için farklı olan bu adaleti, “eşite eşit, eşit olmayana farklı muamele” biçiminde formüle eder. Her sistem kendi “eşit”ini yaratır, tanımlar, ardından buna göre de hak ve özgürlükleri dağıtmaya başlar. Devletli toplumun doğasına göre bu doğrudur. Dört ilkeyi yetersiz gören Aristoteles, adaleti de denetleyecek bir erdem daha olduğunu söyler. Bu, muhakeme erdemdir, der. Muhakeme erdeminin entelektüel bir kuvvet olduğunu söyleyen Aristoteles, bunun uygulanmasında belli bir ölçü olmadığını, zamana ve mekâna göre değiştiğini söyler. Böylece adaleti göreceli kılar. Buna karşın Stoacılar ve sonra dinler adaletin zamana ve mekâna göre değişmediğini, evrenin her bir parçası geçerli olan sabit bir adalet ölçüsü olduğunu ileri sürerler. Onlara göre değil adil olmak, bu ölçüyü bulmak-anlamaktır. Rönesans’la birlikte ise adalet, doğal hukukun normlarıyla ifadelendirilir. Locke’ a göre insanlar, insan olduklarından dolayı ahlaki eşitliğe sahiptirler. Bireysel faaliyetlerin bir fonksiyonu olan adalet tarafsızdır ve yasayla güvenceye alınması prensiplerine dayanır. Yasayı yapanı lehine işleyen bu adalet devletli sistemin adalet formülünün çağa uydurulmasını ifade eder. Sistemin eşitlik ve orantı anlayışı neyse uygulanacak adaletin formülü de ona göre değişiktir. Bu durumda adalet, sistemdeki “eşitlik” anlayışının pratikleşmesi oluyor.

Bergson, mutlak adaletin derece derece gelişen bir adalet anlayışı olduğunu söyler. Ona göre insanlık tarihi boyunca adalet giderek yetkinleşmiştir. Komünal toplumda toplumun zoruyla, sınıflı toplumda eşitsizce uygulanan adalet geçmiş deney ve tecrübelerden çıkarılan derslerle, bireysel planda yetkince uygulanacaktır. “Modern adalet fikri böylece aynı atılımla canlanmış çok sayıdaki çabayla başarıya ulaşmış bir seri bireysel yaratılarla gelişmiştir.”[2] der.

Arapça bir kelime olan adalet, eşitlik ve dengeyi ifade eder. Bu eşitliğin nasıl sağlanacağı sorusuysa farklı cevaplara sahiptir. Ancak her cevap yeni soruları da beraberinde getirir. Devletli sistemin baştan beri uyguladığı adalet “cezalandırıcı, ıslah edici adalet”in eşitlik anlayışı toplumsal bir doğru içermez; sistemde aksayan yanları, toplumda yükselen tepkileri yeniden sistem lehine düzenlemek için cezalandırır. Uyguladığı adaleti de kendisi belirlemiştir. Sistemin adaleti onun hukukundan beslenir. Caydırıcılık, cezalandırma, pişman etme, ıslah etme, boyun eğdirme gibi Saiklerle hareket eder. Bu sert, buyurgan, eril ve anti-toplumcu yapı da hukuk ile simbiyotik ilişki içindedir.

 

Devletin Hukuku

Devlet için “Maskesiz Tanrılar ve Çıplak Krallar Çağı”nda A. Öcalan’ın geliştirdiği tanım şöyledir: Devlet= artık ürün + değer + ideolojik araçlar + zor aygıtları + yönetim sanatı… Bu tanım bize devletin iktidar, güç, baskı, hiyerarşi demek olduğunu söyler. Bu devletin hukukunda sınıflara bölünmüştür, sınıflaşmıştır ve devletin güvencesine hizmet etmektedir. Komünal toplumda ahlak toplumun güvencesine hizmet etmektedir. Komünal toplumda ahlak toplumun güvencesini sağlarken, devletli sistem kendini hukukla korumaya alır. Öcalan, “Tanım olarak hukuk devletin siyasi güç eyleminin kalıcı, kurumlu bir biçimi almış hali olarak değerlendirilebilir”[3] der.

Komünal toplumdaki ahlakın taklit edilmesiyle ortaya çıkan hukuk, ahlaka göre bir ilerleme değildir. Toplumsal bütünlüğün bozulduğu yerde, egemen olanın lehine devreye giren bir yasalar bütünüdür. Kentlerde egemen olan devletin karmaşık ilişkilerini iktidar lehine düzenler. Devlet, hukuk yoluyla iktidarını güvenceye alır, meşruiyet sağlamaya çalışır, eşitsizlikleri uygular. Sınıflara bölünmüş toplumu iktidarın ihtiyaçlarına göre düzenlemede başat rol hukukundur.

Devletin hukuku komünal toplumun ahlakının alternatifi değildir. Hukuk iktidar ilişkilerine, ahlak eşitlik ilişkilerine dayanır. Bu nedenle karakteristik olarak farklıdırlar. T. Hobbes, hukukun kaynağının “egemenlerin buyruğu” olduğunu söyler. Doğal olarak da bu kaynak “bir özne, bir konuşmacı”dır. Pozitif hukuk daha somut olarak hukukun kaynağını “devlet ve iktidar kliği” olarak gösterir. Her durumda hukukun kaynağı egemen sınıfların öznel çıkarlarıdır.

Hukuk sistemi, onu düzenleyenlerin çıkarına göre belirli bir düzene konulmuş yasalar, kurallar ve normlar sistemidir. Varoluşu toplum-dışıdır; onu besleyen kaynak topluma rağmen oluşmuştur. Bu normatif sistemin özü topluma yabancılaşmış bir egemen sistemin çıkarlarının korunmasıdır. Toplumdan değil, iktidardan beslenir ve iktidarı topluma karşı korur.

Hukuk sistemi kendi kaynağından beslenen kapalı bir sistemdir; kendi kendini üretme ve sürdürme dinamiklerini içerir. Elemanlarını, normlarını ve değişme kapasitesini kendi içinde üretir. Toplumla kurduğu ilişki, onun üzerinde egemenlik kurma ilişkisidir. Topluma karşı donmuş olan hukuk herhangi bir toplumsal alandan etkilenmeme ama onları baskılama özelliği taşır.

Hukuki yargı yazılı yasa, kural ve normlarla sınırlıdır. Oluşmasını sağlayan muktedir onun uygulanma esaslarını da belirler. J.Habermas, hukuk normlarının yapılandırılmasında gözetilen şeyleri şöyle anlatır. “Hukuk normları öyle yapılandırılmış olmalı ki, farklı aşılardan bakıldığında hem bağlayıcı yasalar, hem de özgürlük yasaları olarak ele alınabilsin.”[4] bu yanılsamalı durum hukukun yapısal özelliğidir. Yasanın sahibi (devlet) bir yandan yaptırımlar ve caydırıcı önlemlerle yasanın uygulanmasını garantiye alırken, diğer yandan onu meşrulaştırıp benimsetecek yöntemler üretir.

Topluma dayatılan hukuksal yükümlülükler özgürlüklere getirilen kısıtlamalarla elde edilen “hak”larla oluşturulur. Hukukun öznesi olan güç özgürlükleri kısıtlarken “ötekinin hakkı”nı öne sürer. Muktedir olanın tanıdığı sınırlar çerçevesinde özgür olma hakkı, taraflara “toplumsal uyum” diye sunulur. Hukuk ile özgürlükler ters orantılıdırlar, özgürlükler kısıtlandıkça hukuki yükümlülükler artar.

Sistemin “evrensel” ve “toplum-üstü” gösterdiği hukuk, özünde zaman-mekân sınırlarına hapsolmuştur. Kaynağı olan yasa koyucunun etki sahası ve zamanı kadar yaşar. Sınırlılığı kendine de yöneliktir. Yalnızca dışa yansıyan davranış hukuku ilgilendirdiğinden zihin, yoğunlaşma, irade, istek gibi normlarla ilgilenmez. Onun için önemli olan toplumsal alanın yasa koyucuya göre düzenlenmesi ve toplumun buna uyumunun sağlanmasıdır. Bu yanıyla problem çözücü yanı yoktur. Toplumsal problemleri özelliklerine göre değil, yasa koyucunun öznel çıkarlarına uygun olarak çözer.

Sistemin kendini topluma kabul ettirme, meşrulaştırma araçlarıyla zor araçları iç içedir. Davalar, duruşmalar, mahkemeler, kolluk kuvvetleri, hapishaneler vb. ile uygulanan hukuk, bu yolla bir “meşruiyet” oluşturur. Bunun geçerliliği de yasa koyucunun zor-şiddet araçları ve gücüyle sınırlıdır. Tüm bu özellikleriyle devletli hukukun adaleti uygulayabilmesinin zemini ve olanağı yoktur. Devletli sistemin uyguladığı adalet, yine onun oluşturduğu ölçülerde bir eşitlik sağlanacağından dolayı, ancak kendi klanına hizmet edebilir. Adaletin devlet klanına göre uygulanması demek, eşitsizliğin, iktidarın baskı ve sömürüsünün uygulanması demektir.

 

Pazarın Hukuku

Liberal adalet teorileri bu sert, buyurgan, cezalandırıcı hukuka dayalı adaletin katlanılabilir hale getirilmesi arayışında ortaya çıkar. Efendi ile kölenin aynı çıkarlar etrafında bir araya getirilmesi arayışında ortaya çıkar. Efendi ile kölenin aynı çıkarlar etrafında bir araya getirilmesinin hak ve özgürlükler bağlamında mümkün olmadığı bir zeminde, efendiyi köleye kabul ettirme arayışıdır. İngiliz deneycilerinden çağdaş adalet teorisyenlerine uzanan bir çizgide gelişen teoriler kapitalist hegemonyanın devamına dönük olmuştur. “ Piyasacı” ya da “usulî adalet” denilen liberal adalet anlayışı, farklı amaçların çatışmasız bir arada yaşayabilmesini sağlamaya yönelir. Eşitsizlikleri kabul eden ve onların eşitsizlik olarak bir arada yaşamasına dayanan bir adalet anlayışıdır bu. Eşitlik ise, yalnızca kanunla önündeki eşitlik olarak kabul edilir. Elbette bu “kanun” kapitalist devletin hukukundadır.

Kapitalist uygarlığın son çağdaki adalet anlayışı Amerikalı teorisyen John Rawls tarafından teorize edilen “doğruluk ya da haktanırlık olarak adalet” formülüdür.[5] Rawls, iki temel ilke tespit eder: 1) Her insan alabildiğine geniş temel özgürlükler karşısında eşit haklara sahip olmalıdır. Bu, Rawls’ın bireysel özgürlük ilkesidir ve temel ilkesi budur. 2) Toplumsal ve ekonomik eşitsizlikler en çok sayıda insanın yararı gözetilerek giderilmelidir. Bu da eşitlik ilkesidir, dezavantajlı olanların yararına işler. Rawls Amerika fırsat eşitliği sloganını formülleştiriyor. Liberal adalet anlayışının sunduğu “cennet” fırsat eşitliğidir, bireylerin rekabet ve diğer piyasa etkileri karşısında eşit olmalarına dayanır. Eğer bireyler, topluluklar arasında bir eşitsizlik varsa, bu durumda adaleti “en kötüden yana” çalıştırarak hâkimiyeti gözettiğini ileri sürer.

Aşağı yukarı bu görüş ve ilkeler kapitalist modernitenin adalet anlayışını temsil eder. Liberal teori devletin siyasal alanını sınırlandırmak, onu düzeni korumak ve kamusal hizmetlerle sınırlı bir alanda tutmak ister. Eşitlik ve özgürlük gibi iki ana prensibi pazar etrafında tanımlamaya çalışır. Buna göre adalet karların nasıl bölüştürüleceğiyle değil, kaynaklarına karşı bireysel hakların korunmasıyla ilgilenir. Hukuk ise adaletsizliği önlemeye çalışır. Bu anlayış cezalandıran, önleyen, caydıran hukuk ve adalet anlayışının yumuşatılmış halidir. Devletle toplumun bozulan ilişkilerine yeni bir sözleşmeyle düzen kazandırmak ister.

 

Toplumsal Adalet

Adalete ilişkin teorilerin etrafında döndüğü sorular benzer olsa da, esas olarak cevaplarda ayrışmalar yaşanır. İnsanlığın ortak kaygıları her kesimde farklı bulur. Bu teorik yaklaşımlar içinde yüzü topluma dönük olanı bulup açığa çıkarmak için; 1) Toplum tanımında netleşmek, 2) Adalete dair sorularda seçici olmak gerek. Bu sonuncusu “ devletin adaleti”, “egemen-ezilen adaletinin uzlaştırılması” gibi kavram ve yaklaşımları direkt reddederek işe başlamak için gereklidir.

Toplumsallık eşittir komünalitedir. Klanın oluşmasıyla başlayan toplumsallık ahlaki ve politik değerler üzerinden var olur. Toplumun ilk hali olan klanda ahlaki değerler sistemi ve bunlar ışığında toplumsal yaşamın düzenlemesi gibi iki ana parametreyi içerir. Klan ayakta kalmak için kendi yasalarını, eş deyişle ahlakını oluşturur. Üretim ve bölüşümün şartlarını, öz savunma esaslarını, bir arada yaşama esaslarını oluşturur. Ahlakla “ ortak iyi”yi oluştururken, politikayla bunu her tür faaliyetin özüne yedirerek yaşama uyarlar. Bunun üzerinden yükselen toplumsal adalet de bu kolektif var olma halinin yaşamasına hizmet edecektir.

Toplumsal adaletin temel konusu paylaşımdır. Kaynaklar, görevler, hak ve özgürlükler paylaştırılırken toplum ve bireyin optimal dengesi gözetilerek hareket eder. Bu amaçla bazı temel sorulardan hareket eder. Paylaşım için karar verirken hangi değerler ve ölçüler öncelikli olacak; hak edişe göre mi, liyakate göre mi yoksa her ikisini de kapsayan daha üst bir tespite göre mi? Temel alacağı adalet anlayışı ne olacak? Devlet ve adalet arasındaki ilişkilere dönük yaklaşımı ne olmalı? Muhafazakâr-devletçi anlayış devlete karşılamamasını, ceberut devlet anlayışının korunmasını ister; liberal anlayış devleti pazardaki “eşitliğin” uzağında tutmak ister; devletleşen sosyalizm ise adalete ve diğer her şeye dair çözümü proleter devlete devreder. Toplumsal adaletin devletle ilişkisini netleştirmek yapılması gereken en önemli şeydir. Bunlarla birlikte adaletin özgürlük ve eşitlik kategorileriyle de ilişkilerinin açığa kavuşturulması gerek.

Bu gibi sorulara cevap ararken toplumsal problemle uğraşmak zorunlu hale gelir. Adalet tarafında dönen tartışmalar, toplumsal sorun etrafında dönen tartışmalarla bütünleşir. Eşitlik-özgürlük ilişkisi; devletin toplumla toplumsal yaratımlarla ilişkisi; paylaşımın nasıl organize edileceği; üretimdeki ücret, değer, piyasa, mülkiyet, sermaye gibi konulardaki düzenleme; kaynaklarının adil dağılımı vb. gibi tartışmalar bizi direkt toplumsal problemi tartışmaya götürür. Toplumda adaleti sağlamak, toplumsal probleme çözüm bulmakla başlar. İktidarın ortaya çıkmasıyla birlikte toplumsal problem başlar toplumsal bütünlük kaybolur, parçalanır, doğal akış kesintiye uğrar. Toplumsal adalet özellikle bu soruna dair çözümler içerir.

Toplumun kendisi, tüm yaratımlarıyla birlikte değişip-dönüştüğünden, adalet ve toplum bu dönüşüm kapasitesinin içindedir; onunla değişir, diyalektik akış karşısında statik kalmaz. Değişim ihtiyaçların güncellenmesi, yaşamı sürdürme kapasitesinin korunmasını içerirse doğaldır. Adalet de bu değişimin bir öğesidir.

Toplumsal adalet ile devletin karşılaştırılması yanlış bir karşılaştırmadır. Devlet, topluma rağmen oluşmuş ve toplumu baskılayarak hayatta kalan bir iktidar kliğidir. Dolayısıyla devlet eliyle toplumsal adalet uygulanmaz. Eril, totaliter ve iktidara devlet kliği toplumdan uzak tutuldukça toplum kendi adaletini uygulayabilir. Toplumu tahakküm altına alan her şey bu adaletin hedefinde olduğuna göre, toplumsal adalet de ilk önce devletle arasına mesafe koyarak işe başlar.

Eşitlik, ezen-ezilen kesimlerin arasında uzlaşma arayarak oluşmaz. Efendi köleyle asla eşit olmaz. Öncelikle eşitliğin farklılığı içerdiğini, ancak hiyerarşik rol dağılımına izin vermediğini görmek gerek. Farklılık bir arada yaşamanın koşuludur. Paylaşılan noktaların çoğaltılıp, zıtlaşılan konuların birer antagonist çelişki olmaktan çıkarılması esasına dayanır. Her bir özne kendini var edip koruyarak, kendi varlığıyla çelişkiye düşmeden ötekiyle ilişki zeminini oluşturabilirse, farklılıklar arasında eşitlik sağlanabilir. Toplumsal özgürlüklerin çerçevesi de bu tarz bir ilişkiyle korunabilir. Dolayısıyla toplumsal bağlamda eşitlik ve özgürlük toplumsallığın korunmasında eşit rollere sahiptir.

Toplumsal adalet esas olarak toplumun değerlendirme ve anlam verme ölçütüdür. Devletle birlikte yabancılaştırılmış, devlet hukukuyla baskı altına alınmış toplumun gerçeğe dönüşünün de panzehiridir.

 

Yararlanılan Kaynaklar

[1] Henry Bergson, Ahlakın ve Dinin iki Kaynağı, Çev. Mukadder Yakupoğlu, Doğu-Batı yay. Ekim 2004, sy. 60

[2] ) Age sy.69

[3] A.Öcalan Maskesiz Tanrılar ve Çıplak Krallar Çağı, ÇetinYayıları

[4] J.Habermas, Öteki OlmaK, Ötekiyle Yaşamak, Yapı Kredi Yayınları, sy, 169

[5] Yeni Sol yeni Sağ, Derleyen: Armağan Öztürk, kapitalizm ve Adalet, Buğra kalkar, Phoenix

Bunları da beğenebilirsin

Yoruma kapalı.