Düşünce ve Kuram Dergisi

Ulus-Devlet Hukuku, Özgürlük Karşıtlığı Üzerine Kurgulanmıştır

Süleyman Aslan

Sınıfsız toplulukların yaşam ölçüleri ahlaki değerler üzerinde şekillenmiştir. O şekil de esas olarak kadın- erkek, genç-yaşlı gözetmeksizin eşitlik ilişkisi üzerinde kurulmuştur. Doğal olarak da bu oluşum yaşamın her alanına yansımıştır. Toplulukların siyasi, ekonomik, toplumsal ilişki ve yaşam yapılanması ahlaki değer yargıları üzerine inşaa edildiği için böylesi toplumlar tarih boyunca özgür-demokratik gibi kavramlarla tanımlanmıştır.

Ahlak, o günün toplumsal yaşamı için adaletin ta kendisi anlamınada gelmektedir. Tüm bu özellikleriyle birlikte topluluğun hiç bir farklılık gözetilmeksizin tüm bireyleri için olması gereken ilişki, üretim, paylaşım ve yetki başta olmak üzere tüm yaşam ölçülerini belirleyen kurum ahlak olmaktadır. Öcalan’ın “ahlaki-politik toplum” olarak ifade ettiği toplumsal form da kaynağını ahlakın bu özelliklerinden almaktadır. Bu kavramın yaşamdaki karşılığı da “özgür ve demokratik toplum” olmaktadır.

Bu ne anlama gelmektedir? Sanırız ahlakı tanımlamakla başlamak, konunun hem özgünlüğünü hem önemini hem de anlamını güçlendirecektir.

 

Ahlakın Tanımı, İşlevi ve Hukuk Karşısındaki Önemi

Ahlakı, kısaca ve genel anlam da yazılı olmayan gönüllü kurallar bütünü ve hayat tarzıyla, toplumun belleği ve geleneğin kurumsal gücü olarak belirtmek, tarif için yeterli olacaktır. Ayrıca ahlak, içten gelişecek hükmetme baskılarıyla dıştan gelecek gasp, talan ve her türden yabancılaştırma saldırılarına karşı toplumun, meşru savunma temelinde öz savunma gücüne, geleneksel olarak yer verir ve bunu haklı görür. Ahlaki kuralların ilk biçimi, sosyolojik yapılanma olan klan formuyla birliktelik içinde oluşum ve gelişim gösterir. Halen dünyanın bazı yerlerinde ahlaki değer yargıları üzerinden yaşamını sürdüren klan formlarına rastlanmaktadır. İlk sosyolojik yapılanma olan klan, aynı zamanda ahlaki bir sosyo-oluşumdur. Ve ahlakın, ilk toplumsal bilinç biçimi olduğu söylenir. Ne ahlakı klandan ayrı tutabilirsiniz ne de klanı ahlak kurallarından yoksun bırakabilirsiniz. Her ikisi de bir bütünlük oluşturmaktadır. Klan ve ahlak olgusu arasındaki ilişki et ve tırnak, ruh ve beden, hava ve su gibidirler.

Klan ve ahlak ilk toplumsal form olarak daha sonra gelişen kabile, aşiret, millet, kavim ve ulus formlarının tümünde önemli oranda varlığını korurken değişik form ve adlandırmalarla günümüze kadar gelir. Eşitlik ilkesi temelinde topluluğun tüm bireyleri yaşanan sorunların çözümü, belirlenen ihtiyaçların karşılanması için birlikte tartışır, karar alır ve uygulamaya geçerken politik bir düzeyi de açığa çıkarır. Yani gerçek politikacılar bugün ifade edildiği gibi belli kurumlar içine sıkıştırılmış, belirli bir hukuki çerçeve içinde devletçi siistemin ihtiyaçlarına cevap verenler değildir. Gerçek politikacılar ahlaki ilkelere dayalı günlük işler ve sorunlar tartışan, çözümler üreten, planlama yapıp eyleme geçen klan, kabile aşiret üyeleridir. Şimdi adına ilkel denilen o topluluklar gerçek politikacılardan oluşan demokratik yapılanmalardır. Ahlak da işte o demokratik yapılanmanın mayasını oluşturmaktadır. Ayrıca ahlak ve değişim-dönüşüme neden olan politika, geleneği de doğurur. Yine ahlak ölçüleri eşitlik ilkesi temelinde demokratik olduğundan, özgürlüğü işlevli kılar. Klan-kabile bilincine sahip birey, özgürdür. Haksızlığa tahammülü yoktur ve karşı çıkar, isyana durur. Klan ve kabilesini her yönüyle bağlılık ekseninde sahiplenir. Onun hakikati ise klan ve kabilesinin varlığıdır. Özgürlüğe tutkunluğu bu temeldedir.

Toplumsal ahlak ve politikanın gelişim ve dönüşüm seyriyle paralel işleyen demokrasi ve onun düzleminde varlık gösteren özgürlükler, ahlak esaslı yazılı olmayan kuralları, ilkeleri ve ölçüleri barındırır. Dışına çıkanları, ihlal edenleri yargılar ancak yaptırım gücü, bugün olduğu gibi cezai müeyyidelere değil toplumsal çıkara ve özgürlükçü sisteme bağlıdır. Temel amaç toplumun huzuru, yararı ve mümkünse tekrardan kazanım içeriklidir.

Demek ki ahlak, toplumsallığın harcı rolündedir. Üyeler arasındaki bağın ortak çıkarlar etrafında oluşmasını sağlar. Düşün dünyasından tutalım üretime, paylaşmaya ve hayat tarzının şekillenmesine kadar olan ilkeleri belirler. Tutarlı ve tavırlı olmalarını ölçülere bağlar. Birbirlerini koruyup, kollamalarını ve ortak bilinç etrafında şekillenerek, meşru savunma yapmalarının kurallarını şekillendirir… Klan-kabile formuyla gelişim gösteren ahlak, ana-kadın kültünden yoksun olunca eksik kalır. Eşitlik ilkesi yarı-yarıya işlevsizleşir. Eşitliğe dayalı üretim ve paylaşım darbe alır. Demokratik özellikleri asgariye iner. Bu gidiş kent-sınıf-devlet üçlemi içinde bugün bildiğimiz ve devletçi toplumun çıkarlarının temsili olan hukuksal normlar sayesinde kalıcılaşır. Özgürlükler de aynı akıbete uğrarken, özgürlük tutkusundan adım adım uzaklaşılır.

Kadının düşürülüp, köleleştirildiği yerde özgürlüklerden bahsedilemez. Erkek egemenlikli toplumlar özgürlüklerden kopmuş demektir. “Kölesi olanın özgürlüğü olmaz” belirlemesi yalın haliyle kendini görünür kılar. Toplumsal özgürlük, yapının tüm üyelerini kapsar. Kadın özgür değilse o toplumun özgürlüğü sakatlanmış, hastalıklı ve ölümcül olmuş demektir. Öyleyse özgürlüğün tanımı doğru yapılmalıdır. Çünkü özgürlüklerin gerçek tahlili, toplumsal hastalıkların tedavisinin yolunu da açmış olur. Böylece tam demokratik toplum hakikatine ulaşabiliriz.

Kısacası devletçi toplum ya da devlet olgusu öncesi yaşanan özgürlükçü demokratik toplukların yaşam ölçüleri ahlak tarafından belirlenmektedir. Gerçek politika ahlaki kurallar tarafından beslenerek özgürlüklerin yolunu açmaktadır. Kent-sınıf-devlet sacayağı üzerinde yükselen devletçi uygarlık ise özgürlük karşıtlığına meşruiyet kazandırmak ve tahlaki topluma karşı savaşabilmek için ahlakın yerine hukuku ikame etmiştir. Buna göre başta kadın ve köleler olmak üzere toplumun önemli bir kesimi bu hukuk içinde hareket etmek zorundadır.

Yaşam tarzları bu doğrultuda şekillenmelidir. İlişki biçiminden tutalım, itirazlara oradan meşruluklara uzanan belirlemelere kadar her şey hukuki normlar çerçevesinde gerçekleşmelidir. Özellikle bu güne kadar kimi geçici istisnalar hariç bütün hukuk normlarında yazılı olanla uygulananlar arasında farklılık arzetmiştir. Yazılı olması adeta göz boyama şekline indirgenmiştir. Gerektiğinde yazılı olan sınırlı bir şekilde hayat bulmuş fakat verili sistem için tehlikeli görüldüğünde ise yazılı olan karşısında körlük takliti yapılmıştır. Özellikle de sistemi sorgulayan, eleştiren ve de alternatif sunan fikirler ve yapılanmalar karşısında çılgına dönerek ne hukukun yazılı hali ne demokrasi ilkelerinin anayasal güvencesi ne de özgürlük beyannameleri dikkate değer bulunmuştur. Çeşitli hile ve algı yaratan yorumlarla tümü de çöplüğe savrularak, kırımlar ve yıkımlarla toplumun başına felaketler yağdırılmıştır. Bunun önleyici tedbiri olan ahlaki politik toplumun güçlü, inançlı ve dirayetli duruşu varlık gösterdiğinde iktidar ve hukuk hem anlamsızlaşır hem de işlevini yitirir.

 

Hukukun Asli İşlevi

Hukuk, özgürlüklerin yanılsamalı halini ifade ettiğinden, ahlak gibi toplum için olması gereken değil de egemenler tarafından yaratılan algılar ve bilinç çarpıtmaları üzerinden kendisini ifade edegelmiştir. Oluşturduğu bilinç ve algılar sonucu işlevine kavuşmuş ve böyle bir rol oynamaya başlamıştır. Nedir onun asli görevi? Özgürlükler hususunda yanılsamalı bilinç yaratarak, insanları istediği yöne doğru sevk edebilmesidir. Burada özgürlükler adına yapılan-yazılan kanunlar, yasalar ve anayasaların bütünü, ahlak ve toplum karşıtı olarak özgürlüklere karşı olmak için vardır. Bunun en somut yakın örneği; Lozan Konferansı-Barışı ve antlaşması adıyla Kürt halkının kimliği, tarihi, kültürü, iradesi ve bir bütün olarak Kürdistan coğrafyasının yok sayılmasıdır. Bu ve tamamlayıcı antlaşmalarla bir halk ülkesiyle birlikte buharlaştırılmıştır. Burada hangi özgürlükten, demokrasiden, ahlaktan ve insani temel haklardan bahsedilebilir. Üstelik bu antlaşma, barış akiti olarak lanse edilmiştir. Buna göre başta TC olmak üzere bir çok ulus-devletin kuruluşu evrensel hukukun gereği olarak resmileştirilmiştir. Bugünde halen dünyanın ulus-devletleri Kürt Halkı ve Kürdistan coğrafyası üzerindeki zulme, katliama ve yaşatılanlara sessiz ve suskun kalmanın ötesine geçerek, yapılan vahşeti gizleyerek onay vermekte, her türden desteği (siyasi, askeri, diplomatik, ekonomik, teknik vb.) sunmaktadır. Tüm bunlar yapılırken de evrensel hukuktan, onun sağladığı özgürlüklerden ve demokratik haklardan bahsederler. Evet, Kürtleri katletmenin, Kürdistan coğrafyasını vahşete boğmanın, Kürtlerle birlikte yaşayan halklara zulmetmenin özgürlükleri ve demokratik haklarıdır. İşte bu durum, hukuk ve evrensel hukuk denilen olgunun nasıl özgürlükler düşmanı olduğuna dair, açık bir gerçeklik tablosudur. Bu resmi güncel bazda biraz aralamak gerekir.

Bugün Kürt Halkının ve Kürdistani halklar ile dostlarının üzerinde, hayal edilmesi bile düşünülemeyen derecede bir insanlık cinayeti ve dehşeti hüküm sürmektedir. Buna karşı direnen Kürt halkı ve dost halklara dönük, Akp-Mhp faşizminin uyguladıklarını, verili parlamento onaylamaktadır. Adına hukuka uygunluk dedikleri ucube işlevlerle ölüm ve yıkım kanunları oluşturulmaktadır. Yapılan bütün kırımlar, talanlar, gasplar, cinayetler, işkenceler, tecavüzler vb. uygulamalar, anayasa gereği ve yasalara uygunluk temelindedir. Neticede bu insanlık vahşeti hukuk çerçevesinde gerçekleştirilmektedir. Yapılan, söylenilen ve dünyaya ilan edilen budur. Açıkça başta Kürt halkı ve

Kürdistan olmak üzere halklara yapılan soykırımdır. Barış adına, hukukun gereği denilerek Kürdistan’ın dört bir yanı yakılıp, yıkılmakla yetinilmemekte Irak’tan Suriye’ye, Karabağdan, Lübnan’a oradan Libya, Sudan, Nijerya vb. alanlara kadar uzanan bir katliam yapılmaktadır. Bütün bunlar ne adına ve nelere dayanarak yapılmaktadır sorusunun cevabını; YDD egemenleriyle ulus-devletleri ve onların yerel işbirlikçileri vermelidir. Tüm bu uygulamalar hukukun nasıl özgürlükler düşmanı olduğunun yalın bir örneğini bize sunmaktadır. Hatta daha da ötesine geçerek toplumların katliam ve soykırım fermanları, ülkelerin talan ve tecavüzleri kanunlarla, anayasal dayanaklarla gerçekleştirilmektedir. Evrensel hukuk, insan hakları beyannameleri vb. hukuki metinlerin ne kadar işlevli olduğu ortadadır. Bu hukuki yazılımlar kimlerin ve hangi kurumların tekelinde ve kasasında saklanılmıştır? Kandırılan kimlerdir? Gizlenen nedir? Amaçları ve hedefleri nelerdir? Bunları söylemekte beis yoktur. Bütün yazılı olan hukuki ve yasal metinler birer hile ve yanıltma işlevinin ötesinde değillerdir.

 

Hukuk ve Özgürlükler

Konumuz, ulus-devlet hukukunun neden özgürlük karşıtlığı anlamına geldiği sorusuna yanıt aramaktır. o zaman özgürlüklerin yeşerdiği vaha sayılan demokratik toplum yani ahlaki-politik toplumların ne olduğu sorusuna yanıt bulmak önemlidir. O nedenle böylesi bir girişle konuyu ele almak önemli olmaktadır.

“Toplumsal doğalar öz olarak ahlâkî ve politiktir. Ahlâksız ve politikasız toplum ve birey düşünülemez. Toplum ahlâksızvepolitikasızkılınmayazorlanabilir. Ahlâkî ve politik yetenek, kötürümleştirilip rolünü oynayamayacak denli zayıf kılınabilir. Ama asla yok edilemezler” demektedir Abdullah Öcalan.

Bu belirleme tarih yazımında neyin temel alınması gerektiğini de ortaya koymaktadır. Ahlaki politik toplum ve devletçi toplum arasında kıyasıya süren bir savaşla gerçekleşen bu tarih yazımını doğru okuyup yorumlamak günümüz insanının temel görevi olmaktadır. Özellikle bu görev ifa edilirken, olay ve olguların yorumlanması, sosyo-kültürel, tarih bilim felsefesi formülasyonu esasları dahilinde ele alındığında, bizi doğruya en yakın değerlendirmeye ulaştırır. Buradan yola çıkarak hukukun tarihsel akışını irdelediğimizde nasıl özgürlükler karşıtı olduğunu ta işin başında hukukun oluşum ve gelişim seyrinde bunu açıkça görebiliriz. Her ne kadar hukukunilkoluşumhallerindetoplumsalemek, eylem ve umud var olsa da çekilmez olan yaşamın, kabül edilebilir hale getirilmesi vb. gibi uzlaşma notalarını ifade etse de, kısa süre de asıl rengine bürünmüştür. Resmi uygarlığın yaratımı olan hukuk, yanılsamalar yaratıp, hilelerle bezenmiş olarak kendini görünmez kılıp, toplumları zincire vurarak, özgürlüklerinin gaspını gerçekleştirmeye yönelmiştir. Resmi uygarlık, toplumu politikadan uzaklaştırarak, idarecilikle saltanatını sürdürmüştür. Ayrıca toplumu ahlaktan koparıp, yerine hukuku idame ederek zincirlerle bağlamayı esas almıştır. Kısacası toplumu doğası olan ahlak ve politikadan uzaklaştırarak onu istediği biçime ve renge kavuşturmak isteğiyle gasp etmiştir. Toplumun gaspı, özgürlüklerin de gaspıdır. Toplumu hükümranlık altına almak, özgürlükleri ortadan kaldırmaktır. Toplumlar özgürlüklerle var olurlar ve özgürlükler toplumsallığın hem karakteri hem zemini hem de işlev bulduğu alandır. Onu ortadan kaldırmak, toplumu başka şekillere büründürmekle mümkündür. Tarihsel gelişim içinde bunun yalın şekli açıkça görülmektedir.

 

Hukukun Tarihsel Akışı ve İdarecilik

Bilindiği kadarıyla Sümer kent-devletlerinden Uruk’un ilk Hanedanlar kralı olan Gılgameş ile İnanna (İştar) arasında (MÖ. 2600’ler) geçen kavgayı dile getiren Gılgameş Destanında, Ana-kadın politik alanın dışına itilir. Ve politika gasp edilerek erkek egemenliği başlar. Bu konuda Öcalan, “Politikanın kuralı, toplum için daha iyiye, doğruya ve güzele doğru yaratıcı olmasıdır; bu yaratıcılığı gösteren en yüce sanat olmayı bilmesidir. Bu da ancak toplumsal ahlâk ve demokrasi varsa başarılabilecek bir sanattır” diyerek konuya açıklık kazandırır. Erkek egemenliğinde politikanın ne ahlaki ilkeleri ne işlevi ne de varlık düzlemi kalır. Ayrıca her yerde olduğu gibi toplumların yarısını çocuklar teşkil eder. Geri kalanın yarısına tekabül eden kadın artık politik mecrada yok sayılır. Böylece toplumun dörtte birini kapsayan erkek eğemenliği, toplumun geri kalanına (kadın ve çocukların toplamı olan: dörtte üçe) hakimiyetini oluşturmuş olur. Politika artık erilin gaspında ve tekelindedir. Giderek hükmetme rakamını artırır. Ancak buna politika demek yerine “İdareci” olarak tanımlamak daha doğru olacaktır. Çünkü toplum politik alanda işlevsiz kılınmış bu alan zora dayalı olarak gasp edilerek, tecavüze uğramıştır. Devletin özgürlükler karşıtlığı buradan başlar. Gasp edilen politika, özgürlüğü elinden alınan toplum demektir. Bu kıskaç altında toplum politika yapamaz. Günlük işlerini, planlamalarını yürütemez, sorunlarını tartışarak gideremez. Hal çareleri üretemez olur. Hal böyle olunca politikanın doğallığı diğer bir deyişle varlık sebebi olan zemini, özellikleri ve nitelikleri dumura uğramış olur. Netice de politika varlık düzlemini yitirirken, özünü ve işlevini de kaybeder. Fizik bilimiyle örneklersek; tıpkı madde+Uzay+Zaman formülasyonu gibidir. Varlık sebepleri birliktelikleridir. Birlikteliklerinin ortadan kalktığı AN da başkalaşırlar. Farklı adlandırmalara bürünürler… Politika da toplumdan, toplumsallığından ve işlevinden kopunca farklılaşır ve ismi İdareci olur. Resmi-uygarlıklar politikayı tekellerine aldıklarını zannederler. Halbuki hükümranlıklarına dahil ettikleri bir politika yoktur. Çünkü onu varlık sebeplerinden kopararak, öldürmüşlerdir. Yaptıkları ise; yalın haliyle İdarecilik’tir. İdarecilik ise özgürlüklerin zemini değildir. Buna izin veremez. Verdiğinde kendi gerçekliğiyle tezatlaşır. Resmi uygarlık olmaktan uzaklaşır. Bunu da kendi istemiyle gerçekleştiremez. Oluşum doğasına aykırıdır. Ancak kimi geçiş ve kandırma dönemlerinde böylesi yaklaşımlar gösterebilir. Fakat bu süre kısıtlı ve kısırdır. Kendi döngüsünü gerçekleştiremez. Hemen özüne, varoluş haline döner. Şimdilerde dünya genelindeki resmi- uygarlıkların koşarak daldıkları güzergaha-faşizme dönüş yaptıkları gibi, gerçek rengine bürünür.

İkinci darbe ise yine Sümer kentlerinden olan Lagaş şehrinden gelir. Umma kentiyle sürdürülen on yılı aşan anlamsız savaşların sonucunda üretimden düşen, kıtlık ve yoksullukla başbaşa kalan Lagaş halkı isyan ederek, Urukagina’yı (MÖ. 2415) kral yaparlar. Lagaş halkı savaşın duracağı, barışın tesis edileceği, üretimin canlanacağı, fakirliğin ve birikmiş sorunların çözüleceği umuduyla hareket ederken, Urukagina ise, dönem rahiplerinin gücü, birlikteliği ve onayıyla mevcut sosyal yapıyı alt-üst ederek işe başlar. Bugün adına tarihin ilk reform yasaları denilen kanunları hayata geçirir. Bu yasa kümesiyle Ana-Kadın sosyal alandan yani toplumsal düzlemden ötelenir. Tecavüzün en ağır hali gerçekleştirilir. Ana- erkillik yerini Ata-erkilliğe, Ana-mirası yerini Baba- mirasına bırakırken, baba-soyu esas alınmış olur. Kadın, tek eşlilik adıyla erkeğe bağımlı kılınırken, egemen erkeğe ise odalık, cariyelik vb. “hak” olarak görülür. Eril zihniyet adım adım toplumsal hayatı kendi iktidari çıkarına göre uyarlarken aynı zamanda özgürlükleri de gasp etmiş olur.

Ardından Sümer’de III. Ur Hanedanlığı döneminde (MÖ. 2050-2100 arası) Ur-Nammu yasaları gelir. Daha sonra meşhur Hammurabi yasaları tüm şiddetiyle Babil İmparatorluğu egemenliğindeki halkları kasıp-kavurur. Hukuk zincirinin tarihsel halkaları ardı ardına sıralanır. Atina’da tarih MÖ. 621’i gösterirken, toplumu zapturapt altına almak isteyen Drakon yasaları yazıya geçirilir. Yine Atina’da kaleminden kan damladığı söylenen Solon yasaları MÖ. 594’te işlevli kılınır. Günümüz Hukuk fakültelerinin değişmez ders kitabı haline getirilen ve Dünya Hukukunun temelini oluşturan Roma Hukuku, tarih sahnesine çıkar. Roma’da Patrisiler (egemenler) ile Plepler (ezilenler) arasındaki mücadele sonucu devreye konulan (MÖ. 449-451 arası) ve adına 12 levha yasası denilen hukuktur. Ve bu hukuk zincirinin halkaları devam eder. Yapanı da yürürlüğe koyanı da uygulayanı da, eril zihniyetin dönem ve mekan temsilcileri olan devletli uygarlıktır. Acısını çekenler, sömürülenler, şiddet ve zor görenler ise, toplumlardır.

Önemli bir husus ise ahlakın eşitliği, özgürlüğü ve insani değerleri barındırmasıdır. Hukukun ise bireyciliği, özel mülkiyeti ve itaati esas almasıdır. Ahlak esnek bir karaktere, sözlü geleneğe, gelişim ve değişim özelliklerine sahipken, hukuk yazılı sabitkenliğe, mutlaklığa ve egemenlerin eliyle ve onayıyla değişimlere haizdir. Kısacası ahlak toplumsallığı, hukuk bireyciliği esas almaktadır. Fakat tüm bu oyunlara, zora ve şiddete ragmen toplumlar ahlaki olarak yaşamayı tercih etmişlerdir. Çünkü toplum kendi doğasına uygun olanla hayatı sürdürmek istemiştir. Resmi uygarlığın tüm çabalarına rağmen ahlak ölçülerinden, geleneklerinden vazgeçmemiştir. Direnmiş, bedeller ödemiş, acılar ve sürgünler ile kırımlar yaşamıştır. Ancak toplumlar varoluş doğasından bütün tahribatlara ve çarpıtmalara ragmen tamamen uzaklaşmamıştır. Ahlaklı olmayı erdem bellemiş, kurallara göre yaşamayı, ilkeli olmayı benimsemiştir. Bu hususta Öcalan, “Ortadoğu toplumunda hala güçlü olan direniş unsurları ahlâkî ve politik unsurun sanıldığı kadar zayıf olmadığını kanıtlamaktadır. Ahlâksız ve politikasız birim ve bireyler direnemez. Sadece boyun eğmeye alıştırılmışlardır. Aile, kabile, aşiret, mezhep ve ulus boyutlarındaki direniş, göçerlik, varoluşçuluk, ulus-devletin reddi olduğu kadar demokratik topluma çağrıdır.” tesbiti hem ahlakın hem de politikanın, toplumların olmazsa olmazı olarak, canlılığını halen koruduğunu göstermektedir.

 

Ulus-Devlet Hukuku: Anayasa

Hukukun anayasa adı altında en yanılsamalı ve katmerli hali ulus-devlet formunda hayat bulmuştur. Anayasal vatandaşlık adıyla topluma ait ne kadar ahlaki gelenek ve değer varsa adeta cendereye alıp, hukuk değirmeninde ögütülmektedir. Bu konuda Öcalan’ın belirlemesi konuya ışık tutmaktadır. “Ulus- devletin tek tip vatandaş üretme idareciliği anlam bakımından potansiyelini yitirmiş, ezberlenmiş birkaç dogmadan öteye zihni çalışmayan, resmi törenleri yeni ibadet biçimi olarak algılayan, hakikat açısından içi boşaltılmış bireyciliktir”der. Bu bireycilik, benciliğin mayasıyla yoğrulmuştur. Kendinden başkasını düşünmeyen hiç bir değer tanımayan, beyninin dumura uğratıldığı, yüreğinin kirletildiği bireyciliktir. Günümüze gelene kadar bireyciliği ve bencilliği derinleşerek katmerleşen bir hal almıştır. Biyo insana dönmüştür. Bunların kümeleşmeleri de kitleyi oluşturmuştur. Özünü yitirip, sürü haline gelmiş, biçimsel insandır. Artık bu oluşumdan birey ve toplum diye bahsetmek abesle iştigal olur. Ulus-devletlerin anayasal vatandaşlık dedikleri yapılanma nihayetinde bu şekli almaya devam etmektedir.

Öz itibariyle ahlaki ve politik toplumun dolayısıyla demokratik toplumun reddi çerçevesinde ulus- devlet inşası gerçekleşir. Ancak bu oluşma zora dayalı, baskı ve şiddet içeren hukukun gücüyle kendini kabüllendirir. Bürokratik ağ toplumsal yapıyı kuşatır. Ulus-devlete meşruluk kazandırmaya çalışır. Anayasal yurttaşlık denilen vatandaşla ulus-devlet arasındaki sözleşme gizemli hale getirilir. Bireyin devlete karşı görevleriyle devletin birey karşısındaki sorumlulukları sözde bu anayasayla güvenceye alınmış olur. Fakat ne hikmetse vatandaştan görevleri istenir ve zora dayalı gerçekleştirilirken, devletin vatandaş karşısındaki sorumlulukları göz ardı edilir. Hiç bir sorumluluğu yerine getirmez ve üstelik bundan dolayı da sorgulanamaz.

Yaratılan anayasal vatandaşlık gizemiyle varlığını sürdürür. Birey ve toplumların hücrelerine kadar iktidarını ve sömürüsünü şırınga eder. Birey ve devlet bütünleşir. Tamamen itaat altına alınmış olur. Binbir çeşit uygulama ve algılar oluşturma sonucunda ulus-devlet amacına ulaşır. Ortada ne demokrasi ne de özgürlükler kalır. Tüm bunlar yapılırken ulus- devlet sık sık kendini hukuk devleti olarak tanımlar ve dikte eder. Halbuki demokrasi ve özgürlüklere düşman olan ulus-devlet esas itibariyle toplum karşıtıdır. Dolayısıyla toplumun varoluş sebebi olan tüm değerlere karşıdır. Ahlak ve politika başta olmak üzere, toplumsal ve insani olan her yaratım ve gelişimin karşısında durur. Düşmanlığını en üst seviyede yürütür.

Günümüzdeki haliyle özgürlük havarisi kesilen ulus- devletler ve resmi uygarlık merkezleri, ağızlarına pelesenk yaptıkları hukuk söylemiyle naralar atarken, en büyük ve katmerli yalanları dile getirmiş olurlar. Ulus-devletlerin korkulu rüyaları olan özgürlüklere hiç bir şekilde geçit vermezler. Ahlak denilince adeta sıtmaya tutulurlar. Özgürlüklerin şekilleneceği, işlev kazanacağı olgu ahlaktır. Beş bin yıldır bu olguyu bitirmek için çabaladılar. Resmi-uygarlıkların ve çevre devletlerin en çok saldırdıkları ahlak oldu. Çünkü sömürüye, eşitsizliğe, haksızlığa, adaletsizliğe, sınıflaşmaya, cinsiyetçiliğe, dinciliğe, milliyetçiliğe, teslimiyete, itaate, talana, gaspa, tecavüze vb. bütün olumsuz olgulara izin vermeyecek olan toplumdur ve onun ahlaki kuralları ve düzlemleridir. Ahlak ortadan kaldırılınca toplum tükenmiş olur. Tüm uygulamalara rağmen ne ahlak sonlandırılabildi ne toplum tüketilebildi ne de bunların zeminlerinde hayat bulan demokrasi ve özgürlüklerin düzlemi kurutulabildi. Direniş devam ederken, özgürlük nidaları yükselirken, ulus-devletlerin tılsımlı silahı olan hukuk her gün daha da erimeye, işlevsiz kalarak sönmeye yüz tutmuştur…

 

Bunları da beğenebilirsin

Yoruma kapalı.