Düşünce ve Kuram Dergisi

Komünal Kültür Penceresinden İnsan Doğası ve İnsanın Diğer Canlı Türleriyle İlişkilerine Genel Bir Bakış

Ramazan Çeper

Pratik uygulama alanı olan her terim bir arka plana sahiptir. Teorik-kuramsal sınırların ötesine geçen, bir yaşam alanı yaratan, çağlara yön veren ve tarihte derin izler bırakan her terim, yeni bir form kazanarak yaşama döner yine. Bazıları açıklama aracı iken, bazıları da açıklanacak şeyin kendisi haline gelir zamanla. Açıklama aracı olan terimler teorik bir bilgilenme zenginliği katar yaşama. Fakat açıklanacak şey haline gelen terimler ise, yaşamla simbiyoz olup, ona eklemlenerek yaşamın anlam derinliği haline gelirler.

Bir de yaşamın kendisi haline gelen terimler vardır. Bunlar epistimolojik olarak ele alındığında, kendi anlam sınırlarının ötesine geçen, onlara biçilen anlamın onları tanımlamaya yetmediği görülür genelde. Topluma mal olmaları nedeniyle sosyoloji konusu yapılarak daha geniş yelpazede ele alınmayı gerektirirler. Fakat bu terimleri güncel algılama kalıplarına göre yorumladığımızda, tanımın hep eksik kaldığı görülür. Bu nedenle bunların çıkış kaynağına bakmak, içinden geçtikleri çağlarda ne tür değişiklikler kazanarak günümüze geldiğini öğrenmek daha bir anlam katar buna. Bu terimlerden biri de komün terimidir. Birlik, ortaklaşalık, ortak ruh gibi anlamları içeren ve insanlık tarihinin %98’lik evresini kapsayan komün, doğal toplumlarında temel örgütlenme biçimidir. Sözcüğün kökeni irdelendiğinde, insanlığın şafak vakti olarak tanımlanan neolitik yaşama, doğal toplum değerlerine kadar uzanan ciddi bir antropolojik külliyat ile karşılaşırız.

Fransızca’da “birlik” anlamına gelen ve Batı dillerinde komünizm, komünalite, komüntern gibi kavramlara kaynaklık eden komün, Latin kökenli com-munis terimine dayandırılır. Oysa “kom” kökü Latince’nin de içinde yer aldığı pek çok Hint-Ari dil grubunda yer alır. Örneğin Yunanca’da “kome” köy anlamına gelir. Mısır Kıptice’sinde kümbet anlamında da kullanılan kom kökü, Mezopotamya’nın Aryen kökenli komlarına kadar giden etimolojik örgütlenme biçimleri için kullanılır. Eskinin komel, komagene gibi tarihsel oluşumları ile günümüz Kürtçe’sinde kullanılan kom, komel, komar, komıçk gibi birçok sözcük bu kökten türetilmiştir.

“Mun” hecesi Latince’ye sözcük hali olarak “comunise”(eski Latince’de com-monis) biçiminde girmiştir. Latince’de ilk anlamı yükümlülük, ortak değiş-tokuş, ortak iş yapandır. Communis aktif oluş esnasında orada olmayı anlatır. Aktif çalışan kömün üyesi anlamındadır. Komünist tanımı da buradan gelir. Komünü savunan ve onun oluşumuna, faaliyetlerine aktif katılan komün üyesini tanımlar.

Komün kavramının etimolojik kökeni böyleyken, terim olarak komün, yaşamı ve yapılan işi paylaşan bir grup insan, tek tek üyelerinin ideal toplum görüşünden yola çıkarak yeni bir toplumsal düzen kurmaya çalıştıkları kolektif bir topluluğu anlatır. Bu kolektif faaliyetin amacı kar gütme, rekabet ve sömürü değil, karşılıklı dayanışma, hizmet ve eşit paylaşımdır. Ortak yaşam; yeni faaliyet biçimlerinin yaratılması, yaşamın zorlukları karşısında daha iyi ve yaralı bir üretimin ve paylaşımın ortaya çıkarılması komünün esas çıkış noktasıdır.

Gustav Kandaver komünü teorik olarak “ortaklık ruhu” kavramıyla açıklar. Ortaklık ruhu olan komün, doğal toplumun mayasıdır. İnsanın biyolojik evrimden toplumsal evrime geçişinde onu sosyal, kültürel düzeye taşıyarak olgunlaştıran komün gücüdür. Toplum, yaratılan temel insanlık değerlerini bu güçlü ruha borçludur. Toplum birliğini beden, komünü de ona can veren ruh olarak tanımlamak abartı olmayacaktır. “İnsanı insan yapan emektir” sözü Marksist bir genelleme olsa da doğrudur. Ancak bu bireysel emek değildir. sözkonusu olan emek, kolektif ve toplumsal olandır. Demek ki insanı insan yapan şey, komünalitede ifadesini bulan toplumsal emektir.

Yapılan pek çok antropolojik çalışma insanın biyolojik evrimden toplumsal evrime geçiş yaptığı ve Neanderthal’in yerini günümüz insanının atası olan Sapiens’e bıraktığı süreçten sınıflı topluma kadar komünal yaşadığını ortaya koymaktadır. Yani insan 60 bin yıl boyunca komünal dayanışma, yardımlaşma biçiminde yaşarken 5 bin yıldır sınıflı, hiyerarşik ve devletli temelde yaşamını sürdürmektedir. Chris Harman “Halkların Dünya Tarihi” adlı çalışmasında insanın eski çağlardaki yaşam biçimiyle ilgili Richard Lee’nin antropolojik çalışmasını referans gösterir:

“Bizim geçmişimizi şekillendiren uzun süren eşitlikçi paylaşım deneyimidir. Hiyerarşik toplumlardaki hayata görünürdeki uyumumuza ve dünyanın pek çok yerindeki insan hakları sicilinin oldukça karanlık izlerine rağmen, insanlığın kökleri derinde bir eşitlikçilik duygusunu, kökleri derinde karşılıklılık normuna bağlılığı, kökleri derinde bir topluluk ruhunu koruduğu yolunda güçlü işaretler vardır.”[1]

Harman, doğal toplum değerlerini anlamak ve eski toplumların doğal yapısını ortaya çıkarmak adına, birbirinden farklı coğrafyalarda kimi eski kabile yapılarını araştıran üç ayrı antropoloğun araştırma sonuçlarını da aktarır;

“Turnbull, Konpo’daki Mbutileri araştırdığında, bunlarda patron ya da sınıf bölünmeleri olmadığını söyler. Biçimsel kuralları ya da reisleri de yoktur. Hayatın çeşitli yönleri ile ilgili olarak, ama genellikle haklı pratik nedenlerden ötürü diğerlerinden daha önde bir ya da iki erkek ya da kadın bulunabilirdi. Hukukun korunması artak işti” diyor. Geçim kaynaklarını elde etmek için insanlar büyük öndere boyun eğmeden ya da birbirleriyle sonsuz didişmelere girmeden işbirliği yapıyorlar(…) Ernestine Friedl, çalışmalarına dayanarak, “erkek ve kadın fark etmeksizin her günü nasıl geçireceklerine özgürce karar verirlerdi; avlanmaya mı, yoksa toplamaya mı çıkacaklar ve kimler kimlerle çıkacaklar” diye yazıyor(…) Eleanor Leacock kendi bulguları hakkında şunları söylüyor: ‘Toprakta özel mülkiyet yoktu. Cinsiyet dışında işte uzmanlaşma yoktu. İnsanlar, hangi faaliyetten sorumlu olacaklarına kendileri karar veriyordu. Kolektif etkinliği hangi grubun üstleneceğine ilişkin kararlarda görüş birliğine ulaşılırdı. Davranışları, bencillik yerine cömertlik belirlerdi ve bireyler birbirlerine yardım eder, yiyecekleri kendi almadan önce öteki zümre mensuplarına ikram ederlerdi. Yiyecek hiçbir zaman bir aile tarafından tek başına tüketilmez; mutlaka yaşayan grubun ya da sürünün üyeleri arasında paylaşılır.”[2]

 

Cömertlik ve Paylaşım Kültürü

Antropolog Eleanor Leacock’ın doğal toplum üzerinde yaptığı araştırmada cömertliğe dikkat çekmesi, bencillik yerine cömertliği bir erdem olarak üstün bir nitelik biçiminde tanımlanıyorken, doğal toplumda sıradan bir insanın doğal davranışı olarak öne çıkar. Pek çok düşünür cömertliği en üstün, nitelikli insan vasfı olarak değerlendirir. Descartes cömertliği tüm erdemlerin ana ilkesi olarak ifade eder.

Burada nasıl bir analojik ilişki kurmamız gerekir? Günümüzde en “ideal” insan davranışı olarak görülen bir özellik, doğal toplumda yaşamın olağan bir parçası ve sıradan bir davranış şekliyse, bu iki insanı hangi rezonans üzerinden ele almamız gerekir? Şüphesiz günümüz insanında cömertliği “sevgi” ve “bağış” kavramları üzerinden değerlendirme yaklaşımı daha yaygın. Oysa sevmeden verebilmek mümkünken, vermeden sevmek hemen hemen imkansız gibi görülür.

Günümüz için ifade edilecekse, sevginin yeterli olması elbette tercih edilebilir. Ama eğer yeterli olsaydı, insan cömert olmaya ihtiyaç duyar mıydı? Sevgi kişinin elinde olan bir şey değildir. Sevgiyi biyolojiye indirgemek insanın önemli bir kapasitesini sakatlamak anlamına gelir. Jankelevitch’e göre sevgiye emredilmez. “Sevgi bize bağlı değildir, en büyük esrardır, bu nedene erdemlerden kaçar, bu nedenle o bir lütuftur ve tek lütuf odur. Cömertlik bize bağlıdır, bu nedenle o bir erdemdir, bu nedenle sevgiden farklıdır” der.[3]

Peki her iki çağ insanını ortak bazı davranışlar üzerinden değerlendirdiğimizde cömertliği gerçekten bir erdem olarak görebilir miyiz? Örneğin hangi anne çocuklarını besliyor diye kendini cömert hisseder? Hangi ebeveyn çocuklarına hediyeler alıp verdi diye kendini cömert hisseder? Kuş besleyen veya kedi, köpek besleyen bir insan onlara yem verdi diye kendini cömert mi hisseder? Severken vermek herkesin yapabileceği bir şeydir ve erdem değildir.

Bu konuda Halil Cibran’ın “Ermiş” adlı kitabında cömertlikle ilgili olarak ironik ve düşündürücü dizelerine başvurmakta fayda var:

“Kuyunuz dopdoluyken susuzluktan korkmak dindirilmez bir susuzluk değil mi?

Öyleleri var ki sahip oldukları çoğun azını verirler ve onu şöhret uğruna verirler ve onların gizli arzuları, hediyelerini hayırsız kılar. Ve öyleleri var ki aza sahiptir ve onu tamamen verirler.

Öyleleri var ki neşeyle verir ve bu neşedir onların mükafatı.

Ve öyleleri var ki ıstırapla verir ve bu ıstıraptır onları arındıran su.

Ve öyleleri var ki verir ve verirken ıstırap duymazlar, ne neşe ararlar, ne de erdem düşüncesiyle verirler. Onlar bir ağacın kokusunu uzaya salışı gibi verirler. Bu gibilerin elleri aracılığıyla konuşur allah ve onların gözlerinin ardında gülümser yeryüzüne.

Güzeldir istendiğinde vermek, fakat evla olan istemeden vermektir, farkına vararak. Ve eli açık kimse için kabul edecek birini aramak vermekten daha büyük bahtiyarlıktır.

Sahip olduğunuz her şey günün birinde verilmiş olacak. Öyleyse şimdi verin, verme mevsimi sizin olabilsin diye ve varislerinizin değil.

Çoğu kez “vereceğim, fakat yalnızca layık olana” dersiniz. Bağınızdaki ağaçlar böyle demez, ne de meranızdaki sürüler.

Kendi günlerine ve kendi gecelerine nail olmaya layık olan kimse muhakkak sizden gelen başka her şeye de layıktır. Ve hayat okyanusundan içmeye hak kazanan kimse sizin küçük derenizden kesesini doldurmayı da hak eder.

Siz kimsiniz ki insanlar bağırlarını paralamalı ve gururlarının peçesinden kaldırmalılar, onların liyakatlerinin çıplak ve gururlarının arsız olduğunu görebilesiniz diye.

Siz önce kendinizin bir veren ve verme vasıtası olmaya layık olup olmadığınıza bakın.”[4]

Cibran’ın son vecizesinde ifade ettiği üzere, asıl mesele bir insanın verme vasıtası olmaya layık olup olmamasıdır. Cömertlik bireyi ötekilere doğru yükseltir. Paylaşmanın hazzı kolektif mutluluk ve sevgi ortaklığı yaratır. Bencil olan almaktan hoşlanabilir. Bencilin verirken bile yaşadığı sevinç, mutluluk yaratmaktan ziyade, kendisine imrenen insanlar yaratmak ya da “hayır işi” adı altında başkalarını kendi günahlarının silgisi olarak kullanmak içindir. Fakat galiba La Rochefoucauld’nun dikkat çektiği tersine çevrilmiş cömertlik biçimi de, konu bağlamında altı çizilmesi gereken hususlardandır. La Rochefoucauld “En cömertçe bağışlanan şey öğüttür. Öğüt istemek ya da vermek kadar ikiyüzlülük olamaz. Öğüt verenin kendi çıkarından ya da böbürlenmesinden başka gözettiği birşey yoktur.”[5]

Teşekkür etmek vermektir, şükran duymak paylaşmaktır. Paylaşıma açılmayan bir alma, bencilliğin karadeliğidir. Eleanor Leacock’un doğal toplumları cömertlik özelliğiyle tanımlaması, paylaşım ve dayanışmadan şükran duyan komünal bilincin bir yansımasıdır. Var Olduğu için güneşe minnet duyan, doğaya minnet duyan, yaşama, çiçeklere, kuşlara minnet duyan ve onlardan aldığını, üyesi olduğu toplulukla paylaşan bireylerin tam da bu paylaşmanın verdiği mutluluk ve sevinci derinden yaşamları ve bunun, yaşamlarının anlam evrenini oluşturması nedeniyledir.

 

Hayvanlarda Dayanışma Örnekleri

Kropotkin, komünal kültürün özü olan dayanışmanın sadece sınıflı toplum öncesi insanın temel davranışı olmakla kalmayıp, doğadaki tüm canlıların yaşam ve davranış biçimlerinin de dayanışma temelinde olduğunu ifade eder. Kropotkin, entomolog Forel’in bilimsel çalışmalarına, gözlem ve deneylerine dayanarak savlarını refere eder.

“Eşsiz bir doğa gözlemcisi olan Forel, midesini balla bir güzel doldurmuş bir karınca, başka aç karıncalara rastladığında, onların tek karıncadan hemen yiyecek istediklerini, bir yığın gözlem ve olgu sonucu kanıtladı. Ve bu küçük böcekler arasında, karnını doyurmuş bir karıncanın, aç dostları da karınlarını doyursun diye, yediği balı çıkarması bir görevdir. Karıncalara sorun, kendi payını aldıktan sonra, aynı yuvadaki diğer karıncaları beslemeyi reddetmek doğru bir davranış olur mu? Anlaşılmaması olanaksız davranışlarla size bunun çok kötü bir şey olacağını söyleyeceklerdir. Böylesine bencil bir karıncaya, diğer türlerdeki düşmanlara davranıldığından daha sert davranılır. Bu olay, iki farklı tür arasındaki bir kavga sırasında meydana gelse, kavga bırakılıp bu bencile karşı saldırıya geçilir. Bu olgu, kuşkuya hiç yer bırakmayan deneylerle kanıtlanmıştır.”[6]

Dayanışma duygusu topluluk olarak yaşayan tüm hayvanların yaşamında ağır basan yöndür. Kartal serçeyi parçalar, kurt köstebekleri parçalar, ama kartallar ve kurtlar avlanmak için kendi aralarında dayanışırlar, kolektif hareket ederler; serçelerle köstebekler de yırtıcı hayvanlara karşı öyle dayanışırlar ki eşsiz bir senkronizasyon ortaya çıkar. Kropotkin aynı çizgi üzerinden devam eder:

“Bahçenizdeki serçelere sorun bakalım, bahçenize attığınız ekmek kırıntılarını yemeye herkesin katılması için, mensubu olduğu küçük topluma haber vermemek doğru olur muymuş? Yağmacı bir dağ serçesinin komşusunun topladığı ve kendisinin toplama zahmetine katlanmadığı saman kırıntılarını komşusunun yuvasından çalarken, doğru davranıp davranmadığını serçelere sorun. Serçeler hep birlikte hırsızın üzerine atlayıp onu gaga darbeleriyle kovalarken, size hırsızlığın çok kötü bir davranış olduğu yanıtını vereceklerdir(…) köstebeklere de sorun, köstebeğin, kendi yer altı kilerine aynı kolonideki diğer köstebeklerin girmesini engellemesi doğru olur mu, olmaz mı diye. Onlar da bu cimri köstebeğe karşı her türlü hırgürü çıkararak, size bunun çok kötü bir davranış olduğu yanıtını vereceklerdir.”[7]

Bir hayvan popülasyonunda eşitlikçi dayanışma ilkesi ne kadar gelişmiş ve alışkanlık haline gelmişse, olumsuz ikilem koşullarına ve avcılara karşı mücadeleden muzaffer çıkma ve ayakta kalma şansı da o kadar artar. Doğadaki diğer canlılarda dayanışma başat iken, dayanışmayı sağlayan güven her türün kendi içinde sağladığı sağlam ilişki tarzının esasını oluşturur. Güven sadece hayvanlarda değil, doğal toplum insanının da kolektif davranış motivasyonunu sağlayan temel unsurdur. Zira karşılıklı güven olmadan hiçbir mücadele olanaklı değildir; hiçbir dayanışma, hiç bir inisiyatif, hiç bir kolektif yaşam güven olmadan gelişmez.

Benzer bir çalışma da primatolog Frans de Waal’in Emory Üniversitesi bünyesinde yürüttüğü çalışmadır. Waal, empatinin sadece insanlara özgü olmadığını, hayvanlarda da güçlü bir empati duygusu olduğunu kimi bilimsel deneylerle ortaya koymak için giriştiği çalışmada, karşısına çıkan ilk şey, güçlü bir paylaşım ve dayanışma duygusu olur.

Emory Üniversitesinde yapılmış yakın tarihli bir deneyde, kapuçin maymunlarına sadece kendilerine ya da hem kendilerine hem de başka bir maymuna yiyecek verilmesine yönelik bir seçme şansı verildiği zaman, eğer öteki maymunu tanıyorlarsa sosyal olan seçeneği seçmişlerdir. Bu, yemek paylaşımının sadece grubunuzun genetik akrabalığınız olan üyeleriyle sınırlı olmadığını, tanıdıklarınızı da kapsayacak şekilde genişlediğini ortaya koyar.

İkinci olarak, aynı türe mensup hayvanların sadece ortaklaşa yemek paylaşımlarının değil, birbirine yardım etme ve dayanışmanın da güçlü örnekleri karşımıza çıkar. Örneğin bazı şempanzelerin yüksek bir duvara tırmanırken birbirlerine yardım ettikleri gözlenmiştir.Bunlar birbirinin ihtiyaçlarını ve amaçlarını okuma yeteneğinin ikna edici örnekleridir. Üçüncü olarak kuyruklu ve kuyruksuz maymunlar kavga ettikten sonra, Waal, kaybeden maymunun grubun diğer üyeleri tarafından teselli edildiğini gözlemler. Kaybeden maymun yaralarını yolarken, bir diğeri onun yanına gelir ve ona nazikçe dokunur. Hatta yenilmiş, yani avgayı kaybetmiş hayvanı teselli etmek istercesine ona kollarını dolar, sarılır. Dokunmanın bu şekilde kullanılması bizim sıkıntı içindeki bir kişiye nasıl yaklaşacağımızı fazlasıyla andırıyor.[8]

Kayda değer iki eski çalışmada, bir farenin çubuğu ittirmesinin havada asılı kalmış bir farenin yere indirilmesini sağlayacağını öğrenmesi durumunda, o manivelaya basacağı görülmüştür. Northwestern Üniversitesinden primatolog Jules Masserman ve çalışma arkadaşları 1964’te, yemek almaları için bir zincir çekmeleri gerektiğini öğrenen daha yakın akrabalarımız olan Rhesus maymunlarının, zinciri çekmek aynı zamanda başka bir maymuna elektrik şoku verilmesine sebep oluyorsa, bunu yapmayı reddettiklerini göstermiştir. Sanki başka bir maymunun acı çekmesindense çıkar sağlamayı reddetmişlerdir.[9]

 

Hayvanlarda Empati Duygusu

Her kültür kendi düşünce ve bakış açısını yaratır. Kapitalist kültür doğayı ve türler ilişkisini Darwinist bakış açısıyla ele alır. Sürekli rekabet, güçlünün zayıfı ezmesi, varlık için savaş bu bakış açısının temel argümanlarıdır. Oysa aynı olaylar farklı açılardan gözlemlendiğinde, gerçeğin bunun tam tersi yönde olduğu anlaşılmaktadır. Evren üzerinde yapılacak bir bakış bile, hayat çarkının savaş değil, büyük bir dayanışma ve yardımlaşma ile döndüğünü göstermektedir. Güneş, yağmur ve bulutlar canlıların yardımına koşmaktadır. Bitkiler ve hayvanlar insanları beslerken, annedeki şefkat duygusu yavruların bütün sıkıntısını katlanabilecek bir güç sağlamaktadır.

Hayvanlarda empati ve dayanışma örneklerinden biri de 2010’da yapılan deneysel çalışmalardır. Bu çalışmalardan biri bilim insanlarının fareler üzerinde yaptığı deneylerdir. Bir fareyi küçük bir kafese kapatıp kafesi daha geniş bir hücreye yerleştirir ve başka bir farenin hücrede serbestçe dolaşmasına izin verirler. Kafesteki farenin sıkıntı uyarınları yaymaya başlaması, özgür farenin de kaygı ve gerginlik belirtileri göstermesine neden olur. Serbest fare pek çok kez dostunu kurtarmaya çalışır ve bir kaç denemeden sonra kafesi açıp tutsağı özgür bırakmayı başarır. Araştırmacılar aynı deneyi hücreye bir parça çikolata bırakıp tekrarlarlar. Özgür fare artık tutsağı kurtarmak ya da çikolatanın keyfini tek başına sürmek arasında seçim yapmalıdır. Bu deney pek çok fare üzerinde tekrar tekrar denenmesine rağmen, farelerin çoğunluğu önce kafesteki fareyi kurtarmayı, sonrada çikolatayı onunla paylaşarak birlikte yemeyi tercih eder.[10]

Doğal toplumda hayvanlarla kurulan canlı dostluktan, beslediği hayvana isimler koyan, onlara dair bayramlar oluşturan, hatta pek çok mitolojide var olan tanımı geleneğinden; günümüzde hayvanı ruhsuz, hissiz, et ve süt veren makinelere indirgeyen, fabrikasyon yöntemiyle hayvan üretim çiftlikleri inşa eden, aşırı insan merkezcil bakış açısı insanı başka canlılar karşısında ruhsuz-duygusuz bir canlıya dönüştürmektedir.

Antropolog Danny Naveh, doğal toplum geleneklerini araştırmak için Hindistan’ın tropik ormanlarında yaşayan Nayakalarla birlikte kalır. Nayakaların toplumsal geleneklerini araştırmak için giden Naveh’in dikkatini en çok çeken şey ise, Nayakaların diğer canlılarla kurdukları ilişki, saygı ve hayvanları da tıpkı kendileri gibi hisseden, belli bir zeka ve duygu yapısına sahip varlıklar olarak görmeleri olur. Danny Naveh, Nayakaların ormanda yürürken kaplan, yılan ya da fil gibi tehlikeli hayvanlarla karşılaştığında hayvana hitaben “sen de ormanda yaşıyorsun, ben de ormanda yaşıyorum. Sen buraya avlanmaya geliyorsun, ben de buraya kök ve yomruları toplamaya geliyorum. Sana zarar vermeye gelmedim” diye konuştuğunu aktarıyor.

Nayakaların “yalnız yürüyen fil” olarak adlandırdıkları bir erkek fil, bir gün kabileden birini öldürür. Ancak Nayakalar Hindistan orman işletmesinin fili yakalamaya çalışmasına yardım etmeyi reddederler. Naveh’e bahsi geçen filin eskiden başka bir fille çok yakın olduğunu ve sürekli onunla gezdiğini anlatırlar. İkinci fil bir gün ormancılar tarafından yakalanır ve “yalnız yürüyen fil” de sonrasında kızgın ve şiddete yakın hale gelir. “Eşin senden alınırsa ne hissedersin? Bu fil de öyle hissediyor. Bu iki fil akşamları ayrılır, kendi yoluna giderlerdi. Ama her sabah mutlaka yeniden bir araya gelirlerdi. O gün fil, dostunu düşmüş, yerde yatar vaziyette buldu. Hep bir arada olan ikiliden birini vurursan, diğeri nasıl hisseder?” diye cevap verirler.

Nayaka dilinde kendine has bir kişiliğe sahip tüm canlılara “ Mansan” deniliyor. Nayakalar üzerinde çalışan antropolog Danny Naveh’in çalışmalarında Nayakalar tüm fillerin mansan olduğunu söylüyor: “Biz ormanda yaşıyoruz. Onlar da ormanda yaşıyor. Hepimiz mansanız. Tıpkı ayılar, geyikler ve aslanlar gibi. Tüm orman hayvanları. “Peki ya inekler?” İnekler farklı. Onları her yere götürmemiz gerekiyor.” Peki ya ormandaki ağaçlar? Mansan, çok uzun yıllardır yaşıyorlar.”Peki çay öbekleri? “ Bunları ben yetiştiriyorum, çay yaprakları satıp marketten istediklerimi alabilmek için. Hayır, onlar manasan değil.”[11]

 

Memeli Türlerinde Sosyal İhtiyaçlar

Hayvanların ruhsuz, hissiz, duygusuz varlıklar olduğu tezi yapılan pek çok deneyle boşa çıkarıldı. Daha da ötesi, hayvanların kendine özgü bir zekalarının olduğu böceklerden kuşlara, küçükbaş hayvanlardan büyükbaşlara kadar pek çok hayvan türü üzerinde yapılan sayısız deneyle kanıtlandı. Ancak hala insanların tanımı “ruhsuz varlık” olduklarıyla başlatılırken, hayvanların fani bedenlerden ibaret olduğu inancı, hukuki, siyasi ve ekonomik sistemlerin temelini oluşturmaya devam ediyor. İnsanların yemek için, hatta bazen eğlence ve “spor” için hayvanları öldürmesinin kabul görmesi, bu zalimane bakış açısının dominantlığını gösterir.

Prof. Bruce Hood hayvanların “gülme” özelliklerine dair bir dizi deney sonucunu paylaşır. Oysa gülmek sosyal bir biliş (diğerlerini düşünme) süreci olup, grubun üyesi olma isteğini bildirmek anlamına da gelir. Bu bakımdan gülme grup koalisyonu ve kolektif kimliğin bir yansımasıdır. Ancak en önemlisi, gülmenin amigdala ve onunla ilişkili beyin ağlarının duygusal bölgeleri tarafından aktive edilen derin, duygusal bir tepki olmasıdır. Çok yakın zamana kadar gülmenin insana özgü olduğu düşünülüyordu. Hayvan davranışlarının yorumu bile yanlıştı. Örneğin dişlerini çıkararak gülen şempanzelerin bu davranışı genellikle tehdit ya da korku tepkisi olarak kabul edilirdi.

Jaak Panksepp’in farelerle ilgili şaşırtıcı bir keşfi, oyun esnasındaki hayvan davranışlarını yeniden düşünme zorunluluğu doğurdu. İlk olarak işitme deneyleri için sağırlaştırılmış farelerin normal fareler kadar itiş-kakışla meşgul olmadıklarını fark etti. Bu sağır farelerde bir eksiklik vardı. Görünüşe göre bu eksiklik zevk çığlıklarıydı. Panksepp, kafese insanların duyabileceği yüksek frekanslı bir ses üreten hassas bir mikrofon koyduğunda, oyunlar esnasında farelerde gülüşün dengi olan 50 kHz’lik cıvıldamaların kakafonisini duydular. Çok geçmeden Panksepp, farelerin gıdıklanmaya duyarlı olduğunu ve gıdıklanana denk deneycinin elini takip ettiğini keşfetti. Görünüşe göre fareler en çok enselerinden gıdıklanıyorlardı. Eli takip etme ve agucuk-gugucuk gibi tüm o tanıdık bebek gıdıklama oyunlarını oynuyorlardı. En çok da yavru fareler gülüyordu.[12]

Bugün insan yavruları için duygusal etkileşim, okşanma, sosyal ilgi, şefkat vb. etkileşimin sağlıklı gelişimde nasıl pozitif rol oynadığı yönünde deneylerle kanıtlanıyorsa, aynı deneyler Donald Hebb tarafından fare yavruları ve Harlow tarafından da bebek maymunlar üzerinde yapılmış ve aynı sonuçları vermiştir. Öncesinde John Watson, memelilerin duygusal bağlara ihtiyaç duymadığı, sadece yemek ihtiyaçlarını karşılamanın kafi olduğunu ifade ederken , Harlow’un deneyleriyle bunun böyle olmadığı ve tüm memeli yavrularının, insan yavrularının ihtiyaç duyduğu tüm duygusal gereksinimlere onların da aynı şekilde duyduğu, aksi yaklaşımın travmatik sonuçları olduğunu ortaya çıkardı. Psikolog Harry Harlow deneylerinde bebek maymunları doğumdan kısa zaman sonra annelerinden koparıp, küçük kafeslerde yalnız bırakma gibi acımasız bir deney uygular. Bebek maymunlara dolu süt biberonu olan, metalden yapılmış oyuncak bir anne modeliyle, üzerinde yumuşak kıyafetler giydirilmiş, ancak biberonu boş olan bir anne modeli sunduğunda, bebek maymunlar açlık pahasına bir parça beze sarılmayı tercih ettiler. Bu deneyle memelilerin sadece yemekle yaşayamayacağı, duygusal bağlara da ihtiyaç duyduğu anlaşılır. Milyonlarca yıl önce evrim maymunları karşı konulmaz bir duygusal bağ kurma isteğiyle programlamıştır. Bunun yanında evrimin genlerimize kazıdığı kodlar yüzünden, duygusal bağların genelde soğuk metal nesnelerle değil, yumuşak tüylü şeylerle kurulabildiğini varsayıyoruz.

Hayvanların ruhsal dünyası da insanlarınki gibi hassasken, onlar gibi ilgi, şefkat, oyun, sosyal aktivite gerektiriyorken, günümüzde hayvanlara reva görülen yaklaşım nedir? Harari, kimi kümes hayvanları ve büyükbaş hayvanların içinde büyütüldükleri kafeslerden örnekler verir. Harari tavukların çok karmaşık dürtülerden ve davranış ihtiyaçlarından oluşan bir dünyalarının olduğunu, çevrelerini keşfetme, yiyecek toplama, yuva yapma ve kendilerini tımarlama gibi güçlü istekleri olduğunu; ama yumurta endüstrisinin genellikle bu hayvanları daracık kafeslere tıkıştırdığını aktarır. Ardından en yaygın bir uygulama olarak bu kafeslerin her biri 25 santimetreye 25 santimetrelik alanlarda yaşayacak şekilde oluşturulduğunu ve her kafese 4 tavuğun sıkıştırıldığını ifade eder. Tavuklar yeterince iyi besleniyor, ama kendi arazilerine sahip olmaları, yuva yapmaları veya diğer doğal faaliyetlerde bulunmaları söz konusu bile olmaz ve kafesler o kadar küçük ki, çoğunlukla ayakta dik bile duramıyor veya kanatlarını bile açamıyorlar.[13]

Domuzlar en zeki ve meraklı memelilerdir. Belki de bu konuda büyük maymunlardan hemen sonra gelirler, sanayi tipi domuz çiftlikleriyse dişi domuzları o kadar küçük kafeslere tıkmaktadır ki, bırakın yürümeyi veya gezinmeyi, etraflarına bile dönemezler. Yine pek çok süt ineği de kendilerine bahşedilen ömrün tamamını küçücük bir kafeste, kendi idrarı ve dışkılarının içinde durarak, oturarak ve uyuyarak geçirirler. Bir grup makine gereken besini, hormonu ve ilaçları verir, diğer bir grup makine de bir kaç saatte sütlerini sağar. Makinelerin arasında kalan inek, hammaddelerin girdiği bir ağız ve ürün çıkaran bir meme olarak muamele görür.[14]

Maymun ve fare deneylerinde gördüğümüz üzere gerekli doğal ortam ve ilişkilerden yoksun olan bu daracık kafeslere kapatılmış hayvanlar nasıl yaşayabiliyor? Hapsedildikleri ortam dolayısıyla davranış bozukluğu veya intihar eğilimi gösterip göstermediklerini bilmiyoruz. Fakat bir analoji kurmak gerekirse, tek kişilik hücrelere konulan, her türlü sosyal ve insani etkinlikten yalıtılmış halde tutulan mahkumlara benzetmek mümkün. Ağır tecrit koşullarının insanın ruhsal yapısına zarar verdiği bilinmesine rağmen, sistemin özellikle kendi muhaliflerini en ağır cezaya çarptırmak için inşa ettiği bu daracık kafes tipi yerler ile hayvanların zorla konuldukları daracık kafesler arasında anlamca bir fark yoktur. İkisi de egemen olanın hükmüdür ve güçlü olanın zayıfa reva gördüğü yaşama şeklini ve mezalimi gözler önüne serer.

 

Bir Hapsetme Stratejisi Olarak Evcilleştirme Kültürü

Peki güçlü olan her zaman haklı mıdır? Ahlaki olarak diğer canlı türlerinden üstün olduğuna inanan, onlar üzerine her türlü tasarruf hakkını kendinde gören, tüm canlıların en kıymetlisi olduğunu ilan eden insan, bununla da yetinmeyip kendini onların Azraili kılması doğru mudur? Mesela bir ABD’linin hayatı bir Iraklı, Suriyeli veya başka bir ulusun kinden daha mı değerli? Bir Türk’ün Kürt’ten daha değerli olduğunu iddia edebilir miyiz? Bir Fransız daha güçlüdür diye bir Afrikalıdan daha mı kıymetli olur? Ulus-devleti olan halklar şüphesiz hiçbir siyasal hakkı tanımayan halklardan daha avantajlı ve daha güçlü olabilirler; peki bu onların hayatını diğerlerinkinden daha mı değerli kılar? O halde eğer güçlü olmak haklı olmakla eş anlamlı değilse, insanlar ağıl hayvanlarından daha güçlü diye, insan hayatı bir ineğinkinden daha mı değerli oluyor? Bunun peşin kabulü, insanı egosentrik ve antroposentrik yapmaz mı?

Bura da uygarlığın, insanlık tarihinin en büyük gelişim hikayesi olarak aktardığı “evcilleştirme”yi sorgulamak gerekmez mi? Evcilleştirmede bile insan pragmatist davranır. İşine yarayanları evcilleştirip çoğaltır, yaramayanları da yok eder. Bugün koyun, inek, tavuk ve domuz miktarı tüm diğer yaban hayvanlarından daha fazladır. 200 bin kurda karşı 400 milyon evcil köpek, 80 bin zürafaya karşı 1,5 milyon inek vardır.

John Zerzan “Gelecekteki İlkel” kitabında savaş ve sömürüyü de evcilleştirme olayı ile başlatır. Ona göre insan türünün diğer canlı türlerini evcilleştirmeye başlamasıyla devlet, hiyerarşi, sömürü ve savaşlar ortaya çıkar. Öncesinde av ve avcı birbirlerine karşı “eşit” iken, avın evcilleştirilmesiyle birlikte eşitlik bozulmaya, tahakküm mekanizmaları oluşmaya başlar. Hayvanlar otu süte, yumurtaya, yüne ve ete dönüştüren bir makinaya indirgenmiş, uysal ve itaatkar bir karaktere zorlanmış, çit içerisine tutularak esaretleri ve verimlilikleri artırılmıştır. Zerzan, herhangi bir toplumda hakimiyet ve sömürü ilişkilerinin doğadaki canlıları evcilleştirilmesinden bağımsız olmadığını ortaya koyar. Toplayıcı-avcı toplumlarda, insan ile insan olmayan varlıklar arasında keskin bir hiyerarşi bulunmaz. Bağımsız, özgür ve hatta eşit bir varlık olarak değerlendirilen avlanmış hayvan ile avcı arasındaki ilişki, bir çiftçi veya çoban üzerinde mutlak bir denetim sağlanmış olan taşınabilir varlıklar arasındaki ilişkiden, nitelik bakımdan açıkça farklıdır.[15]

Hayvanların evcilleştirilmesi, insanların kendilerinin de evcilleşmesi, bir eve, bir toprağa bağlanması demekti. Toplayıcılar tarım ve bitki yetiştiriciliğinde uzmanlaşırken, avcılar hayvanları evcilleştirerek çobanlık kültürünü geliştirirler. Hayvanı evcilleştirmek sadece hapsetme stratejisini devreye koymakla değil, bin bir eziyet ve işkence yöntemiyle onu uysallaştırmayı da içerir. Ömer Faruk, bunu “tasma” üzerinden metaforik bir yorumla izah eder. Faruk “tasma hiyerarşinin sembolüdür” der ve ekler: “ Her tasma takan kişi, bir başka tasmaya da boyun uzatır; zincir tasmayı tasmaya bağlar. Tasma, emir veren ve emir alan, acı çeken ve acı çektiren, tahakküm ve hiyerarşi üreten bir söylemin içinden cisimleşir.”[16]

Hareketli canlı türlerine takılan tasma ile yabanın* bir parçası olan at, eşek, katır, deve gibi hayvanlara takılan gem, öküze vurulan boyunduruk, sürülerin konulduğu ağıl, ahır birer esaret sembolleri olarak ele alınabilir. Burada gönüllü bir birliktelik ve ilişki değil, bir metazori, eziyetle, terbiye etme, uslandırma ve hizmet aracı olarak kullanma vardır. Doğaya çit çekmek, doğayı parsellemek de aynı stratejinin parçasıdır. Çitle çevirmek, doğanın bir parçasını özenle işlemek için işaretlemek değildir sadece. Uğruna savaşılacak, kan dökülecek bir mülkiyet alanı yaratmaktır aynı zamanda.

Faruk da Zerzan ve Boekhin gibi insanın insan üzerindeki sömürüsünü, insanın doğa ve hayvanlar üzerindeki sömürüsüyle başlatır. Faruk bunu daha varsayımsal bir dille kişiye indirgeme üzerinden hikayeleştirerek anlatır: “Binlerce yıl önce bir gün çit çeken, tarım yapan hayvanlara tasma takan biri, koyduğu kurallar çerçevesinde çalıştırdığı bir diğerini ‘sen düşünemez, anlayamaz ve kendini temsil edemezsin’ dedi ve onun kendiliğini oluşturma imkanını elinden aldı. Böylece yöneten ve yönetilen ayrımı oluştu; emir verme ve emir alma mekanizmaları kuruldu, hiyerarşi kurumsallaştırıldı. Yöneten ve emir veren ile yöneten ve emir alan arasındaki bu tahakkümcü, aşağılayıcı ve çatışmacı gerilim bugüne kadar artarak taşındı. Başlangıçta iki kişi arasında yaşandığını varsaydığımız bu çatışmacı gerilim, sonrasında toplumsallaştı, normalleşti, yasalarla kurallar bağlandı; bu duruma itiraz edenler ‘yasa dışı’ ilan edildi, onlar için hapishaneler ve toplama kampları yapıldı, darağaçları kuruldu, işkence kurumsallaştı.”[17]

Hapsetme ve asimile etme stratejisi hayvanlarla başlar ve daha sonra insanlara uygulanır. Bu strateji doğrultusunda inşa edilen mekanlar ikonolojik simge ve anlamlar halinde ufalanır. Dikeyliği, güç istencini ve tahakküm ilişkisini sembolize eder. Mekan bedenlere hükmeder, yol güzergahları buyurur ve semiyolojik(sözel olmayan işaret sistemler, semboller vs.) rotasyonlarla bedeni itaatkar varlıklara, usandırılmış, ehlileştirilmiş nesnelliklere indirger. Ehlileştirme mekanları zihni değil, bedene hitap eden anlamlarla yüklüdür. Nesnesini şekilsizleştiren, deforme eden, bedeni çevreleyen fiziksel kısıtlayıcılıkla tabi olmayı, biat ve denetim duygusu aşılamayı amaçlar. Bu mekanlar (ağıl, çift, kafes, zindan gibi) iktidarın güç ve kudretini anıtsallaştırırken; hapsetme aygıtları da (gem, boyunduruk, kelepçe gibi) bedenin öznelliğini sıfıra indirgeme, madun etme ve bedenin uzuvlarını kontrol etme amaçlı oluşturulan aygıtlardır.

Faruk, hayvanların insanların hizmet ve ihtiyaçlarının aracı kılınmasına karşı çıkar ve “hiçbir canlı türü insanların amaçlarına hizmet etmek için dünyaya gelmez. Her canlı türü kendi meşrebince hareket eder, bir diğeriyle karşılaşır. Etkiler, etkilenir, düşünür, dönüştürür” der ve ekler “ dünyayı tek türünün özel mülkü görmek, içgörü yeteneğini azaltır. Kişiyi kelebeklerin kalp atışlarını duyamaz, denizdeki renk değişikliklerini göremez bir canlıya (yaşayan ölüye) dönüştürür.”[18]

Hayvanların asimile edilmesi ve en dost canlısı, oyunsever bir hayvanı bile(köpek) canlıları parçalama makinesine dönüştürme özelliği belki de en iyi Jack London’ın kuzey hikayelerine konu alan romanlarında görürüz. Örneğin “Beyaz Diş” romanında Kiche adlı yabanileşmiş yarı, kurtlaşmış köpeğin yavrusu olan Beyaz Diş’in hikayesinde Gri Kunduz adlı Kızılderilinin hizmetindeyken, sürekli onun saldırganlık güdülerini kışkırtmak için Pavlovcu yöntemlerle nasıl ödül ve ceza dilemmasında sürekli eziyetle dönüştürüldüğünü anlatır. Güzel Smith onu alıp bir kavga kurduna dönüştürür. Sürekli kafeste tutarak saldırganlığını teşvik eder, kışkırtır, teyakkuzda tutar ve en güçlü saldırganlık girişimlerini daima ödüllendirir. Beyaz Diş artık köpek davranışına sahip bir hayvan değil biyolojik bir parçalama makinesidir. Mr. Scott onu Smith’in elinden kurtarıp sevgi ve şefkatle yaklaşınca Beyaz Diş şaşırır. Sürekli saldırıp parçalamaya alıştırılmış bu köpek yeni efendisine ayak uydurmakta ve kendi doğal davranışlarına dönmekte zorlanır.[19]

Binlerce yıldır süregelen başkalaşım öyle olağanlaşmıştır ki, adeta genetik bir kod haline gelmiş gibi insanın doğal davranış şekli haline geldi. Bu düşünce biçiminin ilk kurumsal ayağı olan devlet, beş bin yıldır insanları kendi imgesinde yeniden yaratıyor. Tek tanrılı dinler bu tahakküm stratejisine cevaz vererek insanların kendilerini özdeşleştirebilecekleri imgeler sundu. Her düşünce biçimi, her hayat tarzı, her seçim kendi değerini üretir, o değerlere kendi anlamını verir, ona istediği biçimde nüfuz eder. Darwin’in evrim teorisi, doğanın her türlü sömürüsünü onaylayan bilimsel hüviyet kazandırılmış bir payanda oluşturdu. Felsefi temelleri Bacon, Descartes, Galileo, Newton vb. kişilere dayandırılan sanayi kapitalizmi ile birlikte toplumu (fabrika modelini esas alarak) standart, mekanik, merkezi, senkronize bir şekilde örgütledi. Newtoncu doğa bilimlerini kopyalayan aydınlanmacılar ve sosyal bilimciler böylesi bir toplum oluşumunu hızlandırdı ve göklere çıkardılar. Locke, Hume, Hobbes, Kant, Hegel, Rousseau, J.S.Mill, A. Smith, Keynes, Ricardo ve daha nicesi bu çağın fikri anlamda kurucu öznesi oldu.

Bu sisteme alternatif olan sosyalist hareketler bile kapitalist sistemi dolaylı yoldan olumlamakta geri durmadılar. Örneğin aydınlanma filozoflarının etkisinde kalan ütopik sosyalistler (S.Simon, R-owen, C.Fourier vd), burjuva sosyologları (Comte, Spencer, Durkheim gibi) ve kapitalizme meydan okuyan, sınıfsız komünist toplumu hedefleyen bilimsel sosyalistlerin üzerine mutabık oldukları tek şey endüstriyalizmin ve onun kurumsal ayaklarının zorunlu olduğuydu. Marx-Engels doğal toplum değerlerin sahip toplumların ortadan kaldırılmasını ve batı toplumlarının temellerinin atılmasını ilerici bulmuşlardı (Hindistan, Cezayir, Meksika gibi yerlerin sömürgeleştirilmesini olumlama anlamında) sanayi kapitalizmi dünyaya rol model olarak sunuldu. Ulus-devletçilik, sekülerizm ve laiklik, ilerleme, doğa yasası, akıl, evrensellik ilkeleri herkese gerekli düşünce ve yapılar olarak önerildi.

Sonuçta fabrikasyon modeli toplumlar dizayn edildi. Bu model her alana uyarlandı. Örneğin kırda ve kentte fabrikasyon, yeni kitlesel üretim, kitlesel eğitim, kitlesel zindanlar, tımarhaneler, kitlesel bakım evleri, yeni fabrikasyon tarzı toplu yerler, fabrikasyon tarzı okullar, yurtlar, yemekhaneler, hastaneler, toplu tüketim alanları, AVM’ler, süpermarket zincirler, kitlesel müzik (korolar, orkestralar, müzik salonları, tiyatrolar), kitlesel spor ve sanat kurumları, kitlesel (fordist) üretim çiftlikleri, hayvan yetiştirme yerleri, bant usulü tavuk üretim çiftlikleri, domuz çiftlikleri vs. kısacası her yerde fabrikasyon usulü standart bir yaşam düzeni oluşturuldu. Bu yaşam örgüsü bütün ilişkileri kendine bağımlı bir döngüye sokuyor, onun yarattığı kültür, zihniyet ve düşüncenin dışına çıkmaya yer vermiyordu. kitlesel zihinsel bir tetanoz halinde bu düşünce kalıplarında düşünmeye ve bu yaşam biçimini olumlayan, onaran davranış ve kültür kalıpları içerisinde hareket etmeye mecbur kılındı.

Toplumsal bu durum içselleştirilmiş hegemonya ilişkileri, içinde yaşadıkları ortamın su olduğunu bilemeyen genç balıkların hikayesine benzer. Hikayeye göre iki genç balık yol boyunca yüzerken, tesadüfen ters yönde yüzmekte olan yaşlı bir balığa rastlarlar. Yaşlı balık onlara başını sallar ve “günaydın gençler, su nasıl?” diye sorar. İki genç balık bir süre yüzmeye devam ederler ve sonunda bir diğerine sorar, “yahu su demedi mi o? Su ne demek oluyor?” diye sorar.

Gerek hayvan, gerekse de insanların içinde tutuldukları, bu hegemonya ilişkileri o kadar olağanlaştırılmış ki, bizim için balıkların varlığından haberdar olmadıkları su gibidir. Dahası bizler modern köleler ve hizmetkarlar olduğumuzu bile inkar etmekteyiz. Prangalarımızı artık hissetmiyoruz. Hayvanların yaşadıkları yaşam biçimlerini sorgulamak bile komik geliyor. Onların ruhsal bir yapıları olduğu, empati yetenekleri, duyguları, hisleri ve hatta kendilerine özgü zeka yapıları olduğunu, bir insan yavrusu nasıl ilgi, şefkat ihtiyacı duyuyorsa tüm memeli yavrularının da benzer gereksinimler duyduğu sayısız deneylerle kanıtlanmasına rağmen, hala onları hisseden ve saygı duyulması gereken varlıklar mertebesinde basit mallara indirgeme eğilimindeyiz.

Psikolog Tiffany Field, Britanya’da erken doğan bebeklerin 10 gün boyunca günde yalnızca 15 dakikalığına okşanmasının önemli derecede kilo artışına, böylece hastaneden erken taburcu olmaya ve çocuk başına yaklaşık 10 bin dolarlık bir tasarrufa olanak sağladığını gösterir.[20] Sosyal etkileşimin yalnızca kilo artışına neden olmadığı, beynin serpilip gelişmesini de sağladığı daha sonra deneysel çalışmalarla ortaya konulur. Bu deneyin bir benzeri fareler üzerinde de uygulanır. Daha önce de belirtildiği gibi, fare yavruları bir parça itiş-kakış oyunundan hoşlanır. 1940’larda Donald Hebb, birbiriyle etkileşim içinde çok sayıda fare içeren sosyal kafelerdeki farellere kıyasla tam bir izolasyon rem de yetişen fare yavrularının bazı değerlerini karşılaştırdı. İzole edilmiş farelerin labirentte yön bulma gibi problemleri çözmede önemli ölçüde yavaş olduklarının yanı sıra, beyinlerinin, daha ağır bir beyne ve daha kalın kortikal alana sahip sosyal fareler kadar gelişmemiş olduğunu da tespit etti.[21]

İnsandaki gaddarlık örnekleri özne oluşumunu şiddet temelinde oluşturması, kendi toplumsal ontolojisini bunun üzerine inşa etmesi nedeniyledir. Bir kuzunun bir bebeğin sosyal ihtiyaçlarına sahip olduğunu düşünen biri, acaba aynı rahatlık ve iştahla gidip kuzu kebabı yiyebilir mi? İnsanı öldürmenin cinayet, ama hayvan öldürmenin spor sayıldığı dünyamızda yemek kültürümüzden eğlenceye, sermaye rezervi olarak kullanmaktan iş aracı olarak kullanılmaya kısacası evimizde kafesimizde cıvıldayarak, şıkıyarak sesiyle bizi dinlendirmesinden, karnımızı doyurmasına kadar, yaşamımızın her alanında zalimliğin uç örneğini teşkil eden bu canlılara dönük köklü bir zihniyet değişikliğine ihtiyaç olduğu muhakkak.

Kitlesel ölçekli makro çözümlere gücümüz yetmiyorsa bile, her birimizin kendi çapında bir farkındalık yaratma girişimi fizikteki “Takyonlar” misali inşa edici, kurucu ve yapıcı rol oynamak mümkün. Takyonlar, evrenin düzenini sağlayan parça-bütünselliklerdir. Dinlerin görevi bilgiyi arttırmak, düzeni sağlamaktır. Kuantların düzensizliğinin aksine, onların bütünselliği düzeni sağlar. Takyonların bir başka ayırt edici özelliği de kendi enerjilerini ve ısılarını kendilerinin yaratmasıdır. Ama aynı zamanda daima ışık hızının üzerinde hareket ederler. Hatta evrende en yüksek hız olanından milyonlarca kat hızlı oldukları varsayılır. Evrende enerji küçülerek kesirler halinde sıfıra yakın bir durumda biter, oysa takyonlarda bu durum tam tersidir. Onların enerjileri katlanarak büyür. Takyonların varlığı genelde beşinci boyut olarak düşünce-bilinç-ruh boyutu olarak tanımlanır.

Elimdeki el fenerini yolunu aydınlatma adına vadinin tümüne tutarsınız, bu vadideki karanlığın belkide milyonda birini aydınlatır, ama insan o feneri önüne tuttuğunda, yolunu aydınlatmasına kafidir. Bizimde parçası olduğumuz sığ bir bakış açısını ve insan gaddarlığını kendimizden başlatarak değiştirmek yerine kuzey kutbundaki fokların zalimce ölümüne tepkiler gösterdiğimizde feneri önümüzdeki karanlığı aydınlatmak yerine, kendimizden ırak yerlere, vadininin uzak bir köşesine tutmuş oluruz.

 

“Toplumsal Benlik”

İnsan özünün komünal olduğu sayısız deneylerle kanıtlanmışken, nasıl oluyorda içine doğduğumuz ve insan doğasının bu kadar zıt bir kültür ve sistemle uyumlanıyoruz? Komünalite, komünal davranış, dayanışma, paylaşım gibi özelliklerle ilgili çocuklar üzerinde de pek çok çalışma yapılmıştır. Örneğin Muzaffer Şerif ve bir grup psikiyatrın sosyal psikoloji deneyleri için Amerika’da çocuk kampları oluşturup, insanın bencil ve çıkarcı bir özünün olup olmadığı ve insan özünün paylaşım ve dayanışmaya daha uygun olduğu tespitiyle kamuoyuna duyurulur. Günümüzde yapılan çalışmalarda ise yedi yaşına kadar çocukta gerçeklik duygusu gelişmediğ için çocuğa annesi “bu senin değil, alma” dediğinde çocuğun anlamaz boş boş baktığı, çünkü bir mülkiyet duygusuna sahip olmadığı ifade edilir. Mülkiyet duygusu sonraki süreçlerde ebeveynleri, çevresi ve aldığı eğitim sonucu çocuğa yoğunca aşılanır.

Çocuğun “sosyal benlik” temelinde mi yetişeceği yoksa ego merkezli bencil bir varlık olarak mı şekilleneceği tamamen kendisine dikte edilen fikir, kültür ve beklentilere göre biçim alır. Bugün artık “toplumsal benlik” kavramı da bu kültürel şekillenmeye bağlı olarak kullanılabilmektedir. Psikoloji tarihinde ilk kez W. James (1892) “ Ben” ile “Sosyal Benlik” arasındaki ayrımı, çevrenin rol, beklentisi belirler diye, rolün önemini, bugünkü anlayışa uygun olarak açıklar. Gerçekten de kişi, çevrenin kendisinden beklediği rolü oynadığı ölçüde “toplumsal benlik” yada “toplumsal kendilik” kazanır.[22]

Pierre Clastres “ Devlete Karşı Toplum” adlı kitabında doğal toplumların komünal kültürlerine atıfta bulunduktan sonra, ilkel diye tanımlanan bu toplumların devletsiz olduğunu insanlık tarihindeki temel bölünmenin devletli ve devletsiz toplumlar arasında olduğuna dikkat çeker. Marshall Sahlins’in avcı toplayıcı gruplardan “çatışmayı reddeden, istediklerini yapan ilk bolluk toplumu” olarak söz ettiğine işaret eder ve bu toplulukları yoklukla tanımlamanın yanlışlığını, “yok” luğu modern insanın sürekli yeni ihtiyaçlar üreten tüketim alışkanlıklarının içeriklendirdiğini belirtir.[23]

Zerzan ise “ilkel” diye tanımlanan doğal toplum insanı ile “modern” diye tanımlanan günümüz insanın özelliklerini karşılaştırır. Yine günümüz insanın yaşam biçimi ile o günkü insanın yaşam biçimi ve beslenme koşullarını karşılaştırarak aradaki uçurumu görünür kılar. Zerzan “gelecekteki ilkel” kitabında bu konuyu ayrıntılı örnekler üzerinden açar. Tarım öncesi insanlar 70 mil öteden tek motorlu bir uçağın sesini duyabildiklerinden Jüpiter’in 4 uydusunu çıplak gözle görebildiklerinden söz eder. Günümzde bile yaşayabilen topluluklardan kimi örnekler verir anolojiler kurar. Büyülü bir “hayali gerçeklik” olarak kullanılan “uygarlığa” eşlik eden “ilerleme” ve “gelişme” kavramlarının ne denli içi boş olduğunu gösterir. Tarım öncesi insanlar 1500’ü aşkın bitki türü ile beslenirken, dünyanın nüfusunun çoğunluğu 20 bitki türüne bağımlıdır ve tüm uygarlıklar yalnızca 6 bitki türünden biri veya birkaçı ile beslenmiştir; bunlar buğday, arpa, pirinç, mısır ve patatestir.[24]

Benzer bir kıyaslamaya Harari’de yapar fakat Harari kıtlık-bolluk dikotomisini değil, günümüz insanın tüketim kapasitesini görünür kılmaya çalışır. Eski çağlarda sabahtan akşama kadar av ve ot toplama peşinde koştuğu söylenen ve bu yüzden sürekli efor tüketen o çağ insanını günümüzdekiyle kıyaslar; “taş devrindeki ortalama bir insan günlük yaklaşık 4 bin kaloriye ihtiyaç duyuyordu. Her türlü enerji tüketimi dahildir, buna. Bu gün ortalam bir ABD’li karnını doyurmanın dışında, otomobili, bilgisayarı, buzdolabı ve televizyonu dahil, günde yaklaşık 228 bin kalori kullanıyor. Yani bir avcı toplayıcıdan 60 kat daha fazla.”[25]

Harari mevcut çağın tüketim alışkanlıklarını da kritik eder. Günümüz insanın neredeyse tüm yiyecek ve içeceklerinde kullanılan şekeri 2012 yılının istatistikleriyle ele alır. “2012’de tüm dünyada ölen 56 milyon insandan yalnızca 620 bin ( 120 bin kadarı savaşlarda, 500 bini ise bireysel suçlarla) şiddet yüzünden hayatını kaybetti. Bunun yanında 800 bin kişi intihar ederken, 1,5 milyonu şeker hastalığından hayatını kaybetti. Görünen o ki, artık şeker, baruttan daha tehlikeli.”[26]

[1] Chris Harman, Halkların Dünya tarihi, s-21, yordam yayınları, 2009
[2] A.g.e,s-20
[3] Andre Comte-Sponville, Büyük Erdemler Risalesi, s-132,iletişim Yayınları, 5.baskı, 2019
[4] Halil Cibran, Ermiş, Kaknüs Yayınları,12.Baskı
[5] La Rochefoucauld, Özdeyişler, Doğubatı Yayınları, 2017
[6] Pyotr Kropotkin, Anarşist Ahlak, s-29, Kaos yayınları, 3.Baskı, 2018
[7] Pyotr Kropotkin, Anarşist Ahlak, s-30, Kaos Yayınları, 3.Baskı, 2018
[8] Simon Baron-Cohen, Kötülüğün Anatomisi, s-141, Say Yayınları, 2.Baskı
[9] A.g.e.,s-142
[10] Yuval Noah Harari, Homo Deus, s.38, kolektif kitap, 24.Baskı, 2021
[11] A.g.e, s.88-106
[12] Bruce Hood, Benlik Yanılsaması, s.66, Ayrıntı Yayınları, 2.Basım, 2019
[13] Yuval Noah Harari, Hayvanlardan tanrılara SAPİENS,s.339, kolektif kitap, 54. Baskı,2020
[14] A.g.e
[15] John Zerzan, Gelecekteki İlkel, 27-31, Kaos Yayınları,2000
[16] Ömer Faruk, Başkası Adına Konuşmanın Haysiyetsizliği, s.96, 6=45 yayınları, 2.Basım, 2021
[17] A.g.e, s.50
[18] A.g.e, s.112-113
[19] Jack London, Beyaz Diş, Ares Kitap,2009
[20] Bruce Hood, Benlik Yanılsaması, s,82, Ayrıntı Yayınları, 2.Basım, 2019
[21] A.g.e, s.83
[22] Prof. Dr. Özcan Köknel-Prof. Dr. Kurban Uğurluoğlu-Psk. Dr. Güler Aytur Bahadır, Davranış Bilimleri, s.210, İ.T.Ü. Fakültesi Yayınları, 1989
[23] Pierre Clastres, Devlete Karşı Toplum, s.173, Ayrıntı Yayınları, 2006
[24] John Zerzan, Gelecekteki İlkel, s. 123-124, Kaos Yayınları,2000
[25] Yuval Noah Harari, Homo Deus, s.45, kolektif kitap, 24.Baskı, 2021
[26] A.g.e, s.27
Bunları da beğenebilirsin

Yoruma kapalı.