Düşünce ve Kuram Dergisi

Bir Adalet ve Demokrasi Arayışı Olarak, Sosyalizm

Ramazan Morkoç

Sınıflı toplum tarihi adeta bir adalet ve demokrasi arayışından ibarettir. Özgür bir yaşam uğruna verilen bu mücadelenin ismi değişip, mekanı farklılık arz etse de, süreklileştiği ve günümüzde insanlığın ortak kavgasına dönüştüğü görülmektedir. Şüphesiz, bu mücadelenin önemli bir parçasını da sosyalizm adına verileni oluşturmaktadır. Bizde yazımızda bu konuya odaklanacak, bu arayışı irdelemeye çalışacağız.

Aynı isimlendirmeye rağmen sosyalist akımlar üç ana başlıkta tanımlanabilir. Bunlardan birincisi ütopiklerdir. Ütopik sosyalizm; Marksizm öncesi düşünce akımları ve bunların pratikleşme çabalarını kapsar. Tamamen tarihi bir kategoridir. Geçmişte kalma yanı ağır basar. Özü insanların mutlu ve kardeşçe yaşadığı bir dünya-yaşam yaratmaya dayanır. Fakat ulaşılmak istenen amaca giden yol ve kullanılacak araçlar tarif edilmediği için bu akımlar ütopikleşirler.

İkincisi; proletarya diktatörlüğüne dayanan sosyalizmdir. Başta Lenin olmak üzere birçok kuramcının bilimsel sosyalizm olarak tanımladıkları yöntemle işçi sınıfı öncülüğünde yürütülen mücadelede devrim öngörülür. İhtilal yoluyla sistem değişimi amaçlanır. Devlet, iktidar, toplumsal ilişkiler, mülkiyet biçimi, aile kurumu vb’lerinin devrimsel gelişme ile yeniden düzenlenmesi hedeflenir. Bu sistem çoğunluğun iktidarı olarak tanımlanan proletarya diktatörlüğünün hükümranlığına dayanır. Temel birim olarak işçi sınıfını esas alır.

Üçüncü kategori demokratik sosyalizmdir. Demokratik sosyalizm özet olarak yaygın toplumsal örgütlenmeye, bu örgütlenme sürecinde toplumda zihniyet-vicdan değişimine ve baskı aygıtlarının işlevsizleştirilerek toplumun komunal değerlerde ortaklaşmasına dayanır. Özü demokratik sosyalist paradigma temelinde toplumun değişimi ve yeniden örgütlenmesidir. Üzerinde yükseldiği zemin sınıf değil, toplumun emekçi kesimleridir. Gücünü devlet olarak örgütlendirilmiş zor aygıtında değil, bilinçlenmiş toplumdan alır. Kapitalist sistemin aşılmasında sürece yayılmış dönüşümü esas alır. Burjuva parlamentarizm, çok partili sistem, seçim sistemi reddedilmez. Devlet, iktidar, aile vb. örgütlenmeleri toplumsal bilinçlenme ve sosyalist düşüncenin gelişimine paralel olarak değiştirmeyi, yeni bir içeriğe kavuşturmayı öngörür. Kamu gücünü emekçilerin yararına göre harekete geçirir. Eğitim, sağlık, konut, ulaşım vb. hizmetleri vatandaşlık hakları haline getirir. Bu yolla toplumsal ayrışma ve uçurumun zamanla ortadan kaldırılması hedeflenir.

Üç kategorideki aynı isimlendirmeye rağmen sosyalist akımlar içerik ve uygulamaları ile birbirinden farklılaşırlar. Devlet olgusu, toplumsal sorunların çözümünde zorun rolü, mülkiyet biçimi, aile kurumu, toplumsal gelişmede uygulanan metodoloji vb. konularda birbirinden ayrışırlar. Bu özgünlüklere rağmen sosyalist akımlar şu parametrelerde ortaklaşırlar.

Sosyalizm; eşitlik, özgürlük ve adalet kavramlarının yaşam parametrelerinin oluşturduğu bir sistemi ifade eder. Esası toplumun demokrasi ve adalet arayışıdır. Bu sistemde demokratik örgütlenme ağı ile toplumun en geniş kesimleri yönetim ve karar alma süreçlerine katılır. Toplumsal örgütlenme iş ve rol koordinasyonun oluşturduğu zemin üzerinde yükselir. Söz, yetki ve karar emekçi halkındır. Sınıflı uygarlık sürecindeki baskıcı uygulamalar bu sistem içerisinde yerini toplumsal dayanışmaya bırakır. Sömürüye dair tüm uygulamalar son bulur. Üretim metaya endeksli olmaktan çıkarılır. Toplumsal ihtiyaçlara göre düzenlenir. Bu nedenle pazardaki yıkıcı rekabet ve birbirini yutma yarışı ortadan kalkar. Sistemin inşasına paralel olarak üretim araçlarının kolektif mülkiyete, kar için üretim yerine kullanıma dayalı planlı üretime geçmesi sağlanır. Kimi kuramcılar sosyalizm sürecinde mülkiyet biçimini grup ya da kamu mülkiyeti tarzında formüle eder. Kolektif mülkiyet en kaba biçimde Sovyetlerde uygulanmıştır. Tüm artı değerin ve zenginliklerin devlete ait olması, bürokratların denetiminde toplanması biçiminde hayat bulmuştur. Sovyetlerde kamu devlettir, devlet ise halkla, emekçilerle hiçbir ilişkisi olmayan bir avuç bürokrattır. Sovyetlerdeki uygulamada kamu eşittir devlet ve parti biçiminde tanımlanmış ve temel yanılgıyı oluşturmuştur. Bu yanılgılı tanımlamadan hareketle kamu aşırı bir biçimde fetişleştirilmiş, birey ve toplum yok sayılmıştır. Bundan hareketle birçok sosyalist kuramcı bu tarzdaki mülkiyet biçimini reddetmiş, sosyalizmi grup ve kamu mülkiyetinin ortaklığı üzerine inşa etmeyi daha eşitlikçi ve özgürlükçü bulmuşlardır.

 

Sosyalizmin Tarihçesi İnsanlığın Özgür ve Eşit Yaşama Arayışı İle Eşdeğerdir

Sosyalizm sadece ekonomik veriler ya da toplumsal örgütlenme tarzı, mülkiyet biçimine indirgenemez. Kuşkusuz üretim araçlarının toplumsallaştırılması, üretimin toplumsal gereksinimlere endekslenmesi sosyalizmin önemli bir yönünü teşkil eder. Fakat sosyalizm hem kuramsal, hem de uygulama düzeyiyle sadece bu olgularla sınırlandırılamaz. Üretimden, paylaşıma, mülkiyet biçiminden, toplumsal örgütlenmelere, yaşam ve zihniyetten, bireylerin ilişkilerine kadar tüm alanların yeniden düzenlenmesini içerir. Yeniden tanımlanması, eşitlikçi, özgürlükçü bir içerik kazanması, yeni ölçülere göre bir örgütlülüğe kavuşturulmasını kapsar. Maddi yaşam kadar manevi alanda da sınıflı uygarlığın oluşturduğu değer yargılarını değiştirmeyi öngörür. Ezme ya da ezilmeyi kadere dönüştüren statükoyu ortadan kaldırmayı amaçlar. Sınıflı uygarlığın şekillendirdiği ölçüleri kökten değiştirmeyi hedefler. Statik hayat, donmuş değer yargıları yerine dinamizm ve arayışa dayanan, tüm insanların dayanışması ve toplumun esenliğini esas alan bir maneviyatı öngörür. Ana çerçevesini eşitlik, özgürlük, dayanışma ve ‘‘insanlığın kaybettiği cennetini yeniden yaratma’’ olan bir maneviyat oluşturmaya çalışır. Sosyalizm bu öz üzerinden yükselir, hayat bulur.

Genellikle sosyalizm Marksizm ile eş anlamlı ele alınır. Fakat Marksizmin gelişim ve şekillenme tarihine bakıldığında bu tanım yetersizdir. Sosyalizm özü itibariyle eşitlik, özgürlük ve adalete dair değerleri ifade eder. Toplumun demokratik birlikteliğini önceler. İnsanlık tarih boyunca bu değerleri aramış, yaratmaya-yaşamaya çalışmıştır. Bunlara ulaşma çabası tarihin her döneminde insanlığın ortak arayışı ve istemini teşkil etmiştir. Sınıflı uygarlık tarihi aynı zamanda insanlığın bu arayışlarının tarihçesidir. Bu içeriğiyle sosyalizmin tarihçesi insanlığın özgür ve eşit yaşama arayışı ile eşdeğerdir. Sosyalizm olarak düşünce akımı, sistematik bir kurama dönüşmesi ise 200 yıllık bir zaman dilimine tekabül eder.

İnsanlığın tarih boyunca giriştiği özgürlük ve eşitliğe ilişkin arayışları her daim sosyalist öz taşımıştır. Spartalardaki toplumculuk, Kynıklerdeki ortakçılık, Hermes’teki arayış ve denemeler, İsa’nın havarilerindeki özgürlük tutkusu, Karmati gibi yüzlerce dini gruptaki eşitlik arayışı vb. sosyalizm olarak tanımlanamaz. Fakat tümü sosyalist öz taşırlar. Bu düşünce akımları ve mücadelelerinin yarattığı birikim aynı zamanda ütopik sosyalizme kaynaklık eder.

Ütopik düşünürler insanlığın bu tarihsel serüveninden esinlenir ve beslenirler. Düşünsel güçleri ve pratik deneyimleriyle bu tarihsel mirası güncele-geleceğe taşımak isterler. Birçok ütopik düşünüre göre insanın sınıfsız-sömürüsüz yaşadığı tek dönem yeryüzünün cennet olduğu dönemdir. Yeryüzü cennetliği sınıfların ve sömürünün olmadığı neolitik dönemdir. Neolitik toplum ve komünal yaşam olarak tanımlanan yeryüzünün cennet hali aynı zamanda insanlığın beş bin yıllık sınıflı uygarlık tarihi boyunca özlemle aradığı, büyük bedellerle yeniden inşa etmeye çalıştığı dönemi ifade eder. Ütopikler yeryüzü cennetinin yitirilişini çarpıklaşan toplumsal gelişme ile açıklamaya çalışırlar. Gelişen toplumsallaşma artı ürünü, artı ürün mülkiyet ve sınıflaşmayı, bu durum ise devleti, baskı aygıtlarını, savaşları ve cehenneme dönüşmüş yaşamı yaratır derler. Yeryüzü cennetinin yitirilmesini bu diyalektik gelişme ile tanımlarlar. Ütopistler bu tanımlama ve formülasyonlarında haklıdırlar. Fakat önerdikleri, ‘‘Güneş Ülkesi’’ (İkors) kaybolan yeryüzü cennetinin bulunması gibi gerçekçi olmayan tasarımlarla ütopikleşirler. Gerçekleşemeyecek hayalin peşine düşerler. Bu özelliklerine rağmen güncelde insanlığın ulaştığı düşünsel-felsefik düzeyin açığa çıkmasında ve sosyalist kuramın şekillenmesinde ütopiklerin rolü yadsınamaz.

Sosyalizm terimi ilk olarak kıta Avrupa’sında hızla gelişip yaygınlaşan ütopik gruplar tarafından kullanılmıştır. 1872’den itibaren İngiltere’de gelişmeye başlayan Owenciler sosyalist terimini sanayide ortaklaşma ve kooperatif mülkiyet anlamında kullanmışlardır. Aynı tanımı 1832’den itibaren Fransa’da Saint Simoncular sanayide kolektif düzeni tanımlama da kullanmışlardır. Simoncular ülkedeki sanayinin kolektif olarak düzenlenmesini talep ederek,mücadele etmiş ve yaptıklarını sosyalizm olarak adlandırmışlardır. 1516’da Thomas More’nin yazdığı ütopya, 1643’te Campanella’nın yazdığı ‘‘Güneş Ülkesi’’ adlı eserlerde de sosyalizm kavramı aynı içerikte ele alınmıştır.

Ütopik akımların gelişimi sistematik düşünce ve gruplara dönüşmeleri kapitalist modernitenin gelişim tarihiyle eşittir. Kapitalist modernite gelişip bir sisteme dönüştüğü oranda toplumun ondan kurtulma arayışları da gelişme kaydetmiştir. İsyanlar, makine kırıcılığı vb. hareketlenmeler bunun sonucu açığa çıkmıştır. Ütopikler bu tepki hareketlerinin bağrında şekillenmiştir. Avrupa’nın birçok ülkesinde gelişen ütopik akımlar düşünce dünyasını etkilemiştir. Fakat esas yoğunlaşma alanları Fransa’dır. Birçok ütopik akım Fransa’da gelişip, amaçlarını burada uygulamaya girişmiştir. Fransa’daki ütopiklerin başında Saint Simon gelir. Simon kendinden önceki ütopiklerin sentezi, kendinden sonrakilerin de yol göstericisidir. Aynı zamanda S. Simon düşünceleri ile toplumculuğun temelini atmıştır. Simon, toplumu tek-tek bireylere, bireyleri ise üç kategoriye ayırmıştır: ‘‘Yapanlar, düşünenler ve duyanlar .’’ Ona göre emekçiler, yöneticiler, idareciler ilk kategoriye, bilim adamları ikincisine, şairler, sanatçılar ve din adamları ise üçüncü kategoriye girer. Saint Simon Fransız Devrim’ini sınıf savaşımı olarak tanımlamıştır. Sınıfları ise aristokrasi, asker-rahip biçimindeki asalaklar ve işçi, köylü, esnaf-sanayici gibi üreticiler olarak ele almıştır. Asalak sınıflara karşı üretici sınıfların egemenliğini savunmuştur. Toplumu bilim ve sanayinin yönetmesi gerektiğini öne sürmüştür. Simon’a göre iktisadi koşullar siyaseti belirler ve bu nedenle iktisadi gelişim tüm alanlardaki gelişimi tetikleyeceğinden devletin zamanla yok olması kaçınılmazdır.

Ütopik sosyalizmin bir başka kuramcısı da Robert Owen’dir. İngiltere’de yaşayan Lord Owen teorik çalışmalardan çok pratik uygulamalarıyla ön plana çıkmıştır. Bu yolla ütopik sosyalizme dayalı düşüncelerini hayata geçirmeye çalışmıştır. İş adamı olan Robert Owen çalışmalarıyla işçilerin ücretlerinde ve çalışma koşullarında ciddi iyileştirmelerin yapılmasını sağlamıştır. Kendi denemelerinde eşit işe eşit ücrete dayalı bir komünal işletme kurmuştur. Burada iş saatleri karşılığında emek pusulaları aracılığıyla yeni bir mübadele biçimini oluşturmaya girişmiştir. Owen’in bu uğraşları sonucu işçilerin çalışma koşullarının düzeltilmesine dönük yasalar çıkartılmıştır. Çalışma koşullarında önemli oranda iyileştirilmeye gidilmiştir.

Diğer önemli bir ütopikte C. Fourier’dir. Fourier düşünce gücü ve pratik çabalarıyla kendisinden sonraki sosyalist akımları ciddi anlamda etkilemiştir. Fourier, kuramını insan doğasındaki iyiliği ve uyumu açığa çıkarma üzerine kurgulamıştır. Ticareti ve bu kapsamdaki etkinlikleri insan doğasını kirleten, bozan faaliyetler olarak ele almıştır. Ticarete dayalı etkinlikler olduğu sürece toplumsal ahenk ve dayanışmanın oluşturulamayacağını ifade etmiştir. Toplumsal ahenk ve mutluluk için aynı binada yaşayan, aynı mutfaktan beslenen, gelirin emeğe-yeteneğe ve sermayeye göre bölüştürüldüğü ortak yaşama dayalı bir topluluk önermiş, bu uğurda mücadele etmiştir. Fourier’in en önemli özelliklerinden biri de toplumun özgürlüğünü kadının özgürlüğünde aramasıdır. Ona göre kadın ne kadar özgürse toplumun özgürlük düzeyi de o kadardır. Bu aynı zamanda sosyalist akımlar içinde o güne kadar kadına yaklaşımda en ilerici duruşu ifade eder.

Sosyalizm kelimesini bugünkü anlama kavuşturan Fransız düşünür Louis Reybaud’dır. Reybaund’e göre geçmişten günümüze kadar şekillenen ve şekillenecek olan tüm sosyalist akımlar ütopiktir. Düşünür sosyalizmin kendisini ütopik olarak tanımlar. Sosyalizm insanlığın hiçbir sınır tanımadan, süreklileşen eşitlik, özgürlük ve adalet arayışının adlandırılmasıdır. Ütopyanın kelime anlamı da gerçekleşmemiş olan, gerçekleşmeyen ve hayali olandır. İnsanlığın kusursuz bir toplum ve ideal bir yaşam arayışıdır, ütopya. Bu yönüyle Reybaund’un sosyalizm tanımı gerçekçidir.

 

Diyalektik Materyalizm

Ütopik akımların her birisinin kendi içinde taşıdıkları teorik-kuramsal eklektizm ve çözümsüzlükler yeni arayışların açığa çıkmasında, Marksizmin doğuşunda ve bilimsel sosyalizmin şekillenmesinde önemli rol oynamıştır. Marks ve Engels’de kendilerinden önceki tüm sosyalist akımları ütopik olarak değerlendirmişlerdir. Çünkü ütopiklerde geçmiş, güncel ve gelecek diyalektiği doğru kurulamamıştır. Kötü olanı reddetme tümünün ortak özelliği olsa da öngörülenin ne olduğu ve nasıl inşa edileceği hiçbirinde belirgin değildir. Ütopik sosyalistler sınıfların, sömürünün olmadığı, insanın, insanca yaşadığı bir dünya savunmuşlardır. Toplumda baskı, sömürü ve adaletsizliğe duyulan tepkilerin sosyalizmin kuruluşuna yol açacağını, kuruluş için salt bunların yeterli olacağını öne sürmüşlerdir. Bu noktada toplumsal dönüşüm için tek-tek bireylerdeki iyi niyetin yeterli olduğunu varsaymışlardır. Bu nedenle mücadele biçimleri daha çok insanların niyetlerine seslenmekle sınırlı kalmıştır.

Marks ve Engels ütopiklerin bu tutumlarını iyi niyetli ama sonuçsuz bir yaklaşım olarak değerlendirmişlerdir. Salt toplumsal tepkinin sosyalizmin kuruluşu için yeterli olmadığını, olamayacağını tarihsel verilerle ortaya koymuşlardır. Bundan hareketle sosyalizmin inşası için tutarlı-bütünlüklü bir kurama, bu kuramı pratikleştirecek bir örgütlülüğe ve süreklileşen mücadeleye ihtiyaç olduğunu söylemişlerdir. Toplumdaki kötülüklere duyulan tepkilerin yeni bir sistem, toplumsal ilişki ve yaşam kurmak için yeterli olmayacağını Spartaküslerden, Paris Komününe kadar ki deneyimlerle izah etmişlerdir. Marks toplumların tarihsel gelişimini, yaşadıkları değişimleri tesadüflerle açıklamaz. Sınıf savaşlarının toplamı olarak tarif eder. Geleceği kurmanın da ancak bu doğrultuda yürütülecek mücadelelerle mümkün olacağını söyler. Bu tespitten hareketle diyalektik ve tarihsel materyalist yöntemle toplumların gelişim yasalarını inceler. Köleciliğin, feodalizmin aşılması ve kapitalist gelişmenin yasalarını ortaya koyar. Bunun sonucu gelecekte sosyalizmin zorunlu olarak gerçekleşeceğini öngörür. Bu formülasyonda sosyalizm işçi sınıfının ideolojisi ve mücadelede eylem kılavuzu olarak tanımlanır.

Sosyalizmin kuruluşu için işçi sınıfı ve onun etrafında kümelenecek emekçilerin mücadele etmesi zorunlu görülür. Sınıfsız toplum bu diyalektiksel gelişmenin sonucuna göre tasarlanır. Bu öngörüye göre sosyalist sistem içerisinde kent-kır, kafa-kol, emek sermaye arasındaki çelişkiler çözülecek ve böylelikle herkesin emeğine-yeteneğine göre yaşadığı sosyalist sistemden, herkesin gereksinimine göre yaşadığı komünist sisteme geçilecektir. Bu anlamda Marks ve Engels, sosyalizmi sınıflı toplumdan sınıfsızlaşmaya, devletli uygarlıktan devletin söndüğü-yok olmaya doğru gittiği yeni uygarlık biçimine geçişte ara evre olarak tanımlamışlardır. Sınıfların, devletin sönmesi, ortadan kalkması ve eşit, özgür bir toplumun yaratılması bu sürecin önemli özelliği olarak ortaya konulmuştur.

Sosyalist akımlar içinde hem düşünsel-felsefik boyutuyla, hem de pratikleşme düzeyiyle en önemli yeri Marksizm alır. Marksizm’in farklı yorumlarından çok , Marks tarafından formüle edilmiş biçimini ele almak, değerlendirmek daha gerçekçidir. Marks, teorık-felsefik çözümlemesinde Alman idealizmi denilen Hegelci felsefik akımı çıkış noktası olarak almıştır. Hegel felsefesinin en önemli özelliği maddeci tarih anlayışına sahip olmasıdır. Marks maddeci tarih anlayışını, diyalektik materyalizmin çıkış noktası yapmıştır. Oluşturduğu kuramın felsefik temellerini diyalektik materyalizme dayandırmıştır. Esas aldığı diyalektik yöntem olguların, oluşum, gelişim ve dönüşüm halinde olduğunu söyler. Marks diyalektik materyalizmi doğa bilimlerine de uyarlayarak doğadaki dönüşümü açıklamıştır.

Fransız ütopikleri,sosyolojisi ve Alman felsefesi dışında İngiliz ekonomik politiği de Marksizmin üç temel kaynağından birini oluşturur. Marks, kapitalizmi incelerken önemli oranda İngiliz ekonomik politikçilerden yararlanmıştır. D. Ricardo ve E.Smith başta olmak üzere birçok iktisatçıyı köklü eleştiriye tabi tutmuştur. İngiliz iktisatçılardan farklı olarak kapitalizmi doğal bir düzen değil, tarihi bir kategori olarak ele almış, sistem olarak çözümlenemez çelişkilere sahip bir yapı olarak tanımlamıştır. Üretim tarzındaki anarşi-keşmekeşlik, pazardaki yıkıcı rekabet ve meta dolaşımındaki arz talep çelişkisi, dengesizliği kapitalizmi bir sorunlar yumağı haline getirdiğini söylemiştir. Kapitalist sistem içinde piyasalarda herhangi bir dengeden bahsedilmez. Pazarda süreklileşen rekabet, üretim sürecindeki anarşik karmaşa, derinleşen sınıfsal çelişkiler ve sistemin bağrında bulunan, devrevi krizlerin kapitalist sistemi sürüdürülemez hale getirerek sonunu hazırladığını ortaya koymuştur.

Marks, İngiliz iktisatçılardan farklı olarak kapitalizmi çözümlemeye metadan başlamıştır. Metanın oluşum ve dolaşım sürecini çözümleyerek kapitalist sistemdeki çarpıklıkları, sürdürülmezliği ve sömürüyü açıklamıştır. Emek değer ve artı değer teorileri ile kapitalist sistem içinde emekçilerin nasıl sömürüldüğünü yalın bir biçimde ortaya koymuştur. Yedek sanayi ordusu tanımı ile sistemin sürekli işsizler ordusu ürettiğini ve bu yolla emekçileri baskılayarak sömürüyü derinleştirip olağanlaştırdığını açıklamıştır. Pazardaki rekabetin acımasızlığı, işletmelerin bir birini yutması ve ekonomik buhranlarla sistemin sürdürülmezliğini somut verilerle izah etmiştir. Bu gelişim diyalektiğinin sermayeyi yoğunlaştırdığını söylemiştir. Sermayenin yoğunlaşması ve daha az elde toplanarak tekellerin ortaya çıkması kapitalist sistem içinde ki çelişkileri daha da keskinleştirdiğini, devrevi krizleri azdırdığını, sistemin yıkımını hazırladığını söylemiştir. Bu durumu kapitalizmin sonunu hazırlayan esas yön olarak belirlemiştir.

Marks’ın formüle ettiği sosyalist kurama göre kapitalizmin çöküşü kaçınılmazdır. Hangi renge bürünürse bürünsün, ister baskıcı despotik bir karakterde, ister göreceli özgürlükçü liberal tarzda uygulansın sonuçta kapitalizmin yıkılışı mutlaktır. Burada işçi sınıfı ve emekçilere düşen görev, yürütecekleri mücadele ile bu süreci hızlandırmaktır.

Marks çözümlemeleri ile sadece toplumların tarihsel gelişimini ve gelecekte işçi sınıfının toplumsal ilerlemede oynayacağı rolü açıklamakla yetinmez. 1862-63 yılında üç cilt halinde yayınlanan eserinde o güne kadar iktisadi gelişmelere damga vuran ekonomik-politik görüşlere de köklü eleştiriler yöneltir, temelde değiştirir. Yeni bir iktisadi yaklaşım şekillendirir. Bu görüşünü emek-değer ve artı değer teorisiyle sistematize eder. 1867’de kapitalizmin gelmiş-geçmiş en kapsamlı-köklü eleştiri ve yorumunu içeren Das Kapitalin ilk cildini yayınlayarak kuramını şekillendirir. Sonrasında Kapitalin yazılmış ama yayınlanmamış diğer ciltlerini Engels yayınlayarak bu süreci tamamlar.

Marks’a göre insanlık şimdiye kadar özgürlük ve eşitliği yalnızca ilkel komünal toplum aşamasında yaşamıştır. İnsanlık tarihinin en uzun evresi olan bu aşamanın temel özelliği toplumların sınıfsal ayrışmaya uğramaması, sömürünün, baskının, baskı aygıtı olarak devletin ve özel mülkiyetin olmamasıdır. İnsanlık aynı durumu tekrar yaşamak için mutlaka sınıfsal ayrışmaya dayalı toplum gerçekliğini aşmalıdır. Sosyalizm bayrağı altında yürütülecek mücadele ile insanlık son sınıflı toplum olan kapitalizmi aşarak aynı konuma yeniden ulaşılacaktır. Marks nihai hedef olarak komünizmi öngörmüştür. Fakat öngördüğü toplumsal düzeni, ayrıntılı bir tanıma kavuşturmamıştır. Bu düzeni komünizm olarak tanımlamış ve ana hatlarını çizmekle yetinmiştir. Marks ve Engels dünya görüşlerini, öngördükleri sistemi ve bu sistemin inşasında nasıl bir metodoloji izleyeceklerini en özlü biçimde Komünist Manifestoda açıklamışlardır.

Sosyalizm farklı yorumlarla pratikleşse de genel olarak Marksizm’le eş anlamlı ele alınır. Sosyalizm eşittir Marksizm-Leninizm biçiminde değerlendirilir. Kuşkusuz bunun gelişmesinde sosyalizmin pratikleşme düzeyi ve bunun adlandırılması önemli rol oynar. Birinci Dünya savaşından sonra gelişen sosyalist karakterli devrimlerin gittikçe SSCB öncülüğünde bir sisteme dönüşmeleri, ayrı bir kamp oluşturmaları bu tanımlamaların yapılmasında temel rolü oynar. Çünkü bu devrimlerde başat rol oynayan parti ve grupların geneli Marksisttir. Gelişen devrimler genelde bu karakterdedir. Tümü kendini sosyalist olarak tanımlamıştır. Bu gerçekliğe rağmen uygulamalar oldukça farklıdır. Taşıdıkları özgünlükler oldukça derindir. Çin ve Vietnam devrimleri, Latin Amerika’daki devrimci hareketler ve Avrupa’daki sosyalist uygulamalar birbirinden oldukça farklıdır.

SSCB’de hayat bulan uygulamalarda zorun rolü ebelik düzeyindedir. Diğer bir deyişle devrim yoluyla kurulan proletarya diktatörlüğü altında iradi müdahale son kerteye kadar kullanılmıştır. Bu yolla eski sistem ve onun toplumun bağrındaki kalıntıları yıkılmaya, bunların yerine sosyalist bir toplum inşa edilmeye çalışılmıştır. Fakat pratikleşen uygulamalara rağmen sosyalist bir sistem şekillenmemiştir. Bunca çarpık uygulamanın sosyalizm olarak tanımlanması bir yanda sosyalizmin toplumlar nezdinde itibar kaybına yol açmış, diğer yanda düşünsel, felsefik alanda büyük bir karmaşanın yaşanmasını kaçınılmaz kılmıştır.

Oysa Marks’tan önce sosyalist akımlar olduğu gibi ondan sonra da sosyalizmi farklı yorumlayan kuramcılar olmuştur. Ütopik sosyalist akımlar Makrs’tan öncedir. Marks onların yarattığı mirasa dayanarak bilimsel sosyalizmi formüle etmiştir. Marks’tan sonra da birçok sosyalist akım açığa çıkmış, olumlu ya da olumsuz gelişmelere damgasını vurmuştur.

 

Marksizm Revize Çabaları ve Lenin

Bernstein, Marks’ın ütopiklere yaptığını Marksizme uygulamaya çalışmıştır. Sosyalizmin Marksist yorumunu revize ederek sosyal demokrasi formülasyonunu geliştirmiştir. Bernstein, genel olarak sosyalizmin Marksist yorumunu doğru kabul etmiştir. Ama Marksizmin emek-değer kuramına, iktisat yorumuna ve tarih tezine karşı çıkmıştır. Sermaye tahlili, tekelleşmenin gelişimi ve sınıfların ortadan kalkması tezleriyle Marksizm’den ayrılmıştır. Marksizmin sermaye yoğunlaşması ve kapitalizmin çöküşünün mutlak olduğu görüşünü eleştirmiş, kabul etmemiştir. Toplumun hızla proleterleşeceği tezine katılmamıştır. Marksizmin ‘‘sermayenin yoğunlaşması kaçınılmaz bir biçimde tekelleşmeyi yaratır, bu durum süreç içerisinde orta sınıfları eritir, köylülüğü tasfiye eder’’ biçimindeki formülasyonunu Bernstein farklı yorumlamıştır. Ona göre küçük hisseli anonim şirketlerin varlığı sermayenin kimi merkezlerde yoğunlaşmasını engellemektedir. Bu olgu devam ettikçe sermayenin yoğunlaşması ve güçlü tekellerin açığa çıkması Marksizmin öngördüğü biçimde kolay ve hızlı olmayacaktır. Daha uzun bir zaman dilimini alacaktır. Dolayısıyla tekelleşmenin gelişimi, orta sınıfların erimesi ve köylülüğün tasfiyesi Marks’ın düşündüğü biçimde gelişmeyecektir. Tarihsel bir süreci kapsayacaktır. Bundan hareketle Bernstein, Marksizmin ‘‘kapitalizm zorunlu olarak yıkılacaktır’’ tezini kabul etmemiştir. Bu nedenle işçi sınıfının belli olmayan bir tarihte kapitalizmin yıkılışını bekleyeceğine, kademeli bir biçimde süreklileşen ekonomik, sosyal ve siyasal kazanımlarla durumunu düzeltmeyi daha akılcı görmüştür. Bu olguyu düşüncesinin merkezine almıştır. Kuramını bu zemin üzerinde inşa etmiştir.

Sosyalizmin Marksist yorumundan ayrılan bir diğer akımda Kautskyciliktir. Kautsky, Bernstein’den farklı olarak kapitalizmin çöküşünün kaçınılmaz olduğuna ilişkin Marksist tezi kabul etmiş-savunmuştur. Fakat sosyalizmin mücadele, devrim ve proletarya diktatörlüğü yoluyla kurulacağını dair tüm tezleri, düşünceleri reddetmiştir. Zaten doğalında yaşanacak bir gelişme olarak gördüğü kapitalist sistemin aşılması için mücadele etmeyi, devrim yapmayı anlamsız bulmuştur. Bu yönlü çabaları, mücadeleleri yanlış görmüş, ‘kaderciliğe’ saplanmıştır. Kautsky, kapitalizmin meta üretimi üzerine yükseldiğini, metanın pazardaki dolaşımının kaçınılmaz olduğunu, dolaşım sürecinin acımasız bir rekabete dayandığını, bu rekabetin ise en nihayetinde tekelleşmeyi kaçınılmaz kıldığını ileri sürmüştür. Sonuçta tüm pazarların tek tekele dönüşeceği ve rekabetsiz kalacağı için de kapitalizmin yıkılacağı, onun yerine sosyalizmin boy vereceğini savunmuştur. Bu nedenle her türlü iradi müdahale ve mücadeleyi reddetmiş, anlamsız bulmuştur. Bunun sonucu olarak devrim, proletarya diktatörlüğü yerine evrimsel gelişmeyi tercih etmiştir.

Berstein, Kautsky ve benzerlerinin çıkış döneminde sosyalizm ile sosyal demokrasi terimleri aynı içeriktedir. Bu akımlar ve düşünce sahipleri aynı zamanda sosyalizmin reformist ve revizyonist yorumlarının fikir babalığını da yapmışlardır. Sonraki dönemlerde bu kavramlar farklı içerik kazanmıştır. Sosyal demokratlar toplumsal ilişkileri, yaşam ve mülkiyet biçimini devrim-mücadele yoluyla değiştirmeyi değil, sürekleşen reformlarla iyileştirmeyi öngörmüşlerdir. Bu olguyu kademeli değişim olarak tanımlayarak temel çizgileri haline getirmişlerdir. Kapitalist sistemi değiştirmeyi bir yana bırakıp onu iyileştirme yolunu tercih etmişlerdir. Bu duruma paralel olarak toplumsal değişim ve eşitlik için üretim araçlarında kamu mülkiyetinin zorunlu olmadığını, reformlarla düzeltme yoluna gitmenin yeterli olacağını söylemişlerdir. Sosyal demokrat akımlar ve partiler bu çerçevede yürüttükleri mücadeleler ile işçi hakları ve ücretlerinde kimi iyileştirmeler sağlamışlardır. Sosyal devlet uygulamasının gelişip yaygınlaşmasında belli oranda rol oynamışlardır. Fakat ekonomik ve sosyal kazanımlarla yetinmeleri sonucu sosyalist bir sistem kurma amaçlarından uzaklaşmışlardır. Zamanla reel sosyalizmin yıkılışıyla birlikte kapitalist sistemin temel dayanağına dönüşmüşlerdir.

Ayrışma ile sosyal demokrasi birçok ton ve renge bürünüp böylesine bir savrulma yaşarken, sosyalizmin diğer kanadını Lenin’in formülasyonu etrafında bir araya gelenler temsil etmişlerdir. Lenin’in sosyalizm yorumu; reformculuğa ve revizyonizme yoğun bir tepkiyi barındırır. Bersteincilik ve Kautskiciliğe tepki olarak iradi müdahalecilik son derece derindir. Zorun rolü, devlet, devrim ve proletarya diktatörlüğü gibi konularda uçlaşan bir solculuk taşımaktadır.

Lenin’in görüşleri hemen-hemen tüm sosyalist hareketleri derinden etkilemiştir. Uygulamalarına damga vurmuştur. Reel sosyalist uygulamaların genel çerçevesini oluşturmuştur. Lenin’in formulasyonuna göre mutlu olmak isteyen insan mutlaka işçi sınıfının öncülüğünde sınıf savaşına atılacak, devrim yoluyla burjuvazinin iktidarına son verecek ve proletaryanın diktatörlüğünü kuracaktır. Proletarya diktatörlüğü süresince devlet yapısı emekçiler lehine yeniden düzenlenecektir. Aile biçimi, mülkiyet ilişkileri, çalışma düzeni vb. köklü değişime uğrayacaktır. Değişimde emekçilerin yararı ön planda tutulacaktır. İradi müdahalenin oldukça ön planda olduğu bu süreç boyunca emek-sermaye, kent-kır ve kafa-kol emeği arasındaki çelişki hızla çözüme kavuşturularak, komünist toplumun alt yapısı hazırlanacaktır. Bu yolla sınıfsız ve sömürüsüz toplum inşa edilecektir. Lenin’in sosyalizmi inşa formülasyonu bu ana parametrelere dayanır.

Sosyalizmin, Leninist yorum ve pratikleşmesinde hem kuramsal, hem de uygulama anlamında ciddi sorunlar boy vermiştir. Bernstein ve Kautsky’nin toplumsal gelişme-ilermede her türden iradi müdahale ve mücadeleyi yadsıyan yaklaşımlarına tepkiyi içeren sol yorumlar açığa çıkmıştır. Lenin, ‘‘sol komünizm bir çocukluk hastalığıdır’’ diyerek bu durumu eleştirse de kuramsal formülasyonunda ve uygulamalarında bundan kendini kurtaramamıştır. Toplumsal gelişme ve ilerlemede zorun rolünü ebelik olarak tanımlamıştır. Bu tanımla eleştirdiği hataya düşmüştür. Stalin bu teorik altyapı ve ideolojik temele dayanarak zor yoluyla sınıfları fiziki imha temelinde dönüştürmeye girişmiştir. İradi müdahale ve devrimci zoru salt sistem değiştiren bir araç değil, aynı zamanda toplumu kültür, kimlik, sosyalite ve kişilik olarak değiştirme, yeniden dizayn etmenin aracı olarak ele almış ve bu tarzda uygulamıştır.

Zor aracının böyle tanımlaması sonucu devlet reel sosyalist sistemde küçülmemiş, aksine her geçen gün daha da büyümüştür. Hayatın her alanına hükmeden tanrıya dönüşmüştür. Tüm toplumsal enerjiyi yutan bir kurum haline gelmiştir. Bunun kaçınılmaz sonucu olarak bürokrasi büyümüştür. Bürokratlardan oluşan temelsiz bir sınıf ortaya çıkmıştır. Bürokratlar zor yoluyla tasfiye edilen egemen sınıfın yerini almıştır. Bu durum ise süreklileşen bir tarzda kötülük üreten toplumsal bünyedeki bir ur işlevini görmüştür.

Reel sosyalist uygulamalarda tasfiye edilen egemen sınıfların yerini devlet aygıtı içinde türeyip büyüyen ve her yönüyle halka, üretime yabancı olan bürokratlar almıştır. Yıkılan kapitalist devletin yerini bu bürokratların emrindeki daha hantal ve baskıcı devlet almıştır. Sosyalizmin komünler aracılığıyla toplumun doğrudan demokrasi yoluyla kendi kendini yönetmesi ve devletsizleşme öngörüsü, reel sosyalizmde devletin hayatı çepeçevre sardığı bir biçime dönüşmüştür. Bunun sonucu özgürlük, eşitlik ve adalet çoğunlukla söylem düzeyinde kalmıştır. Devrimi, sosyalizmi korumak, kapitalist kuşatmayı yarmak adına insanı değil, devleti merkeze alan uygulamalar başat hale gelmiş, bu da demokrasiden ziyade devletin büyümesine yol açmıştır. İdealizme dayalı manevi dünya reddedilmiş, bu yönlü arayış-tercihler yasak ve baskılarla engellenmiştir. Fakat bunun alternatifi olarak sosyalist maneviyat-ahlakta yaratılmamıştır. Bu nedenle reel sosyalizmin hüküm sürdüğü tüm ülkelerde maneviyat çökmüştür. Manevi dünya tanımsızlaşmıştır. Bu noktada her şey maddiyata ve onun ruhsuz rakamlarına endekslenmiştir. Kamboçya, Kuzey Kore, Çin, vb. ülkelerde kapitalizmin en ilkel biçimini bile geride bırakan uygulamalar sosyalizm biçiminde tanımlanmıştır. Bu ve benzeri olgular sosyalizmin kapitalizm karşısında daha güçlü bir seçenek olarak ortaya çıkmasını engelleyen temel etmenler olmuştur.

Sosyalizm, 200 yılı aşkın bir süredir farklı yorumlar ve uygulamalarla insanlığın gündemindedir. Süreklileşen bir değişim diyalektiğine sahiptir. Bir kitaba sıkıştırılmış ve dondurulmuş dini dogmalar bütünü değildir. Değişen toplumsal ilişkiler ve ihtiyaçlara paralel bir biçimde değişim göstererek farklı içerikler kazanmaktadır. Gerek kuramsal düzeyde, gerekse pratikleşme aşamalarında boy veren sorunların kilit noktası, sınıflı uygarlıktan-sınıfsızlaşmaya, kapitalist moderniteden sosyalizme geçişte hangi metodolojinin esas alınacağıdır. Proleter devrim ya da toplumsal dönüşüm bu noktada kilit kavramlardır.

Geçmiş pratikleşme düzeyi diyalektiksel, doğal gelişim vb. adına her türden iradi müdahaleyi, toplumsal mücadeleyi yadsıyan, bireyi ve toplumları nesnelleştiren, edilgenliğe mahkum eden evrimciliğin çözümsüzlüğünü kanıtlamıştır. Aynı zamanda insanın özelliği, değiştirme gücü adına zoru, zor yoluyla dönüşümü tanrısallaştıran, dolayısıyla insanı, toplumu, doğayı tahrip eden devrimciliğin de özlemi duyulan yaşamı kurmaya yetmediği açığa çıkmıştır. Bu olgu ve onun tetiklediği devlet, mülkiyet biçimi, aile, iktidar vb. sorunlar sosyalizm söz konusu olduğunda halen yakıcılığını hissettirmektedir. Nükleer enerji-silahlanma, doğa-çevre sorunları, kadına yaklaşım, düşünce ve inanç özgürlüğü gibi alanlarda yaşanan sıkıntılarda bu sorunları tamamlar niteliktedir.

Sosyalizmin düşünsel-felsefik bir akımdan alternatif bir sisteme dönüşme tarihi, hem kendi içinde bir gelişim, hem de dışındaki akımlarla mücadele tarihidir. Bu tarih esas olarak bir adalet ve demokrasi arayışıdır. Bugün insanlığın temel talebine dönüşen demokrasi ve adalet istemi, tarih boyunca gelişen sosyal mücadelelerin günümüze taşınması olmaktadır.Son iki yüz yıldır tartışılan ve belli boyutlarıyla uygulanmaya çalışılan sosyalist deneyim de bu tarihsel arayışların dönemsel ifadesi olup bugüne önemli bir miras oluşturmaktadır. Unutmayalım ki, gerçekleşen her pratikleşme aynı zamanda sosyalizmin kuramsal düzeydeki sıkıntılarını, hatalarını açığa çıkarma ve giderme çabasıdır. Bu anlamda sosyalizm uygulamalarında yaşanan başarısızlıklar asla bir son değildir. Tüm bunlar daha iyiye, güzele, daha ahlaki-vicdani olana ulaşma arayışlarının tecrübeleridir. Reel sosyalizm sürecinde yaşanan onca acı ve yıkımın yarattığı hayal kırıklığına rağmen, insanlığın demokrasi ve adalet arayışının cisimleşmiş ifadesi olarak sosyalizm halen yaşadığımız sorunların çözümü için tek seçenek ve adaleti sağlama olmaktadır. Yakın tarihi gerçekçi ele alan, günceli doğru değerlendiren ve geleceğe dair güçlü umut taşıyan herkes bu gerçekliği görmekte ve harekete geçmektedir. Bundandır ki ‘başka bir dünyanın, yaşamın mümkün olduğu’ talebi dilden dile dolaşmakta, en yüksek sesle haykırılmaktadır.

 

 

Bunları da beğenebilirsin

Yoruma kapalı.