Düşünce ve Kuram Dergisi

Zindan Özgürlük İçinse Büyüyen Hakikattir!

Mesil Demiralp

“Zindanda tahammül gücünün tek ilacı hakikat algısını geliştirmektir. Yaşamın geneline ilişkin olarak hakikat algısını güçlü yaşamak, yaşamın en keyifli anına, daha doğrusu yaşamın anlamına erişmektir. İnsanlar niçin yaşadıklarını doğru kavramışsa herhangi bir yerde yaşamak onlar için sorun olmaz. İnsan yaşamı hakikat algısı gelişkin olanlar için tam bir mucizedir. Yaşamın kendisi büyük heyecan ve coşku kaynağıdır. Yaşamda evrenin anlamı gizlidir. Bu gizi fark ettikçe zindanda da olsa yaşama katlanmak diye bir sorun olmaz. Zaten zindan özgürlük içinse orada büyüyecek olan hakikat algısıdır.”
Abdullah Öcalan

 

Kurumsal olarak hapishanenin üç yüz yıllık bir tarihi olsa da aslında bireylerin kapatılmasının çok daha eskilere gittiğini biliyoruz. Kimi zaman şiirleriyle egemeni hedef alan bir şair, kimi zaman ezberleri bozan bir filozof, kimi zaman tahta aday bir varis… vs. kapatılmak suretiyle toplumdan, gözlerden uzak tutulmuştur. Ancak durum bu olsa da son yüzyılda üzerine çok daha düşünülerek adeta birer laboratuvara dönüştürerek çıkan sonuçların topluma da uyarlandığı merkezler haline getirilmiştir. Özellikle belirtmek gerekir ki toplama kampları, kışlalar, tımarhane, hapishane gibi alanlar toplumu tek tipleştirmenin, itaat kültürünün aşılanarak itirazsız, iradesi elinden alınmış, çekilen yöne giden yığınlar haline getirmek için kullanılagelmiştir.

Kişiyi toplumdan uzaklaştırarak fikirlerinin topluma ulaşmasını engelleme çabalarının tarihi de epey eskidir. Yani aslında tecridin izlerini mitolojideki Prometheus’a kadar sürmek mümkün. İlham kaynağı bu mudur bilemeyiz ama ada hapishanelerinin tarih boyunca ve günümüzde de kullanıldığını biliyoruz. Gramsci, Mandela, Öcalan vb. örnekler çoğaltılabilir.

Günümüzde her ne kadar tüm toplum yoğun bir sanallık içinde tecrit girdabında ve bunun farkında bile değilse de konuyu “dışarıdakiler”den ziyade “içeridekiler” üzerinden irdelemek istiyoruz. Zira biliyoruz ki uzun zamandır bir deney alanı olarak kullanılan hapishanelerden elde edilen sonuçlar topluma uyarlanarak çok daha ince ve örtük biçimde uygulanıyor. İçerideki kendisine yöneltilen saldırının farkında ve amaçlananın ne olduğunu bilip buna göre kendisini konumlandırıyorken dışarıdaki bunun farkında bile değildir. O nedenle hapishane özelinde tecridi incelemek siyasi iktidarın zihniyetini anlamak açısından da önemlidir.

“Bu beynin çalışmasını yirmi yıl durdurmalıyız.” [1]

Tecrit ayırma, soyutlama, bir kimseyi, durum veya düşünceyi içinde bulunduğu toplum, durum veya düşünceden ayrı tutmak olarak tanımlansa da zaman içerisinde bunun; uygulama yol-yöntemlerinin çok daha derinleştirilip sistematik hale getirildiğini de biliyoruz. Siyasal iktidarlar salt bireyin ve düşüncelerinin topluma ulaşmasını, aynı şekilde bireyin toplumdan beslenmesini engellemekle kalmamış, aynı zamanda bireyi düşünemez, üretemez duruma getirerek yapabilirse benliğini yok etmeye, bunun başaramadığı durumda da fiziken de yavaş, ağır, acılı, bir imhaya kadar gidebilmektedir. Bireyi toplumdan, doğadan, tüm tarihsel, kültürel birikimlerinden kopararak varoluşunu bütünleyen her şeyi ortadan kaldırmak, bunun için de her yol yöntemi titizlikle ele alıp sonuçlarını topluma uyarlamak, aynı zamanda topluma gözdağı vermek ve başarılı olamadığı durumda da zaten fiziki imhayla noktayı koymak, yani görünürde sıfır kayıpla birçok sonuç elde etmek! Yukarıda alıntıladığımız söz, Mussolini’nin Gramsci için söylediği bir söz. Lakin sonuç hiç de beklediği gibi olmamıştır. Gramsci 9 yıl tutulduğu hapishanedeki yazımsal düşünsel üretimiyle, halen günümüzde etkilemeye devam ediyor. Bedeni bu zar karşısında daha fazla dayanamamış olabilir ama kesinlikle Mussolini hedeflediği sonuca ulaşamamıştır. Hakeza Mandela, halkının özgürlük mücadelesinin önderi olmayı, tüm ezilen halklara ilham olmayı sürdürmüş, Abdullah Öcalan ada tecritindeki üretimiyle kapitalist modernite cenderesinden çıkmış; yolu arayan herkesimin ilham kaynağı olmayı sürdürüyor.

 

Bilim İle İktidar Kol Kola! 

İnsan toplumsallıkla var olabilen, varlığı anlam bulan, geleceğe dair tahayyülleri olan, zaman ve mekan üzerinde kendi kontrolünü sağlamayı arzu eden bir varlıktır. Toplumla, doğayla etkileşim içinde olduğu sürece varlığını anlamlı kılabilir, derinleştirebilir, üretebilir kendini. Özetle, bu etkileşim bireyin varoluşunu gerçekleştirme serüvenidir, özgürleşme yolculuğudur. Bu yürüyüş kendi çizdiği sınırlar içine çekmeyi amaçlayan siyasal iktidar da kendi tarihlerinden öğrenerek elde ettikleri birikimle, kendisi için sorun olan bu durumla baş etmenin yollarını aramayı sürdürmüştür. Üstelik oldukça da “bilimsel” bir yaklaşımla!

Toplumsal Dayanışma İçin Psikologlar Derneği (TODAP) üyesi Eser Sandıkçı, modernizm kurumu olan hapishanenin siyasal, toplumsal işlevini anlayabilmek için modernist aklı ve çağın ruhunu en iyi şekilde yansıtan toplama kamplarına bakmanın faydalı olacağını belirterek Giorgio Agamben’den alıntıyla, “Batı’nın siyasal modeli şehir değil, toplama kampıdır. Atina değil, Auschwitz’dir.” der ve ekler “Büyük akılcı yöntemlerle, aygıtlarla donanmış modern devletler için önlerine çıkan “sorunları” çözmek ve anlaşmak yerine onları yok etmek daha ekonomik ve akılcı gelmektedir.” Evet, devletlerin bu aklına “akıl” diyeceksek gerçekten de Auschwitz bu aklın doruğudur. En azından o gün için ve sayısal sonuçları itibariyle.

Dedik ya, siyasal iktidarlar da kendi birikimleri üzerinde yol alır. Dolayısıyla bu kurumlar aracılığıyla kendilerine karşı gördükleri yeni bir kalıba dökebilmek için uyguladıkları yöntemlerle ya tümüyle ortadan kaldırılmıştır ya da insanların tarihsel, tinsel, kültürel birikimlerini, kişiliklerini parçalamayı amaçlamıştır. Kişinin kendisinden bile yalıtılması anlamına gelen bu durumu, Türkiye hapishaneleri ve ağırlaştırılmış müebbet hapis bölümünde açıklayacağız. Ama öncesinde Auschwitz birikimi üzerinde geliştirilen bir “bilimsel” deney ve sonuçlarına kısaca bakalım.

2.Dünya Savaş suçlusu olan “bilim adamlarınca” pişirilip oradan dünyaya ihraç edildiğini belirtmekte fayda var. Emperyalist yayılımın el attığı ülkelerde yarattığı krizler ve çoğunlukla desteklenen darbelerle, kendisine bağımlı yöntemler yaratma deneyimlerini biliyoruz. Elbette bu süreçler içinde muhalifleri bertaraf etmek üzere kurulan işkence tezgahlarında, kendi bu “bilimsel” yöntemleriyle planlarını devreye koyduklarını, yani ilk taşıdıkları kurumsal buluşlarının başında gelenin hapsetme ve bu hapishanelerde deneylerine devam etmek olduğunu biliyoruz. Afrika’da, Latin Amerika’da ve 12 Eylül’den günümüze değin Türkiye’de…

Dediğimiz gibi tüm bunlar “bilim adamları” eliyle hazırlanmış, ince ince her ayrıntısı hesaplanmıştır. Amaçsız rastgele tek bir adım yoktur. Ortaya çıkan raporlardan okuyalım: CIA’nin eğitim kılavuzlarından 1963 yılına ait kitapçığında, sorgulama ile ilgili şöyle deniyor. “Amaç bu etkiyi güçlendirmek ve hedefin aşina olduğu dünya ve bu dünyadaki imajıyla ilgili, duygusal bütünlüğü parçalayan travmatik ya da travma öncesi bir deneyim yaratmaktadır. Genellikle kendi giysileri alınır. Çünkü alışık olduğu giysiler kimlik duygusunu güçlendirir ve direnme kapasitesini arttırır. Duyusal uyaranlardan mahrum bırakma, stres ve kaygıya neden olur. Mahrum bırakma ve kadar eksiksiz uygulanırsa hedef o kadar derinden etkilenir. “Bilimsel” titizlikle hazırlanan ve direnişçilere uygulanan bu yöntemler, elbette salt sorgu süreçleriyle sınırlı kalmayıp, hapishane uygulaması olarak da amacına uygun sürdürülmüştür.

Sanırız tam da bu noktada RAF militanlarının hapishane sürecini ve o süreçte dışarıda da tamamlayıcı olarak yürütülen özel savaşa değinmek yararlı olacaktır. 1972 yılında RAF militanlarına dönük operasyonların startıyla birlikte hatta öncesinde tecridin toplumsal ayağı tamamlanmış, medya aracılığıyla grubun siyasi kimliğini öteleyen “terörist bir çete” deyimi kullanılarak onların sistemle sorununu örten, onları adli birer suçlu gibi gösteren bir hava yaratmak istenmiştir. Böylece toplumda karşılık bulma, sahiplenilme olasılığı ortadan kaldırmak istenmiştir. Nitekim bu özel savaş politikaları, daha sonra militanlar hapishane de açlık grevi gibi eylemlerine başladığında etkisi daha net görülecekti. Başlarda siyasi çevre ve örgütlerden hatırı sayılır bir destek ve sahiplenme ortaya çıksa da bu kesimlerin içerideki devlet işbirlikçileri devreye konularak süreç manipüle ediliyor ve oluşan desteğin parçalanması sağlanıyor. Yani sol kesime karşı yürütülen sindirme çalışmalarıyla istenen kırılganlık yaratılmış, her türlü politik görüş ile RAF arasına bir duvar örülerek tecridin koşulları hazırlanmıştır.

Başlatılan operasyonlarda kimi çatışma esnasında kimi ihbar sonucu yakalananlardan Andreas Baader, Jan Carl Raspe, Gudrun Ensslin, Ulrike Meinhof, Holger Meins, Astrid Proll tutuklanıp hapse atılırlar. Asıl süreçte bundan sonra başlar. Ağır tutsaklık koşullarındaki vahşetin yardımcı uygulayıcılarının başında doktor ve psikiyatri gelmektedir. Yani “bilim” iş başındadır. Aynı süreçte hapishanelerdeki tüm politik tutsaklar tecrit edilerek, birbirleriyle etkileşim içinde olmaları önlenir. Ziyaret, mektup, gazete kısıtlanır. Havalandırmaya tek başlarına ve genellikle elleri bağlı olarak çıkarırlar. Özellikle Ulrike Meinhof ve kısa sürelerle Astrid Proll ve Gudrun Ensslin, kadın psikiyatrisi binasının bir ucundaki hücrelere alınırlar. Bu hücrelerin yan tarafındaki, alt ve üst tarafındaki hücreler boş bırakılır. Dışarıdan ses ve ışığın sızmadığı, yapay aydınlatma ve beyaza boyalı eşya ve duvarlarla sınırlı bırakılarak tüm günlerini hiçbir şeyin seçilip ayırt edilmediği bu ortamda tutulurlar. Kişiliği parçalamayı hedefleyen bu tek renklilik ve sessizlik içindeki tutsaklara dair düzenli olarak gözlem raporları tutulur.

Dönemin Köln Cezaevi psikoloğu, Meinhof için tuttuğu raporda şöyle der: “Tutukluya dayatılan psişik yük, mutlak tecrit halinin kaçınılmaz kıldığı ölçüleri fazlasıyla aşıyor. Deneylerin gösterdiği gibi tutuklular katı tecrit uygulamasına sınırla bir süre katlanabilirler. Tutuklu U. Meinhof bu sınırı aşmış durumda, çünkü pratikte her türlü çevre algılamasından kopmuş durumda.” Cezaevi psikoloğunun sözünü ettiği deneyler “duyumsal yoksun bırakma” deneyleridir. Beyni kontrol altına almayı, bireyin tüm direnç noktalarını kırmayı amaçlayan bu deneylerle, kişi yerleştirildiği yapay ortamda her türlü uyarıcıdan mahrum bırakılır, gündüz-gece, ses-sessizlik gibi algılama farklılıkları ortadan kaldırılır. Örnekler yabancı gelmiyor, zira Türkiye’nin 12 Eylül’ünden biliyoruz. Aylarca karanlık hücrelerde mutlak sessizlik veya sadece sorgucuların seçtiği kaygı ve stresi arttırıcı sınırlı sesler. Ayrıca sorgucuların dayattığı çıplaklığın, hapishanelerde tek tip elbise dayatmalarının da amacını açıklıyor bu “bilimsel” çalışmalar! Meinhof ve arkadaşlarına uygulanan tecrit amacına ulaşmaya, pek de inandırıcılığı olmayan intihar iddiasıyla katledilmelerine giden süreç ortaya çıkmıştır. İnançları, iradelerini anlamayan ve onları ruhsal açıdan hasta ilan etme çabası boşa çıkan bilim ve iktidar temsilcileri, ölümlerinden sonra beyinleri üzerinde araştırma yapmaktan da kendilerini alamamışlardır.

Ortaya çıkan belgelere göre, duyumsal yoksun bırakma deneyleri de dahil birçok deney CIA tarafından gerçekleştirildi. 1950’lerde başlayan, Kanada, İngiltere gibi ülkelerinin de ortaklığıyla süren BLUEBIRU (mavi kuş), MKULTRA, MKDELTA gibi adlarla yürütülen program 1971’de Federal Almanya’ya aktarılmış, Hamburg Eppendorf Psikoloji ve Nöroloji Kliniği’nde yapılan deneylerle hayata geçirilmiş ve belli ki ilk uygulama alanı da RAF olmuştur. İşte bilim ile iktidarın muhteşem birlikteliği!.. Üstelik insan beynini kontrol altına almayı hedefleyen ve yukarıda sözünü ettiğimiz adlarla yürütülen bu projelerde, insanların bilgisi dışında denek olarak kullanıldığı yerlerin başında kışlalar, yetiştirme yurtları ve hapishanelerin geldiği de ortaya çıkan belgelerle kanıtlıdır.

 

Türkiye’de Tecrit ve Hapishaneler

Türkiye’de hapishanelerin hatırı sayılır bir geçmişi var. Şairlerin, yazarların, sanatçıların, siyasetçilerin kimi zaman gözden ırak şehirlerde, kimi zaman ada hapishanelerinde tecrit altına alındıklarını biliyoruz. Bu genelde politik tutsaklara dayatılırken, öte yandan hiçbir caydırıcılığı olmayan cezalarla hapsedilen adli mahpusların doksanlı yıllara kadar büyük bir sefalet içinde yatak, yiyecek, sağlığa erişim gibi temel ihtiyaçları bile karşılamayan yığınlar olarak hapiste adeta unutulup seçimden seçime arsızlaşmış olarak sokağa salınması gerçeği vardır. Yani aslında hapishanelerin çeşitli yüzleri olmuştur hep.

Ancak dönemin CIA yetkililerinin “Bizim çocuklar başardı.” diyerek kutladıkları 12 Eylül 1980 darbesi kitlesel tutuklamalarıyla, “dışarıda” kalanların ise sindirilerek ses çıkaramaz duruma getirildiği bir dönem olması ve hem yıllar süren travmatik etkileri, hem de o gün devreye konan yöntemlerin sistematik hale getirilerek günümüze değin devam ediyor olması itibariyle bir tarihin başlangıcıdır. Başta tecrit olmak üzere; her türlü işkenceye maruz bırakılmış politik tutsakları kimliksizleştirme, kendini inkar eder duruma getirme hedefiyle hareket edenler, “Buradan çıkarsanız bile değil anne babanız, siz bile kendinizi tanıyamayacak, kim olduğunuzu unutmuş olacaksınız…” derken amacını gizlememiştir.

Hem pilot uygulama alanlarından biri olması, hem de bu zulme karşı sergilenen direnişiyle Diyarbakır 5 Nolu Hapishanesi dönemin simge zindanların başında gelir. İşkenceden “arta kalan” zamanda devreye konan “sportif” işkencede tutsakların askeri düzen içinde kendini inkar, Türklüğü yücelten marşlar eşliğinde koşmaya zorlandığı kareler akıllarda hala tazeliğini koruyor. Yaşatılanlar o kadar ince hesaplanmıştır ki, bireylerin sosyo-kültürel kodlarına, toplumsal cinsiyet kodlarına göre planlanmış saldırılarla benliği, iradesi kırılmış, o tezgahtan çıkan insanların birbirlerinin gözlerine bakmakta zorlandıkları bir durum yaratılmıştır. 12 Eylül’den sonra hapishanelerdeki zulüm yıllarca devam etse de içeridekilerin ortaya koydukları direnişler sonucunda kimi düzenlemeler olmuş, elde edilenlerin ortaya koydukları direnişler sonucunda kimi düzenlemeler olmuş, elde edilen moral üstünlükle zihinlerdeki tutsaklık önemli oranda aşılmıştır. 1990’lı yılların sonuna kadar da uzun ve işkenceli sorgu süreçleri açıkça varlığını koruyor olsa da, hapishanelerde yaratılan direniş kültürü ve komünal yaşam bunun sonuçlarıyla baş edecek birikime sahiptir.

Lakin böyle de olsa hapishanelerde denetim, gözlem ve deneyle sürer. Kimi zaman fiziki yönelimle kimi zaman yasalar ve yasaklarla hayata geçirilen her uygulamanın ardından, etkileri analiz edilerek buna uygun yeni adımlar atılmıştır. Öyle ki günümüzde artık iyice kurumsallaşmış mutlak tecrit haliyle, icat edenlere bile parmak ısırtacak bir düzey yakalanmıştır. Yani aslında devlet aklı, içeridekilerin taleplerini kabul etmiş gibi göründükleri süreler boyunca boş durmamış, akıllarındaki hapishane modellerini ve infaz rejimini “mükemmel” hale getirmek için “bilim” danışmanlığında epey mesai harcamıştır. İlkin 1995-1996 yıllarında özel tip hapishaneler kullanıma açılmış, aynı zamanda peyderpey ilçe hapishaneleri önemli oranda kapatılmış, bir yandan ya mümkün olduğunca gizlilik içinde yapıldı. Yine F tiplerinin yapımı tamamlanarak 2000’lerin başından itibaren kullanıma açılmıştır. Bunlarla da kalınmamış, yapılan gözlem ve alınan-ya da alınmayan-sonuçlar üzerinden yeni modellere çalışılmış. L tipleri, T tipleri, yüksek güvenlikli derken şimdi de S tipleriyle her gün biraz daha derinleştiren tecrit katmerli hale gelmiştir. Geçmişin ada hapishanelerinin yerini ise şimdinin birer ada gibi inşa edilmiş kampüs hapishaneleri almıştır.

Yani siyasal iktidarlar, tecriti etap etap örmüştür hep ve Türkiye’de de durum değişmemiştir. İlk etapta hapishaneler şehirlerin dışına taşınmış, ardından kampüs sistemiyle sivil yaşama ilişiği kesilmiş, personel ve mahpus statülerinin belirgin hale getirildiği, lojmanların alışveriş merkezi, hastane vb. her şeyin kampüs içine alınması; tüm personelin aileleriyle birlikte bu kampüs sınırlarında kaldığı, birlikte mesai yapanların hapishane dışında da aynı hiyerarşiyle yaşadığı bir zemin hazırlanmıştır. Mahpus açısından da yasalar, genelgeler, yönetmeliklerle kitap, gazete, dergi, ziyaret gibi haklar kısıtlanarak salt dışarıyla temasın kesilmesi değil, aynı zamanda içeride de yaşam alanını, zihin dünyasını daraltma, kontrol etme yoluna gidilmiştir. Bununla da yetinilmeyerek bu yapılara hapsedilen herkesin, her adımın kayıt altına alınarak bu kayıtların analize tabi tutularak, çıkan sonuçlara göre grup ya da kişiye özel uygulamalar geliştirilmiştir.

Sistem artık bilim ve teknolojinin nimetlerinden de yararlanmak suretiyle şöyle işliyor: Bu yapılara hapsedilen mahpuslar kameralarla, UYAP sistemiyle ve fiziki gözlemle sürekli kontrol altına alınarak duygu, düşünceleri, davranışları analize tabi tutulur ve bir sonraki adım buna göre atılır. Sürekli yasalar ve yasaklarla süre yönelimleri bazen bir sessizlik, durgunluk dönemi takip etse de, bununla amaçlanan tutsakta “acaba sırada ne var” beklentisiyle kaygı bozukluğu yaratmaktır. Yani bu da uygulamanın bir parçasıdır.

Yukarıda da ifade ettiğimiz gibi kampüs sistemi bir tecrit odası sistemidir. Aileleriyle bu kampüslerde yaşayan sivil-asker personelin bu hiyerarşik yapının dışına çıkmıyor olmasının personel psikolojisine, dolayısıyla davranışlarına ve hükümlü-tutukluya yansıması da pek iç açıcı olamıyor. Doktor, asker, gardiyan, öğretmen, psikolog, sosyolog, teknisyen-duruşma salonu olan kampüslerde hakim ve savcıyla birlikte adliye personeli bile tek bir infaz kurumu yerleşkesinin daimi yerleşimcileridir. Bu, bir ucunda personel, öteki ucunda mahpusun olduğu iki kutuplu bir dünyadır artık. Bu ikili statünün nasıl bir fark yarattığının en çarpıcı verilerini almak için kampüs hapishaneleri ve diğer hapishanelerinin hak ihlallerine dair yaptığı başvurularda, başvurulan mercinin kampüs içinde olduğu yerlerde mahpus lehine çıkan kararların sayısal oranına bakmak yeterli olacaktır. Görülecektir ki; kampüs sistemine dahil olmuş merciler, kendisini hapishane iradesiyle özdeşleştirip birer onay merci gibi davranırken, Türkiye’deki hukuk sistemine rağmen ender de olsa mahpus lehine çıkan kararlar kampüs sistemi dışında kalanlarca verilenlerdir. Bu yek vücut olmuş yapıya dışarıdan sadece avukatlar ve aileler gelebiliyorken, avukatlar zaten terörize edilerek bir suçlu muamelesiyle içeri alındığından, yukarıda vurguladığımız mahpus-personel statülerinin mahpus tarafından yer alır. Dolayısıyla dışarıdan değil yanından biridir, haliyle tecridi psikolojik olarak kurma gücünde olmuyor bu buluşmalar. Aileler daha kampüs kapısında resmi servis aracına alınarak asker eşliğinde gideceği hapishanenin kapısına getirilip defalarca didik didik aranıp şok içinde içeriye alındığından ve genellikle çok uzak illerden gelip ancak ayda yılda bir, oda 45 dakikalık süre içinde şoku atlatamadan görüş sonlandığından, bu buluşmada sosyalleşme ihtiyacını bit niteliğe kavuşmadığından tecriti kırma gücü ve etkisi olmamaktadır. Yani mimarisiyle, yasa ve yasaklarıyla, günlük olarak dayatılanlara her anı yavaş yavaş bireyi yok etmeye, insani tüm sınıflarından yoksun kılmaya hedefli bir tecrit sistemidir hapishaneler ve oldukça bilimseldir!

Halka halka daralan hapishane tecridinin en iç halkası ise ağırlaştırılmış müebbet cezası ve bunun infazıdır. Türkiye’de idam cezasının kalkmasıyla yerine konan bu ceza, birkaç yıllık bir hazırlığın ardından, 2005 yılından itibaren mahpusların tekli hücrelere alınmasıyla uygulamaya başlanmıştır. Ceza içinde ceza, tecrit içinde tecrit olan bu cezaya mahkûm edilenler salt dışardakilerden değil, içeridekilerden de koparılarak; hapishanelerin dip köşelerindeki 5-6 metre karelik hücrelere konulur. Doğru düzgün hava almayan, günün 23 saatinin geçirildiği bu hücrelerde ranza, dolap yere sabitlenmiştir; çamaşır, bulaşık, tuvalet gibi tüm ihtiyaçlar aynı yerde karşılanır. Mimari öyle tasarlanmıştır ki bireyin nerede oturacağı, hangi yöne baktığı bile tasarlanmıştır. Günde bir saat havalandırmaya çıkma, aynı ünitede kalanların birlikte spor, sohbet, kurs gibi etkinliklere katılma hakkı vardır. Ancak tek başına bir saat havalandırmaya çıkma dışındaki haklar uygulanmaz, zira bu şartlara bağlanması beklenir! 15 günde bir 10 dakika, birinci dereceden akrabayla telefon görüşmesi, 15 günde bir 45 dakika ailesiyle -birinci derece- görüş yapma hakkı vardır. Ailelerinden uzak illerde tutulan mahpusların ziyaret haklarını da kullanmaları pek mümkün olmadığından aylarca, hatta yıllarca sadece personelle karşılaşmak dışında insan yüzü görmeden tecritin en ağır biçimi yaşatılır. Mektup, gazete, kitap, dergi kısıtlamalarından da nasibini fazlasıyla alır. Zira koğuşlarda kalanlar birbirleriyle kitap vb. paylaşımların yanı sıra bilgi birikimlerini, duygu-düşüncelerini paylaşabiliyorken, hücredekilerin böyle bir imkanı da yoktur.

Aslında daha cezası kesinleştiğinde eline tutuşturulan müddetnamedeki tahliye tarihi, hanesine büyük harflerle yazılan “ölünceye kadar” ibaresiyle başlar her şey, ilk elinden alınan umuttur. Tecritin psikolojik ayağının ilk adımıdır bu. Tek seferde ipini çekmek yerine, canlı canlı gömüldüğü bir tabuttur hücre ve ancak ölünce çıkabileceği beynine kazınır. Ağır ve acılı, bir zaman yayılmış idamdır dayatılan.

İnsanlarla teması kesilmiş, yaşamın her anı kendi iradesi dışında denetim ve kontrol altına alınmış, yasa, yasaklarla daraltılmış birey, aslında bir duyumsal yoksun bırakma uygulamasına alınmıştır. Zamanla hafızası zayıflar, duygu düşünceleri daralır, tepkileri ağırlaşır, konuşma yetisi zayıflar, kendi sesine bile yabancılaşır. Fiziki koşulların yarattığı rahatsızlıklar, bedenen gerilmeler en hızlı gözlemlenendir ve kendisiyle baş başa kalan birey, bunları daha hızlı gördüğünden kaygı ve stres bozukluğu yaşar. Canlı canlı gömülen çürümeye bırakılmışlık hissi de tam bu noktada filizlenir. İstenen de budur zaten, ama başarılan bu mudur? Aslında değil, dayatılan ne kadar insanlık dışı olursa olsun, yaratılan direniş geleneği bunları boşa çıkarmak için yetmiştir. Bu cezaya mahkûm edilen bir mahpus, cezayı “ayın avını yemeden önce gömüp çürümeye bırakmasına, sonra yemesine” benzeterek sisteminde bu cezayla bunu yapmaya çalıştığına değinir.

Toplumdan koparılan birey, inadına toplumsallığını güçlendirecek zamanı, mekanı aşan bir “iç dünya” kurarak konulduğu tabutu, bir mücadele mevzisine dönüştürmeyi başardığı oranda inisiyatifi elinde tutabilir. Elbette koşulların beden üzerinde olumsuz etkileri de vardır, ama  anlam arayışını, hakikat yürüyüşünü sürdüren için o hücreye niçin konulduğunu unutmadan her gün yeniden ve daha büyük gerekçelerle yaşama başlamak ruhsal, düşünsel çürümenin önünü almak için tecriti bertaraf etmek için yeterli olabilmektedir.Tarih boyunca dayatılan tüm bu uygulamalar karşısında amaçlı, hedefli, duruşlarıyla, nereden gelip nereye gitmek istediğini akılda tutarak yaşayanlar, toplumsallığı fiziki bir olgu olmaktan çıkarıp duygu ve düşüncede kendisini toplumuna daha sıkı bağlarla bağlayarak baş etmenin yolunu bulmuştur. Elinden alınan ne varsa geri kazanmak ya da yerini daha büyük anlamsallıkla doldurmak suretiyle yaşama hakkını vermiştir. Nietzche’nin dediği gibi “Yaşamak için bir neden’i olan kişi, hemen her nasıl’a dayanabilir.” Asıl olan ise aklıyla, yüreğiyle sağlam kalmayı başarmaktır ve bunu yapanlar tarih yazmış, tarihe yön vermişlerdir. Bu her zaman için böyle olacaktır.

Son sözü Kutsiye Bozoklar’a bırakalım “… Türküsü tükenmeyen insan asla yalnız değildir. İşkencede, hücrede… inanca sarıldığı sürece yoldaşları, sevdikleri, kavgada birlikte yürüdükleri daima yanı başındadır. Ve orada yalnızca savunduğu kendi onuru değil, tüm bir kolektif hayatın onurudur. Yaptığı her yanlış, kirlettiği her değer yalnızca kendi adına değildir. Bir kolektif iradenin insanı olmak hiçbir vakit tek başına kaldığı andaki kadar onur ve sorumluluk yüklenmez insana. Ve yaşamın tüm aşamalarında asla yalnız olmadığını bilmek, yeterli direnme gücünü verir devrimciye, tüm bu süreçler boyunca temsil ettiği değerlerin bilincinde olan kişi alt edilemez… Türkümüz tükenmesin…

 


Kaynakça;
Kutsiye Bozoklar; Hangi kültür 
Hep aynı inatla 
İdil Aydınoğlu-Ezgi Yusufoğlu, Türkiye’de ağırlaştırılmış müebbet hükümlüsü mapus olmak
Abdullah Öcalan, D.U.M
Gramsci, Hapishane Defterleri
[1] Gramsci’yi yargılayan savcıya aittir
Bunları da beğenebilirsin

Yoruma kapalı.