Düşünce ve Kuram Dergisi

Demokratik Kadroyu Örgütlemek

Leyla Zeynep Kuran

“Kendini düşmanın taktik ve stratejisine göre konumnlandırmayan ve yenginin yolları üzerinde günlük olarak yoğunlaşmayanlar kaybetmekten kurtulamazlar.”   
Abdullah Öcalan

 

Özgürlük ve demokrasi mücadelesinde doğru teori ve program, toplumlar ve halklar yasasına sağlıklı bir başlangıç demektir. Fakat esas olarak toplumlar lehine gelişme yaratan ve başarı kazandıran şey, toplumsal teori ve programı uygulama gücüne dönüştüren kadronun varlığıdır. Yaşam ve mücadele alanında gerilikleri red ederek ölçüleri yükselten, özgür ve demokratik yaşamı kazanma azmi ve kararlılığı gösterecek an’ın diyalektiği doğrultusunda sürekli hareket ve oluş halinde kadro, toplumsallığımızı üretkenliğe ve inşaya yönelten en dinamik kolektif güçtür. Nasıl ki “Ne Yapmalıyız?” sorusunun yanıtı bizi her zaman yaşadığımız toplumsal hayatın içinde “ne olduğumuz” a götürüyorsa, ne olduğumuz da bizi karşı karşıya bulunduğumuz görev ve sorumluluklara götürür. 

Kadroluk, bu anlamda ne olduğunu bilme ve buna göre ideolojik-politik ve örgütsel akışkanlık kazanarak  “Ne yapmalıyız?” sorusuna sürekli yanıtlar ve çözümler üretmektir. Madde-enerji ilişkisindeki dinamizm de odur. Denilebilir ki örgütlü toplumun akışkan enerjik hali kadroluktur. Bu nedenle örgütlü toplumun sürekliliği, militanın mevcut potansiyelini toplum lehine değerlendirmesi ve toplumsal bilincin şekillendiği demokratik devrimci çizgi doğrultusunda gerçekleşmesiyle ancak mümkündür. Mümkün olanın kendini var etme hali ise, mücadelede süreklilik ve katılımda sınırsızlık çizgisinde seyreden arayışlar ve bu arayış sahibi kadro eylemleriyle devinmiş ve varlık alanını bu sayede geliştirmiştir. Dolayısıyla kadrosuz bir mücadele ve mücadelesiz bir kadro, toplumsal hayatın doğasına ve akışına aykırıdır demek yanlış olmayacaktır.

Toplumsal mücadeleler tarihinin tüm süreçlerinde kadro gerçekleşme, böyle bir katalizör işlevi görmüş, kurucu bir rol üstlenmiştir. Her mücadele gerçeği de bu rolün farkında olarak kendi öğretisinin inançlı ve bilinçli kadrosunu yaratabildiği düzeyde varlık bulmuş ve devamlılık kazanmıştır. Tarihsel toplumsal varoluşa özgü çelişkiler, doğma devrimci ve dönüştürücü bir bilincin, yani kadronun faal pratiği sonucunda çözüm bulmuştur. Varlığı bilinçten bağımsız ele alamayacağımıza göre, bilinci de kadrodan ve onun özgünleştirici eyleminden kopuk ele alamayacağımız açıktır. Hatta hakikat haline gelmenin kendisini de bununla ilişkilendirebiliriz. 

Marks, “İnsan hakikati, yani düşüncesinin gerçekliğini ve gücünü  bu dünyaya aitliğini pratikte kanıtlamalıdır”1 derken, varlığın devrimci içeriği görünür olan özgürleştirici eylemiyle kendini gerçekleştirmesinin gereğine işaret eder. Özü toplumsallık olan insani varlık, düşünce ve pratiğin en yoğun kaynaşmasında gerçekleşen kadroluktur. Hakikat haline gelen kadroluk, özünde kendini arayan, kendini sorgulayan ve eylemiyle kendini tanımlayan toplumun dile gelen bilinci ve düşüncesidir. Kadroluk, aynı zamanda kendi farkına varan toplumun kendilik bilinci doğrultusunda irade uygulaması, şimdiye etki etme ve yönetme, tarih yapma arzusudur.Tarih yapma arzusu, insanın özgür olabilmek için bizzat kendini amaç kılması, kendi ürettiği yasaya göre kendini gerçekleştirmesi değil midir? Eğer böyle ise, o halde kadroluk kendini amaç kılan ve bu sayede “kendini bilme” bilincine ulaşmak, özgürleşme yeteneğini gösteren insandır. İlginç bir şekilde Kant’a ve Kant’ın ahlaki özgürlük anlayışına yaklaşıyoruz. Kant, “insan ilk başta, hazca ve doğal mutluluğa yönelmiş, doğanın güttüğü bir iştah varlığıdır; o bu haliyle özgür değildir. O ancak bu güdüsel yanını denetlmeye başladığı anda özgürleşme sürecine girmiş demektir. Ama esas özgürlüğü ancak tüm insanlar yani tüm türdeşleri ve soydaşları için geçerli olacak ortak ödev ve değerleri gerçekleştirdiğinde varır” der. 

Esas özgürlük, toplumsallığın ortak ödev ve değerlerinde buluşmak ve bu ödev  ve değerleri inşaya yöneltmek ise, bunun adı ahlaki ilkelerle donanmış sosyalist bir kadroluk ve yeni bir sosyalizm olabilir. Kant’ın açtığı bu kapıdan giren H. Cohen, olayı daha da belirgin bir hale getirir. Ona göre “Tarihte insanın özgürlüğüne yer açabilmiş yeni bir sosyalizm kavramına ihtiyaç vardır. Sosyalizm, ancak bir akıl etiğiyle erişilebilecek olan bir düzene, yani insanların özgür iradeleriyle gerçekleştirebilecek olan özgürlükçü-eşitlikçi bir düzene ulaşma çabalarının adı olabilir.” Cohen’e göre sosyalizm, determinist tarih yaralarının bizi ulaştıracağı garip bir doğal durum değil, akıl sahibi insanın kendi özgür iradesinden hareketle kendisine koyduğu ve toplumcada benimsenen ilkelere dayalı bir ahlaksal durumdur. Bu yüzden tarihin özü üretim güçlerinde ve üretim ilişkilerindeki gelişmede değil, özgür insan aklının ürünleri olan ahlaksal ilkelerde yakalanabilir.

Cohen’in “Akıl etiğiyle” şekillenen “akıl sahibi insan”ı yeni sosyalizmin özgür iradesiyle gerçekleşen kadrodur. Benzer bir tutuma İhvan-ı Safa risalesinde rastlarız. Burada da aklın rehberliğinde kalbi arındırma ve toplumsal varlık olarak insanı önceleme gayreti öndedir. Buna göre, din ile felsefenin, bilim ile ahlakın iç bağlarla bütünleşmesi, insanlığın gelişme imkanını yaratır. İhvan-ı Safa bu inançla Sokrates’ten beri var olan geleneğe benzer şekilde arınma yoluyla olgunlaşmaya yönelerek ihsan-ı külli’nın peşine düşer. Yetkin insana ulaşmak için olgunlaşmak ve ahlaken güzelleşmek gerekir. Bu arzu onları insanın ne olduğuna değil, ne olabileceğine yani yaratıcı potansiyeline dair bir anlayışa götürür.”  Tasavvuf alanına girdiğimizde de bu sefer olgunlaşmanın ve yetkinleşmenin zirvesi olarak İnsan-ı Kamil ile karşılaşırız. Karşılaşmalarımız bizi hep aynı sonuca götürür. Tarihin içinde tarih yapmakta olan insan, farklı zamanlarda farklı isimlerle bulunsa da, eylemin yarattığı anlam ilişkisi içerisinde içerik olarak daima kadrodur.

Kadroluğu örgütlemek bu nedenle örgütlü varoluşumuzun en belirgin özelliği olarak öne çıkar. Hatta Öcalan’ın nazarında militanlığı örgütlemek, tüm boyutlarıyla hayatı örgütlemektir. Çünkü hayat, etkin bir enerji ve akılcı bir tutku olarak kadroluğun yöneliminde anlam ve değer bulur. Hareket halindeki yaşamın açığa çıkardığı çaba, varlığın oluşum anında gösterdiği irade, zamana ve mekana anlamını veren ruh ve bilinç, bunların hepsi kadroluğun kurucu eylemiyle bağ içerisinde gelişirler. Bu anlamda kadroluğun örgütlendirilmesi, bilincin bir içerik ve açılım içerisinde kendini yeniden üreterek kolektif bir varlığa dönüşmesi, toplumsal hakikat olarak kendine dönmesi ve kendini inşa etmesidir.

Toplumsal özün varlık olarak paramparça edildiği, anlam ve hakikat olarak muğlaklaştırılıp saptırıldığı, uyum ve denge adına hiçbir şeyin bırakılmadığı koşullarda dahi örgütlenmiş bilinçli bir kadrolukla her şeyi yeniden yaratmak mümkündür. Bu nedenle Öcalan, varlığıyla bütünleştirdiği ideolojik-politik ve örgütsel çalışmalarında tüm ağırlığı öncelikle sosyalist kadroyu oluşturmaya ve kadroluğu örgütleyecek yeni sosyalist toplumu inşa etmeye vermiştir. Kapitalist moderniteye bağımlılığın reel sosyalizmde ve sosyalist kişilikte yol açtığı tıkanmayı zamanında isabetle tespit etmesi, onu bu bağımlılık ilişkisinden koparmanın yöntemi olarak kişilik çözümlemelerini geliştirmeye ve çözümlemelerle arınmış öz dönüşümünü sağlamış kadroyu açığa çıkarmaya yöneltmiştir.Bütün küresel ve bölgesel tasfiye operasyonları karşısında özgürlük hareketi’nin ayakta kalmayı başarmasının yanı sıra, her operasyona hamlesel düzeyde bir yanıt geliştirerek daha da büyüme gücünü göstermesi, tamamen Öcalan’ın geliştirmiş olduğu bu çözümleme diyalektiğine borçludur. Çözümleme diyalektiğinin bir yöntem olarak süreklilik kazanması kadroda yeniden oluşma yeteneğinin süreklilik kazanmasına, kadronun yanlışlarından arınarak yeniden oluşabilme kabiliyetini elde etmesi de özgürlük Özgürlük Hareketi’nin öncülük misyonuyla kendini geleceğe taşımasına olanak sağlamıştır. Her ne kadar bu durum Öcalan ve Özgürlük Hareketi özgülünde açığa çıkmış ve gelişme göstermiş gibi görünse de sonuçları itibariyle sosyalizmde ve sosyalist kadroda yaşanan tıkanmayı aşma gücünü göstermiş olması özelliğiyle evrensel bir karakter kazanmıştır. 

Anlaşılacağı üzere demokratik modernite kadrosonu örgütlemek yeni bir dünyayı, yeni bir toplumsallığı, yeni bir ilişkiler sistematiğini, Öcalan’ın “Özgürlük Sosyolojisi”nde dile  getirdiği birinci ve ikinci doğanın yeniden üst bir aşamada uyumunu ifade eden “üçüncü doğa”yı yani köklü pratik demokratik devrim inşasını örgütlemek anlamına gelmektedir. Köklü pratik demokratik devrim olarak üçüncü doğanın inşası kapitalist modernitenin aşılması ve demokratik uygarlık inşalarının asgari düzeyde pratikleştirilmesini koşulladığına göre, kadro açısından işe “Nereden Başlamalı?” sorusu da oldukça somut bir şekilde yanıt bulmuş oluyor. Öcalan’ın belirttiği gibi, ‘Nasıl yaşamalı, Ne yapmalı ve Nereden başlamalı?’ sorusuna verilecek ilk ortak cevap sistemin içinden ve sisteme karşıtlık temelinde başlamalıdır. Fakat sistemin içinden sisteme karşıtlık, eski bilgeler düzeyinde her an ölüm pahasına hakikat savaşçılığını gerektirir. Nasıl yaşamalı ve nereden başlamalı? Sorularına iç içe cevap verip, modernitenin bir zırh gibi giydirdiği deli gömleğini çıkarır misali bu yaşamdan nefret ederek vazgeçecektir. gerektiğinde her an kusarak midesi, beynini ve bedenini içindeki bu yaşamdan arındıracaksın. Sana kendini dünya güzeli gibi sunsa bile kendisine içindekini kusarak yanıt vereceksin. Diğer iki soruyla iç içe olacak şekilde, ne yapmalı sorusuna sisteme karşı hep eylemlilik biçiminde bir yanıtla karşılık vereceksin. ‘Ne Yapmalı?’nın cevabı bilinçli ve örgütlü pratiktir.”

 

Varlığın İnşasını Başardık, Sıra Siyasal Kurtuluşta!

“Her devlet ve siyasal güç şunu iyi bilmektedir: Dengeler bir defa oturduktan sonra herhangi bir hamle ile dengeleri kendi lehine bozmak kolay değildir.”
Abdullah Öcalan

 

Bilinçli ve örgütlü pratiğin öznesi olarak kadro, demokratik modernite kuramının yol açtığı köklü aydınlanma devrimiyle birlikte yeni bir işlev ve görev üstlenir. Kadronun kuramsal ve eylemsel öncülük misyonuyla yetkinleşen partiyi ideolojik-politik ve örgütsel tüm hatlarda özümsemesi beraberinde partileşmeyi açığa çıkarır. Partileşme, kadronun partiye içkin hale gelmesi ve “yürüyen kuram ve eylem” olarak toplumsal doğaya doğru açılım göstermesidir. Bu durumda kadro partileştiği düzeyde militanlaşır, toplumsal dönüşümün kendi kendine yürüyen bir olgu haline gelmesini tetikleyen kuantumik saçılım halindeki çekirdeksel yapıdır.

Parti’nin ‘dalga’, militanın ‘parçacık’ tarzı paralel akışları, sürekli toplumsal doğanın iyi, doğru, ve özgür olanı yaratma eylemine yöneliktir. Eylemin mahiyeti düz-çizgisel değil, sıçramalıdır. Paradigmasal değişim bir gerçeklikten bir başka gerçekliğe sıçrama tarzındaki kuantumik sıçrayışı ifade ettiğinden, eylemde değişimin ve dönüşümün dinamiği olarak kuantumik sıçrayış  özelliği gösterir. Kadronun görevi ‘parçacık’ ve ‘dalga’ işlevini iç içe ve yaratıcı bir şekilde pratikleştirerek yeni gerçekliğin, paradigmanın önünü kapatan bulutları, belirsizlikleri an’da inşa eylemleriyle ortadan kaldırmak ve zihnin berraklığını pratiğin keskinliğine ve açıklığına yansıtmaktadır.

Eylemde netlik ve keskinlik zihniyet yani anlam gücü kazanmış olan kadronun aslında muğlaklığa ve belirsizliğe yöneltmiş olduğu bir meydan okumadır. Yaratıcılığın kendi kaderini eline alması, kendi yasa ve ilkelerini geliştirerek kendi anlam dünyasını oluşturmasını, tecrit edilmiş, özünden uzak düşürülmüş tanrısal rolü yeniden aslı ile buluşturmasıdır.

Muğlaklığın ve belirsizliğin hakim olduğu ve birçok şeyin aleyhte göründüğü zaman aralığında kadronun an’da inşa eylemiyle gerçekleştirdiği yaratıcı hamleyi Öcalan, varlığın an’ da oluşma kararlılığı olarak değerlendirir. An’da oluşma, kadronun kapitalist sistemi, düşüncede çözmüş ve aşmış olmasını gerektirir. 

Kapitalist modernitenin bilim ve bilme yöntemleriyle cendereye aldığı zihinleri özgürleştirmenin yolu duygu, düşünce ve yaşam boyutunda sistem dışına çıkmaktan geçer. Sistemin bilme ufkunun ötesine geçmek, çok yönlü ve çok boyutlu bir zihniyet mücadelesi yürütmek, dönüşümü doğru temelde gerçekleştirmenin anahtarı olduğu gibi toplumsal sistemi değişime uğratmanın da anahtarıdır. Bu da köklü yoğunlaşma ve kopuş demektir. Köklü kopuşu gerçekleştirmeden toplumsallaşma ruhunu ve görevlerini sahiplenme kültürü ve bilincini oluşturmak zordur. Kopuş içermeyen, bünyesinde sistemle barışık özellikleri barındırmaya devam eden yaklaşımlar er veya geç bir çarpılmayı yaşar ve yenilgiyi yaşatırlar. Bu nedenle kadro, biçimsel değil özsel değişimi, kısmi değil köklü kopuşun öznesi olabildiği oranda “an’da oluşma” eyleminin kendisi haline gelebilir. Direniş ve kopuş burada başlangıcı, yeniden oluşma yönünde bir irade beyanını bildirir; ancak esas oluşum süreci yeni paradigmanın hayata geçirilmesi inşasıyla başlar.

Öcalan, sömürgeciliğe karşı sömürge toplumunun mücadele ve kendini yeniden inşa etme olgusunu ele alırken süreci varlığın inşa tarzı ve siyasal kurtuluş tarzı olmak üzere iki farklı boyut biçiminde ele alır. Buna göre varlığın inşa tarzı, kültürel soykırımla paramparça hale getirilmiş varlığı, yeniden tüm nitelikleriyle inşa etmek, inşa edildiği oranda da form kazandırarak siyasal özgürlüğü için mücadeleye yöneltmektir. Burada varlığın varlık olduğu inkar edilmektedir. Dolayısıyla öncelikli görev varlığın var kılınması, yani zihniyetten duyguya, oradan yüreğe kadar her alanda inşasıdır. Bu bağlamda 20. Yüzyıldaki Kürtlük, kurtarılmadan önce var kılınması gereken bir Kürtlüktü. Başarılan şey var oluştu. Bir şey eğer varlık sorununu yaşıyorsa, öncelikli yapılması gereken onu kurtarmak değil, var kılmaktır. Kürtlerin durumu, önceliği tamı tamına var oluşa vermeyi gerektiriyordu. Siyasal kurtuluş tarzında ise, varlığın tüm temel bütünlüğünü korumuş ya da kazanmış, varoluşsal sorununu çözmüştür. Ancak bilinç ve form kazanarak siyasal özgürlüğe, kurtuluşa yönelme sorunu bulunmaktadır. 21. Yüzyıldaki Kürtlüğün sorunu çok bölünmüş ve parçalanmış yapısı  sebebiyle hem “varlığın inşa tarzını ve hem de siyasal kurtuluş tarzını içermektedir. Her iki tarz iç içe geliştirilmek durumundadır. Herhangi bir kadrolukla bu görevlerin başarılamayacağını belirten Öcalan, bu nedenle geçmiş pratikleşmeyi yerine getirilmiş negatif  görevler bağlamında değerlendirirken, demokratik modernite inşa eylemini ise yeni dönem kadroluk yerine getirmesi gereken “pozitif görevler” boyutunda değerlendirir.

Herhangi bir kadrolukla demokratik modernite inşası gerçekleştirilemeyeceğine göre, “Siyasal kurtuluş tarzı”nı pratikleştirecek ve “pozitif görevler”i yerine getirecek toplumun siyasal özgürlüğünü sağlayacak kadroluğu nasıl tanımlamak gerekir?

Öcalan, demokratik modernite kadroluğunun çıkış noktasını Kürt filozofu Ahmede Xani’nin Mem u Zin destanı üzerinden, tarihsel ve sanatsal bir bakış açısı kazandırarak açımlar. 17. Yüzyıl feodal Kürt beyliklerinin birliğe gelmeyen, kendi içinde çatışmalı ve parçalı hali Kürt halkını sürekli Arap, Fars, Bizans ve Türklerin istilalarıyla karşı karşıya bırakmaktadır. Buna duyulan tepki ve Kürtlerin kendi iç birliklerini sağlayarak uluslaşma, devletleşme arzularını Ahmede Xani “Mem u Zin” destanında ördüğü zorlu geçen ve sonuçta başarısız kalır ve buluşma gerçekleşmez. Çünkü feodal aristokratlar ve beyler kendi çıkarları uğruna bu birleşmenin önünde engeldirler. Dönemin İtalya Kent devletlerinde Machiavelli’nin İtalya’ya yönelik duyduğu acı ile Ahmede Xani’nin Kürdistan için duyduğu acı benzerdir. Farklı coğrafyalarda bulunsalar da yürekleri ve ruhları aynı ortak paydada ulusları için çarpmaktadır.

Öcalan’a göre Mem u Zin aşkı, “zor bir aşk. Neden zor bir aşk? Birlik çok zor, devlet olmak çok zor. Bunun gerçekleştirilmesi için bu aşkın o beyliği yıkması, feodal çitleri yutması gerekiyor. Bunların olması demek, ulusal demokratik devrimin gerçekleşmesi demektir. Ulusal demokratik devrim olmadığı için Mem u Zin de başarılı birliktelik sağlanamıyor.” Peki başarılı birlikteliği sağlamak için ne yapmak gerekiyor? Öcalan’ın yanıtı açıktır; “ulusal birlik büyük bir siyasal olay ve buna biz büyük aşk da diyebiliriz. Çünkü bütün küçük aşkların anlam ifade edebilmesi için önce bu büyük siyasal olayın, birliğin gerçekleşmesi gerekir. Fakat bu sefer bu aşkı olan ulusal çerçevede tutmayacağız, ondan çıkarıp daha evrensel, çoklu ve demokratik bir çerçeveyle ulusların ulusu olma gerçeğiyle, demokratik ulusla buluşturacağız. Bunu başarmak için de Mem u Zin’ler yaratmamız gerekiyor. Yaratacağımız Mem u Zin’leri klasik ve geleneksel biçimiyle anlamayın, çünkü küçük aşklara değil, özgürlüğe ihtiyacımız olan yeni Mem u Zin’leri özgürlüğü örgütleyen ve böylece hakikati mümkün kılacak halklara yaşam yolunu açan kadro olarak tanımlamak en doğrusudur. Demokratik modernite paradigmasıyla bu yürüyüşü güçlü bir tarihsel temele ve güçlü bir kuramsal çerçeveye kavuşturduk. Sıra bu büyük inşa hareketinin kadrosunu, zafer tutkusuyla donanmış Mem u Zin’lerini açığa çıkartmakta. Bu da sizlerin iddia, kararlılık ve bağlılık düzeyinize kalmış durumda.”

Öcalan açısından, özgürlüğü örgütleyen  ve hakikati mümkün kılarsak halklara yaşam yolunu açan demokratik modernite kadroloğunu bütün bu bağlamları içerisinde, onu meydana getiren temel özellikler dahilinde ele alıp tanımlayarak ideolojik, politik ve ahlaki mecrasına oturtmak ve buna göre pratikleşmesini sağlamak günümüz devrimciliğinin en çok ihtiyaç duyduğu şeydir. Demokratik modernite perspektifinden kadroluğu örgütlemek, yüzyılın birikmiş sorunlarına demokratik sosyalist çizgide çözüm üretmektir. Kadro örgütlenme, ciddiyetsiz ve tereddütlü, liberalize olmuş bağlılıklarla yürütülemeyeceğine göre, toplumsal sorunlara duyarlı ve harekete geçmeye hazır, mücadelenin fikir, yöntem ve faaliyetleri konusunda eğitilmiş kararlı insanları yetiştirmek, olmazsa olmazdır. Bu da stratejinin, yani demokratik modernite fikriyatının kadrolaşması ve pratikleşmesi anlamına gelmektedir. Yapılanma stratejisinin kendisi olduğuna göre, zor koşulların baskısı altında faaliyet yürütebilme yeteneğini sergileyerek komünlerini, meclislerini ve konseylerini oluşturabilen kadro, bu yolun gerçek yolcusu olma vasfını kazanmış demektir.

 

Sonuç:

Hegemonik savaşlar düzleminde kendini sürdüren sistemsel kriz, ciddi sorun ve açmazlarla her gün yeni sistem içi çatışmaları tetiklemektedir. Böylesi bir zeminde kısa vadede uluslararası ya da bölgesel bir dengenin oluşmayacağı açıktır. Dolayısıyla an’ın ihtiyaçları doğrultusunda hızlı ve ihtiyatlı bir şekilde demokratik modernite örgütlülüğüne ve onun kadrolarına ivme kazandırmak, an’a müdahale de “herşey zamanla telafi edilebilir, ancak zaman hiçbir şeyle telafi edilemez.”  Binbir şekilde kavraması buna an’da yanıt oluşturabilmesidir. Zamanın, stratejinin uygulama araçları içinde hatayı en az af eden olduğu gerçeğini bir an dahi utanmaksızın kadroluğun yapması gereken, an’da ve yerinde inşa eylemine girişmektir. Hiçbir dış veya iç etken gerekçesine sarılmadan “problemi görüyoruz, problem biziz” diyebilmektir. Stratejik tutum ve demokratik modernite kadroluğu bunu gerektirir.

 

 

 

Bunları da beğenebilirsin

Yoruma kapalı.