Düşünce ve Kuram Dergisi

Bir Direniş Dinamiği Olarak Etnisite ve Demokratik Ulus Hareketleri

M. Aydın Söğüt

“Yanlış tarihle doğru yaşanmaz. Kendi özgürlük tarihlerini doğru yazamayanlar özgür yaşayamazlar”
Abdullah Öcalan

Tarihi, sınıf temelli çatışmalarına dayandırmak, dil, din, kültür, etnisite ve ırk gibi verili ya da edinilmiş toplumsal kimlikleri ya görmezden gelmeyi ya da bu farklılık ve dinamiklerin endüstriyalizmin dönüştürücülüğü, tek pazar ve toplumsal mühendisliğin homojenleştirici etkileri altında yok olacağını varsaymayı gerektirir. Nitekim öyle de davranıldı. Sınıf temelli toplum çözümlemesi gelişimi ve ilerlemeyi etnik, ırki, dini ve diğer özgünlüklerden arınmış ve türdeşleşmiş bir çelişki ve çatışma olarak algıladı. Aydınlanma, Rasyonalizm ve ilerlemecilik başta olmak üzere, Liberalizm ve karşıtı Marksizm’in görüş birliğine vardığı önemli noktalardan biri de bu homojen toplum algısıydı. Liberalizm “birey” kimliğine indirgenmiş ve esasta toplum dinamiklerini köreltmeyi ve yok saymayı öngören bir “özgürlükler ve haklar” perspektifini tedavüle sürerken; Marksizm, toplumdaki en sömürülen sınıf olarak görünen proletaryayı tarihin motor gücü olarak niteleyip direnişi salt buna bağlamıştır. Toplumdaki ideolojik kimlik farklılıklarının yanı sıra köylülük, gençlik, kadın gibi temel toplum tabakaları işsizlik ordusu ve göçmenler ile “iç sömürge” statüsündeki farklılıklar etkisiz elemanlar kabilinde sayıldı.

Kadın, gençlik ve köylülük gibi tabakalaşmalar tanımlanmış ve sınırları çizilmiş olan tek Pazar / ulusdevlet homojenliğinde bir nebzeye kadar “rasyonalize” edilebilmiştir. Fakat Egemen ulusun apaçık etnik, mezhebi, dini, kültürel kimliğine ve tarifine uymayan farklılıklar için bir izahat bulunamıyordu. Asimilasyon politikası ancak güçlü ve zengin bir toplumsal kültür baskın ise başarılabilirdi. Kısmen “başarılı” örnekler de yaşandı. Ama kapitalist modernitenin varlığı gereği toplumun kültürel olarak yozlaştırılması, dağıtılması ve bireyciliğin öne çıkarılması icap ettiğinden, farklılıkları asimile edebilecek merkezi bir toplumsal yapı kalmıyordu. Kültür endüstriyalizmi toplumsal bağları parçalayıp geçici stereotipiler yaratıyordu, ama bu tehlike farklı kimliklerin daha da içe kapanmasına ve korunma refleksine yol açıyordu. Sonunda, başvurulan “çare” farklılıkları dışlamak ve onları ötekileştirmek oldu. Bunun sonucunda, tarihin ilk evrelerinden itibaren, devletli uygarlık güçleri karşısında da temel bir direniş dinamiği olan etnik kabilesel kimlik yeniden gün yüzüne çıkmaya ve direniş odağı olmaya başladı. Şu anda dünyanın dört bir yanındaki çatışmaların ve direnişlerin önemli bir bölümü etnik karakterlidir. Bu Latin Amerika’daki yerli kalkışması ve demokratik yönetim deneyimlerinden Çin’in Sincan’ına; Avrupa’daki toplumsal çatışmalarından reel sosyalizm sonrasıçelişkilerine; Kafkaslardan, Afrika’ya ve oradan da Ortadoğu’daki etnik ve mezhepsel çatışmalara kadar böyledir.

Çatışmanın şiddeti ve biçimi farklı coğrafyalarda farklı düzeylerde seyrettiğinden yanlış algılanmaları da söz konusu olabiliyor. Sanıldığın aksine, son yüzyılda etnik çelişkinin en yoğunca yaşadığı ve yaşanacağı coğrafyalar Afrika, Ortadoğu ve Kafkasya’dan çok Batı Avrupa ve Amerika’dır. Azınlık halde kalmış toplulukları ulus-devletin siyasal varlığı içindeki “iç sömürge” olarak tanımlayan Michael Hechter, bunu modernizimin yapısına bağlar; “Modernliğe geçiş devlet (ve tekeline aldığı toprak-ülke parçası) yüzeyini kat eden ve ilk önce etkilenen bölgelere yarar, çevre bölgelere ise zarar getiren bir dizi eşitsizlik dalga biçiminde gerçekleşir.” Genelde de görüldüğü gibi, “merkezi etnik yapıyla çevredeki etnik yapılar farklıysa, sömürgeyi tanımlayan eşit olmayan bir değişim ilişkisi gelişir.” Bu da ileri kapitalist ülkelerde esas eşitliksizlik olgusu olarak etnik tabakalaşmanın sınıfsal tabakalaşmanın yerini alması demektir. Bu azınlıkları, Hechter, “maddi ve kültürel sömürülme biçimleri altında ezilen, henüz doğuş halindeki birer ulus” ve “ ‘Birinci Dünya’nın kalbindeki üçüncü dünya müfrezeleri” olarak tanımlar.

Çağımızın çok kültürlü başkaldırılarının Amerika, Britanya ve hemen sonrasında Avrupa ve Avustralya’da 1960’larda ortaya çıkması bunun kanıtıdır. Tarımsal sistemlerdeki geleneksel yapının (adını koymak gerekirse köylülük ve etnik–kabilesel kimliklerin) sanayi toplumunun içine çekilerek eritilmesi, bir kapitalist modernite projesiydi. Hem bu nedenle ve hem de ucuz iş gücü hesabıyla, gerek eski sömürgelerde ve gerekse “Güney” den “Kuzey” e göçlerle geleneksel toplum zeminlerinden merkezi kapitalist kentlere akış teşvik edildi, hatta kitleler buna zorlandı. Resmen itiraf edilmese de devlet ulusunun belli bir dine, mezhebe, etniğe dayandırılması zaten içerde merkez-çevre ve egemen–azınlık kimlikleri çelişkisini ortaya çıkarmıştı. Göç dalgaları herhalde bunun panzehiri olarak da düşünüldü. Zira yeni gelen yurtsuz yurtsuzlar kendileriyle maddi-manevi geleneklerini getiremeyeceklerinden, egemen homojen kimlik içerisinde rahatlıkla özümlenebileceklerdi. Düşündüklerinin aksine, göç olgusu da temel bir gerginlik sebebidir. Tarihin tüm çağlarında göçler gerginliğe yol açmıştır, ama günümüzün egemen ulus ırkçılığı soruna farklı bir boyut katmıştır. Yakın zamanda Avustralya’da bir Bakan’ın şu sözleri konuyu özetler niteliktedir; “Biz homojen bir millet yaratmak istiyoruz. Makul biri buna karşı çıkabilir mi? Her hükümetin temel hakkı milletin birleşimine karar vermek değil midir? Bir aile reisinin evinde kimin yaşayacağına karar vermesinden farklı bir yargılama değildir.”

Milletin birleşimine karar verme hakkı hükümetinmiş! Aborjin uyanışına ve ekonomik sebepli göçlere karşı böyle bir ifade kullanılıyor. Hem atalarının yakın zamanda göçmen olarak gelip yerleştiği bir coğrafya için… Hem de o coğrafyanın yerlilerine karşı… Bu durum, akla Freud’un “sapkınlık” teorisini getiriyor. Zira bu yaklaşım tarihseltoplumsal olgu açısından bir sapkınlıktır. Freud, “sapkının klinik olarak sapkın olmayanlar tarafından anlaşılmasının imkânsız olduğunu, çünkü irrasyonel bir davranışın rasyonel düşünmeye çalışan biri tarafından anlaşılamayacağını’’söylemişti. Bir halkı, bir dini veya bir kültürü “ pis, çıkarcı, geri, hırsız vs” ile suçlamak irrasyonel bir davranıştır, ama bu davranışın sahibini ikna etmek zordur. Yani Avustralyalı Bakan’a Aborjinlerin, Nazilere, Yahudilerin, Türk ırkçılarına, Kürtlerin Beyaz ırkçılara, Zencilerin “ hırsız, vahşi, barbar, geri” olmadığını ve bunu böyle görmenin akıldışı olduğunu izah etmeye ve kanıtlamaya çalışmanın pek yararı yoktur. “ Rasyonalizm” sloganıyla başlamış ulusdevletçiliğin en “irrasyonel” bir söylem ve zihniyete kapılmış olması belki de tarihin bir cilvesi!

Kapitalist modernitenin boğazlaşmalara sebebiyet veren ve kesinlikle de bir çözüm olarak görülmeyeceği bugün ortaya çıkmış olan homojen ulus-devletçiliğine karşı, A. Öcalan’ınDemokratik Modernite perspektifi çok kültürlülüğe, ahlakipolitik topluma, yerelkomunal demokrasiye ve ekolojik duyarlılığa dayalı demokratik uluslaşma alternatifi, çözüm için bir nefes olmanın ötesinde, mevcut karmaşa ve tıkanıklığa karşı da adeta bir zorunluluktur. Her alternatif kendisini sağlam tarihsel temellere dayandırır. Devletçi iktidarlar bu yönlü uydurma tarihleriyle namlıdır. Bu gerçeklik, tarihsel temellere dayanmayı boşlamaz, aksinegerekliliğini gösterir. Yerel-komunal demokrasiye dayalı olmak demek, en temel tarihsel ve doğal toplumsal formlara duyarlı olmak; her farklılığın kendini geliştirebilmesine olanak açmak; hiç biri lehine bir diğerini ötelememek ve dolayısıyla çok etnikli, çok kültürlü, çok dinli, çok dilli ve daha bir çok çokluluk içinde ekonomik-ekolojik Saiklerle veya ideolojiksiyasal programlarla bir araya gelmeyi öngörmek demektir. Tarihe dönerek de bunun olanaklarına, mümkün olup olmadığına toplumsallığa güç verip veremeyeceğine ve cennet tasarımlarından gelecek ütopyalarına kadar bir çeşitlilik arz eden özgürlük ve eşitlik arayışına bir cevap verip veremeyeceğine kanaat getirmek gerekiyor.

Köleci uygarlıkların köle seferlerine karşı direnişin ağırlıkta etnikkabilesel renkte olmak lazım geldiği açıktır. Zira devletlerin köle kaynağı çevre topluluklarıdır, yani ova, çöl, orman ve dağ kuytularındaki “barbar”lardır. Devletlerarası savaşlarda ele geçirilen esirlerin de bir köle kaynağı olduğu doğrudur. Ama sadece devasa Çin Seddi’nin, Mısır Piramitleri’ ni, Mezopotamya Zigguratları’ nı ve daha bir sürü tanrısallaşma egosunu ifade eden eserleri ele aldığımızda bile, o zamanların nüfus gerçekliği iş gücü kaynakları için coğrafyanın çeperine en yüksek yerlerine ve derinliklerine kadar emperyalist seferler düzenlemesini gerektirir. Kabileler buna karşı direnmek durumundadır. Bu direniş yeri geldiğinde konfederasyonlara, karşı saldırılara ve aynı türden ganimet seferlerine kadar da varır. Bu durumda A. Öcalan’ın tespit ettiği gibi, kabileler yani etnisiteler hem uygarlıkçıdevletçi mecrada hem de antiuygarlıkçı çizgide temel bir rol oynar. Gordon Childe’nin uygarlığın doğusunda da kabilelere benzer bir rol biçtiğini biliyoruz. Yukarı Mezopotamya’dan taşınan tarımköy toplum kültürü Aşağı Mezopotamya’da kentleşmelere varır. Aşağıdan Amorit ve yukarıdan da Aryen kabilelerin bu merkezlere akınları sonrasında sınıflaşmalar belirginleşir, askeri bürokrasi oluşur ve devletleşme, ardından da imparatorluklar türer. Kabile yaşamı eşitlikçi ve komünaldır. Ama uygarlık merkezleriyle karşılıklı etkileşim, askeri teknolojinin verdiği güç ve daha büyük orduları dizayn etme gerekliliği kabile aristokrasinin oluşmasına, kabile içinde de sınıflaşmaya ve devletçilik kopyası tabakalaşmalara yol açar. Bundan sonra uygarlık merkezlerine yapılan saldırılara da kabile aristokrasisinin devletçilik labirentinde yer edinirken, diğer tabakalar (savaşı kazanmış olmalarına rağmen) ya erir, ya köleleştirilir, ya asker kalır veya coğrafyalarına geri çekilerek yeniden yapılanır. Bu bir gerçekliğe daha işaret ediyor. Büyük uygarlık ve namlı imparatorluklar kabileetnisite akınlarıyla kuruldukları gibi, yine benzer akınlarla dağılmışlardır. Amoritlerin Sargon’uyla kurulan Akad imparatorluğu Guti akınlarıyla; Babil ve devamı Asur imparatorlukları Hurri, devamı Med ve İskit akınlarıyla dağıtılmıştır. Aynısı Mısır-Huksoslar ve Roma –Gotlar/Cermenlar diyalektiğinde de vuku bulmuştur. Yani öyle sanıldığı gibi tarihteki büyük dönüşümler içsınıf çatışmaları değil, “barbar” kabile ve etnisite akınlarıyla gerçekleşmiştir. Bu akınlar ister askeri sefer niteliğinde isterse kitlesel göç biçiminin de olsun, ulaşılan merkezlerde tarihsel dönemeçlere vesile olurlar. Bunu belki de ilk fark edip teorileştirenlerden biri de Türkiye devrimci hareketinin önderlerinden Dr. Kıvılcımlı’dır. Tarihi sınıf çatışmalarıyla başlatma nosyonunu yetersiz bulan Kıvılcımlı, “Tarih ancak kapitalizmle birlikte sınıfların mücadelesinin tarihidir” deme ihtiyacı duyar. Bu çerçevede, göz ardı edilen etnik, kabilesel, dini dinamik ve farklılıklara; “barbarlar” a özellikle dikkati çekerek devrimi “ tarihsel devrim” ve “sosyal devrim” olarak iki kategoriye ayırır. Tarihsel devrim barbar toplulukların devlet merkezlerine saldırısıyla, sosyal devrim ise içteki sınıfsal iktidar savaşlarıyla gerçekleşir. Barbarların eşitlikçi, komünal, kolektif mülkiyet yapısına ve sınıfsızlığına özellikle vurguda bulunur.

Yukarıdaki tarihsel özetten şu sonuca varmak istiyoruz. Etnik kabilelerin tarihteki devindirici rolü artık yadsınamaz. Kabile aristokrasisinin iktidarcı eğilimi bulunmakla birlikte, genelde kabile yapısı antiuygarlıkçı, dolayısıyla antiköleci, antidevletçi ve antiemperyalisttir. Bunu kategorize edilmiş dönemlere vurduğumuzda da etnisite hem köleci, hem feodal ve hem de kapitalist uygarlığın karşısında yer almıştır. Hatta dinimezhebi renge bürünmüş direnişlerin çoğu da etnik tabanlıdır. İbrani kabilesinden Arap kabilelerinin İslam’ına; kendini Şialık biçiminde ifade eden Fars etnisitesinden Kürtlerin Yarsaniliği’ne veya Türkmenlerin Aleviliği’ne kadar sayısız örnek sıralamak mümkündür. Tarihte böylesine birçok sahip bu dinamiğin kapitalist modernite çağında yok sayılmasıyla silinip gideceğini sanmamak lazım. O halde, çağımızın direniş perspektifinde de bu gerçekliğin yansımasını ve ifadesini bulması elzemdir. Ama bu elbette ki antik çağların veya feodalitenin içe kapanmacı topluluklarını geri çağırmak anlamına gelmez.

 

Etnisiteden Çokkültürlülük ve Demokratik Uluslaşmaya Doğru

Tarihsel materyalizm belki de ancak kültüreltarihsel yaklaşımla kaynaştırıldığından daha anlamlı sonuçlara vardırabilir. Alman K. Lampercht’in formüle ettiği kültürel yaklaşım, tarihi incelemenin, insanların psikolojik geçmişlerini, kitle psikolojisini, topluluk halinde yaşayan insanların ortaklaşılmış, paylaşılmış amaç ve eylemlerini tarihsel seyir içinde ele alma yoluyla yeterli sonuçlara varabileceğini ifade eder. Buradaki kilit nokta kolektif duygu, paylaşım, fikir demek günümüzün bilgi yapısına da uygundur. Topluluğun maddi zeminiyle karşılıklı etkileşim içindeki bu özellikler tarih çarkının döndürücüleridir. Dolayısıyla da tarihi anlamak ve bugüne dair sonuçlar çıkarmak için söz konusu kolektif birikimi göz önünde bulundurmak şarttır. Bu özellikler en bariz biçimiyle etnik-kabilesel toplumlarda baş gösterdiği ve bugün itibariyle mirasının en iyi şekilde bu tür toplumlarda taşındığı için, etnisitenin veya etnik yapının-olgunun temel bazı özelliklerine değinmekte fayda var.

Sözlüklerde etnisite, “ortak bir ekonomi, toplum ve aile düzenine sahip olan ve birliği grup bilincine, dil ve kültür ortaklığına dayanan insan topluluğu veya kavim” olarak tanımlanır.  “Grup bilinci” ve “dil, kültür ortaklığı” belirlemelerinde vurgu yapıp A. Öcalan’ın “ kavimsel kimlikler, tarih boyunca ortak bir dil ve kültür kökenine dayalı aşiretlerin daha üst düzeyde gelişmiş biçimlenişi olarak gelişirler” tanımıyla tamamlayalım. Bu ortaklık doğal olarak ilerleyen aşamalarda bir mekânla yani yurtla özdeşleşmeyi getirir.  Bunun bir sonraki adımı sistemleşen bir siyasal yönetimin kurumlaşıp süreklileşmesi olur ki, çağımızda bu süreklilik “ulus” olarak forma kavuşmuştur. Yanı sıra, bu aşamaların herhangi birini tamamlamamış, her hangi birinde ısrar etmiş veya kalmaya zorlanmış toplumlar da olmuştur. Günümüzdeki “devletsiz ulusların” ve yine  “iç sömürge” konumundaki azınlık toplumların birçoğu böyledir. Merkezi bir siyasal sisteme kavuşmamış olmak devletçi- iktidarcılığın kirlerinden kurtarmışsa da “ tarih- dışı kalma veya kimliksizleşmeye zorlanma gibi tehlikeleri de barınmıştır.

Antropolog C. LeviStrauss’nun “ İspanyollar kıtaya ayak bastığında İsles yerlileri kendilerine bunların tanrı mı yoksa insan mı olduklarını sorarken, beyazlar da kendilerine yerlilerin insan mı yoksa hayvan mı olduklarını soruyordur” bulgusu, herhalde binlerce sayfalık külliyatla yapamayacağımız izahatı yapabilmektedir. “ Beyaz uygarlık”la bulanmamış toplumların zihniyet dünyasıyla “uygar zihniyet” arasındaki farkı apaçık bir biçimde ortaya koymaktadır. Biri, karşısındakini tanımlarken en aşağı ihtimal olarak çıtayı kendisi gibi, kendi eşiti insan seviyesinde tutarken, diğeri en yüksek derece olarak “ insan” sıfatını layık görüyor. Çokça sözünü ettiğimiz benmerkezciliğin, bireyciliğin, bencilliğin, çıkarcılığın, kendi dışındaki her şeyi “ nesne”leştirmenin yansıması ancak böyle olabilir.

Bu ipucu bizi uygarlık sistemi öncesi veya uygarlık sürecinde ve sonrasında da bir şekilde dışarıda kalıp kendini koruyabilmiş doğaletnikkabilesel toplum özelliklerine götürüyor. Literatürde “etnik felsefe” diye bir alan var; ama “etnik felsefe” derken bizim kast edeceğimiz etnik topluluğun düşünüş, davranış ve yaşayış tarzı; dünyaya bakışı, algılayışı, hissedişi ve eylemidir. Yazılı bir geleneği olsa dahi (çoğunun yoktur) bu toplumların kolektif hafızası sözlüdür; geleneklere dayanır, felsefelerde, deyişlerde, dini veya ekonomik töre ve törenlerde, inançlarda, masallarda, müzikte, toplumsal ahlakta, toplumun tartışma ve çözüm mekanizmalarında ve günlük yaşam pratiklerinde yaşanır. Temel değerler öylesine doğal bir şekilde yaygınlaşmış ve sistematize olmuştur ki bildiğiniz anlamıyla “bireysellik” yoktur; komünal bir ve bütün kavme-etniğe-kabileye aittir. Ahlak ve değerler sistemi en ahımşahım anayasahukuk sisteminin sağlayamayacağı kadar bir ilkeler bütünselliğine sahiptir. Toplum içinde doğal otoriteler, yani maddi-sınıfsal bir ifadesi olmayan öncelik ve öncülükler mevcuttur. (uygarlıkla tanışma oranında bir bozulmanın gerçekleştiğine yukarıda işaret etmiştik.) kafalarımızdaki gibi bir bireyselliğin olmayışı, bireyin tamamen erimiş olduğu anlamına gelmez. Aksine her birey kendi gücü, yeteneği ve eğilimine göre kimlik edinmek ve kendini ispatlamak durumundadır. Ama burada bireyselleşme demek toplumsal yararlılıkta etkin rol almak demektir. Günümüzdeki bireysellik ise toplum aleyhine daha fazla maddi çıkar elde etme, “rahata kavuşmak” ve toplumsal yükümlülüklerden azade olmak anlamına geliyor. Geleneksel toplumda en büyük ceza toplum dışına itilmek iken, günümüz bireyselliği için bu elitlere ait bir lükstür. Yer yer toplumsal yapı çok katı ve muhafazakar karaktere de bürünür. Ama en gaddar devletin bile başaramadığı bir mutlakıyetin kendiliğinden oluşması bu kolektif ruhun gücünü de gösterir. Aşırı içe kapanma (muhafazakârlaşma) içte bir mutlakıyetçi otoriteye, dışa karşı ise ben-merkezciliğe ve dolayısıyla herkesi kendi vizyonundan, kendi değerlerinin terazisinden ele alan bir etnik-merkezciliğe yol açabilir. Tarihteki konfederasyonlaşmalar ve Pazar ilişkileri devletli merkezlere karşı bir cephe amaçlı olduğu kadar, söz konusu etnik-merkezciliğe karşı bir tedbir olarak da rol oynamış veya rol verilmiş olabilir. Her halükarda, benmerkezciliğin batılı uygarlığın karşısına çıkan ilk farklılığı “hayvan” olarak algılaması düzeyinde yozlaşmamış olduğunu hatırlatmakta fayda var. Kanlı kabile savaşları olmuştur ama antropolojik araştırmalar yine göstermiştir ki, sembolik düzeyde kalan ve yalnızca kısmi yaralanmalarla sonuçlanan kabile-klan savaşları da az rastlanan bir olay değildir. Diğerleri büyük ihtimalle iktidarcılıkla kirletilmiş olanlardır. Çağımızın sosyal bilimleri kapanmacı kabileciliğin otoriterliğe ve ırkçılığa yol açtığını iddia eder oysa tarihsel dayanaklarıyla da sabittir ki, otoriterlik ve mutlakıyetçilik bir devletçi-iktidarcı saiktir ve ırkçılığın en alası egemen kapitalist modernite ulus-devletçilikleriyle sergilenmiştir. Bugün dahi ırkçılık daha çok batının kapitalist devlet toplumlarında yaygınca baş göstermektedir. Ortadoğu’da yaşanan durum ise ırkçılıktan çok mezhepçiliktir ve bu yönden baktığımızda bile, çoğu Avrupa ulus-devletinin gerçekte birer mezhep devleti olarak doğduğu karşımıza çıkar.

Tüm bu gerçeklikler tarihsel bir direniş ve dönüşüm dinamiği olup temel doğal toplumsal değerleri bağrında taşıyan etnisite ve onun gibi mezhep vb. farklılıkları çağımızın sosyalizm mücadelesinin ve diğer özgürlük ve eşitlik hareketlerinin kazanımlarıyla buluşturma, günümüzün ihtiyaç zeminlerine göre formülasyona kavuşturma gerekliliğini de önümüze koymaktadır. Yerel doğrudan demokrasi, kolektif, kendine yeterli üretim ve eşitlikçi paylaşıma, özyönetime dayalı Konfederalizm projesini tasarımlarken bile M. Bookchin, aşırı yerelliğin ve kapalı ekonomiye kayma eğiliminin territoryalizme ve bölgesel bağnazlığa yol açma tehlikesini gözden ırak tutmamakta ve kendine yeterlilik ile özyönetim ilkeselliğinin yanına karşılıklı bağımlılık ve dayanışmayı da koymaktadır. Aynı negatif olasılıklar ve gerekli ideolojiksiyasi-örgütsel tedbirler etnisite hareketinin formülasyonu içinde geçerlidir. Ne kadar devletçi uygarlığın lanetli etkilerine bağlasak da karşımızda uluslaşmacılık güç bir yansıma ve taklidi olarak gelişen bu durum gerek Afrika ve Asya’da, gerekse Ortadoğu’da kanın gövdeyi götürmesine yol açıyor. Gerekli paradigmatik dönüşümler, zihniyet devrimi ve siyasal tedbirler etkinlik göstermediği takdirde, reel sosyalizm örneğinde olduğu gibi, kapitalist modernitenin değirmenine su taşıyıcı kanal işlevi görmekten kurtulamayacaklardır. Ortadoğu zeminindeki son isyanların da bir türlü sonuç alıcı kılınmamasının gösterdiği gibi, er veya geç Demokratik Modernite çözümüne gelmek gerekecektir. Ama bundan önce, yukarıda açımladığımız tarihsel dayanaklara ek olarak günümüzdeki bazı dayanaklara ve parametrelere değinmek yararlı olacaktır.

Homojen ulusdevletçiliğin dışladığı ve modernitenin merkezindeki “Üçüncü Dünya Müfrezeleri” olarak tanımlanan farklı toplumsallıklara değinmiştik. A. Öcalan bunu modern kölelilik olarak tanımlıyor :“Başka ulusların, doğrusu devlet, yönetime sahip ulusallıkların yönetimi altında olan halklara, kabileler toplamına ulus değil, köleler toplumu denir.” 20. yy. son yarısıyla beraber bu köleler toplamı bir uyanış ve kalkışma içerisine girmiştir. Literatürde çok kültürlülük hareketleri olarak geçen mücadeleler bu kalkışmanın parçalarıdır. Ve azımsanmayacak bir teorikpratik deneyim vardır: tıpkı Feminizm gibi, tıpkı ekoloji hareketi gibi, tıpkı alternatif kolektif ekonomi gibi, tıpkı özerk toplum deneyimleri gibi, tıpkı cinsiyet hareketleri gibi gerek kendiliğinden ve gerekse örgütlüprogramlı bir biçimde harekete geçmiş dinamikler söz konusudur. Eksik olan, bunları marjinalize olmaktan kurtaracak bütünlüklü bir paradigmatik bakış, ideolojik perspektif ve siyasal programdır. Devlet ulusçuluğuna karşı “farklılıklar temelinde birlik” ve homojenleştirmeye karşıda “azınlıkları koruma” şiarıyla başlayan çok kültürlülük hareketi özellikle Batı’da taban bulmuş ve kazanımlar elde etmiştir. Çok kültürlülük bütün kültürleri fark gözetmeksizin değerli, kimlikli, ilkeli, değerler sistemli ve orijinal bulur ve hepsinin kendisini örgütleyebilmesini, geliştirebilmesini, kamuda yer edinebilmesini ve siyasal karar mekanizmalarında etkin olmasını savunur ve bunun için mücadele eder. Her kültür farklı anlam ve değerler sistemine sahiptir. Dolayısıyla her birinin eşit yaşama hakkı vardır. Her kültür bu açıdan eşsizdir ve birinin tükenmesi yaşamın eksilmesidir. Yanı sıra her kültür esasta yine kendi içinde çoğulcudur, farklı gelenek ve toplumsallıklarla tarihten beri karşılıklı bir diyalog ve etkileşim içindedir. Devletçi müdahale bu doğal dengeyi bozmaktadır. Farklılıklar derken, sadece egemenulus içindeki farklı etnisitelerden değil, diğer tüm farklılıklardan söz edilir. ABD’deki siyahlar veya Hispanikler, Latin Amerika’daki yerliler, Müslümanlar; Müslüman ülkelerdeki Hıristiyanlar ve diğer inançlılarinançsızlar; Avrupa’daki Müslümanlar, göçmenler, Romanlar veya yerli ulus-devletsizler; Ortadoğu’daki Kürtler, Filistinliler veya Asurîler, Ezidiler; Rusya’daki Müslümanlar veya Kafkas halklar vs… Bunların her birinin özgürlük, eşitlik veya kimlik/farkındalık mücadelesi, doğal olarak eşitlikçi toplum mücadelesidir. Kendi içlerinde mutlakıyetçi olmaları bir demokratik toplum sorunudur, ama egemen sisteme karşı duruşları objektif bir misyon taşımaktadır. Sözünü ettiğimiz paradigmatik dönüşüm ve zihniyet devrimi, içte demokratik toplum hareketi olma özelliğini de kazandıracaktır. Bunun öncellikli adımı da egemen paradigmanın zihniyetinden, kavram, kuram, yöntem ve araçlarından kopmaktır. Uluslaşmayı bir kapitalist pazara ve devlete bağlayan kuramdan, “bağımsızlık” ve “özgürlük” gibi kavramlara kadar, her şeyi yeniden tanımlamak ve formüle etmek gerekecektir. Klasik Marksizm’de önceleri köylülüğün , günümüzde ise etnisitenin – etnik hareketlerin sınıf savaşımına darbe vuran öncüler olarak görülmesi yaklaşımının da aşılmasını gerektirir. Bunu çözümlediğimizde altından burjuva ulusdevletçiliğinin veya burjuvazinin geleneksel iktidar yapılarıyla girdiği çatışmanın etkileriçıkacaktır. Yani burjuvazinin iktidar mücadelesindeki toplumsal mevzilenmesi Marksizm’e de sirayet etmiştir. Manevi inançların, kültürel farklılıkların ve kadının ötelenmesi buradan kaynaklanır. Zaten şuan o bilinçteyiz ki, burjuva ve ulus homojenliğine karşı tersinden bir homojenlikle ne mücadele edebilir ne de bundan toplumsal özgürlükler beklenebilir.

Buradan bir sonuca daha varıyoruz; Nasıl ki çok kültürlülük anlayışı herhangi bir kültürü diğerinden üstün veya aşağı olarak tanımlamayı reddediyorsa, herhangi bir toplumsal mücadele dinamiğini de diğerlerinden üstün veya aşağı tanımlamayı ret edeceğiz. Sınıf mücadelesi özünde bir ekonomik eşit paylaşım mücadelesidir. Farkındalık mücadeleleri de kültürel eşitlik ve özgürlük savaşımı olduğuna göre, bunlar ancak birbirini tamamlayıcı, besleyici olabilir. Ama farkındalık mücadelelerinin sosyalizm kadar formüle edilmediği ve bir strateji ve programa kavuşturulmadığı ve bu nedenle devletçi işlevi gördürdüğü de doğrudur. Buna rağmen Latin Amerika halklarının son on yıllardaki mücadelesi bu açıdan umut vericidir. ABD’nin Ortadoğu batağına saplanıp çıkamamış olmasının etkisiyle artık yeterli dış desteği alamayan faşist rejimlere karşı peşpeşe halk zaferleri gerçekleşmektedir. Etnik yerli hareketin sınıf mücadelesiyle içi içe ve alternatif yerel belediyecilik, demokratik özerklik gibi siyasal programlarla beslendiği bu coğrafyada siyasal rejim olarak çok ulusluluk da denenmeye başlamıştır. Bolivya, Venezüella ve takipçileri çok uluslu yapıya resmen geçiş yapma sürecindeler. Tüm kıtaya yayılan mücadele birlikleri ve konfederasyonlar güçlenmektedir. Adeta tarihteki aşiret konfederyasyonlarının egemen uygarlık merkezine karşı cephe alışı gibi, bu coğrafyada da ALBA ( Latin Amerika için Bolivarcı Alternatif) gibi konfederasyonlar, yine yerel birlikler (Brezilya’da MST, Meksika EZLN, Kolombiya’da FARC, Bolivya’da Fejuve, Ekvador’da CONAIE, Venezüella’da Bolivar çemberleri, Komünal Konseyler vb gibi) özelde gerici burjuva kalıntılarına ve genelde de dünyasisteme karşı bir cephe duruşu yaşanmaktadır. Ortadoğu özgünlüğünde on yıllardır süregelen Kürt ve Filistin özgülük hareketleri ortada. Günümüzde de mezhep kavgasına dönüşen isyanlar devam ediyor. Sadece Suriye somutu için yapılacak bir çözümleme bile çarenin demokratik ulus olacağını gösterecektir. Kürtler bu yönlü ilk pratikleştirme adımlarını atmıştır. Devletsiz, radikal toplum demokrasine dayalı perspektifleriyle Kürtler, diğer azınlıklarla beraber etkin oldukları alanlarda halk meclisleri, kadın meclisleri, gençlik federasyonları yoluyla örgütlenmek, öz savunma güçlerini de oluşturarak rejim sistemini işlevselleştirmeye başladı. Savaş devam etmekte. Hem rejim tarafından hem de devletçi sisteminin beslenmesi çeteler tarafından silahlı ve ideolojik saldırılar yaygınca sürdürülüyor. Halk meclisleri buna karşı da direnerek demokratik uluslaşma sürecini başarıya götürmeye çalışıyor.Bu sistemde tek dil, tek bayrak, tek mezhep, tek din tek millet ve diğer hiçbir tekleme ve tekerleme savunulmayacaktır. Diğer tüm unsurlar da sonu belirsiz bu mezhep ve etnisite dövüşünün anlamsızlığını şimdiden görüyorlar ve ister beğensinler ister beğenmesinler, ister işlerine gelsin isterse gelmesin eninde sonunda çokluluk temelli demokratik ulus projesine sahip çıkmak zorunda kalacaklardır. Bu Mısır içinde, İran için de, Irak içinde, İsrail-Filistin içinde, yine Türkiye için de geçerlidir. Diktatörlüklerden “kurtarılan” Arap ve Kuzey Afrika ülkeleri yeniden bir ulus devlet taklitçiliğiyle merama eremeyeceklerine göre, Kuzey’den Güney’e doğru bu demokratik ulus akımının Afrika’da da yayılma şansı vardır, İran’dan Asya’ya doğruda… İrlanda’dan Bask’a ve Korsika’ya, oradan Balkan ve Kafkaslara Hindistan ve Çin’e kadar, süregelen ulusdevletleşmemiş halk mücadeleleri yeni ulusdevletler oluşturmak yerine çoklu ulusal kimliklerin bir arada yaşayabileceği, katılabilecek demokratik yapılanmayı tercih edecektir. Egemen ulusdevletler ya Sri Lanka gibi bu farklılıkları tümden katletmeyi öngörecek (ki bu fiziksel olarak da mümkün değil) yada kendi tekçi yapısından taviz verip demokratik topluma duyarlı hale gelecektir. Ezilen toplumlar da ya kendi tekçi devletlerini kuracak (ki dünya dengesi alternatif bir bloğun bulunmayışı sebebiyle de buna çok elvermiyor) ya da özgürlüğün ve bağımsızlığın illa bir devlet kurmaktan geçmediğini öngören katılımcı, çok kültürlü demokratik ulus toplumsallığını geliştirecektir. 21.yy’da ortaklaşabilecek beki de temel noktalardan biri de bu olacaktır. Dünyadaki tüm hareketleri tek tipliliğe çağırmak zaten yanlıştır. Her yerde eş zamanlı tek bir biçimle çözüm aramak gerçekçi olmayacaktır. Ama bütünsel bir perspektif, karşılıklı ilişki ve gerekli durumlarda askerisiyasi cepheleşme de olasıdır. “çokluk, farklıklar temelinde birlik” gibi esnek sisteme yaklaşımı, mekânsal ve zamansal farklılıkta da esnekliği kabul etmek durumundadır. Kutsal kitaplara geçmiş, “yetmiş iki milletli Babil efsanesi” 21.yy’ın rejimi olmaya adaydır.

Bunları da beğenebilirsin

Yoruma kapalı.