Düşünce ve Kuram Dergisi

Türk Ulusçuluğunun Aleviler Üzerindeki Etkileri 

İbrahim Karakaya

Konuyu anlamak için bazı kavramların açıklanmasına ihtiyaç var. Ulus nedir? Ulus devlet ne anlama geliyor? Feodal Osmanlı İmparatorluğu’ndan Türk devletine geçiş sürecini, bu geçiş süreci ve sonrasında ulus devletin Alevi Bektaşi toplumuyla kurduğu ilişkileri incelemek gerekiyor.

Kapitalizmin öngördüğü ulus tanımlaması “Belirli bir pazar ve devlet sınırları içinde yan yana gelmiş, kader birliği oluşmuş, dili ortak ve aynı tarihsel geleneğe sahip insanların meydana getirdiği geniş ölçekli bir aidiyet ve örgütlenme şeklinde ifade edilir”.[1]

Genellikle Türkiye’nin bir ulus devlet olduğu ifade edilmektedir. Ancak Türk devlet yapısına ve devlet ile toplum arasında kurulan ilişkinin niteliğine baktığımızda ulus devletten çok devlet ulusu modeliyle karşılaşmaktayız. Var olan devlet, bir ulusun kurduğu devlet değildir, ancak devlet kendisine ait yeni bir toplum kurmayı istemektedir. Türkiye’de bir ulus devleti inşa etmenin arkasında devletin kendi ulusunu yaratma arzusu vardır. Bütün toplumu her açıdan homojenleştirme düşüncesi, devlet toplumu anlayışının temelidir. Devlete ait homojen bir toplum projesi, ülkemizde var olan bütün dinî ve kültürel farklılıkları reddetme, bastırma ya da imha etme suretiyle gerçekleştirilmeye çalışılmıştır. Türkiye’nin son yüz yılda yaşadıkları, devletin toplum kuramayacağını ancak yapay toplama bir yığın meydana getirebileceğini ortaya koymaktadır. Devlet müdahaleleri ve toplum mühendisliği uygulamalarından dolayı Türkiye sahici anlamda bir toplum olmayı başaramamıştır. Türkiye’nin temel sorunu, sahici bir toplum olmamasıdır. Devletin ulusal birlikçi ideolojisi, Türkiye toplumunu homojen olarak kurgulamaktadır. Aslında devletin resmî çizgisinin yaptığı, Türkiye’nin sahici sosyal ve kültürel çoğulculuğunu inkâr ve imha etmekten başka bir şey değildir. Tasada ve kıvançta ortak duyguları paylaşan, sınıfsız imtiyazsız birbiriyle kaynaşmış bir toplum inşa etme iddiasıyla ortaya çıkan devlet ulusu projesi, toplumsal, kültürel, dinî, tarihî ve dilsel gibi her türlü farklılığı inkâr etmiş, onların yerine devletin çizgisinde etnik, dilsel ve kültürel açıdan homojen bir toplum inşa etmeye çalışmıştır. Alevîlik, devlet ulusu şeklinde ifade edilecek homojenleştirme projesinin en büyük kurbanlarındandır.[2]

Ulusun görevi; bir millet ve milletin sahip olduğu bir devlet yaratmaktır. “Millet yaratma fikirleri geçmişte de dile getirilmiştir. Örneğin İtalya’nın birliğini sağlayan İtalya Krallığı’nın ilk parlamentosunda, İtalyan politikacısı olan Massimod Azeglio’nün (1798-1866) ‘İtalya’yı yarattık, şimdi de İtalyanları yaratmalıyız’ biçimindeki ünlü deyişinin millet ve milliyetçilik konusunda yeni araştırmalara yol gösterdiği kesindir. Milliyetçiliğin özü, ulus ve devletin özdeşleşmesidir. Ulus-devletin özü, bu özdeşleşmedir.”[3]

Uluslaşma çalışmalarında, bütün “alt kimlikleri” içeren bir üst kimlik olarak “kültürel kimlik” gündeme gelmektedir. “Kimlik, her şeyden önce birey, din/mezhep, toplumsal sınıf, etnisite/ulus, yöre, meslek ve kültür gibi alanlarda bireyin öz bilinci temelinde ‘özü’ ‘başka’dan, ‘öteki’den ayırma uğraşı temelinde oluşturulur. Bu yönüyle kimlik bir tekleşme edimidir… mensubiyet duygusu arttıkça ‘özü’ ‘öteki’den ayırma ve soyutlama eğilimi de artar… bununla yetinilmez; daha da ileri gidilerek, ‘öteki’ ‘tehlikeli’ hatta ‘düşman’ olarak görülür ve gösterilir… Böyle durumlarda ‘ulusal çıkar’ araçsallaştırılır, çoğunlukla yanıltıcı bir örtü olarak kullanılır.”[4]

“Etnik, dinsel anlamda ‘özün’ gereğinde fazla vurgulanması, toplumsal-kültürel yaşam alanında kaçınılmaz olarak ayırıma, hatta ayrımcılığa dönüşebilir… bu türden ayırma ve ayrımcılık, Türkiye’de etnik olarak Kürtlere, inançsal olarak da Alevilere uygulanmaktadır.”[5]

 

Osmanlı-Alevi Bektaşi İlişkileri

Osmanlı İmparatorluğu, feodal bir imparatorluktu. Dolayısıyla feodal imparatorluğun hakimiyeti, üretim aracı olan toprak ve toprağı işleyen köylü üzerindeki mülkiyet hakkı, ideolojisi ise dindir. Yani toprağı genişletirken aynı zamanda ideolojisi olan dinin de hakimiyet alanını genişletmekteydi. Nitekim Roma İmparatorluğu, Almanya, Avusturya-Macaristan ve İngiliz imparatorlukları Hıristiyan imparatorluklarıydı. Haçlı Seferleri böyle bir ideolojik birlikteliğin ürünüydü. Osmanlı İmparatorluğu da bir İslam imparatorluğuydu. Yavuz Sultan Selim’in Hilafeti eline almasıyla bu yetkiyi pekiştirmiştir. Onun için Osmanlı’nın diğer halklarla olan ilişkisini etnik farklılık ve etnik mücadele olarak göstermek yanlış bir tanımlama olur.  Selçuklulardan başlayarak, Osmanlı ve devralınan Cumhuriyet/ulus devlet dönemi Kızılbaş katliamlarıyla doludur. İslam dininin siyasallaşarak Emeviler tarafından devletleştirilmesiyle birlikte başlayan ayrışma, Kerbela Katliamı ile birlikte bir dönüşüm tarihi olmuş, devamında İslam’ın baskıcı ve yayılmacı tavrına karşılık geleneksel inançların mücadele dönemi başlamıştır. İslam dininin kesin değişmezliğe dayanan bu mutlakçı anlayışı, kaçınılmaz olarak dayatmacı ve baskıcı uygulamaları özendirmiştir. Farklı inançsal açılımları “zındıklık”, “sapkınlık” olarak kategorize edip etkisizleştirmeye yönelik yaptırımlar uygulamıştır. Günümüzde Alevi toplumunun hafızasında Selçuklu ve Osmanlı döneminde yapılan katliamların derin izleri bulunmaktadır. Alevi hafızası, Kerbela’dan günümüze yaşanan tüm katliamları diri tutmaktadır.

Anımsamak gerekirse; 1239 Baba-i Ayaklanması (Baba İlyas ve Baba İshak), 1420’de Şeyh Bedreddin, Torlak Kemal ve Börklüce Mustafa’nın katledilmesi, 1511 Şah Kulu İsyanı, 1512 Nur Ali Halife İsyanı, 1514 Çaldıran Savaşı, 1519 Celali İsyanları, 1525 Süklün Koca, Baba Zünnun Bozok İsyanı, 1526 Kalender Çelebi İsyanı (Kalender Çelebi katledildikten sonra Hacı Bektaş Dergahı’na Kanuni Sultan Süleyman’ın kayınbiraderi olan Sersem Ali Baba’yı atamıştır), 1527 Zünnüoğlu Halil ve Hubyar Baba İsyanları, 1578 yılında Pir Sultan Abdal’ın katli, 1581 Köroğlu İsyanı, 1598 Karayazı İsyanı, 1603-1607 Tavil Ahmet, Canboladoğlu, Kalenderoğlu isyanları, 1606’da Kuyucu Murat Paşa’nın yaptığı Alevi katliamı, 1656-1661 Köprülü Mehmet Paşa’nın Celali ayaklanmalarını bastırmak için Alevi Türkmenleri ve Kızılbaşları katletmesi, 1826 Yeniçeri Ocağı üyelerinin katledilmesi.

1826’da Yeniçeri Ocağı’nı kapatıp, Bektaşiliği yasaklayan II. Mahmut, çıkardığı 11 Ocak 1827 tarihli fermanla, “Anadolu’daki bütün Bektaşi tekkelerinin türbe mahalleri hariç bütün binalarının yıktırılmasını; eşya, emlak ve diğer gelirlerine el konulmasını” emretti. Birçok Bektaşi tekkesi camiye dönüştürülerek Nakşibendi tarikatına mensup şeyhlerin idaresine bırakıldı.

Konuyu daha iyi anlayabilmek için Osmanlı sınırları içerisindeki Alevi Bektaşi dergâhlarının sayılarını vermekte yarar var. Anadolu: 275 dergâh, İstanbul: 23 dergâh, Trakya: 41 dergâh, Arnavutluk: 67 dergâh, Bulgaristan: 28 dergâh, Girit: 7 dergâh, Kıbrıs: 8 dergâh, Mısır: 6 dergâh, Suriye: 19 dergâh, Yogoslavya: 27 dergâh, Yunanistan: 52 dergâh, Macaristan: 1 dergâh.

 

Devletin Ulus Yaratma Projesi ve Aleviler

19. Yüzyıldan itibaren sömürgelerini tek tek kaybeden Osmanlı Devleti, sömürgelerini yeniden ele geçirmek için Batılı bir müttefik arıyordu. Yine 19. Yüzyılda iyice güçlenen Almanya da sömürge paylaşımında kendisini geri kalmış sayıyor, Ortadoğu ve Uzakdoğu’ya açılacak bir müttefik arıyordu. Alman militarizminin bu yaklaşımı, “Büyük Turan Devleti” kurmayı hedefleyen İttihat ve Terakki yönetiminin beklentileriyle çakışıyordu. Bu nedenle I. Emperyalist Paylaşım Savaşı’na birlikte girmişlerdir.

Birinci Paylaşım Savaşı’nda yenilgiyle birlikte müttefik devletler tarafından Osmanlı’nın son bakiyesi olan Anadolu toprakları, İngiliz emperyalizminin desteği ile Fransa, İtalya ve Yunanistan tarafından işgal edilmiştir. Anadolu’ya geçen M.Kemal ve arkadaşları, Anadolu halklarına “birlikte kurtuluş, birlikte özgürleşme” öneriyorlardı. Bu kurtuluş ve özgürleşme bir ulus ve bu ulusun hakim olduğu bir ulusal devletin kurulmasını öngörüyordu. 1900’ların başı ulus devletlerin kurulma sürecidir. Balkanlar’dan başlayarak Osmanlı egemenliği altındaki halklar bağımsızlıklarını ilan etmektedir.

Osmanlı bakiyesi olarak kısmen işgal altında olan Anadolu topraklarında, hanedanın da onurunu kurtaracak ve aynı zamanda bir ulus yaratarak bağımsız bir devlet kurulacaktır. Çok farklı etnik kökenlere sahip bu halklar, “ırkı, dili, dini ne olursa olsun herkes Türk’tür” ideolojisiyle bir araya getirilmektedir. Bütün bu farklılıkları bir arada tutacak olan üst kültürel kimlik ise “Müslüman” olmalarıdır. Etnik olarak Türkmen, Çepni, Kürt olmalarına rağmen bu kültürel kimliğe uymayan kesim Alevilerdir. Onun için Alevilerin yok sayılmaları ve asimilasyonu “Türk ulusçuluğunun” önemli bir görevi olmaktadır. Osmanlıda fetvalarla katli vacip görülen ve katledilen Aleviler, yeni dönemde farklı politikaların hedefi olmaktadır. Türk tarih tezleriyle yeni ulusun ideolojik alt yapısı hazırlanırken, bu tezlerle uyumlu olarak Alevi araştırmaları da hızlandırılmıştır. Baha Said, İsmail Hakkı Pelister ve birçok araştırmacı bu konularda tezler hazırlamaya başladılar. Alevi tarihi, Orta Asya’ya kaydırıldı, Şamanizm ve Ahmet Yesevi üzerinden Anadolu’ya gelen Erenler, “Türklüğü yaymak” için Balkanlara kadar gitmişlerdir. Geçerlerken de yol üzerindeki Horasan da Türk yurdu olmuştur. Kadim hak inancı olan Alevilik “Türk İslami” olarak sunulmaktadır. Böylelikle 72 millete aynı nazarla bakan Alevilik, Türk ve İslam içerisinde eritilecektir. Kanunlar, kurumlar ve eğitim sistemi buna göre dizayn edilmektedir.

Bu kanunlar ve Aleviler üzerindeki etkilerine bakalım:

1- Tekke, zaviye ve türbelerin kapatılması: 30 Kasım 1925 tarihinde kabul edilip 13 Aralık 1925 tarihli Resmi Gazete’de yayınlanarak yürürlüğe giren 677 sayılı kanunu, Konya Milletvekili Refik Bey (Koraltan) ve beş arkadaşının önerisiyle Meclis’e sunulup kabul edilen Tekke ve Zaviyeler ile Türbelerin Seddine ve Türbedarlar ile Bazı Unvanların Men ve İlgasına Dair Kanun; bütün tarikatlarla birlikte şeyhlik, dervişlik, müritlik, dedelik, seyitlik, çelebilik, babalık, emirlik, halifelik, falcılık, büyücülük, üfürükçülük, gaipten haber vermek ve murada kavuşturmak amacıyla muskacılık gibi eylem, unvan ve sıfatların kullanılmasını, bunlara ait hizmetlerin yapılmasını ve bu unvanlarla ilgili elbise giyilmesini de yasaklamıştır.

30 Kasım 1925’te yürürlüğe giren Tekke ve Zaviyelerin Kapatılması Kanunu’yla Hacı Bektaş Veli Dergâhı ile tüm dergâh ve tekkeler kapatıldı. Dergâhlardaki tüm tarihi belgeler ve dokümanlara el konulur, eşyalar pazarlarda satışa çıkarılır. (Kapatılan Hacı Bektaş Veli dergâhı, 6 Ağustos 1964’te müze olarak yeniden ziyarete açıldı. Diğer dergâhlar Vakıflar Genel Müdürlüğü’ne devredilmiştir. Bu dergâhlar da Alevilere kira sözleşmesi karşılığında verilmiştir. Şahkulu, Karaca Ahmet, Erikli Baba, Garip Dede ve bütün dergâhlar aynı statüdedir.)

Bektaşi Babası Salih Niyazi Baba yaşananlardan sonra kendilerinin bu makama layık olmadığını düşünüp dergâhı terk etmiştir. Ona göre dergâhların binaları kapatılabilirdi, ancak tasavvufun asıl yaşandığı yerler olan kalpler asla kapatılamayacaktı. Niyazi Baba yaptığı birtakım girişimler neticesinde tarikat faaliyetlerini serbestçe devam ettiremeyeceğini anlayınca diğer bazı babalarla birlikte Türkiye’den ayrılarak Tiran’a gitmiştir. Yukarıda ifade edildiği gibi sözü edilen yasadan dolayı bir kısım Bektaşi dedesi ülkeyi terk etmek zorunda kalırken, geri kalanları da yer altına çekilerek Alevilik-Bektaşilik meselesinde yeni belirsizliklerin oluşumuna yol açmıştır.

2- Diyanet İşleri Başkanlığı (DİB): 3 Mart 1924 tarihinde Şer’iye ve Evkaf Vekâleti’nin yerine kurulan, İslam dininin inançları, ibadet ve ahlâk esaslarıyla ilgili işleri yürütmek, din konusunda toplumu aydınlatmak ve ibadet yerlerini yönetmekle görevli kurum. Mustafa Kemal’in emriyle 429 sayılı kanunla Türkiye Cumhuriyeti Başbakanlığına bağlı bir teşkilat olarak kurulmuştur. 9 Temmuz 2018’de Türkiye Cumhuriyeti Cumhurbaşkanlığına bağlanmıştır. Anayasa’nın 136. maddesinde, “Genel idare içinde yer alan Diyanet İşleri Başkanlığı, laiklik ilkesi doğrultusunda, bütün siyasî görüş ve düşünüşlerin dışında kalarak ve milletçe dayanışmayı ve bütünleşmeyi amaç edinerek, özel kanununda gösterilen görevleri yerine getirir” hükmü yer almaktadır.

3- Zorunlu din dersleri: Türkiye Cumhuriyeti’nin tek partili döneminde -1920’lerin sonlarından 1948’e kadar- din dersi müfredatta bulunmamıştır. 1948’den sonra “Din Bilgisi” adı altında okullarda seçmeli din dersi dönemi başlamıştır. 1970’li yıllarda “Ahlak Bilgisi” dersi de müfredata konmuş, bu dönemde ilkokul, ortaokul ve lisede din dersi seçmeli, ahlak dersi ise zorunlu tutulmuştur.

12 Eylül döneminin ardından kabul edilen 1982 Anayasası kapsamında din dersi okullarda zorunlu hale getirilmiştir. Darbe sonrası getirilmiş Anayasa’nın 24. maddesi zorunlu din dersi konusunda şu hükmü vermiştir: “Din ve ahlak eğitim ve öğretimi Devletin gözetim ve denetimi altında yapılır. Din kültürü ve ahlak öğretimi ilk ve ortaöğretim kurumlarında okutulan zorunlu dersler arasında yer alır. Bunun dışındaki din eğitim ve öğretimi ancak, kişilerin kendi isteğine, küçüklerin de kanuni temsilcisinin talebine bağlıdır.”

4- Alevi köylerine cami yapılması: Osmanlı döneminde birçok Alevi/Bektaşi dergâhı camiye dönüştürülerek, Nakşibendi tarikatına mensup şeyhlerin idaresine bırakıldı. Cumhuriyet döneminde Alevi köylerine hizmet götürmenin karşılığı köylerine cami yapılmasına razı olmalarıdır. 12 Eylül sonrasında neredeyse zorunlu hale gelen bu uygulama, Alevi asimilasyonuna hız kazandırmıştır.

5- Alevi katliamları: Cumhuriyetin kuruluş sürecinde Koçgiri bölgesinde yaşanan katliam,     1937-38 Dersim Katliamı, 2 Haziran 1966 Ortaca (Muğla) Saldırısı, 1968 Hekimhan (Malatya) Saldırısı, 11 Haziran 1967 Maraş/Elbistan Saldırısı (Mahsuni Şerif Konseri Sonrasında), 1 Mart 1971 Hatay/Kırıkhan Saldırısı, 18 Nisan 1978 Malatya Katliamı, 4 Eylül 1978 Sivas Katliamı, 19-24 Aralık 1978 Maraş Katliamı, 29 Mayıs-4 Temmuz 1980 Çorum Katliamı, 2 Temmuz 1993 Madımak/Sivas Katliamı, 12 Mart 1995 Gazi/İstanbul Katliamı, 14-15 Mart 1995 Ümraniye/İstanbul Katliamı…

Bu katliamlar sonucunda Aleviler ekonomik ve siyasal olarak büyük mağduriyetler yaşadılar. Büyük çoğunluğu yaşadığı yerleri terk ederek, zorunlu göçten dağıldılar. Sadece kendi köklerinden değil, aynı zamanda kültürlerinden ve inançlarından da uzaklaşmak zorunda kaldılar. Gittikleri yerlerde hakim kültür ve inançların baskıları sonucunda asimilasyona açık hale geldiler. Yüzyıla iki kala, bütün bu baskı ve asimilasyona rağmen devlet bir ulus yaratamadı. “Türk ulusu” tartışılan bir kimlik olarak durmaktadır. Kürtler Türkleşmedi, Aleviler Sünnileşmedi. Baskı, şiddet ve katliamlar “devletin ulusunu” bir arada tutmaya yeterli olmamaktadır. “Bölünme” korkusu genel siyaseti belirlemekte, toplumu bir arada tutabilmenin aracı haline gelmektedir. Bir arada yaşamanın çözümü, tekçiliği ilke edinen “ulus devlet” değil, çoğulculuğu savunan “demokratik ulus”tur.

 

[1] Demokratik Ulus ve Siyaseti – Sayfa 69
[2] V. Coşkun, Ulus-Devletin Dönüşümü ve Meşruluk Sorunu, Ankara: Liberte, 2009. 94 Bilal Sambur
[3] Yener Orkunoğlu, Marksizm, Milliyetçilik ve Demokratik Ulus
[4] Prof. Dr. Onur Bilge Kula, Anadolu Aleviliği ve çok kültürlülük, Pir Sultan Abdal Dergisi/Sayı:59
[5] Prof. Dr. Onur Bilge Kula, Anadolu Aleviliği ve çok kültürlülük, Pir Sultan Abdal Dergisi/Sayı:59
Bunları da beğenebilirsin

Yoruma kapalı.