Düşünce ve Kuram Dergisi

Tekçi Zihniyetin Manivelası: Hapishaneler ve Mahkemeler

Fehim Işık

Osmanlı’nın dağılmasının ardından kurulan yeni devlet,  ilk döneminde esasen Türk devleti olarak ikame edilmedi. 1920’de açılan ilk Meclis’in adı Büyük Millet Meclisi’dir ve buradaki büyük kavramı, birden fazla milletin varlığına işaret eder. Meclis’teki temsilciler de kendi bölgelerinin adıyla, yani Lazistan mebusu, Kürdistan mebusu gibi adlandırmalarla Meclis sıralarındaki yerlerini alırlar.

Meclis’in ilk yaptığı işlerden biri yeni devletin nizamını belirleyecek bir anayasa oluşturmak oldu. 1921 yılında kabul edilen ilk anayasada da Türk kavramına tekil bir biçimde rastlanmaz.

21 maddeden mükellef 1921 Anayasası’nda devletin adı Türkiye olarak belirlenir ancak Türklük belirgin bir biçimde öne çıkmaz. Devleti yönetenler Türklüğün esaslarını fiili olarak uygulayıp geleceğin işaretini verseler bile yasalar ilk etapta bu yönde işletilmez.

Bu durum Lozan görüşmelerine kadar devam eder. Lozan antlaşmasının imzalanmasının akabinde ise devletin İttihatçı aklı asıl yüzünü gösterir. Takiye yerini asıl yüzün sergilenmesine bırakır. Yeni devletin Cumhuriyet’e evrilmesinin ardından ise ilk iş olarak 1924 Anayasası kabul edilir.

Bu anayasanın esasını oluşturan tek devlet, tek millet, tek dil ve tek dindir. Herkes yasayla bir anda Türk olarak tescil edilir. Dil tektir ve Türkçedir. Lozan’da Müslüman olmayan halkların varlığı uluslararası bir anlaşma ile güvence altına alınmış olmasına rağmen onlar da zapturapt altına alınarak

Türklük ve Türkçe dayatmasına maruz kalırlar. Yeni anayasa ile birlikte artık herkesin dini İslam, mezhebi de Hanifidir. Yeni Türk devleti ise ‘ülkesi ve milletiyle bölünmez bir bütündür.’

 

Yeni Devlet ilk Yıllarda Kararnameler İle Toplumu Zapturapt Altına Alır

Bu süreç rejim muhalifleri ile farklı milliyet ve inançlardan insanlara dönük giderek artan zorbalığın da başlangıcıdır. Öncelikle potansiyel tehlike olarak görülen toplumun kanaat önderleri, ileri gelenleri hedefe konur. Bu kesimleri bertaraf etmek için ‘Kurtuluş Savaşı’ döneminde alınan kararlar yeni kararnameler ile güncellenir. ‘Hiyanet-i vataniye’ kavramını geniş tutan, devleti temsil eden güçlere sınırsız yetkiler tanıyan özel kararnameler hazırlanır. Kararnamelerle kent ve kasaba yöneticilerine, askeri yetkililere büyük imtiyazlar tanınır. Devletin korunmasını esas alan özel mahkemeler kurulur, hapishane sayıları arttırılır.

Yeni devletin ilk döneminde Türklük resmen kutsanmadığı için uygulamalar 1924 sonrasına göre farklılıklar içerir. Örneğin İstiklal Mahkemeleri ilk dönemlerinde daha çok işgale son verme amacıyla hareket eder ve ağırlıkla işgal yanlılarına, Fransızlar, İngilizler ve Yunanlılarla işbirliği içinde olanlara sert uygulamalarla yönelir. Yani kişinin dindar ya da farklı bir milliyetten olması bu mahkemelerde suç olarak değerlendirilmez. Hangi inanç ve milliyetten olursa olsun, kişinin savaşı yürüten güçlerle ilişkisine bağlı kalınarak değerlendirmeler yapılır. Bir diğer deyimle söz konusu dönemde en önemli suç, işgalci güçlerle işbirliğidir. Elbet savaş öncülerinin kendi içindeki çelişkilerine karşı da bu mahkemeler kullanılır. Rakipler bu mahkemeler yoluyla bertaraf edilir. Ancak 1923 ile 1927 yılları arasında faaliyet sürdüren İstiklal Mahkemeleri’nde durum tamamen farklılaşır. Bu dönemdeki İstiklal Mahkemeleri’nin asıl görevi Türklüğü inşa etmedir. Bu mahkemelerin hâkimleri en basit deyimle ‘Ali kıran baş kesen’dir, yani bulunduğu yerin tek karar vericisi ve zorbasıdır. Hatta öyle ki savaş döneminden bile ağır uygulamalar yaşama geçirilir.

 

Türk Devleti İlk Etapta Osmanlı’nın Hapishanelerini Kullanır

Elbet ilk Meclis’in açılmasından önce de, Meclis’in açılışı sonrasında da hapishaneler vardır. Bu dönemde, yani Meclis’in açılışından önce kısmi hâkimiyetin kurulduğu 1918-1920 yılları ile Meclis’in açılışından sonraki 1920-1923 yılları arasında daha çok Osmanlı döneminin hapishaneleri kullanılır. Savaşın devam ettiği dönemlerde tutuklananlar çoğunluğu derme çatma olan, özel güvenlikten yoksun bu hapishanelerde tutulur, kısa süren yargılamalar sonrasında ise cezalandırılırdı. Savaş döneminin en ciddi uygulamalarından biri de yargısız infazlardı. Artan çeteleşme faaliyetleri ile birlikte yaşanan ölümlerin-infazların yanı sıra dönemin savaş liderlerinin kararıyla veya bölge komutanlarının onayıyla, herhangi bir yargılamaya tabi tutulmadan işlenen ciddi yargısız infazlar da vardı.

1920’den sonra yeni devletin bir ceza infaz kanunu da yoktu. Ara kararnamelerle oluşturulan ve olağanüstü esaslara dayalı olarak yaşama geçirilen uygulamalar hariç, suç ve cezaya dönük genel uygulamalarda 1926 yılına kadar ağırlıkla Osmanlı hükümetinin hazırladığı yasalarla yargılamalar sürdürüldü. Bu yasalar daha çok adli vakalar için kullanılırken, ‘devlete karşı işlenmiş cürümler’ ile ‘ihanet’ kavramında değerlendirilen diğer ‘suçlar’ için ise kararnamelerle oluşturulan mahkemeler ve bunların kararları uygulandı.

Yeni devlet 1923’ten, ağırlıkla da 1926’dan sonra çokça hapishane oluşturdu. Mahkeme olan her kent ve kasabada hapishane kurulması kararı alındı. Bu bağlamda hapishane bulunmayan yerlerde devlete ait yerler de sınırlı olduğundan çoğunlukla şahıslara ait mülkler kiralandı. ‘Devlete karşı işlenmiş cürümler’ ile ‘ihanet’ gibi suçlar için ise daha güvenlikli hapishaneler oluşturuldu. Bu hapishaneler genellikle kale gibi yapılar içine konuşlandırılan askeri kışlalardaki binalardı. Bu dönemdeki bir diğer dikkat çekici nokta ise hapishanelerin Adalet Bakanlığı’na değil, İçişleri Bakanlığı’na bağlı olmasaydı. Bu durum 1 Haziran 1929 tarihine kadar devam etti. Bu tarihte alınan bir kararla hapishanelerin yönetimi İçişleri Bakanlığı’ndan alınarak Adalet Bakanlığı’na devredildi.Lozan Antlaşması’ndan sonra giderek yerine oturan ve Türkçülüğü esas alan yeni devlet, hapishaneleri de bunun aracı olarak kullandı. Özellikle adli suçlar nedeniyle hapishaneye konulanları ‘irşad’ adı altında eğitime alarak yeni devletin esaslarını öğrettiler. Hapishaneler bir anlamda Türkçü ideolojinin empoze edildiği yerlere dönüştürüldü. Bazı hapishanelerde ise devletin ihtiyacı olan ürünlerin üretilmesi için işlikler oluşturup mahkûmları çalıştırdılar. Elbet bu dönem hapishanelerinin değişmez kuralı baskı ve zorbalıktı. Çok sayıda mahkûm ağır koşullar nedeniyle bu hapishanelerde yaşamlarını yitirdiler. Rejime muhalif olanlar ise farklı uygulamalara tabi tutuldular. Örneğin rejim muhalifleri yakınları ile görüştürülmediler. İşliklerde çalıştırılmadılar. İrşad eğitimine alınmadılar. Ancak sürekli bir tehdit ve işkence ile yeni devlete biat etmeleri istendi. Bunu yapmayanlar ise infaz edildi, öldürüldü. Dönemin öne çıkan ve rejimle uzlaşmayan isimlerine çoğu kez askeri ve idari yetkililer aracılığı ile baskı kurdular, bunların devlete bağlılığını sağlamak için çeşitli yöntemlerle girişimlerde bulundular. Teslim olmayanlar ise katledildiler. Yani rejim muhalifleri söz konusu dönemde hapishanelerde uzun dönem tutulmadılar. Yakalandılar, tehdit ve işkence ile biatları istendi, bu başarılamayınca katledildiler.

 

Kürt Liderlerine Dönük Uygulamalar Irkçı Zihniyetin Mihenk Taşıdır

Muhaliflere dönük bu tutum, 1924’ten günümüze eşit yaklaşık aynı normlarda ilerledi. Bunu daha iyi anlamak, bir diğer anlatımla 1924’ten günümüze işleyişin hangi zihniyet ile sürdürüldüğünü-devamlılaştırıldığını kavramak için Azadî Cemiyeti liderlerine dönük uygulamaya biraz geniş bakmakta yarar var.

Yeni Türk devleti Lozan Antlaşması sonrasında Kürtlerin devlete biat etmeyeceğini çok iyi biliyordu. Kandırıldıklarını dillendirmeye başlayan Kürtlerin, Azadî Cemiyeti öncülüğünde bir ayaklanma hazırlığında olduklarına dair haberler de alıyorlardı. Devlet arşivlerinde “Îrticai ayaklanma” olarak geçen 1925 Kürt isyanını daha başlamadan ezmek için harekete geçen yeni Türk devleti, ilk olarak Azadî Cemiyeti’ne yöneldi. Esasen söz konusu dönemde başarısız bir isyan girişimi daha olmuştur. 1924 yılının sonbaharında Yüzbaşı İhsan Nuri komutasındaki bir grup Kürt, Beytüşşebap’ta silahlı bir ayaklanma başlatmış ancak başarılı olamamıştı. Bölgedeki Kürt aşiretlerinin desteğini alamayan bu lokal hareket çok kısa sürede bastırılmıştı. Bu hareketin yürütücüleri ile Azadî Cemiyeti arasında bağ olduğu biliniyor. Ancak bu hareketin başlamasında Azadî Cemiyeti’nin, özellikle Cemiyet’in söz konusu dönemde öne çıkan liderlerinden Hamidiye Alayları komutanlarından Miralay Xalidê Cibrî ile Bitlis Mebusu Yusuf Ziya Bey’in rollerinin ne olduğuna dair ciddi veriler yok. Mustafa Kemal yönetimi Beytüşşebap isyanı da gerekçe ederek Azadî Cemiyeti liderlerine yöneldi. Mustafa Kemal’in yöneldiği Azadî Cemiyeti, Kürtlerin söz konusu dönemde en güçlü örgütlerinden biriydi ve ‘Kurtuluş Savaşı’ döneminde harekete açık destek vermişlerdi.

Ermeni yazar Garo Sasuni, 1969 yılında Beyrut’ta ilk baskısı yayınlanan Kürt Ulusal hareketleri ve 15. Yüzyıldan Günümüze Kürt Ermeni İlişkileri adlı kitabında, Mustafa Kemal’in konumuna ilişkin belirlemelerde bulunduktan sonra, 1925 Ayaklanmasına değiniyor ve Azadî Cemiyeti’ne ilişkin anlatımlarda bulunuyor. Yazdıkları şöyle: “Kürtler artık yeni Türkiye devleti karşısında yapayalnız kalmış olduklarını gördüklerinde, İslam olmalarının ve daha önce Türklere yapmış oldukları yardımlarının artık hiç dikkate alınmadığını ve bilakis tam aksine ‘Türk’ tehlikesinin yalnız kendilerine karşı yönelmiş olduklarını anlayarak, 1920 yılının Kasım ayında Cibranlı aşiret reisi Albay Halid, Bitlis mebusu Ali Rıza ve Fevzi Beyler ile Meşhur Şeyh Sait Nakşibendi’nin yönetiminde bir iç örgüt kurmaya yöneldiler.

Bu örgüt Kürt ulusu içinde yavaş yavaş kök salarak birkaç yıllık çalışmadan sonra mükemmel bir ağ halinde bütün Kürdistan’ı sardı.”Sasuni, adı geçen çalışmasında 1920 yılında kurulduğunu yazdığı Azadi örgütünün niteliğini de açmakta, aydınların ve aşiretlerin örgüte yönelik ilgisini değerlendirmektedir. Sasuni’ye göre Azadî Cemiyeti’ni kuran Şeyh Sait Nakşibendi’dir. Ancak kayıtlar, Azadî Cemiyeti’nin Cibranlı aşireti reisi Xalidê Cibrî’nin kurduğunu göstermektedir. Şêx Saîd bu hareketin liderliğine, Xalidê Cibrî’nin yakalanmasından sonra gelmiştir.

Bunlar bir yana. Konumuzla bağlantılı tam da devletin Lozan Antlaşması sonrası Kürtlere yönelmeye hazırlandığı dönemde, Azadî Cemiyeti liderleri Hamidiye Alayları Komutanı Xalidê Cibrî ile Bitlis Mebusu Yusuf Fevzi Bey’in yakalanarak hapsedilmelerine değinmekte yarar var. Çünkü bu gelişme, hem dönemin hapishane anlayışını, hem devletin günümüze kadar gelişerek süren Kürtlere dönük tutumunu, hem de dönem Kürtlerinin halet-i ruhiyesini anlamak açısından önemli ipuçları veren bir örnek.Dönemin Kürt şahsiyetlerinden Hesen Hişyar Serdî 1994 yılında Med Yayınları arasında çıkan “Görüş ve Anılarım” adlı kitabında, Azadî Cemiyeti’nin lideri Xalidê Cibrî ile Bitlis beylerinden olan, 1920 meclisinde Bitlis mebusu olarak bulunan Yusuf Ziya Bey’in, Mustafa Kemal’in talimatıyla Erzurum’da yakalanarak Bitlis’e gönderilmek üzere yola çıkarıldığını yazar. Xalidê Cibrî ile Yusuf Ziya Bey’in yakalanması, kısa süren Beytüşşebap İsyanı’nın bastırılmasından hemen sonraya rastlar. Her iki Kürt lider Erzurum’dan Bitlis’e gönderilirken bir müddet Muş hapishanesinde tutulurlar.

Dönemin Kürt aşiretleri her iki lider Muş hapishanesindeyken onları kaçırmayı teklif eder. Muş hapishanesi, güvenliği zayıf, az sayıda askerle korunan küçük bir hapishanedir. Her ikisi de kaçırılabilecek durumdadır. Ancak Kurtuluş Savaşı’nda Mustafa Kemal ile çok yakın ilişkiler içinde olan, Kürtlerle Türklerin birlikte devlet kuracağına inanan Xalidê Cibrî ile Yusuf Ziya Bey dönemin yönetiminin kendilerini idam etmeyeceği hissi içindedirler. Bitlis’e gidince bırakılacaklarına inanırlar.

Bu nedenle aşiretlerin kaçırma teklifini kabul etmezler. Daha da önemlisi 1925 Haziran’ında başlatmayı planladıkları isyandan Türk devletinin haberinin olmadığına, onlara bilgi sızmadığına inanmakta, yakalanmalarına da bir anlam vermemektedirler. Oysa Mustafa Kemal dönemin işbirlikçi Kürt aşiretlerinden Erzurum’da epey detaylı bilgiler almış ve isyan hazırlığının Xalidê Cibrî liderliğinde yürütüldüğünden haberdardır.Nitekim her iki lider Muş hapishanesinde birkaç gün tutulduktan sonra Bitlis’e götürülür. Burada, Bitlis kalesinde bulunan yüksek güvenlikli bir hapishaneye konulurlar. Bitlis’e gelinceye kadar birlikte olan Xalidê Cibrî ve Yusuf Ziya Bey, Bitlis kalesinde ayrı hücrelere konulur ve tecrit edilirler. Bu durum her iki Kürt lider için de sonun başlangıcıdır.Hesen Hişyar Serdî anılarında, Albay Halidê Cibrî ile Yusuf Ziya Bey’in tutuklanmasından sonra yapılan ‘Çan Kongresi’nden de söz etmektedir. Hesen Hişyar’a göre 3 gün süren kongre, 1 Şubat 1925’te Elazığ’ın Çan dağında 300’e yakın Kürt delegenin katılımıyla toplanmıştır. Hesen Hişyar, Xalidê Cibrî ile Yusuf Ziya Bey’in tutuklanması nedeniyle bir umutsuzluk ortamında toplandığını belirttiği kongrenin ancak Şêx Said’in ateşli konuşmasıyla canlanabildiğini yazıyor. Bu kongrede hareketin liderliğine Şêx Said getirilir.1925 isyanı en nihayetinde planlandığı gibi değil, bir provokasyonla zamanından önce başlar. Devlet Xalidê Cibrî ile Yusuf Ziya Bey’i bir koz olarak Bitlis kalesinde tutmaya devam eder. Bu süre içinde her iki lideri kendi safına çekmek ve onları Kürt halkına karşı kullanmak için elinden geleni yapar. İstediğini elde edemeyince de, Şêx Said liderliğindeki isyanın resmen bastırılmasından bir gün önce, 14 Nisan 1925’te, Xalidê Cibrî ile Yusuf Ziya Bey’i idam eder.

 

Kürt İsyanının Bastırılması Yeni Dönemin Miladıdır

Bu isyanın bastırılması, esasen yeni Türk devleti açısından bir milattır. Artık rota belirlenmiş, deyim yerindeyse yeni Türk Cumhuriyeti’nin her köşesi resmi ideolojiyi benimsemeyen muhalifler için bir hapishaneye dönüştürülmüştür. Bu amaçla kullanılan yegâne kurumlar da İstiklal Mahkemeleri’dir. Bu mahkemelerde asıl amaç yargılama değil, infazları çok hızlı yapıp yeni devlete ayak bağı olacak tüm kesimleri bertaraf etmektir. Bu nedenle Cumhuriyet’in ilk yıllarında, hatta tarih vermek gerekirse 1938 yılının sonlarına kadar uzun süreli tutsaklıklara rastlanmaz. Muhalifler İstiklal Mahkemeleri ile bu mahkemelerde yargılamaların kısa sürede sonuçlanması için hazırlanan Takrir-i Sûkun ve benzeri kanunlar kullanılarak, gerçekleştirilen hukuk dışı yargılamalarla çok kısa sürede cezalandırılır. Bu mahkemelerde yargılanıp kısa sürede 46 arkadaşı ile birlikte idam edilenlerden biri de Şêx Said’tir.Gazeteci-Yazar Uğur Mumcu, Cumhuriyet gazetesinde 11 Kasım 1992’de yayımlanan “İstiklal Mahkemeleri” başlıklı yazısında şunları yazmaktadır: “1925 yılındaki ‘Şeyh Sait Ayaklanması’ sanıklarını yargılayan ‘Şark İstiklal Mahkemesi’ 48 kişi hakkında idam cezası verdi. Bu cezalardan 47’si infaz edildi.” Mumcu, 1925 Kürt Ulusal Ayaklanması döneminde idam edilenlerin tümüyle ilgili olarak ise şunları yazmaktadır: “Şeyh Sait Ayaklanması’ndan sonra süren ayaklanmalar nedeniyle, aynı mahkeme, 207 kişi hakkında daha idam kararı verdi. Bu kararlar infaz edildi. Mahkeme 213 işi hakkında da ‘gıyabi idam’ kararı verdi.”

Aslında İstiklal Mahkemeleri ile ilgili devletin görüşünü destekleyen alıntılara kaynaklık eden çalışma, konuyla ilgili Meclis arşivi başta olmak üzere tüm arşivlerin devleti haklı kılacak kadarını kullanmada cömert davrandığı anlaşılan Prof. Dr. Ergün Aybars’ın Bilgi Yayınevi’nden yayınlanan “İstiklal Mahkemeleri” adlı kitabıdır. İstiklal Mahkemesi tutanaklarının önemli bir bölümünden bu kitapta söz edilmektedir. Öte yandan, Mahkeme heyetinde yer alanlarla ilgili ayrıntılı bilgiler de okura sunulmaktadır. Örneğin, Şêx Said’i yıllarca “irticânın başı” olarak sunan devlet ağzına karşın Aybars’ın kitabında Şark İstiklal Mahkemesi Başkanı Mazhar Müfit’in idam kararı verdikten sonraki son sözleri asıl nedeni de açıklıyor: “Bağımsız Kürdistan gayesine yürüdünüz. Cumhuriyet ordusu bunu mahv ve perişan etti. Herkes bilmelidir ki genç Cumhuriyet hükümeti fesat ve irticaya izin vermeyecektir. İşte, Cumhuriyet’in kahredici fakat adil kanunlarının hükmü budur. Mahkûmları götürünüz.”

 

Türkiyeli Komünistler, Yeni Devletin Hedefinde Oldu

Bu mantık mahkemelerin türü, yargıçların adı zaman içinde değişmesine rağmen anlayış olarak değişmedi. Elbet bu mantık sadece Kürtlere dönük değil, Türkiyeli komünistler başta olmak üzere toplumun her kesimine, ağırlıkla da rejime karşı olanlara uygulandı. 1925 İsyanı’nın bastırılmasıyla açık hapishaneye dönüştürülen devlet, ayrıca muhalifleri hapsetmek için de 1926’dan itibaren yeni hapishaneler inşa etmeye başladı. İçişleri Bakanlığı’ndan alınıp Adalet Bakanlığı’na bağlanan hapishaneler, adeta ölüm evi işlevi görüyorlardı.Bu dönem hapishaneleri henüz farklı tiplere bölünmemişti. Hapsedilenlerin tamamı büyük koğuş sistemlerinde muhafaza ediliyor, bazı özellikli mahkûmlar ise hücrelerde tutuluyorlardı. Ancak 1938 yılına kadar hapishanelerde kalma süreleri özellikle siyasi emellerle yakalananlar için çok uzun değildi. Uzun süreli hapislik sadece adli mahkumlar için geçerliydi.

Nitekim 1938’e kadar hapishaneleri özellikle muhalifler için birer ölüm evine dönüştüren yeni devlet, 1938 sonrasında muhalifler de dâhil geniş bir kesimi diğer adli mahkûmlar gibi uzun süreli hapisliklerle karşı karşıya bırakmaya başladılar. Bu yıllarda en bilinen mahkûmlar ise sadece Kürtler değil, komünistlerdir de.Komünistlere dönük ilk saldırılar Kürtlerle eş zamanlı, hatta Kürtlerden önce başlar. Mustafa Suphi ve 14 yoldaşı 1921 yılında ülkeye gelmek isterken Mustafa Kemal’in emriyle Trabzon’da katledilirler. Bunun ardından komünistlere dönük tutuklamalar, davalar durmaz. 1921 yılından 1960 yılına kadar neredeyse her yıl ‘komünist tevkifatlara’ rastlanır. 1939 Harp Okulu ve Donanma davaları, 1944 İlerici Gençlik Birliği davası, 1946 Türkiye Sosyalist Emekçi ve Köylü Partisi davası ile bu davalar nedeniyle gerçekleşen tutuklama ve hapislikler en bilinenlerdir.

1938’ten sonraki tutuklamalarda idam yöntemi pek sık gündeme gelmez. Hapsedilenlerin önemli bir bölümü uzun süreli hapisliklerle ‘ıslah’ edilmeye çalışılır. Ancak sistem, tam tersi bir işleyişe neden olur. Koğuş sistemi ile kurulan hapishaneler ve adli tutuklular ile siyasi mahkûmların çoğunlukla iç içe olmasını siyasi mahkûmlar zamanla bir avantaja dönüştürür.

Dönemin ünlü tutsaklarının hapishane anlatımları ile anı kitaplarında bu etkinin nasıl sonuçlar yarattığına sıkça rastlanır.1944 yılında bir grup sağcı ve İslamcının tutuklanmasının ardından, adeta bir misilleme gibi gerçekleştirilen tutuklamalarda İlerici Gençlik Birliği içinde yer alanlar da yakalanarak hapse konulur. Hapse konulanlardan biri tıp doktoru Müeyyet Borotav’dır. Boratav, “Sakıncalı Doktor / 20. Yüzyıldan Anılar” adlı kitabında hapishane yaşamını şu sözlerle aktarır:

“Sorgular bitip otuz tutuklu birlikte bir koğuşa yerleşince derhal bir günlük yaşam programı yaptık. Saat 7’de uykudan kalkış, 8’de kahvaltı, 9-12 bahçeye çıkış, volta atma, 12-13 öğle yemeği, 13-16 ders-istirahat, 16-19 eğlence, şarkılar, 19-20 akşam yemeği, 21-21.30 yatma. Gençler yönetim kuruluna gene eski yönetici olan bizleri seçtiler. Cezaevinde ancak pek iptidai toplumlarda uygulanan ortak yaşam düzeni kurmuştuk.”Bu komün sistemi neredeyse siyasi tutsakların konulduğu tüm hapishanelerde oluşan bir sistemdi ve diğer adli tutuklular üzerinde muazzam etkiler bırakabiliyordu. Dönemin ünlü mahpuslarından Nazım Hikmet’in diğer tutsaklar üzerinde bıraktığı etki hala konuşulur, anlatılır.

 

Tekçi ve Türkçü Zihniyet Tekleyince Nizam Darbelerle Korundu

1938 ile 1960 arasında toplumu hapishaneler ile zapturapt altına almaya çalışan yeni Türk devleti nispeten başarılı oldu. Toplumda kısmi örgütlenmeler yaşansa bile ciddi bir muhalif harekete rastlanmadı. Hareketlenenler ya da hareketlenme potansiyeli olanlar da hemen derdest edilip hapishanelere, kamplara konuldular.

27 Mayıs 1960 darbesi sonrasındaki uygulamalarda da durum pek değişmedi. Bu dönemde İstiklal Mahkemeleri’nin yerini sıkıyönetim mahkemeleri aldı. Bu mahkemelerde yargı bir bütün olarak askerlerin emrine verildi. Tutuklananlara dönük uygulamalarda mantık aynen sürdürüldü. Fark vardı elbet; örneğin Cumhuriyet’in ilk dönemlerindeki toplu idamlar yerini topluma korku salacak lider/önder idamlarına bıraktı. Öyle ki devlet, kendi bekasını gerekçe ederek bakan ve başbakanlarını bile bu mahkemelerde gözünü kırpmadan idam edebildi. Toplumun diğer kesimlerine, ‘potansiyel tehditlere’ gözdağı yöntemleri de son bulmadı.Bu duruma Akademisyen Vahap Coşkun’un Serhat Bucak tarafından kaleme alınan ve Faik Bucak’ın yaşamını anlatan “Kürt Hakim” kitabına ilişkin Serbestiyet’teki yazısından alıntılarla bakalım.

“1958’te Irak’ta bir darbe ile krallık rejimine son verilir ve on bir yıldır Sovyetler Birliği’nde sürgün olan Mele Mistefa Barzani büyük bir törenle Bağdat’a döner. Türkiye’de kaşlar kalkar. 1959’da Kerkük’te hadiseler çıkar, Türkmenler öldürülür.Kürtlerin hareketlenmesi devleti endişelendirir. MİT, alınması gereken tedbirlere dair bir rapor hazırlar. YÖN Dergisinde yayınlanan raporda; Kürtleri ABD’ye, Batı’ya ve dindar Kürtlere ‘komünist’, Türkiye kamuoyuna ise ‘bölücü’ olarak sunmak gerektiği belirtilir. Önerilerden (!) en dikkat çekeni ‘Eğer Türkiye’de bin kadar Kürt aydını yok edilirse Kürt sorunu 30 yıl geriler’ önerisidir.Rapor, hükümette tartışılır. Celal Bayar, bin Kürt aydının yok edilmesine onay verir. (…) Menderes, araya girer. Kürt aydınlarını ellişer kişilik gruplar halinde alınmasını ve mahkeme kararıyla idamlarını içeren önerisi kabul edilir.İlk etapta elli kişi tutuklanır. Bunlardan Nusaybinli Emin Batu, hücresinde kan kusarak ölünce bu dava siyasi tarihe 49’lar Davası olarak geçer. 49’lar Davası ile birlikte Kürtler tekrar suskunluğa gömülür. DP iktidarının baskısı giderek artar.

27 Mayıs’ta darbe yapılır. DP gider ama 27 Mayıs’ın uygulamaları DP’ye rahmet okutur. 27 Mayıs’tan dört gün sonra Sivas’ta Kürtlerin önde gelen aile ve kanaat önderlerinin tutulması için bir kamp açılır. Türkiye çapında gazeteciler ve siyasi tutuklular serbest bırakılırken 49’lar zindanda tutulur. İktidarlar değişir ama devletin Kürtlere bakışı aynı kalır.Darbenin başı Cemal Gürsel, 24 Ekim 1960’da Diyarbakır’a gelir ve halka hitaben bir konuşma yapar. ‘Kürt halkı diye bir şey yoktur. Hepiniz Türksünüz. Ziya Gökalp’i yetiştiren toprak Kürt olamaz. Yalnız burada değil, Doğu’da Türkler yaşıyor. Size Kürt diyenin yüzüne tükürün!”

Devletin zihniyeti hep aynı oldu. Kürtlük başta olmak üzere devletin tekçi faşist zihniyetine uymayan her şey inkar edildi, yok edilmesi için çaba harcandı. Bu zihniyetin yaşama geçirilmesi için kullanılan mekânlardan biri de hapishaneler oldu. 1960’lara kadar mercek altına almaya çalıştığımız devlet zihniyetinde, hapishanelerin yeri resmi ideolojiyi, yani tekliği, tekliğin esaslarını oluşturan Türkçülüğü dayatma oldu, hep.

Köprülerin altından onca su geçmesine rağmen zihniyet olarak bundan hala vazgeçilmiş değil.

 

 

 

 

Bunları da beğenebilirsin

Yoruma kapalı.