Düşünce ve Kuram Dergisi

Varlığı Hiçliğe Dönüştürme Mekanizması Olarak Devlet

Nasrullah Kuran

“Toplum insan ihtiyaçların, devlet se kusurlarının ürünüdür”
A. Raynol

Her varlığın ışıldadığı bir doğa vardır. İnsanın ışık bulduğu doğa, yarattığı toplumsallığıdır. İnsanını kendi ışığı toplumsallığıdır.

Bu nedenle her insan ancak kendi toplumsallığında şavkır. “Tanrı’nın ışığını yüzünde taşıyor” denen insan yani nurullah, yani Allah’ın nuru olarak adlandırılan insanda aslında aynı şeyi anlatır. Oda toplumsallığında şavkıyan insandır.

Bugün, insan için “yüzündeki ışığı yitirdi” diyorlar. Ama sanki daha fazlasından, ruhunu yitirmiş bir varlığı anlamsız ve amaçsız, mekanik deviniminden söz ediyorlar. Kuşkusuz haksızda sayılmazlar. Toplumsallığını yitiren insan ışığını, ruhunu yitirmiş, insanlığı dahi sorgulanır hale gelmiş insandır. Peki ama neden? İnsan nasıl toplumsallığını yitiren bir varlık haline geldi? “Duyarlı varlıkların birbirine karşı hissettikleri çekim” olarak toplumsallık, neden büyüsünü kaybetti?

Uygarlık sisteminden beslenen tarih ve toplum kuramları bu durumu güçlenen “bireysellik”, “gelişmişlik” ve “modern yaşam” ile izah etmeyi tercih ediyorlar. İktidar salgılayan beden olarak devletin toplumu öz kimliğinden uzaklaştırma ve kendine yabancılaştırma işlevinden ve bu işlevin devlette ulaştığı toplum karşıtı faşizmlerden her nedense pek söz etmiyorlar. Halbuki Hegel, tanrı olgusunu devletle cisimleştirip tanrının yer yüzüne inmiş hali olarak ulus-devleti tasvir ederken, kehaneti aşan bir gerçeklikle sadece oluşmakta olanı resmetmiyor, aynı zamanda tanrısal kutsallığa bürünmüş ulus-devletin “biricikliğini” ve savaşla varlığını sürdürebilirliğinide gösteriyordu. Her türlü tarihsel toplum kültürünü ve geleneğini yadsıyan, yerine kurguya dayalı tekçi tarih ve toplum bilinci oluşturmayı amaçlayan ulus-devlet olgusunun, her iki doğanında akışına ve oluşumuna ters düştüğü açıktır.

Buna rağmen devletin varlığını nasıl açıklamak gerekir? Beşeri bir kusurun, günahın sonucu ve aynı zamanda bir çaresi olarak mı? Yoksa Demokritos gibi “Devletin kaynağı, insanların gereksinimlerini karşılamak için kurdukları işbirliği ve iş bölümüdür” mü diyeceğiz? Yada Çiçero’nun “bir toplumu bir devlet haline getiren şey, sadece ortak çıkarlar değil, aynı zamanda yasalarda da ortaklıktır” vurgusunu mu esas alacağız? Bunun “yüce değerlerin taşıyıcısı” olarak devlet ile günümüzün “belli amaçlara ulaşmanın aracı” olarak devlet, farklı ideolojik anlamlandırmalarla tanımlansalar da esasta hep aynı amacı gütmüşlerdir. Devletin varlığı sorunu, özünde güç, iktidar ve otorite üçlüsünü birleştirmeye dayalı bir egemenlik sorunudur. Bir toplumu bir devlet haline getiren şey, böylesi bir egemenlik bilinci ve ilişkisi içerisinde yer alması veya devletin vazgeçilmez yegane örgüt olarak görme anlayışına zor ya da rızaylaveya her ikisinin paralel kullanımıyla mecbur bırakılmasıdır. Devlet, asla toplumun ortak çıkarlarını ve yasalarda ortaklaşmasının sonucu olarak açığa çıkmamıştır. Toplumsal işbirliği ve işbölümünün devletin koşulladığı iddiası da toplumsal hakikat karşısında eksik kalır. Güç, iktidar ve otorite olgularının tek elde birleştirme arzusu devleti önce egemen, sonrada hegemon olmaya yöneltmiş ve bunların hiçbirini güç, iktidar ve otorite olmadan gerçekleştirememiştir. Tek halktan tek devlete, oradan da tek şef’e giden yolun parametresi bu her üç olgunun sınırsız kullanımı ile döşenmiş ve süreklilik kazanabilmiştir.

Çağımızın insani değerleri, şiddete ve zora dayalı bu mekanizmanın ürettiği egemenlik ve tahakküm sınırları içerisinde her gün yeniden öğütülmekte ve parçalanmaktadır. Atomlaşma insanın insandan uzaklaşması sınırlarında durmamaktadır, insanın kendi içerisindede bölünerek kendisine karşı duvarlar örmesine yol açmakta, yalnızlaştırmaktadır. Yalnızlaşan insan yaşamı başlı başına biyolojik varlığını sürdürmenin amacı olarak görmeye başlamakta ve ancak ona tapınarak varlığını sürdürebileceğine inanmaktadır. Özünde bu tapınış, var olan devlet mekanizmasına tapınıştan başka bir şey değildir. Bir devlet formunda “yüce” ve “kutsal” devlet türü vurguların yoğunluk düzeyi, esasta esaret altına alınmış insan ve toplum gerçekliğinin varlığı siliklik ve yitirilmişlik düzeyini işaret eder. Burada “her zaman korku, her yerde korku” halinin yasallığı bir zemin ve bu zeminde toplumun “herkesin herkese karşı olduğu yer” haline getirilerek yaratılan dünyevi mahşere mahkum edilmesi vardır.

Devletin Kapitalist Modernite koşullarında vaaz ettiği “özgür bireylerden oluşan eşit haklı vatandaş” iddiasını da bu mahşeri resmin bir parçası, ayartması biçiminde okumak en doğrusu olacaktır. Kimi anayasal ve yasal metinler kurmacasında “eşit haklı vatandaş” olgusu bir hak tarzında ifadesini bulmuşsa da pratik uygulama safhasında gerçek manada bir karşılık bulduğunu belirtmek zordur. Ya kısıtlayıcı, sınırlandırıcı maddelerle kuşatılarak işlevsizleştirilmekte yada “ama-fakat-ancak” la başlayan eklemelerle elastiki bir yapıya kavuşturularak muğlaklaştırılmakta, “adı var kendisi yok” türünden bir durum yaşatılmaktadır. Demekki tek başına anayasal uzlaşı ve bu uzlaşıda yurttaşlık-vatandaşlık olgusunun halklar öznesi bir tanıma kavuşturulması yurttaşlık haklarını elde edilmesine yetmiyor. Ondan da önce bir toplumsal sözleşmenin ve bunun ortak ahlakının açığa çıkarılması gerekir ki anayasa bu zihniyetin bir yansıması olabilsin. Hele ki söz konusu olan bin yılların devlet birikiminin açığa çıkardığı ulus-devlet olunca, çaba ve mücadele de bunu aşan bir derinlikte gerçekleşmek zorunda.

 

Devlet Vatandaşlığı, Modern Kulluk ve Kölelik İdeolojisinin Vatandaşlığıdır!

 

“Tin’in bulunduğu yerde toplum vardır.
Tin’sizliğin bulunduğu yerde devlet. “tin”in kusurlu bir ikamesidir”
Landower

 

“Vatandaş içinde devlet” yerine devlet için vatandaş üretme mekanizması olarak ulus-devlet, toplumu güdülmesi gereken bir sürü olarak gören seçkinci despotizmin bir icadı, Z. Bauman’ın yerinde ve isabetli değerlendirmesi ile “bahçe kültürü”ne geçişle edinilmiş bir “bahçivanlık” rolüdür. Toplumdaki her türlü dinamiğin devletin denetim ve gözetimi altında gerçekleşmesini ve devlete göre şekillenmesini zorunlu gören bu sosyal mühendislik çalışmasını insanlığın başına musallat ettiği en büyük bela olmuştur.

Uyumlu, itaatkar ve hak talep etmeyen tektip vatandaştan müteşekkil homojen toplum yaşatma ve bu uğurda hakim bir etnisiteye, dine veya mezhebe dayanma arzusu, iki yüz yıllık ulus-devlet tarihini diğer toplumları soykırımdan geçirmenin tarihine dönüştürmüştür. Binlerce din, dil ve kavim, gelenek ve kültürüyle birlikte yok oluşun eşiğine getirilmiş, bir zaman varlıklarıyla hayat verdikleri mekanlarda bugün silik birer tarihi anı olarak anılır hale gelmişlerdir. Ulus-devletin sürdürülebilirliği için yeni din olarak kurgulanan milliyetçilik ideolojisi ile tanrı devletin kutsallıkları yeniden üretilmiş, adeta “baba, oğul ve kutsal ruh” teslisinde ifadesini bulan “tanrı baba” imgesi, yerini “devlet baba” imgesine terketmiştir.

Tanrı olarak “baba” devletle somutlaşırken, “oğul” vatandaşlık olgusunda, “kutsal ruh” ise milliyetçilik ideolojisinde somutlaştırılmıştır. “Baba” ve “kutsal ruh” denkleminde “oğul”la, yani vatandaşa düşen tek şey, kendini “kutsal ruh”un egemenliğine ve “baba”nın itaat talebine ilişkin hiçbir itiraz yöneltmeden kulluk ve kölelik anlayışı temelinde teslim etmektir.

Kutsal dinlerdeki tövbe ritüelleri ve “ruhunu tanrıya teslim etme” çağrılarındaki mantık ne ise, olduğu gibi ulus-devlet pragmatizmine ve onun milliyetçilik ideolojisine yansımış, devlet dışı toplumsallık için tek bir kaçış noktası bırakmamayı temel amaç edinmiştir. Dikenli tel ve mayınlarla askeri kulelerle çevrili ulusdevlet sınırları içerisine hapsedilen vatandaş için vatan, adeta bir esaret kampı haline getirilmiştir. Vatandaş, eğitim adı altında milliyetçilik dininin gereklerine göre okullarda ve askeri kışlalarda şekillendirilerek, milli günler, bayramlar ve kahramanlıklar türemesiyle şoven ruhsal yapılanma ve duygulanımlara açık hale getirilerek ırksal vatandaşlık sınırlarında devlete sadakat sınavlarına çekilmiştir. Öyleki vatandaşlık kavramı etrafında oluşturulan toplumsallığın vardığı son nokta, “zincire vurulmuş bedenler ve boyunduruk altına alınmış ruhlar” gerçeği olmuştur. İşsizlik ve yoksullukla yaşam iddiası tehdit altına alınan insan, aynı zamanda bir iş karşılığında bedenen ve ruhen satın alınabilen insan durumuna düşürülmüştür. Devlet memurluğu ve işçiliğinde ifadesini bulan kullaşma ve köleleşme bunun en somut, kalıba dökülmüş verilerini sunar.

Türk ulus-devlet yapılanmasının dün beyaz Türk faşizmi kimliği, bugünde yeşil Türk faşizmi kimliği ile AKP adı altında gerçekleştirdiği politikalarda tüm bu uygulamaları görmek mümkündür. Tek tip insan ve toplum yaratma amacıyla yaşamın her alanına müdahale, tasnif etme ve düzenleme, medya ve basın üzerinden algı oluşturup yönetme çabaları eskisinden daha hızlı ve sistemli hale getirilmiştir. AKP açısından da vatandaş; vergi ödeyen, askerlik yapan, devletin koyduğu kural ve kaidelere koşulsuz uyan, istendiğinde oy kullanan, iradesini bütünü ile devlete teslim eden ve her koşulda idare edilmeyi gerektiren edilgen bir kuldan başka bir şey değildir.

Okul, askerlik ve bürokratik çark içerisinde öğütülen vatandaşın iş ve maaş güvencesi karşılığında kişilik ve karakter yıkımına uğratılarak ahlaki ve politik özelliklerinden uzaklaşılmasına devam edilmekte, kişinin “ben parama bakarım” derecesine düşürülerek her gün insanlığından birşeyler daha yitirmesine neden olan sebepler çoğaltılmaktadır. AKP’nin, ideolojik meşrebine uygun olarak din ve mezhep olgularını da bu çözümsüzlük sarmalına ekleyerek toplumsal ayrışma ve bölünmeyi derinleştirme pahasına iktidarını sağlamlaştırma, sürdürme gayreti, beraberinde yeni çatışma alanları oluşturmuştur.

Tabi AKP’nin geleneksel TC ulus-devlet anlayışını olduğu gibi sürdürdüğünü belirtirken, kendinden bir şey eklemiyor veya “hiçbir şey değişmedi” iddiasında bulunmuyoruz. Evet, AKP geleneksel devlet işleyişini olduğu gibi devraldı ve sürdürüyorda. Fakat buna, ABD-İsrail ortaklığı çerçevesinde yapılandırılan ideolojik yaklaşımı doğrultusunda müdahale etme ve iktidarını kolaylaştırarak sürdürmeye uygun hale getirme çabası da mevcut. Bunun en çarpıcı göstergelerinden biri de, AKP iktidarıyla birlikte, beyaz Türk faşizmi yerini yeşil Türk faşizmine terk etmek zorunda bırakılırken, rejimin en belirgin ve öne çıkan “asker-jandarma” simgesinin de yerini “polis” simgesine terk etmesidir. Bu, sıradan bir olay değildir. Rejimin işleyiş tarzında meydana gelen bu değişikliğin önemli merkezileşmeye işaret ettiğini belirtmek yanlış olmayacaktır. Polis devleti olma yolunda açığa çıkan belirtisi, salt rejimin güvenliği açısından yapılan sıradan bir tercih olarak değerlendirmek, basitliğin de ötesinde bilinçli bir aldatma politikasına ortak olmak anlamına gelir. Uluslararası arenada yaşanan örneklerinden de biliyoruz ki, “polis, bir devletin refahını korumanın birimi, yönetmenin birimidir” tanımını vurgulu hale getiren zihniyetin devlet işleyişini merkezine getirmesini, polisin devletin yeniden formatlanmasında belirleyici rol oynaması anlamına gelir. Tarihte gerçekleşen batı merkezli, neredeyse tüm burjuva iktidar inşasında bu rol çok belirgin bir biçimde kendisini göstermiştir. Yine çok net bir şekilde görülmüştür ki bu tür iktidar inşalarında, “her zaman kuşku, her yerde korku” hedefi doğrultusunda vatandaşın ve toplumun polis eliyle yeniden zapt edilmesi ve kıpırdayamaz hale getirilmesi esas amaçtır. Polis öncülüğünde bir “gözetim toplumu” oluşturularak, “en büyük asker bizim asker” kıvamına getirilen vatandaşın önüne bu sefer“polis abi” imajı konulmakta ve laik-Kemalist anlayışı bir tarafa bırakarak, Türk-İslam sentezi doğrultusunda ibadete durması istenmektedir. Polis devleti, teknik araç ve takip yöntemleriyle gözetlenen toplum üyesi vatandaşın her alanda kuşatılması, iktidar uygulamaları “devlet sırrı” örtüsü ile perdelenirken vatandaşa ait tüm özelliğin devlete açık ve şeffaf hale getirilmesi, bu temelde vatandaşa muhabirlik, gizli tanıklık ve tencere-tava çalan komşusunu ihbar etme gibi kişiliksizleştirici türden “yükümlülüklerin” yüklenmesidir. AKP faşizminin pratikleştirmekte olduğu polisiye operasyonlar ve bu operasyonların hukuk alanlarında polisin üstlendiği belirleyici, karar verici pozisyon bunun en somut göstergesidir.

“Güvenlik” kavramı etrafında örülen paranoya ile vatandaş sersemleştirilip düşünemez hale getirilirken, zaten politik bir araç olan polis, devlet işleyişinin merkezine getirilmektedir. “Güvenlik” kavramının devlet ve iktidar aygıtlarındaki anlamına ilişkin M. Neocleous “Toplumsal Düzenin İnşası” adlı çalışmasında “güvenlik kavramı, burjuva toplumu içerisinde, bağımsız ve öz-çıkar güdümlü bir biçimde mülkiyet peşinde koşma egoizminin ideolojik garantisi olmuştur. Bu hali ile de burjuva toplumunun en muteber kavramı haline gelmiştir” derken, haklar, özgünlükler söz konusu olduğunda “güvenlik” olgusunun neden birden bire gerilim hattına dönüştüğünü ve güvenlikpolis ilişkisinide en belirgin boyutuyla açığa kavuşturmuş olur. Bu bağlamda Marx’ın, “güvenlik, polisin kavramsal halidir” tespiti bir kez daha haklılığını kanıtlarken, Shakespeare bunu edebiyatın anlam dünyasını uyarıcı dili ile “Macbeth” adlı eserinde dile kavuşturur; Güvenlik ölümlülerin baş düşmanıdır!

İnsani varlığımızın tehdit altına alındığı anlar, varlığımızın anlamı olarak özgürlüğümüzün önüne “güvenlik” kavramının koşulduğu anlardır. Çünkü bu anlar, toplumsal hayatın dumura uğratılmaya başlandığı ve anlamın yerine anlamsızlığın ikame edildiği zamanları biriktirirler. Biriktirilen zamanla, mücadele içerisindeki insanı ele geçirip etkisizleştirmenin ve devrimci potansiyelini sınıfa indirgersek “mazbut vatandaş”a dönüştürmenin tuzakları kurulur. Toplum bir avlanma alanı, vatandaş ise bir av nesnesi konumuna düşürülür. Din, etnisite, cinsiyet, iş ve ücret yemleriyle avlanan her vatandaş, ulus-devlet cenderesinde kapitalizmin modern kölesi haline getirilir. Abdullah Öcalan, bu kölelik durumunu şöyle tanımlar; “esas yaşam hedefi, bir araba + aile (karı veya koca bulmak, 1-2 çocuk sahibi olmak) + daire sahibi günlük standart tüketici olabilmektir. Toplumsallığın anlamı en şefli bireyci ihtiraslar için sadakatlik ile bir tarafa bırakılır. Hafızasızlaştırıldığı için tarihten de kopmuştur. Tarih sandığı milliyetçi ulusal klişelerdir. Felsefesizdir ya da en dar faydacılık dışında bir mutluluk felsefesinin olabileceğine hiç inanmaz. Görünüşte moderndir. İçerikte ise en kof, içi boşaltılmış, en karanlık emeller (faşizm) için koşmaya hazırlanmış. ‘Vatandaş sürüsü’, ‘Kitle toplumu’ bireyi, daha doğrusu bireysizliği söz konusudur. ”

Hakikatin bu yüzünden bakıldığında, insanın ne’liğine dair araştırmada hümanizmin ortaçağı atlayacak antikçağı kendine model alması bugün bize daha anlamlı geliyor. Hümanizmi buna yönelten şey, ortaçağ insanı dogmalara yönelirken, antikçağ insanının kendi eğilimlerine en uygun olanına yönelip bir kişilik sahibi olmayı diğer şeylerin önüne koyuyor olmasıydı. Antikçağın insanı, ortaçağın insanına göre bu yönüyle daha insan ve daha kişilikliydi. Bunun içindir ki “daha çok insan daha az tanrı” bu arayışın sloganı haline getirildi. Dolayısıyla geride bıraktığımız 20. Yüzyıl ulus-devlet savaşlarının ve soykırımlarının, ruhunu ve bilincini yitirmemiş insanların bugün tercihini aynı yönde kullanıyor olması bizleri şaşırtmamalı. Uygarlık öğretisi ile şekillenen Modernitenin sağlamış olduğu gelişme, belki bizi nano teknolojisi ile buluşturdu, insan ufhunun sınırlarını zorlayan icatlarda, keşiflerde bulunulmasını sağladı. Ama aynı ölçekte ve belkide daha çok toplumsallığımızdan ve insanlığımızdan bir çok şeyi alıp götürdü. İnsan insanla, toplum bir başka toplumla ve yine insan ve toplum doğa ile karşı karşıya getirilerek birbirinin kurdu haline getirildiler. Ulus-devlet ideolojisi bu bağlamda kurt kanunun ideolojisidir. Bu ideoloji önce insanı kurtlaştırmış, sonrada kurtlaşan insan için bir kurt kapanına dönüşmüştür. 200 yüzyıldır aynı oyun oynanıyor olmasına rağmen, hiçbir ulus-devlet vatandaşı çıkıp şu soruyu sorma gücünü gösteremiyor; eğer kurt kapanı belirlenmiş son ise, o vakit kurtlaşmak neden?Bu anlamda ulus-devlete karşı “daha çok toplum daha çok insan” anlayışını çoğaltmanın, ısrarın ve politikasızlığa mahkum edildiğimiz bir çağda daha çok politik toplumu inşa etmenin çabasına ihtiyaç vardır. Bu da ancak ulus-devlet olgusunun şekillendirdiği kullaştırılmış, köleleştirilmiş vatandaşlık ideolojisinden sıyrılmakla, kurtulmakla mümkündür.

 

Devlet Oluşu, Özünde Siyasi Toplumun Yadsınmasının Oluşudur!

Abdullah Öcalan:“Bir toplumu işlevsiz ve güçsüz bırakmanın en etkili yolu, kendi öz varlığı, temel maddi ve manevi ihtiyaçları için zorunlu tartışma ve karar organı olarak politikasız (siyasetsiz, İslami deyim ile şeriatsız) bırakmaktır. Hiçbir yol bu denli sakıncalı olamaz”.

İnsanın politik bir varlık olma özelliği, toplumsallığın politik bir alan olmasından kaynaklanır. Bu nedenle politika, toplumsallığın ilk oluşum halinden günümüze kadar kendini koruyarak gelebilen varoluş biçimlerinin tümünde bir işleyiş, bir kültür olarak yer bulmuş ve anlam kazanmıştır. Ortak toplumsal aklın kolektif etkinliği olarak politika yaşamın bütünselliğini kaplar. Toplumsal hayatın kendisi, doğası politik olan bir hayattır. Toplumsal işlerin, görevlerin ve sorumlulukların tespitinden pratikleşmesine kadar gerçekleşen tüm süreçler, politik işlevlerin yerine getirilmesi anlamına gelir.

Demekki politika, sanıldığı gibi devlet canavarı ile açığa çıkmış olan ve devletle var olan bir olgu değil. İnsanın ilk toplumsallaşmasından, klan toplumundan beri var olan bir toplumsal bir var oluş hali ilişkisidir. Ancak bir zamanlar toplumsal varoluş hali olan politika, devlet aygıtının gelişip serpilmesi ve ulusdevlet şeklinde kurumsal bir ağırlığa kavuşması ile birlikte çeşitli ayrışmalara uğratılmış, daraltılarak başkalaştırılmıştır. Devlet aklının “politik alan” ve “toplumsal alan” tarzındaki ayrıştırıcı yaklaşımı, bu müdahalenin önemli bir boyutunu oluşturur. Politika; otorite, baskı, sömürü ve şiddete dayalı var olabilen devlet aygıtının iktidar alanı, idaresi haline getirilir. Halkın yerini “halkın vekilleri”, halk meclislerinin yerini ise bürokratik kurumlar alır. Kurulan partilerin kökleri, topluma değil devlete uzanır. Ve oradan beslenir. Bir yerde devletli sitemdeki her partinin “minyatür bir devlet” olduğunu belirtmek yanlış olmayacaktır. Her birinin kurulma amacı, farklı düşünce ve tasarımlar içeriyor gibi görünse de özünde toplumun farklı kesimlerini ele geçirme, devlet zihniyetini aşılama ve devletin amaçları doğrultusunda seferber etmektir.

M. Bookchin, devlet veya ulus-devlet kurgusu olarak partiyi şöyle tanımlar; “geleneksel parti, askıya asılmış bir elbiseye benzer şekilde devlete bağlıdır. Üzerinde nasıl bir giysi olursa olsun, halk kitlesinin bir parçası değildir; halk kitlesini saran bir kılıftan değildir. Bu fenomenin gerçekte hiçbir politik yönü yoktur; işlevi halk kitlesini içine almak, denetlemek ve amaçları doğrultusunda kullanmaktır, halkın isteklerini ifade etmek gibi bir işlevi yoktu; halkın isteklerinin olmasına bile izin vermez”. Bu doğru, insanların haklı olarak tiksinmesine, “politika” ve “politikacı” kavramlarını devletle ve onun iktidar oyunlarıyla eşleştirerek aşağılamasına, küçümsemesine yol açmıştır. Günümüzde de bu algılayışın geniş bir toplumsal karşılığının olduğunu belirtmek yerinde olacaktır. Politikanın devlet kuramı temelindeki uygulanışı devam ettikçe, bazen algı ve bakışların kendini katlayarak sürdüreceği açıktır. Nitekim yeşil Türk faşizminin iktidar gücü olarak AKP hükümetinin Gezi Parkı direnişi sürecinde sergilemiş olduğu anlayış ve uygulama tamda buna tekabül etmektedir. Halkın Gezi Parkı’nın mevcut halini koruma istemi sadece ret ile karşılaşmamış, sömürge valisine taş çıkartacak cinsten polis şiddeti ile saldırı altına alınarak ölümler pahasına demokratik direnişler kırılmak istenmiştir. Gerek kent valisinin açıklamaları ve gerekse de hükümet sözcülerinin “dış düşmanlar” argümanı üzerinden geliştirdikleri retorik, hafıza sahibi herkesi kaçınılmaz olarak Kenan Evren’in 12 Eylül bildirisine ve o dönem basın-medya başlıklarını süsleyen “iç-dış düşman” ve “kışkırtma” haberlerine götürmüştür. Yerel yönetim eski dururken bizzat hükümet başkanının olaya müdahil olması ve her aşamasına damgasını vurması Gezi Parkı direnişinin en çarpıcı boyutuydu. Nasıl oluyordu da İstanbul’un bir semtindeki parkın nasıl düzenleneceğine orada yaşayan halk değilde Ankara’daki hükümet başkanı karar verme gereği duyuyordu? Seçim meydanlarında “egemenlik milletindir” nutkuyla kendinden geçen de bu yönelimi gösteren de aynı zihniyet değilmiydi? Yaşanan aslında gayet basit ve yalındı; AKP üzerine giydiği “demokrat” elbisesini çıkarınca, “kendine demokrat” ve “kendine Müslüman” iç giysileriyle bütün mahremiyetiyle açıkta kalmıştı. Bu yönelimle AKP’nin anlatmak istediği şudur; devletin var olduğu yerde ahlaki ve politik toplum var olamaz. Devlet politikası, toplumun politika yapmaması üzerine kuruludur. Toplumun-vatandaşın görevi, zamanında vergisini ödemesi, oyunu kullanması ve alınan kararlara itaat etmesidir. Düşünülmesi gerekeni yerinize biz düşünür, yargılanması gerekenlere dair lüzum duyulan karalar var ise onları da yerinize biz alırız!

Benzer durumda geniş bir ölçekte Rojava Devrimi içinde gerçekliğini korumaktadır. Rojava’da da Kürt halkının öz yönetimini oluşturup politik özgürlüğünü kazanmaması için başta yeşil Türk faşizmi ve iş birlikçileri olmak üzere bölgedeki tüm devletli yapılanmalar seferberlik içerisine girmiş bulunuyor. Devlet dışı bir varoluş, devletin varlığı için bir tehdit olarak değerlendirilmekte ve boğdurulmak istenmektedir. Küçük ölçekte Gezi Parkı direnişi ve daha büyük bir ölçekte Rojava Devrimi; her ikisi de farklı mekânlar, ancak bu bir şeyi değiştirmeye yetmiyor.

Bu mekânlarda direnenlerin Kürt, Türk, Arap, Ermeni, Çerkez olması veya tüm bu halklardan bir bileşim oluşturuyor olmalarıda bir farklılık yaratmıyor. Devlet denen o ruhsuz aygıt açısından bir halkın renginin ve ya kimliğinin değeri, o halkın kullanılabilirliği düzeyindedir. O “milli” “yüce” ve “tek”le başlayan allama ve pullamalar tamamen bu amaçladır. Kendini kullandırabildiğin, devlet toplumuna yani egemenlere kulluk ettiğin sürece bu allama ve pullamaların gölgesinde sınırsız yaşama hakkına sahipsin! Belirtilen budur. Devlet zihniyeti açısından halkların veya kimi toplulukların kutsanarak öncellenmesi gibi bir durum (bütün ulus devlet örneklerinde görüleceği üzere) ancak birini koç başı haline getirerek diğerini vurma gibi bir işlev söz konusu olduğunda yaşam bulur. Buradan bakıldığında devlet ve toplum / vatandaş ilişkisi, ortaçağın “efendi-köle” ilişkisini çok da aşmış değildir. Hatta ortaçağdaki köle ile kıyaslandığında günümüz insanının daha bağımlı hale getirildiği ve “efendi devlet”e kırk iplikle bağlandığı rahatlıkla belirtilebilir.

Kendi öz yönetimini oluşturma özgürlüğünü elde edememiş bir toplumun politik olarak özgür olamayacağı, politik olarak özgür olmayan bir toplumunda özgür bireyleri ortaya çıkaramayacağı açıktır. Bilinir ki insan varlığı kendi özünü etkinliği ile ortaya koyup geliştirerek ancak mutlu olabilir. Buda insanın varlık ve bilinç mücadelesini verme iradesini göstermesi ve kazanması anlamına gelir. Pekikime karşı ve nasıl?

Elbetteki devlet ve iktidara ve onun türevlerine karşı.

Nasıl ki toplumsal etkileşimin kurucu özelliği, bireylerin eylemleri ile tanınma olgusundan hareket ediyorsa ve nasılki her nesne özellikleriyle tanımlanabiliyorsa, insan ve toplumsallığı içinde aynı şey geçerlidir. İnsan ve varlığının gerçekleştirdiği her eylem aynı zamanda birer karakter yansıtır ve yaşatırlar. Bir kimliğin, bir gelişimin ifadesi olarak kendilerini dışa vururlar. Toplumsal var oluş olarak politika da işlevsel rolü ile sürekli bir tanınma, farklılığını tanımlama ve inşa halinde gerçekleşir. Devletli uygarlıkla ahlaki ve politik toplumun çelişkilerinin en keskin tarzda karşılaştıkları yer başarı oluyor.

Politik toplumun varlık olarak çoğulcu ve zaman olarak oluşturucu özelliği, katılım gösteren öznelere kendi öz kimlikleri doğrultusunda iradeleşme ve özgürleşme, kişilik ve karakter kazanma olanağı sunarken, devletli uygarlıkta bu olgu tersten işler. Varlık anlamında tekniğin ve zaman bakımından sürekliliği devlette çok etkin oluşu, onu her koşulda baskın olmaya, baskılamaya ve farklılıkları yok etmeye yöneltir. Toplumların öz çıkar, kimlik ve kolektif vicdanları doğrultusunda iş yapma ve talepte bulunma arzularını, varlığına yöneltilmiş bir tehdit olarak algılar ve şiddetle yönelerek ortadan kaldırmayı, etkisizleştirmeyi hedefler. Şiddet, kendini görünür kılan sindirme yöntemi olarak öne çıksa da toplumsal mücadelenin soğurulması, ele geçirilip devlete uyumlu “sivil toplum” örgütlerine, idari yapılanmalara dönüştürülmesi ve devrimci potansiyellerinin sıfırlanması, yoğunca izlenen diğer önemli yöntemlerden biridir. Bu da gerçek anlamda toplumsal politikanın bitişi, yerine idare etme, söz dinleme, buyruk alma ve verme, kanun-tüzükle donmuş bir aklın yön verdiği devlet politikasını ikame etmesi anlamına gelir. Devlet politikasının ikamesi, kuşkusuz toplumsal politikanın ölümünü, tükenişini beraberinde getirir. Bu, toplumun toplum olmaktan çıkması özgürce ahlaki yapısını ve politikasını oluşturamaması, doğal özelliklerini yitirerek parçalanmaya uğraması, dağılmasıdır. Parçalanmış, dağılmış toplumun bireyi de parçalı ve dağınık olur. Toplum nezdinde varlık ve bilinç mücadelesinin bitirilmesi beraberinde bireyin önce toplumuna sonra da kendine yabancılaşmasına, ruhsuzlaşmasına yol açar. Böylece birey devlet tekeli için kullanılmaya ve şekillendirilmeye açık bir nesne haline getirilir. Maddi yaşama odaklanmış bireyci özellikleri sürekli kışkırtılıp beslenerek bağımlılık düzeyi arttırılır. En nihayetinde insan varlığı, “vatandaş” veya “yurttaş” sınıflandırmaları altında en alçaltılmış koşullara mahkum edilerek anlamsız bir “bireysel özgürlük” hedefi peşinden koşturmak zorunda bırakılır. Koşunun sonu yoktur. Ha keza ortada kazanılacak bir özgürlük veya özgürleşecek bir bireyde bulunmamaktadır. Çünkü “bireysel özgürlük” aldatmacasıyla birey parçalanmış, özgürlük ise maddesel ve güdüsel bir noksanlığa indirgenmiştir. Peki, bu insan varlığının insan sıfatından düşürülerek hiçleştirilmesi değilse nedir?

Politik toplumu vuran, çağımızın en temel sorunlarından biri haline gelen bu konuya ilişkin Sayın Öcalan şunları belittir; “bireysel özgürlüğün günümüzde toplumsal politikayı en az iktidar olgusu kadar tükettiğini belirtmek büyük önem taşır. Bireyciliğin toplum yıkıcılığındaki özellikle de ahlakın ve politikanın inkarındaki rolünü aydınlatmak, özgürlük tartışmalarının can alıcı sorunudur. Bireycilikle atomize edilen toplumun hiçbir sermaye ve iktidar aygıtına karşı direnme takatinin kalmadığını söylediğimizde, toplumsal problemin kanserleşme riskini daha iyi anlayabiliriz. Liberal bireyciliğin toplumsal politika ve özgürlüğü tüketen temel kaynak olarak belirlenmesi, anlamlı bir çıkışa zemin sunabilir. Şüphesiz buna da bireyselliği söz konusu etmiyoruz. Tartışılan idealize edilerek toplumsal politika ve özgünlüğü tüketen ideolojik bireyciliktir, liberalizmdir”. Sayın Öcalan bunları belirtirken, bireyciliğin en az devlet ve iktidar kadar. Topluma karşı savaş hali olduğunu da vurgular. Bireysellikten sapma olarak bireycilik, aslında tamda oluşum halinden sapan, oluşum halinde olmayan varlık ve zamanı tanımlar. Oluşuma ket vurulması, oluşum halinin sapmaya uğratılması durumunun potansiyel haldeki bilincin dumura uğraması ve özgürleşme ihtimalini ortadan kaldırır. Bu şartlarda da bireysellikten ve toplumun politika oluşturucu gücü olarak bireyden söz etmek mümkün olmaz.

Sonuç olarak denenmiş ve teorize edilmiş tüm gerçekleşme biçimleriyle devlet, insan varlığı açısından bir tehdit ve varlığı hiçliğe dönüştürme mekanizması olarak işlev gösterilmiştir. Bu mekanizmanın iktidar salgılayan birimleri ile yarattığı kötülükler dünyası karşısında içerisine düşülecek en düşkün durum, kendini ve toplumunu savunmasız bırakmak olacaktır. Kendini ve toplumunu savunmak demokratik ulus bilinci ışığında yaşamın her alanında örgütlenmek ve politik eylemde bulunarak kendini modern demokratik topluma dönüştürmektir. Bu da tüm toplumsal işler üzerinde, basit veya karmaşık demeden düşünmeyi, söylemeyi, kararlaşarak eyleme geçmeyi, çok kültürlülüğü ve eşitliği yaşama geçirme gücünü göstermeyi gerektirir. Bu yönüyle HDK ve Kuzey Kürdistan için DTK, bütün eksiklik ve yetmezliklerine rağmen, toplumsal politikanın yeniden inşası için elverişli bir alan oluşturmuş durumdalar. Bu da toplumlarımızın geleceği açısından işletilmesi gereken stratejik bir öz savunma ve öz örgütlenme çalışması olarak bakmak, buna göre değer biçerek katılım göstermek en anlamlı demokratik, sosyalist yaklaşım olacaktır. Nihayetinde öz savunma ya da öz örgütlenme bütün maddelerin temel varoluş koşuludur. Varlığını sürdürmek istiyorsan, devlet ve iktidar aygıtlarının dayattığı yokluk ve hiçleştirme karşısında var olma eyleminde bulunmak ve bunu başarmak zorundasın. Bunun anlamı da örgütlemek, örgütlenmek ve örgütselliktir. Politik bir izleyici olmak yerine politik bir mücadeleci olmaktır. Toplamı; yaşamı yeniden ve yeniden üretmektir.

Öcalan, “Birey olarak tarih ve toplumun kesişmesi ise kendini doğru ifade etmesi ve savunması da tarih ve toplumun özgür çıkışı olacaktır” derken, tam da bunu anlatır. Özgürlük istiyorsan, önce varlığına kastedenler, varlığını kendi varlıklarının edilgen nesnesi haline getirmek isteyenler karşısında öz varlığını savunmasını ve kazanmasını bileceksin. Varlığını yani benliğini tüm yabancı etkenlerden kurtardığın zaman ancak kendin olabilir özgürleşebilirsin. Nasıl ki her var olan, bir başına, ayrı ve benzersiz ise aynı biçimde toplum da bu bir başına, ayrı ve benzersiz olanların birbirinin farkındalığında buluştukları ortak ruh, duygu düşünce ve eylem birlikteliğidir. Biz buna insanın özüyle evrensel kimliğiyle buluştuğu demokratik komünal yaşam diyoruz. Demokratik komünal bilinç temelinde yaşamı yeniden üretmek, yokluğa karşı var olma ve yaşam bulma amaçsallığını içerir. Burada var olma, bir kişilik, karakter ve kimlik bildirmektedir. Hiçbir şey amaçsallığın dışında değildir. Hiçbir çaba ve eylem, kendiliğinden değildir. Her şey bir amaç örgüsü ve bir bilinç örgüsü içerisinde bir tempo ve tarz temelinde oluşmaktadır. Tarihselliğin mekanı olarak insan ve insanın birikimi olarak tarih, zaman mefhumunu da içerecek şekilde bir iç içelik ve süreklilik içerisinde kendini anlamlandırmaya çabalamaktadır.

Çünkü “insanın ruhu kaybettiklerini yeniden kazanmaya” çalışmaktadır. Çünkü insan, kendi toplumsallığında yeniden ışımak istemektedir.

Bunları da beğenebilirsin

Yoruma kapalı.