Düşünce ve Kuram Dergisi

Kapatma Yoluyla Uygulanan Tecrit ve İzalasyon

Cihan Öner

Tarihin önemli bir momentick modern-iktidarsal-eril akıl bir cezalandırma biçimi olarak insanı kapatmayı keşfetti. Bu öyle bir keşiftir ki kendinden önceki yüzyılları adeta katetmiştir. Kapitalist modernitenin belki de en büyük suçlarından biri hapishanenin icadıdır diyebiliriz. Modern çağda insanın ruhsal, bedensel bütünlüğüne yönelmiş en büyük örgütlü kötülüklerin başında kapatma yoluyla uygulanan tecrit ve izolasyon sistemi gelmektedir. Sosyal bir varlık olarak insanın toplumsal ilişkiler örgüsünden keskin bir şekilde koparılıp, tam bir yalnızlıkla kuşatılmasının adıdır tecrit. Sistematik bir şekilde uzun vadeli yürütülen tecrit rejimiyle hedeflenen, bireyin toplumsal bağlamından koparılmasıdır. Çünkü; ilişki örgüsü canlılar dünyasının temel oluşum harcıdır. Dolayısıyla tecrit ve izolasyon sistemine tabi tutulan bireyin, kendisini oluşturduğu ilişki örgüsü sert bir darbe alır ve sürekliliği kesintiye uğrar. Bu sürecin toplamında varılmak istenen nokta, duyusal bilim yani psiko-fizyolojik fonksiyonların bütününün dumura uğratılmasıdır.

Modern çağda bir cezalandırma sistemi olarak başka bir şey değil de hapishane neden tercih edildi? Uygarlık tarihi boyunca suç-ceza pratiği hep olagelmiştir. Doğal toplumlarda en ağır cezalandırma biçimi, bireyi ait olduğu topluma karşı işlediği suç nedeniyle toplumdan kovmaktı. Kovma, sık başvurulan yaygın bir cezalandırma biçimi de değildi. Doğal toplum, bireyi kovmak yerine neden hapishane ile cezalandırmayı düşünmedi? Buna aklı yetmediği için değil, tabii ki doğal toplumun zihniyet dünyasına, toplumsal kültürüne aykırı olduğu için tercih edilen bir cezalandırma yöntemi olmadı. Demek ki hapishane, insanlığın kolektif bilincinde kötü addedilmiş olmalı ki doğal toplumdan sonra gelişen uygar toplumlarda da yakın tarihe kadar bir ceza olarak hapishane benimsenmemiştir. Hapishanenin tarihini yazan Fransız düşünür M. Foucault, Hapishanenin Doğuşunu 18. yy’ın sonu ile 19. yy’ın başına tarihlendirir. Ondan önce, “Ortaçağ’da hücreler her şeyden önce bir tür mahkeme bekleme odasıydı, birini teminat almak için ardından öldürmek için veya başka tarzda cezalandırmak için veya serbest kalabilmek için fidye ödesin diye kapatıyorlardı. O dönemde hücre bir geçiş yeriydi, ölüme veya ölümü parayla satın alarak özgürlüğe doğru geçiş. Hapishanenin kendi başına bir ceza olacağı düşüncesi Ortaçağ’a tamamen yabancıydı ve bu türden uygulamalar o toplumlarda yoktu.”

Ulus-devlet çağında hapishanenin, ceza sisteminin kabul edilmesi tesadüf olmasa gerek. Modern akıl tüm özgür birey söylemlerinin aksine bireyin potansiyelini denetleme ve kontrol altına alma eğilimi gösterir. Nitekim; bu eğilimin kurumsal bir gerçeğe dönüştüğü ilk mekanın ulus-devletin ana vatanı olan Fransa’da olması manidardır.

Foucault, kitlesel kapatmaya ilk örnek olarak 1656 yılında Paris’te Hospital General (genel hastane) adında açılan bir kuruma dikkat çekiyor. 300.000 nüfusa sahip olan, dönemin Paris’inde 6.000’i aşkın kişi o kurumda gözetim altına alınıyor. Söz konusu kurum, medikal bir işlem üstlenmenin çok ötesinde dönemin Fransa’sındaki iktidar mekanizmasının önemli bir halkasıdır. Hopital General’e kapatılanların sosyal, sınıfsal konumları da dikkat çekicidir. Oraya yaşlılar, sakatlar, çalışamayanlar, eşcinseller, akıl hastaları kapatılıyordu. Bu karma bileşenin ortak belirgin özelliği yeni gelişmekte olan sanayi sisteminin çalışma şartlarına uygun olmamalarıdır. Sistem kendisine fazlalık ya da yük olarak gördüğünü kılıfına uygun bir şekilde elimine ediyor. Fransız Devrimi döneminde kategorik olarak birbirinden ayrılan, “akıl hastaları tımarhaneye, gençler ıslahevine, suçlular hapishaneye” kapatılıyor.

17.yy’ın Batı dünyasında gelişip yayılan kapatılma sürecinin temelinde, ekonomik ve politik sebepler yatmaktadır. Dolayısıyla, toplumsal denetimi tahkim etme ve sisteme işgücü üretmek gibi çok boyutlu bir işlevselliğe sahip olması, maliyeti yüksek bir aygıt olmasına rağmen, hapishaneyi siyasi iktidar açısından vazgeçilmez kılmaktadır.

18.Yüzyılın başında ceza sistemlerinde bir dizi dönüşümler gerçekleşir. Aynı zamanda yeniden tanımlanan “suç teorisi” ile toplumun “suç” ve “suçlu” algısı yeniden oluşturulur. Artık herhangi bir nedenle, ceza sistemine göre suçlu ilan edilen kişinin bütün toplumun düşmanı olduğu dolayısıyla uzak durulması, dışlanması gerektiği düşüncesi toplumda hakim bir olguya dönüşüyor. Hukuk kurumu etrafında hukuksal olmayan, “okul gibi pedagoji, hastane, tımarhane, polis gibi psikolojik ya da psikiyatrik kurumlar” ağı ile bir paralel iktidar tarafından “bireylerin yasa ihlallerini cezalandırma değil, potansiyellerini ıslah etme işlevi ile toplumsal denetim gerçekleştirilir.”

Böylece Foucault’nun “disipline edici toplum” olarak tanımladığı yeni bir toplum ve iktidar biçimi ortaya çıkmıştır. Bu gözetleme, toplumun ideal hapishane şeması, İngiliz yararcı düşünürü Jeremy Bentham tarafından 1795 yılında bir mimari tasarım olarak “panoptikon” kavramıyla geliştirilir.

“Panoptikon, halka biçimli bir binadır, ortasında avlu ve avlunun ortasında da bir kule vardır. Halka hem içeriye hem dışarıya bakan hücrelere bölünmüştür. Bu küçük hücrelerin her birinde, kurumun hedefine uygun olarak yazı yazmayı öğrenen bir çocuk, çalışan bir işçi, ıslah edilen bir mahkûm, deliliğini yaşayan bir deli vardır. Merkezi kulede bir gözetmen vardır. Her hücre hem içeriye hem dışarıya baktığından gözetmenin bakışı tüm hücreyi katedebilir, hiçbir karanlık nokta yoktur. Ve sonuç olarak bireyin yaptığı her şey bir gözetmenin bakışına açıktır. Bu gözetmen, kendisinin göremeyeceği şekilde panjurlar, yarı açık bölme pencereleri arasında gözlemde bulunur. Panoptikon, aslında bir toplum ve bir iktidar türünün ütopyasıdır.”

Foucault’ya göre, panoptikon 19. Yüzyıldaki bütün devletlerde hukuksal ve kurumsal bir gerçeklik haline gelmiştir. Ama bence esas kristalleşmesini bilim teknolojisinin de katkısı ile 20. Yüzyılda gerçekleştirdi. Ve bilişim çağının son sürat hızında nihayet panoptik bir dünyada yaşıyoruz. Bütün devletler, yeni bir iktidar biçimi olarak bu mucizevi buluşu hapishanenin dışındaki başka kapatma kurumlarına ve tüm kamusal alana uygulayarak toplumu disipline ederler. Modern iktidarlar açısından panoptizmin alameti farikası, kapitalist modernitenin ihtiyaç duyduğu siyasi ve ekonomik verimin gerektirdiği disiplinin kitleler tarafından içselleştirmesini sağlayan bir aygıt olmasıdır.

Bu dev kurumlar ağı ile bireylerin yaşamının tüm zamansal boyutu bir gözetleme ve denetleme rejimine tabi tutulur. Hapishanede gardiyan, müdür; fabrikada ustabaşı, patron; okulda öğretmen, müdür; hastanede hemşire, doktor ve kamusal alanda her adım başı bizi gözetleyen mobese kameralarından bize bakan o büyük göz “iktidarın gözüdür.” Bir anlamıyla tanrı gibi o herkesi her yerde gören ama kendisi görülmeyendir. Bu çok boyutlu, çok katmanlı kuşatılma sürecinin toplamı varoluşumuzu hapsetme işlevselliğini yerine getirmektedir. Toplumsal yaşamın her alanında gözleyen-gözlenen ilişkisi her an yeniden kuruluyor. Sürekli halde işleyen bu ilişki, bir süre sonra acı meyvesini vermeye başlar; insanlar, özgür davranışlarını belli bir kalıba sokma ve kendi kendilerine otosansür uygulama alışkanlığı edinirler. Bu dehşet verici gerçeği görmek için çok uzağa dalmadan bir an durup göz ucuyla etrafını kolaçan etmek toplumsal ve bireysel farklılığın aldığı ölümcül yarayı, dolayısıyla bir fabrikanın seri üretim modelini andıran insan kitlelerini görmeye yeter. Durumun ilginci, dahası trajik yanı bu “toplumsal anestezinin” geniş kitlelerce normalize edilmesidir.

M. Foucault’un 19. yüzyılın modern Batı dünyasında gerçekleşen kapatılma süreci üzerine geliştirdiği analizleri günümüz Türkiye’sinde gözlemlemek mümkündür. Yalnız 200 yıl geriden daha ilkel, daha çarpık, daha hoyrat ve daha zalim haliyle. Anlatımımızı Türkiye’deki hapishaneler üzerinden somutlaştırmak, yazının meramını daha anlaşılır kılacaktır.

Kentin dışında inşa edilen kampüs hapishaneleri, Ortaçağ kulelerini andıran nöbetçi kuleleri ile 5000’ii aşkın mahkûmun ve bir o kadar gardiyanı ile 10.000’i aşan nüfusu ile yeni bir yerleşim yerini oluşturmaktadır. Görüldüğü gibi hapishane etrafında muazzam bir örgütlenme sağlanmış, dahası yeni bir panoptikon kent inşa edilmiştir. Bu mega hapishanelerde birilerinin tutsaklığı üzerinden başka birilerinin istihdamı sağlanmaktadır. Türkiye’de hapishaneler, “bacasız fabrika” işlevi ile büyük iktisadi bir çarkın en önemli dişlilerindendir. Amerikan hapishanelerini andıran turuncu (tek tip) kıyafetler içinde askeri düzenin “etrafına bakma, kimseyle konuşma, sırayı bozma” komutları eşliğinde zorunlu üretim sistemine tabi tutulan işçi (adli) mahkûmlar ordusuyla hapishane, polis devletin kristalleştiği mekandır. Enflasyonun %100’ü geçtiği Türkiye’de temizlik işçileri aylık 200 TL, tekstil işçileri 300 TL, kentin işçileri de 500 TL’lik ücret ile sıkı bir disiplin altında modern kölelik koşullarında çalışan işçi mahkûmlar, bütün sömürgeci faşist rejimlerin düşünüp kurdukları itaatkar ve üretken bedenleri yankılar.

Özellikle kampüs hapishaneleri ve S tipi hapishanelerin mimari şeması panoptikonla tam benzerlik oluşturmasa da aynı işlevselliğe sahip olması açısından adeta Bentham’ın hayali gerçekleştirilmiştir.

Hapishanelerin akustiği, tam sesler ana maltaya akacak şekilde tasarlanmıştır. Toplu kalınan koğuş sistemlerinde, koğuş içindeki odalar ses geçirdiğinden iki metrelik mesafeden TV izleyen kişi sesi algılayamazken; aynı koğuş içinde metrelik mesafede duran kişi TV sesini gürültü olarak algılar. Öte yandan tekli hücreler ve süngerli oda gibi tecrit hücrelerinde ıssız bir sessizlik hakimdir. Süngerli odada yaşatılan işkencenin çığlıkları dışarıdan duyulamaz. İnsan karabasan gördüğünde, birinin onu kaldırması için rüyasında yüksek sesle etrafına seslenir ama gerçekte seslenmediği için kimse onun yardım çığlığını duymaz, dolayısıyla onu kaldıramaz. Ama süngerli odada gerçekten bağırırsın ve dışarıdakiler de gerçekten sesini duymaz. Bir yanda yankı ve gürültü diğer yanda ıssız bir sessizlik, hapishanenin ekosistemi psikolojik işkenceye göre tasarlanmıştır. Çatılara, koğuşlara, hücrelere, havalandırmalara, koridorlara günün 24 saati gözetim işlemi yapan kameralar yerleştirilmiştir. Ve her nedense gardiyanlar ne zaman suç işleseler bu kameralar o an işlevsizdir. Hukuki açıdan bir delil ya da tanıklık işlevinden yoksundur. Bu anlamda panoptikonun gözetmeninden çok daha etkili ve işlevli bir sistem. Hakeza koğuş içine sızdırılan ajanlar yolu ile de sürekli bilgilenme ve denetleme mekanizması devrede tutulur. Sınırsız yetki ile donatılmış olan hapishane idaresi, istediği tutsağı istediği zaman güvenlik tedbiri adı altında koğuştan alıp tekli hücreye koyabiliyor. Aynı hapishanede bulunan ve aynı davadan yargılanan siyasi tutsakların koğuşları birbirinden izole olacak şekilde konumlandırılmaktadır. Bu mutlak izolasyon sistemi ile tutsakların örgütlü ve kolektif hareket etmeleri önlemek istenmektedir. Son yıllarda yaygınlık kazanan teslim alma ve irade kırma politikası, dışarıda yürürlüğe konulmuş olan “diz çöktürme” konseptinin zindan ayağını oluşturmaktadır.

Kendini adım adım örerek devasa bir gözetleme ve denetleme ağı ile toplumu atomize eden bu tecrit rejimi öncelikle bir laboratuvar işlevi gören hapishanede prototip olarak uygulamaya konulur. Tecrübe ile sabittir ki; hapishanede uygulanan sosyal deneylerin topluma bir dönüşü vardır. Nitekim ilk olarak İmralı’da uygulanan tecrit sistemi adım adım tüm hapishanelerde bir sistem olarak hayata geçirildi. Tek tek bireylerinin kendisinden koparılıp tecride alınmasına, zamanında ses yükseltmeyen, etkili tavır koyamayan toplumun kendisi de nihayet tecrit rejimine dahil edilmiştir. İmralı sistemi, bir mutlak tecrit ve izolasyon sistemidir.

Daha sürecin başında PKK Lideri Abdullah Öcalan, şahsında bir toplumun tecride alınmak istendiğini ve İmralı tecrit sisteminin kırılmaması durumunda toplumsal tecride dönüşeceği uyarısında bulunmuştu. Nitekim sürecin gidişatı Abdullah Öcalan’ın öngörüsünü doğrulamıştır. 23 yıl gibi uzun bir zamana yayılan İmralı tecrit sistemi, tüm toplumsal alana sirayet etmiş durumda. Toplumsal kutuplaşma, kriminalize etme, terörist yaftası, güvensizlik, tavırsızlık, yalnızlaşma, ahlaki çöküntü, toplumsal dayanışmanın zayıflaması ve bencilliğin çok artması, ezcümle değerler sisteminin tahrip edilmesi bunların hepsini toplumsal tecridin sonuçları olarak okumak doğru bir sorgulama olarak bizleri bir adım daha çözüme yaklaştırılacaktır.

Tecrit, toplumun toplumsal işlevini yerine getirmemesidir. Politika üretememesi ve suskunluk sarmalına girmesidir.

Parçanın bütünden koparılması olarak tecrit, toplumsal hakikatin karşısında konumlanmakta ve her defasında ondan bir parça kopartarak toplumun kendi öz hakikatini üretmesini sekteye uğratmaktadır.

Mücadele tarihimizde zindan direnişi ile dışarıda sürdürülen direnişin birbirini tamamladığı diyalektiksel bütünlüğe sahip bir mücadele tarzı her zaman esas alınmıştır. Bütün toplumsal dinamiklerin yatay bir örgütlenme ile direnişe aktif katıldığı süreçler, kuşkusuz daha başarılı sonuçlar doğurmuştur.

Tam da bu nedenle siyasi iktidar eliyle toplumsal mücadelenin bütünlükçü ruhunu parçalama amacı ile toplumsal tecrit rejimi ortaya koyulmuştur. Bu bağlamda hapishanelerin dışarı ile ilişkileri koparılmış ve tecrit-izolasyon sistemi derinleştirilmiştir. Sıkı bir denetleme, gözetleme ve cezalandırma sistemi ile yaygınlaştırılan toplumsal tecridin vardığı aşama Türkiye’nin açık bir cezaevine dönüşmesidir. Ailelerimizle cezaevlerinde yaşanan hak ihlallerini, keyfi uygulamaları paylaştığımızda, genellikle “Biz de dışarı da aynı şeyleri yaşıyoruz.” cevabını veriyorlar. Her geçen gün içeri ile dışarı arasındaki mesafenin kısaldığını ve aradaki farkın açık cezaevi ile kapalı cezaevi farkına indiğine tanıklık etmekteyiz. Bu anlamda tecridi kırma mücadelesi, toplumun tüm bireyleri açısından toplumsal özgürlük ve onur mücadelesidir. Her şeyden önce İmralı tecrit sistemi ile toplumun barış ve özgürlük arzusu tecrit altına alınmıştır.

Kırk yılı aşan direniş geleneğimizden aldığımız ile bugünün yenilenen yaratıcı yöntemleri ile bir kez daha karanlık zihniyeti alt etmenin zamanıdır. Bunu tarihte defalarca başardık, bugün de başaracağız. Bütün faşist rejimlerin ortak özelliği, sesten korkmalarıdır. Topluma yaydıkları korku iklimi esasta bu iç korkularının yansımasıdır. Ama gel gör ki “korkunun ecele faydası yoktur” ve tüm faşist rejimlerde gerçekleşen kaçınılmaz son, tam da korktukları şeyin başlarına gelmesidir. İşte şimdi faşist şefleri korkuları ile yüzleştirme zamanıdır. Meydanları zılgıtlarla doldurma zamanıdır.

 

Kaynakça: M. Foucault – Büyük Kapatılma

 

Bunları da beğenebilirsin

Yoruma kapalı.