Düşünce ve Kuram Dergisi

Transfer Milliyetçilikten Etnik Irkçılığa Modernite

Erkan Kurukavak

Kabil’in ikinci defa düştüğü, Taliban’ın iktidarını ilan ettiği günlerde, Afgan politikacısı ve İslam feministi Shukria Barakzai bir TV söyleşisinde, “Mücahitler(Taliban) bir ulusun hayallerini yıktı” ifadelerini kullandı.

ABD tarafından silahlandırılan Mücahitlerin anti-komünizm perspektifiyle Sovyetler Birliği’ne saldırısıyla başlayan Afganistan’daki savaş ve kargaşanın, El Kaide ve Taliban aşamalarını da geçip, 40 yıl sonra Kabil’in düşmesiyle sonuçlanması tabi ki çok önemli bir süreç ve sonuç. Bu metnin konusu ama her şeyden önce Afganistan’ın 40 yıllık politik tarihi değil, Shukria Barakzai’nin dikkat çektiği  “bir ulusun hayallerinin” ne olabileceği ve varsa böyle bir ulusal imge, bunun nasıl bir tarihsel sürecin ürünü olabileceğinin tartışmasıdır.

Hiçbir milli topluluk yoktur ki, milli değerler denilen meziyet ve marifetlerini, etik ve ahlakını, moral ve eposunu, tarih ve tarihsel misyonunu diğer milletlerin üstünde tutmasın. Hatta bu hususta öyle ileri gidilir ki, bu kadar meziyet ve marifetin, sürekli horlanan, hiçlenmiş ve kaderine terk edilmiş toplumun gerçek bireylerinin karşısında bir millet ile nasıl bütünleştirildiğine şaşırıp kalmamak elde değildir.

Topu topu 150-200 yıl kadar bir kariyer basamağı olan ulusçuluk bunu nasıl bir atraksiyona borçlu, onu bu kadar çekici yapan büyü nedir?

Milliyetçilerin, belli belirsiz, bazen otantik ama daha çok fantastik, hiç zaman gerçeği yansıtmayan hayal gücü ve milliyetçiliğin değişken (variabel), geçişken (transactive) karakteri ona sonsuz olanaklar, sınırsız kaynaklar sunuyor. Hayal gücünüz ne kadar zenginse, ulus tanımınız da o kadar fantastik olabiliyor.

Hayal ettiğimiz şeyleri değişik aşamalardan geçirerek kurgularız. Eğer milli topluluk bir hayal ürünü ise onun bir kurgulama süreci de olması gerekir. Yani yoktan yaratılmış, bir çocukluk, gençlik ve olgunluk aşamaları olması gerekir. Ama her şeyden önce de insan soyunun Afrika’da türeyip Avrupa-Asya, oralardan da Amerika, Avusturalya ve birazdan konumuz olacak Japonya’ya kadar yayılması gibi milliyetçiliğin de ilk türediği ve oradan tüm dünyaya yayıldığı bir serüveni olması gerekiyor.

Benedict Anderson bu tarihi 18. yüzyılın ortaları olarak veriyor ve bu zamanlamada, dini düşüncelerin alacakaranlığıyla ulusçuluğun şafağı arasındaki paralelliğe dikkat çekiyor. Ona göre, rasyonel sekülerizmin; aydınlanmanın dini düşünceyi ötelemesiyle birlikte dinin kendisine göre bir çare olarak bulduğu cefa modern toplumla birlikte kaybolmuyor, bunu tazmin edecek yeni bir inanç sistemi gerekiyordu. Evet, herkes bu dünyada misafir, gideceğimiz yer cennet veya cehennem arasında bir yer olabilirdi ama herkesi sürekli bir varoluşa, ebedi bir geleceğe bağlayan yeni bir fikir olmalıydı: Bu görevi millet düşüncesinden başka ne yerine getirebilirdi?[1]

Biz geçici olabilirdik ama derin bir geçmişten gelen kutsal milletimiz (milli devletimiz) sınırsız bir gelecekte ilelebet yaşayacaktı. “Tesadüfü mucizeye çevirmek milliyetçiliğin bir mucizesidir. Debray’la söyleyecek olursak: ‘Tesadüfen Fransa’da doğdum ama Fransa sonsuzdur.”[2] “Lalay lalay la lay la lay, lalay lalay la lay ilelebet Cumhuriyet!..”[3]

Milliyetçilik modern toplumun bireylerinin acılarının, kaygı ve tasalarının unutturulduğu, hayatın tüm tatsız yanlarının ulusal bir coşkuya çevrildiği,  milletin yeni dinidir. Evet, hayat zor, yaşamak bir eziyetti ama milletin geleceği “herkes” için kendisini feda edecek kadar anlamlı ve kutsaldı. Eski dinlerde kendisini tanrıya adayan can sıkıcı müminler, bundan böyle milletin coşkulu kitlelerine dönüşecekti.

Lakin tüm ışıltılı dünyasına; milli bayramlarda gösterdiği bütün haşmetine rağmen milliyetçilik, hiçbir zaman dinin gösterdiği evrenselliği, “toplumsal birlik” duygusunu gösterememiştir. Kuran’ın Arapça okunması gerektiği savı gibi Hıristiyanlığın Latince yayılması onlara muazzam bir evrensellik olanağı sağlamıştır. Hüküm sürdükleri her yerde, Latince konuşan seçkin din kurumu ve sultası (seçkinleri), ikonografi (dini resimler ve heykeller) ve ideografi; harf ve kelimelerden değil Arapça ve Çin harfleri gibi ortak şekil ve kavramlardan oluşan (Arapça yazıda Elhamdülillah, maşallah, inşallah vb.) ortak kavramlar ve değerler aracılığıyla, Marokko’dan Sulu-Archipel’e (İslam), Paraguay’dan Japonya’ya (Hıristiyanlık), Sri Lanka’dan Kore Yarımadası’na kadar (Budizm), bugünkü tüm milli sınırları aşarak yayılabilmiştir.

“Sonuç olarak yazılı Latin, Pali, Arap ve Çin dilleri teorik olarak sınırsızdılar. (Bir dil ne kadar “ölüyse”- konuşmadan uzaksa- o kadar iyidir: İşaretlerin saf dünyası prensipte herkese açıktı.)”[4]

İktidar olduğu yüzyıllar içerisinde bir baskı ve zulüm rejimine dönüşen din devletinin kaçınılmaz sonu, Marx’ın deyimiyle, “Ortaçağın serfleri arasından ilk kentlerin kasaba eşrafı (Pfahlbürger) olarak doğan burjuva sınıfının”[5] söken şafağıyla birlikte gelip çatmıştı. Üstünlük sırası evrensel olana karşı yerel olana gelmiş, Katolik kilisesinin despotik, boğucu evrenselliğinin ölüm çanları çalmaya başlamıştı.

Evet, kısa bir sürede tüm dünyayı sarsan ve etkisi altına alan Reformasyon (Martin Luther), Rönesans, Aydınlanma ve bunun bir finali olarak Fransız Devrimi ardı ardına gerçekleşmişti ama bu gelişmelerin merkezinde millet ve milliyetçilik henüz bir iktidar ve baskı aracı değil, gelişen burjuvazinin eski dini söyleme karşı coşkulu yeni politik retoriğiydi. Aydınlanmacıların asıl amacı, insanların üzerindeki korkuyu almak yerine özgürlükler getirmekken, Fransız Devrimi’nin sloganı “Özgürlük, Eşitlik, Kardeşlik” anlamına gelen “Liberté, Égalité, Fraternité”ydi.

Milliyetçilik, burjuvazinin kendi siyasi iktidarını kurduğu Fransız Devrimi’nin de bir hedefi değildi önce. Fransız Devrimi’nin merkezinde henüz ulusçuluk değil, kralın, dolayısıyla kilisenin iktidarına son verilmesi ve eşitlik, kardeşlik ve özgürlük ilkelerinin hayata geçirilmesi vardı. Ulus ve ulusçuluk Fransız Devrimi’nin sebebi değil, sonucu olmuştur daha çok. Fransa için kullanılan Grand Nation (Büyük Ulus) kavramı Fransız Devrimi’ne kadar olan süreci değil, 1790-1800 yıllarına ait dönemi anlatıyor mesela. Fransız Devrimi’nin tarihi ise 1789-1790’dur. 1907 tarihli Brockhaus ansiklopedisi “Grand Nation” kavramını Napolyon’un İtalya seferine (1797) kadar geri getirebiliyor ancak. Fransız ve Amerikan devrimlerinde millet kavramının batıl (dini) bir inanç olmadan öteye politik bir anlamı vardı:

“Politik anlam, Amerikan ve Fransız devrimlerinde olduğu gibi ‘millet’i ‘halk’la ve devletle eşitleyen (…) ABD’nin erken dönemindeki politik söyleminde, ‘millet’ teriminin federe eyaletlerin halkları karşısında merkeziyetçi ve üniter çağrışımlar uyandırmasından kaçınmak amacıyla, ‘halk’, ‘birlik’, ‘konfederasyon’, ‘ortak ülkemiz’, ‘kamu refahı’ ya da ‘topluluk’ gibi deyişler tercih edilmekteydi. Çünkü Fransızların değişiyle ‘millet’in tek ve bölünmez olması gereken devrimler çağında, millet kavramının bir özelliği buydu ya da çok geçmeden öyle olacaktı. Düşünüldüğü biçiminde ‘millet’ kollektif egemenlikleri kendilerinin politik ifadesi olan bir devlette somutlaşan, bir yurttaşlar topluluğuydu.”[6]

Görüldüğü gibi, aydınlanma çağının bir aşaması olarak görülebilecek millet fikrinin asıl amacı, ayrı diller konuşun değişik toplumları da Katolik kilisesini despotik iktidarına karşı birleştirmek, onları devrim saflarına çekmekti. Ulus, devrim sürecine katılan herkesi kapsıyordu ve kimin hangi dili konuştuğu önce önemli değildi. Ulusal birlik için Fransa’da bir dil ortaklığı aramak Fransızcanın çok az konuşulduğu Fransa’da zaten gerçekçi değildi. Bu durum aynı sorundan muzdarip İtalya’da da farklı değildi. İtalya’da milli birliğin sağlandığı sırada İtalyanca konuşanların oranı tahminen sadece yüzde 2,5’ti.[7]

“ (…) bir insanı Fransız yapan şeyin kurumsal olarak Fransızcanın anadil olması değil (devrim bizzat, Fransa’da fiilen Fransızca konuşanların sayısının ne kadar az olduğunu kanıtlamaya büyük çaba harcarken, böyle bir şey nasıl düşünülebilirdi?) özgür Fransa halkının diğer özgürlük, yasa ve ortak karakterisliklerinin yanında bu dili de öğrenmeye istekli oluşuydu. Bir anlamıyla Fransızca bilmek, İngilizce bilmenin Amerikan vatandaşlığındaki önemi gibi, tam Fransız yurttaşlığına (ve dolayısıyla milliyetine) üye olmanın koşullarından birisiydi.”[8]

19.Yüzyıl dil milliyetçilerinin dile dayalı bir millet yaratma çabalarının tersine Paris’te Fransızca, Londra’da İngilizce konuşulmasının daha çok Orta Çağ efendilerinin konuştuğu Latinceye karşı politik bir fonksiyonu vardı ve yine bir kurgu olan Hıristiyanlığın batışına hizmet ediyordu.[9]Martin Luther’in Almancaya çevrilmiş 95 tezini 1517 yılında Wittenberg Kilisesi’nin kapısına büyük bir öfke ve heyecanla çivilediğinde de bu böyleydi. Latincenin, dolayısıyla Katolik kilisenin despotik iktidarına karşı gelişmiş bu hareketler bir anda yerel dillerin devrimci bir muhalefetine, oradan da bir reformasyon hareketine, son duruşmada Katoliklerle Protestanların birbirilerini boğazladığı, milyonlarca insanın hayatına mal olan, 30 yıl süren köylü savaşlarına dönüşmüştü.

Martin Luther’in Almanca dilinde yazıp kilisenin kapısına çivilediği 95 teziyle birlikte Almanca dilinde basılan kitapların 20 yıl içerisinde (1520-1540) 1/3 katında patlama yapması bu gelişmenin çarpıcı bir örneğidir.[10]

Burada bahse konu edilen milliyetçilik ve onun önemli bir unsuru olarak gösterilen milli dil; 19. ve 20. yüzyılın gerici milliyetçilerinin derebeyi kurgularıyla şekillenen şoven, baskıcı, iktidar aracı dil milliyetçiliği değil, dil unsurunun aslında pek öneminin olmadığı, olsa da bunun etkili bir muhalefet aracından başka bir şey olmadığı, her şeyden önemlisi devrim çağının halkçı, devrimci milliyetçiliğiydi.

Fransız Devrimi’nden sonra devrimin kendi çocuklarını yemesiyle[11]; Bonapartizmin yayılmacı ve istilacı seferleriyle birlikte devrimin bir karşı devrime dönüşmesiyle, 19. yüzyıldan itibaren durum tamamen değişmiştir. Önce Avrupa kıtasında sonra tüm dünyada, gerici, baskıcı ve vülger milli devletler çağı başlamış, 19. ve 20. yüzyıllar çılgın bir millet oluşturma ve onun “esaslarını” keşfetmeye dönüşmüştür:

“Hollanda bir milletken, Hanover ve Büyük Parma Dükalığı niçin değildir?”[12] “Belçika’nın ve Portekiz’in bağımsız milletler olması, 1843’teki Garnier Pages’in Dictionnaire politique’inde neden gülünç karşılanıyordu?”[13] “Milliyet ilkesinin havarisi olan Mazzini’nin İrlanda’ya bağımsızlık öngörmemesinin kıstasları nelerdi?” Bu ve bunlar gibi ahretlik sorular 19. yüzyıl milliyetçilerinin en temel sorunuydu: Millet hangi esaslara göre tanımlanacak ve bunu gerçekten hangileri hak ediyor veya üzerine konuşmaya değmiyordu?

Kuşkusuz bu unsurların en yaygın biçimde bilinenleri, coğrafi bütünlük, ortak etnisite, din ve dil birliği, ortak tarih, ortak kader ve gelecek imgesi, kültür vb. akla gelebilecek onlarca millet kurgusu sayılabilir. Ama biz bunu, konuyu gereğinden fazla dağıtmamak için bunların en ilginci olan ortak dil kısmıyla sınırlandıralım.

Daha önce belirttiğimiz gibi ortak bir dil beklentisi burjuvazinin devrimler çağında, devrimin akıbeti açısından önemli bir aksiyomdu ve Fransızcanın çok az konuşulduğu Fransa’da bu dili konuşma hevesi devrimin ve yeni siyasi hareketin heyecanıyla oldukça yaygındı.

Burjuva devriminin karşı devrime uğrayıp, kendi zıddına dönüşmesiyle (anti özgürlük, anti eşitlik, anti kardeşlik) Fransız Devrimi’nden tam 138 yıl sonra Türkiye’de bu dil sorunu, 13 Ocak 1928’de hukuk öğrencilerinin başlattığı, 1930’lar boyunca devam eden ve azınlıkların kendi dillerini konuşmalarını engellemeyi amaçlayan hükümet destekli baskıcı ve ırkçı kampanyayla “Vatandaş Türkçe konuş”a dönüşecekti.

19.Yüzyılın son çeyreğinde ve 20. yüzyılın ilk yarısında kurgulanmış Türk milliyetçiliği, Avrupa ve Amerika’da kurgulanmış milliyetçiliğin en gerici ve vülger olanını seçmişti kendisine. İmparatorluğun dağılışıyla eş zamanlı kurgulanmış Türk milliyetçiliği, Fransa’da olduğunun tersine bir burjuva devriminden yoksun olarak, Osmanlı’nın elit kesimlerinin imparatorluğun kaderini belirleyen bir tartışmasından ibaretti. Ortada devrim mevrim yoktu, imparatorluğun nasıl kurtulacağı sorusu vardı. Hedef çürümüş hilafeti yıkmak değil, onu yeniden kullanır hale getirmekti. Bunu Türk milliyetçiliğinin kurucularından sayılan Ziya Gökalp şöyle itiraf ediyor:

“Bu sırada Tıbbiye’de şekillenen gizil bir ihtilal örgütünde Pan-Türkizm, Pan-Ottomanizm, Panislamizm ideallerinden hangisinin gerçeğe daha uygun olduğu tartışılıyordu. Bu tartışma Avrupa’daki ve Mısır’daki Genç Türklere de yayılarak, kimileri Pan-Türkizm idealini kimileri de Pan-Ottomanizm idealini kabul etmişlerdi. O zaman Mısır’da çıkan Türk gazetesinde Ali Kemal Osmanlı Birliği fikrini öne sürerken Akçura- oğlu Yusuf Bey’le Ferit Bey Türk Birliği politikasını öneriyorlardı.”[14]

Bu satırlardan anlaşılacağı gibi Pan-Türkistlerin amacı da, can çekişen çökkün Osmanlı’ya son öldürücü darbeyi vurmak değil, onu millet suretinde yeniden yaratmaktı. Ziya Gökalp’ın kitabının daha girişinde yine itiraf ettiği gibi Türkçülüğün ortaya çıktığı ilk hareket Avrupa’dır. İkincisi de…

“Avrupa’da ortaya çıkan ikinci harekete de Türkiyat (Türkoloji) adı verilir. Rusya’da, Almanya’da, Macaristan’da, Danimarka’da, Fransa’da, İngiltere’de, birçok bilim adamları eski Türklere, Hunlara ve Moğollara ait tarihi ve Arkeolojik araştırmalar yapmaya başladılar.”[15]

Ziya Gökalp, Türkçülüğe ve Türk milliyetçiliğine katkısı bulunan Ahmed Vefik Paşa, Süleyman Paşa, Rusya’dan İstanbul’a gelen Hüseyinzade Ali Bey, Necip Asım Bey gibi paşa ve beyleri de ardı ardına saysa da Türk milliyetçiliğinin ve Türkçülüğün esaslarının Avrupa menşeili olduğu apaçık ortadır. 19. yüzyılın son çeyreğine kadar adı sanı olmayan Türk milleti Osmanlı’nın elit paşa ve beyleri tarafından yaratılmıştır adeta. Bu bakımdan daha Benedict Anderson’a dayanarak değindiğimiz milliyet kurgusu Türk milleti için de geçerlidir ve bunu yine en iyi itiraf eden, onun kurucularından olan Ziya Gökalp’tir. Fransa örneğinin tersine bırakın sosyalist devrimi, ortada bir burjuva devrimi bile olmaksızın, imparatorluğun çöküşüyle birlikte bir millet inşa edilmiştir.

Ziya Gökalp, bu millet inşası sürecine katılan herkese methiyeler düzmektedir: “Yakup Kadri, Yahya Kemal, Falik Rıfkı, Refik Halit, Reşat Nuri Beyler gibi yazarlar ve Orhan Seyfi, Faruk Nafiz, Yusuf Ziya, Hikmet Nazım, Vala Nurettin beyler gibi şairler yeni Türkçe’yi güzelleştirdiler. Müfide Ferit Hanım da gerek değerli kitaplarıyla, gerek Paris’teki yüksek konferansları ile Türkçülüğün yükselmesine büyük emekler harcadı.”[16]

Milletin ve milliyetçiliğin geçmişten geleceğe uzanan, mutlak, olmazsa olmaz bir şey olmadığını bize bir millet tasarımcısı Ziya Gökalp’ten başka kim daha iyi anlatabilirdi? Uçsuz bucaksız, kutsal milletin 19. yüzyılın son çeyreğine kadar bırakın kutsallığını, bilinmediğini bile anlatmıyor mu bize Ziya Gökalp?

Tüm bu safça itiraflar kendisini milliyetçilerin büyük çabaları sonucu nihayet “güzelleştirilen Türkçe”de de gösteriyor. Bir milletin “kaçınılmaz” olarak bir milli dili olması gerektiği fikri de bunun tartışma aşamalarında tam bir kâbusa dönüşüyor. Bu konuda yine Ziya Gökalp:

“Fakat ikdam gazetesi etrafında toplanan bu Türkçülerden özellikle Fuat Raif Bey’in Türkçe’yi sadeleştirmek konusunda yanlış bir teoriyi izlemesi Türkçülük akımının değer kaybetmesine neden oldu. Bu yanlış tasfiyecilik (arı Türkçecilik) fikriydi. “Arı Türkçecilik” dilimizden Arap, acem köklerinden gelmiş bütün kelimeleri çıkararak, bunların yerine Türk kökünden doğmuş eski kelimeleri, veya Türkçe köklerden yeni eklerle yapılacak yeni Türk kelimeleri yerleştirmek demekti. Bu teorinin uygulamasını göstermek için yayınlanan bazı makaleler ve mektuplar, zefk sahibi olan okuyucuları tiksindirmeye başladı. Halk diline yerleşmiş olan Arapça ve Farsça kelimeleri Türkçe’den çıkarmak bu dilin en canlı kelimelerden, dini, ahlaki, felsefi kavramlardan yoksun kılacaktı. Türkçe köklerden yeni yapılan kelimeler  gramer esaslarını altüst edeceğinden başka, halk için yabancı kelimelerden daha yabancı, daha bilinmezdi”[17]

Ziya Gökalp Türkçenin arılaştırıldığında (saflaştırıldığında) bunu Türklerin katiyen anlamayacağını öne sürüyor ki haklı. Demek ki gerçek Türkçeyi bilmeyen veya konuşamayan Türklerle karşı karşıyayız ki, bu milli ortak değerle açısından ciddi bir problem. Türkçe bilmeyen, konuştuğu dili Türkçe sanan ama buna rağmen “Vatandaş Türkçe Konuş!” diye başka dilde konuşanlara gerçekte saf Türkçe olmayan dillerini konuşmaları için baskı yapan, gerçekte tam olarak Türk de olmayan Türkleri şimdilik bir kenara bırakalım, dil konusunda daha ilginç bir evrim göstermiş Japonya’ya gidelim, konuyu oradan anlamaya çalışalım.

“Arm ve Reich” kitabının yazarı ünlü tarihçi Jared Diamond, kitabının son bölümünü hem dil hem de “millet” bakımından Japonya’nın geçirdiği evrime ayırmış, gerçek konusu ve hedefi bu olmadığı halde milletlerin sorunlu, çelişkili varlıklarına temas etmiş, millet kurgusunun tüm çelişkilerini gözler önüne sermiştir.

Diamond’a göre, Japon adasında arkeolojik kazılarda bulunan taştan yapılmış ilk araçlardan anlaşıldığı gibi adaya gelen ilk insanlar, bundan 30.000 yıl önce, son buzullar çağında, doğal bir buz kütlesini köprü olarak kullanıp Rusya’dan Japonya’nın Hokkaido adasına, oradan da Japonya’ya geçiyorlar.

Buzların bundan 13.000 yıl önce erimesi ve geriye çekilmesiyle adada “mahsur” kalan ve bundan sonraki 10.000 yıl içerisinde istilalar ve sürgünler sonucu bugün varlıklarını 30.000 yıl önce buzul köprü olarak kullandıkları Hokkaido adasında izole bir biçimde sürdürebilen Aynu halkı Japonya’nın en eski sahipleri olarak kabul edilseler de hala Japon olarak görülmüyorlar. “Japonlar 1869 yılında Hokkaido adasını işgal ettiklerinde Japon öğretmenler Aynu dilini ve kültürünü yok etmek için büyük çaba sarf etmişlerdi.”[18]

Japonların yok etmeye çalıştıkları Aynu dili gerçekte Japonya’nın en eski dili, belki de en orjinal haliyle kendi dilleriydi. Hâlbuki Diamond’un, Japonları hür, bağımsız, egemen ve tek olarak öven “millet” teorilerine karşı öne sürdüğü kendi alternatif teorisine göre, Japonların bugün konuştukları dil Japonca bile değildi. Bu teoride daha da çarpıcı olan, Japonların Japonca sandığı dil aslında bugün Kore’de de konuşulmayan, yok olmuş bir Kore hanedanın diliydi. “Benim tahminime göre, M.Ö 400 yıllarında Japonya’ya geçen ve burada modern Japoncayı geliştiren Kore dili, modern Korecenin yükseldiği Silla Hanedanı’nın diliyle aynı değildi.”[19]

Kore’nin birliğinin sağlandığı M.S. 676 yılından önce Kore’de her hanedanın kendi dilini konuştuğu biliniyordu. Silla Hanedanı’nın, dolayısıyla Silla dilinin diğerleri karşısında kazandığı “zafer”, Japonları ve Korelileri, Japon dilinin menşei körelmiş bir Kore hanedanın dili olduğu halde, birbirlerine yabancı kılıyor, onları birbirlerine düşman iki ayrı millet yapıyordu.

Hâlbuki Kore’nin birliğinden önce, oralarda henüz birçok dil konuşulurken, Japonya’nın güney adası Kuyushu üzerinden Japonya’yla Kore’nin güney bölgeleri arasında yoğun bir ticaret ve kültürel etkileşim binlerce yıldır çoktan kurulmuştu bile. Çin üzerinden neolitik devrimini hızla tamamlamış, tarımsal sulama teknikleriyle prinç üretimi üzerinden muazzam ekonomik ve kültürel üstünlükler sağlamış olan “Koreliler”, M.Ö. 400 yıllarına kadar 10.000 yıl boyunca ciddi bir değişiklik yaşamayan, evrimin avcı (balıkçı) ve toplayıcı durağında yerinde sayan, Paleolitik dönemde (taş devri) kalmış Japon adasını ekonomik ve kültürel olarak mutlak bir şekilde belirliyordu. Aynı tornadan çıktıkları halde Koreliler ve Japonlar kendilerinin çok ayrı olduklarını düşünüyorlar ve kendilerine milli ayrıcalıklar yaratıyorlardı. Diamond’a göre, Japon ve Kore halkları birbirinin ikizidir.[20] Ama onların anası-babası sayılan Aynu halkı Japonlara göre bugün hala hiçbir şey değildir.

Aslında Türkçe konuşmayan Türklerin başka dillerde konuşanlara  “Vatandaş Türkçe Konuş!” baskısı yaparak onları gerçekte Türkçe olmayan bir dilde konuşmaya zorlamaları gibi Japonlar da Aynuları Japonca olmayan (ki Japoncanın körelmiş bir Kore dili olduğunu söyledik) bir dili konuşmaya zorlayarak, belki de gerçekte en orijinal Japonca olan Aynu dilini yasaklıyorlardı. Demek ki millet tanımının önemli unsurlarından bir olan (coğrafya) “eskilik” esasına göre en gerçek Japonlar, artık  Kore’de bile konuşulmayan bir Kore dilini konuşan Japonlar değil, Japoncayı Korelileşmiş Japonlardan  kurtarabilmiş Aynulardır. Japon olduklarını sanan Japonların dili bile Japonca değildir. Japonca olmayan Japon dili Aynu halkı üzerinde iktidar kurmanın bir aracıdır. Demek ki dil bir milli değer değil, standartlaştırılmış bir “milli” dilin dışında kalmış farklı dillerde konuşanların üzerinde hakimiyet, zor ve şiddet kurmanın bir aracıdır.

Milliyetçiliğin bütün absürtlüğü de zaten burada yatıyor: Siyaseti, bir dil, bir etnik grup, bir din, bir kültür gibi oldukça geçişken ve değişken faktörleri, homojen ve değişmez kılıp, onları politikanın ifadesi olan devletle çakıştırıyor.

Milliyetçilerin millet kurguları absürdlüğe varan derin çelişkilerle doludur. Ziya Gökalp’ın Türkçe diliyle Osmanlıcayı karşılaştırmasında da bu açıkça görülmektedir. Bir yandan yukarda belirttiğimiz gibi halk diline yerleşmiş olan Arapça ve Farsça kelimeleri Türkçeden çıkarmak bu dilin en canlı kelimelerden, dini, ahlaki, felsefi kavramlardan yoksun kılıyor, zevk sahibi olan okuyucuları tiksindirmeye başlıyordu, ama öbür yandan her şeye rağmen asıl doğal ve gerçek dilimiz Türkçeydi. “İkincisi [Türkçe], yalnız halk arasında konuşulmak zorunda kalmış gibiydi. Buna da, küçümseyerek, Türkçe adı veriliyordu ve aşağı tabakaya özel bir argo sayılıyordu.”[21]

Bir millet kurmak için tarihsel olarak Türklerin Osmanlı’ya karşı gösterdikleri tüm bağlılıklarına rağmen Gökalp, Türklerle Osmanlı’yı her bakımdan mutlak bir şekilde ayırmayı göze alıyor: “Yurdumuzda iki dil gibi, iki ayrı ölçü de (lirik olarak) yan yana yaşıyordu. (…) Yurdumuzda bunlardan başka, yan yana yaşayan iki müzik vardır. Bunlardan biri halk arasında kendi kendine doğmuş olan Türk müzüği, diğeri Farabi tarafından Bizans’tan çevirme ve aktarma yoluyla alınan Osmanlı müziğidir. (…) Osmanlı sınıfı kendini hakim millet biçiminde görür, yönettiği Türklere mahkum millet gözüyle bakardı. Osmanlı sürekli Türk’e (eşek Türk) derdi. Türk köylerine resmi bir kişi geldiği zaman, Osmanlı geliyor diye herkes kaçardı.”[22]

Bunları yazan Türkçülüğün esaslarını belirlemeye çalışan Ziya Gökalp… Anadolu’da bazen yan yana, bazen iç içe yaşayan sadece iki ayrı dil, iki ayrı ölçü, iki ayrı müzik miydi? Tabi ki hayır. Barbar gelenek göreneklerde devletin bile olmadığını, imparatorluğun nereden çıkarılacağını soran Dr. Hikmet Kıvılcımlı, Osmanlı İmparatorluğu’nun Bizans’ın mirasına konup ona “halef” olduğunu belirterek, Gökalp’ın horladığı Osmanlı’nın Bizans’la ilişkisini şöyle anlatıyor:

“(Osmanlı’nın) Önünde, bin yılları özetlemiş, yüzyıllar görmüş Bizans uygarlığı, Bizans kültürü, Bizans teşkilat prensipleri yığılıydı. Osmanlı, bütün o kendinden önce sınanmış ekonomik, sosyal ve politik prensipleri ortada buldu. Gerek maddecil, gerek manevi hazineleri, hem de gizli, alttan alta işlettiği barış yollarıyla, örselemeden, aşırı sarsıp yıkmadan hazırca ele geçirmişti. Bunlardan yararlanmayacak mıydı?“[23] Yararlanacaktı ve hatta “Yukarı barbarlık kentinden”[24] çıkagelmiş Osmanoğulları onu tepe tepe kullanmaya dünden hazırdı.

Eleştirel Kuram’ın (Frankfurt Okulu) düşünürlerinden “Kültürel Zenginlik” denen şeyin bir savaş ganimeti olduğunu belirten Walter Benjamin ise, tarihsel maddeci bir açıdan bu kültür devşirmesini şöyle izah ediyor:

“Hükmedenlerin hepsi de, kendilerinden önce galip gelmiş olanların mirasçısıdır. O halde galiple duygudaşlık, daima hükmedenlerin işine yarar. Tarihsel maddeci için bunun anlamı yeterince açıktır. Bu ana kadar hep galip gelenler, bugün hükmedenlerin altta kalanları çiğneyerek ilerlediği zafer alayında yerlerini alırlar. Her zamanki gibi ganimetler de alayla birlikte taşınır. Kültürel zenginlik denir bunlara.”[25]

Sıra bir millet inşasına gelince sanattan siyasete, edebiyattan felsefeye, tarihten bilime yüzyıllarca karşılıklı etkileşim içerisinde olunmuş, toplumların kültür hayatına önemli etkilerde bulunmuş Acem, Arap ve Bizans medeniyetleri -hadi biz buna Bizans’a gençlik aşısı yaparak onu tekrar dirilten Osmanlı’yı da ekleyelim- yok sayılarak, onun yerine toplumun hiçbir gerçekliğine uymayan bir millet tasavvur edildi. Aslında yapılmakta olan, bir kültür yağması yoluyla (cultural appropriation) kendisinden önce yaratılmış tüm kültürel değerleri kendi zimmetine geçiren ve bunun doğal bir sonucu olarak onu yaratanları mutlak bir şekilde inkar eden bir millet dininin yaratılmasıydı.

Toplumun kendi gerçeğine uzak bu millet tasavvurunun temel amacı, Ziya Gökalp’ın da göstermeye çalıştığı Bizans-Osmanlı bedeninde çürüyen imparatorluğun yerine geçecek batı icadı “modern” devleti, devlet=millet=halk denklemiyle gerçekleştirmek, hayal gücünün erdemiyle kurgulanmış milleti o çerçeveye girmeyenlerden soyutlamak ve onlar üzerinde egemen kılmaktı. Millet bir iktidar ve tahakküm aracıydı ve tanımlandığı andan itibaren, o tanım içinde olmayanlara karşı bir şiddete dönüşecekti.

1940’lara kadar milliyetçi şiddetin tüm boyutlarının caniyane bir şekilde ortaya çıkmasını Hobsbawm şöyle açıklıyor: “Kalın çizgilerle her birinde etnik köken ve dil itibariyle ayrı bir homejen halkın yaşadığı, kendi içinde uyumlu teritoryal devletlere bölünmüşm bir kıta yaratma çalışmasının mantıksal sonucu, azınlıkların kitle halinde kovulması ya da imha edilmesiydi. (…) Türklerin 1915’te Ermenileri kitle halinde yok etmeye koyulmaları, ve 1922 Yunan-Türk Savaşı’ndan sonra 1.3- 1.5 milyon Rumun Homeros devrinden beri yaşadıkları Küçük Asya’dan kovulmalarıyla görülmeye başlamıştı.”[26]

Sonrası malum. Alman ırkının her şeyin üstünde olduğu iddiasıyla ortaya çıkmış, milyonlarca insanın hayatına mal olmuş sapık Alman milliyetçiliği… Alman milliyetçiliği vurgusunu özellikle yapıyorum ki, liberal kapitalizme ait olmayan bir tür sapık ırkçılık gibi gösterilmeye çalışılan Hitlerizmin modern toplumun dışında değil, içinde bir olgu olduğu dikkatlerden kaçmasın. Modern topluma ait değilmiş gibi gösterilmeye çalışılan milliyetçiliğin ırkçılık boyutu milliyetçilerin bir çarpıtmasıdır. Milliyetçilik olmadan ırkçılık olmaz, birisi diğerinin varlığının ön koşuludur.

19. ve 20. yüzyılda baş göstermiş tüm katliamlar ve sürgünlerin arkasında politik birimin bu devlet=millet=halk denklemi yer almaktadır. Millet ve milliyetçilik konularında birçok kitap ve makale yazmış Demir Küçükaydın da milliyetçiliği “modern toplumun dini” olarak tanımlıyor ve onu ayrıca dinin özel alana atıldığı, özel olanla politik olanın ayrılmasının dini olduğuna dikkat çekiyor. Küçükaydın’a göre, kapitalizm öncesi toplumda politik ve özel ayrımı diye bir şey yoktu: “İnsanın en mahrem yaşamından, örneğin ne zaman ve nasıl sevişeceğinden, neyi yiyip yemeyeceğine, ne zaman ve nasıl yiyeceğine, diğer insanlarla tüm ilişkilerine, nasıl selamlaşacağına, devlet ilişkilerine, ölümünden sonra ne olacağına, mezarda nasıl yatacağına, adına, giyimine kadar her şeyi, tüm toplumsal yaşamı, özel-politik gibi bir ayrım yapmadan dinler örgütlüyorlardı. (…) Modern toplumun dini (üstyapısı), bizzat bu özel-politik ayrımının ta kendisidir, kendi yaptığı tanıma göre de kendisinin din olmadığının kabulüdür.”[27]

Küçükaydın’a göre, kendisini bir din olarak adlandırmamış modern toplumun dini ulus ve ulusçuluk (Küçükaydın millet ve milliyetçilik yerine ulus ve ulusçuluk kavramlarını kullanıyor), Aydınlanma’nın devrimci döneminin bir ifadesi olan “Vatanım yeryüzü, milletim insanlık” formülünün tersine, özel-politik ayrımına dayanan dinin, politik olanı ulusla tanımlayan gerici biçimidir.

Gerici milliyetçiliğin farklı derecelerde gericiliklerine dikkat çeken Küçükaydın, milleti bir toprak parçasıyla tanımlayan ama dil, din, etnik, soy farklarını politika dışında tutan “demokratik” millet ile milleti bir dil, din, etnik, tarih veya soy ile tanımlayan gerici biçimlerine dikkat çekerek, modern toplumun ilk doğuşunda dine yaptığını, onu politik alanın dışına, özel alana kapamasının, bugün, dini, soyu, sopu, ırkı ne olursa olsun, bütün insanlar eşittir diyerek, uluslara yapılmasını, yani onların politik alanın dışına, bir inanç gibi özele atılmasını öneriyor.[28]

Bir hayal ürünü olan, toplumun gerçek kimliğini gizleyen, onu o yapan kendinden öncekileri mutlak bir şekilde inkar eden, bunun yerine kendisine ayarsız bir mevki sunan millet, Türkiye örneğinde olduğu gibi, “Ne mutlu Türküm diyene”, “Türküm çalışkanım doğruyum”, “Demir gibi kollu, tunçtan ayaklı, Türk hiç yılar mı?”, “Hamdolsun Müslümanım, kitabım Kuran!” vb. milli ve dini retoriğiyle, kendisinden saymadığı Ermeni’yi, Rum’u, Arap’ı, Kürt’ü, Yahudi’yi (ki Adem ve Havva’dan Hz. Muhammed’e aynı yaradılış hikayesine inanırlar) şeytanlaştırıyor, nefret söylemiyle onların üzerinde ırkçı tahakküm kuruyordu.

Birazcık daha dikkatli baksa, müziğinden edebiyatına, bahçesinden mutfağına,  tarihinden felsefesine, sanatından inancına, Ermeni’de, Rum’da, Arap’ta, Kürt’te, Yahudi’de kendisini görecek ama milliyetçilerin verdiği coşkuyla kendi gerçeğine yabancılaşmış hayal ürünü bir olgudur artık: “Millet, dilce, dince, ahlakça ve güzellik duygusu bakımından ortak olan, yani aynı terbiyeyi almış fertlerden oluşan bir topluluktur.”[29]

Başında değindiğimiz Afgan politikacısı ve İslam feministi Shukria Barakzai’nin “Afgan ulusu” hayaline de millet kurgusunun bu çelişkili ve kendi içinde çok sorunlu niteliğinden baktığımızda, Afgan toplumun yüzde 42’sini oluşturan Peştunlar, yüzde 27’sini oluşturan Tacikler, yüzde 9’unu Özbekler, yüzde 9’unu Hazaralar, yüzde 4’ünü Aymaklar, yüzde 3’ünü Türkmenler, yüzde 2’sini oluşturan Beluçlarla ortak bir ulus hayalinin nasıl bir kâbusa dönüşebileceğini tahmin etmek zor olmamalı.

Taliban’ın şeriat devletinin Afgan birliğini sağlayacağı savı da Türkiye’nin dışında kimse tarafından benimsenmedi, kötü not aldı. Taliban hükümetinin AKP yönetimindeki Türkiye’ye yakınlığı, iktidar olduğu ülkesindeki tarikat ve etnik gruplara yakınlığından daha olasıdır. Afganistan’ın bundan sonra da şeriat devleti kurmak isteyen eski dinin taraftarlarıyla modern millet kurmak isteyen yeni dinin taraftarlarının veya eski dinin değişik tarikatlarının (IŞİD-Taliban), veya yeni dinin etnik gruplarının (Özbekler-Peştunlar veya diğerleri) kanlı savaşlarına daha on yıllarca sahne olacağını bilmek için mucit olmak gerekmiyor.

Kıssadan hisse, mademki milliyetçilik modern toplumun dinidir ve bir tahakküm aracıdır, eşit ve özgür bir dünyada insanlığın yaşayabilmesi için gerçek laikliğin dini özel alanda tanımlaması ve politik alanın dışına atması gibi, gerçek demokrasinin de “milleti” politik olandan dışlaması, onu özel alana atması gerekir. Burada kaybedecek olan tek sınıf, milleti ve milliyetçiliği yaratan ve onu sınıf egemenliği için tepe tepe kullanan burjuvazidir. Politikanın ifadesi olan devlet, sadece ve sadece insanların eşitliği,  özgürlüğü, demokratik hakları ve onların birbirlerine ve doğaya karşı sorumluluklarıyla ilgilenmelidir. Din gibi, millet ve milliyetçilik de oraya ait değildir. Millet ve milliyetçiliğin olduğu yerde özgürlük, eşitlik ve demokrasiden söz edilemez. Bunlar birbirlerini dışlayan zıt (antonym) kavramlardır, bir arada bulunamazlar.

 

[1] Bkz. Benedict Anderson, Die Erfindung der Nation, s. 20.
[2] İbid. S.20.
[3] Türkçe dilde bir çocuk şarkısı
[4] Bkz. Benedickt Anderson, Die Erfindung der Nation, s.21
[5] Bkz. Komünist manifesto, Karl Marx-Friedrich Engels, çeviri Nail Satlıgan, s. 39.
[6] E. J. Hobsbawn, Milletler ve Milliyetçilik, s.35.
[7] İbid. s. 38 ve 56.
[8] E. J. Hobsbawn, Milletler ve Milliyetçilik, s.38.
[9] Bkz. Benedict Anderson, Die Erfindung der Nation, s. 49.
[10] İbid. s.46
[11] 1789 Fransız Devrimi’nin önemli simalarından biri olan Danton‘un, devrimin ardından yaşadığı fikir ayrılıkları nedeniyle daha önce omuz omuza mücadele içinde yer aldığı arkadaşları tarafından yargılanmasına ve idam edilmesine atfen Karl Georg Büchner tarafından 1835 yılında „Danto’nun ölümü“ adlı eserde “İhtilal Satürn gibidir, kendi evlatlarını yer” diye ifade edilmiştir bu cümle.
[12] E.J.Hobsbawm, Milletler ve Milliyetçilik, s. 40.
[13] Bkz. İbid. s. 47.
[14] Ziya Gökalp, Türkçülüğün esasları, s. 9.
[15] İbid. s. 5.
[16] İbid, s. 10-11.
[17] İbid. s. 8.
[18] Jared Diamond, Arm und Reich, “Japonlar Kimdir”, s. 529-560.
[19] Jared Dıamond, Arm und Reich, s. 559.
[20] Bkz. Diamond, Arm und Reich, s. 560.
[21] Ziya Gökalp, Türkçülüğün esasları, s. 20.
[22] İbid, s. 23-24.
[23] Dr. Hikmet Kıvılcımlı, Osmanlı Tarihinin Maddesi, 1. Cild, s. 26.
[24] Kıvılcımlı insanlık tarihinin bu durağını yazılı tarihin başı, medeniyetin başlangıcı olarak gösteriyor. Osmanlı, yukarı barbarlık Kentinden çıkagelsin, Bizans ve ondan önceki Medeniyetler bu aşamaya binlerce yıldır çoktan geçmişler, çoğu çürüyüp yok olmuşlar, Bizans da can çekişiyordu. Yani Fatih Sultan Mehmet İstanbul’un kapılarına dayandığında Bizans can çekişmekteydi.
[25] Walter Benjamin, Illuminationen, Augewählte Schriften, Suhrkamp, s. 254 veya, Son Bakışta Aşk, s. 42.
[26] E. J. Hobsbawm, Milletler ve Milliyetçilik, s. 160.
[27] Demir Küçükaydın, Marksizmin Marksist Eleştirisi, s. 148-149.
[28] Bkz. Demir Küçükaydın, Marksizmin Marksist Eleştirisi, s. 320.
[29] Ziya Gökalp, Türkçülüğün Esasları, s. 15.
Bunları da beğenebilirsin

Yoruma kapalı.