Düşünce ve Kuram Dergisi

Tecrit ve Zaman

Veysi Biçen

İkilemlerin ne çelişkili, ne çatışmalı, ne zıtlığı, ne birliği, ne de tarafların sırayla yer değiştirmesi gibi hiçbir ikilem denklemine oturmayan ve tamamen birbiriyle uyuşmayan iki kavramın arasına bir bağlaç (ve) konularak kurulmuş olan bu yazının başlığı şaşırtıcı gelebilir. Her şeyden önce “tecrit ve zaman” bir uyuşmazlığın adıdır. Bu uyuşmazlık çelişki, çatışma, zıtlık, birlik gibi diyalektik ilkelerle ifade edilememektedir. Şüphesiz, diyalektik ilkelerle ifade edilemeyen bu uyuşmazlığın çok sayıda nedeni vardır. Kimi noktaları tüm yönleriyle burada tartışma imkanımız olmasa da uyuşmazlığa temel teşkil eden nedenleri irdelemek önemli olacaktır.

Burada ikilem değerinin olup olmadığı bile tartışma konusu olan önemli bir mevzuyu gündemimize almış bulunmaktayız. Tecrit ve zamanın (aynı şey derginin sayı başlığı olan “Tecrit ve Toplum” için de geçerlidir), bir ikilem olma şansı neredeyse mümkün değildir. Çok olanaklı da görülmüyor. Durum böyleyken toplumsal hayatın ruhu olan zamanın tecrit sistemiyle saldırı altında tutulması akla aralarındaki ilişkiyi sorgular hale getirmiştir. O zaman bu ilişkinin adı nedir? Tecrit ve zamanın bir ikilem değeri var mıdır? Siyaset ve hukuk boyutu hangi ölçü ve değere göredir? Tecridin kökeni, aslı astarı nedir? Doğanın özünde tecrit var mıdır? Birey, toplum ve zindanlarda tecrit ve zamanın yansımalarını nasıl okumalıyız? Vb. algı düzeyimizi zorlayan karmaşıklıklara dair yoğunlaşma ve çalışmamızın akışı içinde olabildiğince cevap olmaya çalışacağız.

 

Tecrit Ne Demektir? Kavram Tanımı Gerekli Midir?

Toplumsal yaşamın temel yapı taşı olan hiçbir olgu teorisi değildir. Bilgisiz, bilimsiz, ilimsiz, felsefesiz bir olgu düşünülemez. Her olgunun dayandığı tarihsel-toplumsal bir teori sistemi de mutlaka vardır. Zaten sistem haline gelen her olgu, teorik bir dayanağı olduğundan dolayı sistemleşir. Sistem olan her tür düşünce biçiminin ya tarihsel olarak dayandığı bir teori külliyatı vardır ya da toplumsal olarak “an” itibariyle oluşturduğu, açığa çıkardığı bir teori gücüne sahiptir. Fakat toplumsal yaşamda adına “parazit” de diyebileceğimiz (tecrit) bazı şeyler de vardır ki teorisi yapılmaz. Çünkü parazit olan şeylerin genelde olgu değeri olmaz. Olgu değeri olmayan bir şeyin de teorisi yapılmaz. Bu onun tartışılamayacağı, gerekli tahlil ve çözümlemesinin yapılamayacağı anlamına da gelmez. Ama bunun ötesinde zorlama bir teori çabasıyla bir şeyler giydirmenin de pek bir gereği yoktur. Bunun mantıklı ve rasyonel olamayacağını düşünüyoruz.

Bu anlamda “tecrit” bir tür sosyal parazittir. Her ne kadar bir sistem halinde hayatımıza girip yaşam ve özgürlük kalitemizi bozma, amaç ve arayışlarımızı sınırlandırma girişiminde bulunuyor olsa da özünde onun bir olgu değeri yoktur. Her olgu mutlak bir sisteme sahipken; her sistem mutlak bir olguya sahip değildir.

“Olgu”, sistem haline gelmiş düşünce parçalarından oluşur. Tecrit ise bir bütün halinde olan olguyu parçalamak, bilmek, milim milim doğramak ve böylelikle onun doğal yapısını bozmaktadır. Tecridin olgu değerinin olup olmadığını bir yana bırakalım, kendisi bizatihi olguyu parçalamakla meşguldür. Dolayısıyla olgunun dokusunu bozma eğiliminde olan bir şeyin “olgu değeri” nasıl olsun? Ve olgu değeri olmayan bir şeyin de teorisi nasıl yapılsın?

Ama ilginçtir! Alışılageldik bilmelerimizle karşımıza çıkan her şeye olgu dediğimiz için “şeylere” çok rahat ve basit yaklaşabiliyoruz. Önümüze çıkan her şeye olgu demekle onun bir olgu değeri olmaz. Olguyu parçalayan şeye olgu denilir mi hiç? Zaten kendisi olguyu parçalamak için vardır. Buna olgu denilirse bu bir çelişki olmaz mı? Ona olgu demek, bilinegelen ezberden başka ne olabilir? “O” olguyu parçalıyor, biz de onu olgu ilan ediyoruz. Bu başlı başına bir paradoks, çelişki ve kısır döngüdür. Tecridin olgu, teori ve tanım özellikleri kesinlikle tartışmalıdır.

Bu konuda bir benzetme yapmakta fayda olacaktır: Şeytan için de başta “bozgunculuk” olmak üzere ard arda birçok tanım sıralanır. Ama özünde şeytan tanımlanabilmiş, teorisi yapılabilmiş değildir. Tecrit kavramı da aynı şekilde tanım arayışlarını zorlar, anlam ve amacını saklar. Amaç her ne kadar kısmi olarak bilinse de gerçek amacı şeytanda olduğu gibi muammadır!

Genelde ülkesi, dili, kültürü sömürülmemiş, işgal altında tutulmamış, hatta bir yanılsamanın sonucu da olsa kendilerini özgür sanan birey ve toplumların tahminen yüzde sekseninden fazlası, tecritle doğrudan temas halinde olmadıkları için bir fikirleri olmakla birlikte; tecridin ne ve nasıl bir şey olduğunu çok fazla bilmezler. Temel gündemleri değil yani onu kastediyoruz. Talidir! Ancak işgal altında bulunan sömürge toplumlarda bu öyle değildir. Dili kültürü sömürülmüş, kimliği yok sayılmış, tüm hakları gasp edilmiş, hatta dava önderliği tecrit altında tutulmuş birey ve toplumların tersi bir oranla yüzde sekseni tecridin ne olduğunu bilir. Şeytanı nasıl biliyor ve tanımlıyorsa tecridi de öyle bilir ve tanımlar. Çünkü onlar, zindan içi ve dışı fark etmeksizin hayatın yirmi dört saatini tecrit altında geçirirler. Gündelik yaşamları tecrit sistemi üzerine kuruludur. İçinde bulundukları zaman devri bir “tecrit devri” olarak işler. Duygu, düşünce, ruh ve bedenleri tecridin her tür saldırısını fark eder. İğnelenmiş hayatın acısını da hisseder, akan kanını da görür. Dolayısıyla söz konusu tecrit olduğunda dile getireceği, yazabileceği çok şey olur. Örneklendirebilecek hikayesi, işleyebilecek malzemesi bol olur. Yaşanılmadan anlatılan şeylerin eksik kalma olanağı her zaman yüksektir. Lakin yaşanılarak anlatılan şeylerin eksik kalması halinde bile duygusunu vermekten geri, anlamını ortaya koymaktan yoksun kalmayacağı açıktır. Bu nedenle kişi yaşanılan tecrit hayatını anlatır, teorisini değil. Bunun teorisini yapmaya ihtiyacı olmayacağı gibi onun nazarında, teori değerinin olup olmadığı da tartışılmalıdır. Bu tür şeylerin teorisi yapılmaz, hikayesi dinlenir. Toplum nezdindeki karşılığı ise teori değil, edebiyattır! Teorisi yapılıyorsa şayet, onu teşhir etmek içindir, yoksa teori değerinin olmasından kaynaklı değildir. Hatta şu an farkında olmaksızın biz de bunun teorisini yapıyoruz. Sonuçta her düşüncenin, fikir ve tartışmanın bir teori karşılığı olduğunu bizzat kendimiz söylüyoruz. Ama merak edilmesin, kendimizle çelişmiyoruz. En azından amacımızın teori yapmak olmadığını, tecridi teşhir etmek münasebetiyle fikir ve düşüncelerimizi paylaştığımızı peşinen söylemek istiyoruz. Yanı sıra teori değeri olmayan bir şeyin tartışılmayacağı, gerekli tahlil ve çözümlemesinin yapılamayacağı diye bir şey yoktur. Söylediklerimizin elbet teori karşılığı olabilir, bu ayrı bir şeydir. Önemli olan gayretle teorisini yapmanın peşinde olmamaktır. Kaldı ki en sıradan bir şey de olabilir. Mesele bu değildir, mesele teori değerinin olup olmadığıdır. Tecridin teorisi olsa bile onun teori değerinin olmadığının altını çizmek istiyoruz.

Tecridin ne demek olduğunu da kavram bakımından sorgulamanın çok bir gereği yoktur. Sadece bilgi sistem mahiyetinde sözlükçe tanımını paylaşmak yeterli olsa gerek. Nesne, insan veya herhangi bir canlı türü olmak üzere bir şeyi şeylerden “ayırmak”, “yalıtmak”, “soyutlamak” anlamına gelir. Genel tabiriyle şeylerin izole edilme biçimidir. Sosyal bir kelime olduğundan bireyin toplumdan uzaklaştırılması ya da izole edilmesi yönündeki anlam daha özlüdür. Sadece birey değil, toplumlar ve ülkeler için de aynı sistemsel yöntem geçerlidir. Ambargo, işgal, göçertme, kuşatma vb. yöntemler de izole ve tecrit sistemin başka türevleri olarak hayata geçer.

Bunun dışında doğru bir tanım olarak değil ama bir benzerlik mantığı içinde tek kelimeyle “tecrit hırsızlıktır” diyebiliriz. O, hayatı çalar! Duyguları, düşünceleri, oluşu, zamanı, kimliği, dili, kültürü ve varoluş adına ne varsa onu çalar. Lakin hırsızın çaldığı hiçbir şey ona kalmaz. “Hırsız hırsızı arar.” deyimiyle bir başka hırsızın gazabına uğrar. Bu böyle sonsuzluk döngüsü içinde sürüp gider. Tarihin bu hırsızlık döngüsü bir anlayış olarak devam ettiğinden o bir şeyi çalmaktan ziyade çaldıklarıyla hayatı felç etme, onu dondurma ve durağan hale getirme aşamasına indirger. Hareket ve zamanı durdurarak sıfırlayarak  tekdüze indirilmiş durağan hayatların modelini inşa eden egemenlikçi sistemin zihniyetine kolaylık sağlar, zemin yaratır. Bu minvalde tecride hırsızlık, parazit ve şeyler yakıştırmaları isabetli olsa gerek. Parazit ve şeylerin yaptığı şey de hırsızlıktır. Parazit dalgaya karışarak sesleri, tonları çalar; şeytan ise ruha karışarak güzel olanı, doğru olanı, iyi ilkesini çalar.

 

Tecridin Mistik Adı: Şeytan

Şeytanı görenimiz, tanıyanımız bilenimiz var mıdır acaba? Soyut mudur, somut mudur? Madde cinsinden midir, enerji cinsinden midir? Melek midir, in midir, cin midir, nedir? Binbir kılığa bürünüp hayatımıza dahil olan bu “şeyin” ne olduğuna dair mutlak bir tanım var mı? Bir şeytan hikayesidir, almış başını gidiyor. Kurgu mudur, zihnimizin bir ürünü müdür, hayal midir, gerçek midir bilinmez. Kimileri gazabından korunmak için saygı duyuyor, kimileri kutsuyor, kimileri lanetliyor, şüphesiz inanç söz konusu olduğunda biz bu konulara hiç girmek istemeyiz, girmek de gerekmez. Onu köklü bir çözüme tabi tutacak da değiliz. Burası yeri de değil, zamanı da. Lakin meramımızı anlatabilmek için kimi özelliklerini aşmak lazım. Meselemiz şeytanın kendisi değildir, uyguladığı yöntem ve insan düşüncesi ile ruhu üzerindeki etkisidir. İster kutsanıyor olsun ister lanetleniyor olsun, burası bizi ilgilendirmez. Edimlerine, yaptıklarına bakacağız, neye karşılık geldiğini inceleyeceğiz.

Kutsayanlar da lanetleyenler de şeytanın gazabının olduğuna inanır. Halk dilinde şeytan, insanın karşısına dikilmiş bir bozguncu olarak anılır. Onun her tür engellerine bozgunculuk denir. Ayartıcıdır! Hayatın ve ruhun özüyle oynar. İnsanın ruhuna kendi özünü katma eğiliminde olur. İnançta aşılmayı, aklın gücüne karşı anlamsız duyuları (vesvese vb.) aşılar. O, bu ve daha fazlasını insanın ruhuna saldırarak gerçekleştirir. Ruh, aklın ve duyguların merkezidir; öz ve varoluşun cevheridir. Dolayısıyla şeytan, insanın ruhuna saldırarak onu hayatın sağduyusundan koparır, rasyonel düşünce sistemini çökertir. Hayatın gerçeğinden, kimliğinden uzaklaştırır. İnsanı yanılsamalar, sanrılar alemine çeker. İnsanın sezgilerine, düşüncelerine, hayal ve rüyalarına sızar. O, bunu yaparken insanı bilinen zaman ve mekanın dışına çıkarır. Onu kendi zaman ve mekandan alıkoyar. Ruhun dokusuyla oynayarak onu bir bütün içinde bedene hapseder. Beden, ruh için bir zindana dönüştüğünde haliyle zaman da durağanlaşır. Buna karşı insan bir direniş göstermezse doğrudan şeytanın zamanını yaşamaktan kurtulamaz.

Tecridi anımsayalım: Kişiyi iradeden düşürmeyi hedefler. Kabul ve ret ölçülerine karşı kararsızlığı, ideolojik radikal tutuma karşı liberalizmi geliştirir. İlkelere bağlılık yerine uzaklaşmayı, aklın gücüne karşı anlamsız duyuları ve yaşamda yozlaşmayı dayatır. Direnişe karşı teslimiyeti, harekete karşı durağanlığı, değişim ve dönüşüme karşı bitmişliği, tükenmişliği, zavallılığı, çaresizliği… amaçlar. Bireyi bilinen zaman ve mekanın dışına çıkarır. Onu kendi zaman ve mekanına hapseder. Kendi sömürge zamanını dayatır, bireyin zamanına saldırır. Bireyin ruhuyla ve zamanıyla oynar. Eğer birey buna karşı bir direnç göstermezse tecridin sömürge zamanını yaşamaktan kurtulamaz.

Merak ediyoruz ve sormak istiyoruz. Hemen yukarıdaki iki paragrafla açıklamaya çalıştığımız şeytan ve tecridin özellikleri arasında ne fark var acaba? Hiçbir fark yok. Her ikisi de ruh ve bedenin parazitidir. Şeytan metafizik parazittir, tecrit sosyal parazittir. Biri içimizde biri dışımızdadır. Biri içkin biri aşkındır. Tecridin kökeni, aslı astarı bundan başka ne olabilir? En az egemenlikçi sosyolojinin (maddi uygarlığın) tarihi kadar eskidir. Egemenlikçi sosyoloji işte bu kadar kurnazdır. Tecridi tam bir şeytan uyarlamasıyla icat etmiştir. Şeytanı somuta indirgemiş, toplumsal sisteme uyarlamıştır. Hegel’in “Ulus-devlet, Tanrı’nın yeryüzüne inmiş halidir.” şeklindeki deyişini hatırlarsak şeytanın metafizikten tecride, somuta inişini çok daha iyi kavrarız. Ulus-devlet şahsında Tanrı, yeryüzünde yürümeye başlıyorsa toplumsal mühendisliğin tecrit sistemi şahsında da şeytan niye yeryüzünde yürümeye başlamasın? Toplumsal mühendislik de Sümerlerden beri 6000 yıldır vardır. Ama kapitalist modernite insanı, bizi öyle bir duruma getirmiş ki yıllarca yaşadığımız tecridi, içimizdeki şeytanla kıyaslayamaz olmuşuzdur. Varoluşsal kimlikten bundan daha uzaklaşma ve yabancılaşma olabilir mi?

Diğer yandan subjektivizm sosyoloji literatüründe, kaygı bozukluğu tıp literatüründe, vesvese ise halk dilinde kullanılır. Her üçünün de vermek istediği mesaj aynıdır. Gerçeklikten kopuşu ifade ederler. Gerçek olandan uzaklaşma, akıl ve duyguda bulanıklık, sezgi ve inançtan güvensizlik, sağduyudan kopuş anlamına gelirler. Halkın doğrudan şeytanla ilişkilendirilip adına vesvese dediği şeye tıp, kaygı bozukluğu der. Kaygı bozukluğu da bir tür psikolojik, ruhsal sorundur. Subjektivizm ise ideolojik, bilimsel ve sosyal sapma anlamında dile gelir ki, bu da bir tür ruhsal ve zihinsel huzursuzluktan gelir. Egemenlikçi bilim subjektivizmi, tecrit sistemi kaygı bozukluğunu, şeytan da vesveseyi geliştirir. Aynı anlamda olan üç şey, üç perspektif ve kavramla dile gelir. Ortak paydaları ise ruhsal gerilimdir. Durum bu kadar açık ve nettir. Tecridin mistik adı şeytan, şeytanın modern adı tecrittir dediğimizde yanlış bir şey söylemiş olmuyoruz.

 

Tecrit Zamanın Ruhuna Saldırır

Ruh ve zaman, bazı felsefik tanımlarda eşanlamlıdır. İnsanın ve toplumun ruhu dediğimizde bir anlamda onun zamanından da bahsetmiş oluyoruz. Ruh ve zaman, oluşum canlılık ve yaşam kaynağıdır. Hayat bu kaynaktan çıkar. Zamansız bir ruh, ruhsuz bir zaman canlılık ilkesinin doğasına terstir. Her ikisinin mayası da harekettir! Durağanlığa karşı hareket, ruh ve zamanın canlılık, serbestlik, özgürlük sembolüdür. İşin içine özgürlük değerinde bir sembol girince bu ne şeytanın ne de tecridin işine gelir. Şeytan doğrudan insanın ruhuna saldırırken tecrit zamanı hedef alacaktır. İkisinin yaptığı şey aynıdır. Biri mistiktir, metafiziktir, aşkındır ve hiç duyulmak istenmeyen bir kelimedir. Diğeri ise sosyolojiktir, içkindir ve güya modern olan bir kelimedir ki, daha çok cezai durumlardan değerlendirilir vs. oysa insanlık, içerik olarak değil, sadece kelime olarak (tecrit) son derece yumuşatılmış bir şeytanizmle karşı karşıyadır. Bu yüzden şeytanın modern adı tecrit, tecridin mistik adı şeytandır diyoruz.

Şeytan, yaşamın sadece hayati önemde olan bazı anlarında insanın ruhuna saldırır ama tecrit hayati önemi ve zaman farkı olmaksızın günün yirmi dört saati saldırır. Aralıksız ve süreksiz olarak zamanın tümünü kendi kontrolü altına almaya çalışır. Yani tecrit, şeytandan bir kat daha saldırgan olup sonuç alıcılığa kilitlenir. Tecride şeytan yakıştırmamız fazla değil on bile… hatta tecride şeytan yakıştırmamızla, şeytana gereğinden fazla anlam yükleyerek ona haksızlık da etmiş oluyoruz. Zira tecrit çok daha fazlasıdır. Şeytan, en azından bazı inançlarda Allah’ın meleği olarak kabul edilir ve insanı doğrultuya çeken bir görevinin olduğuna da inanılır. Şeytanın en azından bu tür olumlu yönlerinin olduğuna da duyulan bir inanç vardır. Bu nedenle gereğinden fazla anlam yükleyerek haksızlık ettiğimizi açıklıyoruz. Konumuza dönecek olursak bu durumda zamanın bozguncu şeytanı da tecrit mi oluyor? Evet! Zaman diye bir şey bırakma. Zaman ve mekanı doğrudan hedef alarak ne birey, ne toplumsallık, ne kültür, ne onur, ne ruh, ne beden bırakır. Peki, şeytan insanın ikilemi midir? Denilse haşa diye sesler gelir. Şeytan insanın hiçbir ikileminde düşünülmek ve bu ikilemde ona yer verilmek istenmez. Öyleyse tecrit zamanın ikilemi midir? Denilse haşa diyen sesler duyulmaz. O kadar yumuşatılmış, modernleştirilmiş ki şeytana nazaran tecrit, kulağa ninni gibi gelir. Oysa asıl şeytan tecrittir. Mışlanmış kurbağa gibi suyumuzun altında yanan ateşin farkında değiliz. Haşa diyemeyeceğimiz ondandır. Bu satırlardan sonra bunu söylemek hak oldu: “O da haşa!” Çünkü insan ve şeytan nasıl ki aynı ikilem çatısı altında yan yana gelemiyorsa tecrit ve zaman da yan yana düşünülemez. İkisinden oluşan bir ikilem çok mantıklı gelmiyor. Zira aralarında karşılıklı bir ilişki ve çatışma yoktur. İlişki tek taraflıdır. Yapılabilecek şey, birinin bir diğeri üzerindeki etkisi, hükmü, amaç ve isteminin sorgulanmasıdır. Tecrit ve şeytan, insan ve zamanın ruhuna sızma yaparak varoluşlarının özünü bozar, kirletir, kötülüğe teşvik eder. Bu tek taraflı saldırıya karşı insan ve zamanın pozisyonu özü korumak, iradesini güçlendirmek, saldırıyı boşa çıkartmak ve varoluşunun gerekçesini savunmaktır. Bu mevzu toplum-devlet ilişkisine benzer. Toplum ve devlet bir ikilem midir? Hayır! Devlet toplumun parazitidir. Toplum ve devlet arasındaki ilişki tek taraflıdır. Devlet, toplumun tüm dokusuna sızma yapar. Aralarındaki ilişki tek taraflı olup devlet eksenli gelişmektedir. Tek taraflı gelişen ilişkinin ikilem değeri olmaz. Diğerinin (toplumun) savunma pozisyonunda oluşu, onun bu ilişkiye dahil olduğu ve ikilem oluşturduğu anlamına gelmez.

Bununla birlikte tecrit ve şeytanın kötü ilkesi, Zerdüşt felsefesinin kötü ilkesine yakındır ama aynı değildir. Yakın olduğuna dair çağrışım yapar, oysa farklılıkları vardır. Zerdüşt öğretisindeki iyi ve kötü ilkesinin dualitesi bir ikilemdir. Çünkü karşılıklı çatışma halindedir. Hatta varoluşun gerçekleşebilmesi için bu karşıtın bir araya, yan yana getirilmesi ve çatıştırılması söz konusudur. Ve bu bir tercihtir! Oysa açıklamaya çalıştığımız hususun ne bir tercih durumu vardır ne de ikilemi oluşturabilecek karşılıklı bir çatışması söz konusudur. Dolayısıyla insan ve zamanın doğrudan tecrit ve şeytanla kurduğu bir ilişki ve tercih yoktur. Doğrudan ilişkilenme, tecrit ve şeytana mahsustur. Ve bu, tecritle şeytanın bir tercihidir. Karşılıksız aşk ve evliliklere benzer. Evlense bile her ne kadar kurum ve teori oluşuyorsa da onun ikilem değeri oluşmuyor. Olay hayatın mutsuzluğuna olur. Öteki bir şey çıkmaz. Bu düşünce mantalitesinden bakıldığında “tecrit zamanın parazitidir!” diyebiliyoruz. Zaman ise insanın ve onun toplumsal hakikatinin ruhudur.

 

Doğanın özünde tecrit var mıdır?

Bir cismin başka bir cisim üzerinde uyguladığı kuvvet, basınç teorilerine az çok aşinayız. Enerjinin veya maddenin madde üzerinde uyguladığı kuvvet ve basınç gibi varlığın kimi doğal halleri, tecrit kapsamına girmez. Cisimlerin birbiri üzerinde uyguladığı kuvvet ve basınç gibi varlığın kimi doğal halleri, tecrit kapsamına girmez. Cisimlerin birbirleri üzerine uyguladıkları kuvvet ve basınç halleri, bilim literatüründe daha çok ağırlık, kütle, hacim, hız, enerji vb. kavramlarla ifade edilirken; felsefenin ikilem literatüründe de çelişki, çatışma, zıtlık, birlik gibi diyalektik ilkelerle açıklanır. Bu kavram ve ilkeler “tecrit” manasını doğurmaz. Cisimler birbirine karşı etkilenir, tepkilenir, değişir, dönüşür, var olur, yok olur, direnir vs. ama aralarındaki tüm bu devinim halleri, varoluşu sürdürmek içindir. Bu yönlü hiçbir kuvvet ve basınç hayatı tecritle felç etme girişimine benzemez. Örneğin; Güneş, uyguladığı kütle çekimi kuvvetiyle etrafındaki tüm göksel cisimleri tutarak ve uzay boşluğunda savrulmalarını engellemekle cisimler üzerinde bir tecrit uygulamış olmuyor. Tam tersi uygulanan bu kuvvet, varoluşun bir düzeni ve sistemi olarak hayata geçiyor. Orada bir denge ve döngü olayı vardır. Eğer bu döngüsel sistem bir tecrit olmuş olsa o zaman Dünya’nın tecrit altında olduğunu kabul etmek gerekecek. Bu durumda Dünya’nın, Güneş’in tecridinden kurtulması gerekmez mi? Zira Güneş’in kütle çekimi kuvvetine karşı, Dünya’nın merkezkaç kuvveti vardır. Varsayalım ki, Dünya’nın merkezkaç kuvveti, Güneş’in kütle çekimi kuvvetine yetti, o zaman ne olacak? O zaman da “zaman” olmayacak ve yaşam adına hiçbir şey var olmayacaktır. Ama doğanın kendisi bir yaşam mekanıdır. Işıksız yaşamın olmadığı bir doğa da düşünülmeyeceğine göre, o zaman doğanın özünde tecridin olmadığı sonucuna varmak güç olmayacaktır.

Yine atom altı dünyada gözlemlenebilmiş “özgür tercih” ilkesi diye bir şey vardır. Bu ilkenin doğası, özgür irade ve tercih hakkı üzerindedir. Tek başına bu ilkenin bile referans alınması halinde doğanın özünün tecritsiz olduğu anlaşılır.

Yanı sıra hayvan alemi, ilginç ve hatta öğretici veriler sunar. Dikkat edecek olursak bir türün başka bir tür üzerinde uyguladığı kuvvet, baskı her belgeselin temel konusu olarak işlenir. Bu belgesellerde hiçbir türün başka bir türün hayatını sınırlı ya da ilelebet tecrit altına aldığına rastlanmaz. Türler, kendilerinden daha zayıf olan türlere karşı uyguladıkları kuvvet ile savunma ve beslenme ihtiyaçlarını karşılar, yaşamlarını sürdürürler. Ama avının peşinde olan bir tür, avının korunaklı mevzilendiğini ve savunma pozisyonuna geçtiğini anladığı andan itibaren mevzu onun için kapanmıştır, alanı terk eder; saatlerce, günlerce, aylarca bekleyerek avının yaşam hakkını ihlal etmez. Onun hayatını tecrit altına almaz, ambargo uygulamaz. Ye beslenmek için yer, bunun koşulu zayıfsa da orayı terk ederek avının beslenmesine, yaşamını sürdürmesine, kendi doğasına dönmesine müsaade eder.

Mevsimler doğayı çok daha yalın anlatır. Kışın yazı, yazın kışı tecrit altına aldığı görülmüş değildir. İklimsel değişiklikler her zaman vardır ama dünyanın döngüsü kışı ve yazı kaçınılmaz kılar. Kışın yazı, yazın kışı tecrit altına alabilmesi için bu döngünün hem mantıksal hem fizik kuralları uyarınca durması gerekecektir. Ve tabii ki durmuş olan dünyanın zamanı da durmuş, yok olmuş olacaktır. Hareketini, zamanını ve tüm döngü faaliyetini yitirmiş bir dünyanın varoluşundan bahsetmek de en azından canlılık ve türlerin yaşamı bakımından gerçekçi değildir. Aslında buradan da şunu anlıyoruz: Demek ki “tecrit” denilen illet, bir şeye ne kadar nüfuz ederse etsin onu yok etme gücüne sahip değildir. Dünyanın da evrenin de insanın da döngüsünü durdurmaya gücü yok. Velev ki gücü yetti, kendisi de onlarla birlikte yok olacaktır…

Dolayısıyla tüm bu anlatılardan da anlaşılacağı üzere “tecrit” doğanın özünde yoktur. Doğa, canlıların kendi doğasını yaşama hakkını elinden almaz. Cezalandırır, yok eder… Bu ayrı bir şey ama onun canlılık ilkesi “yaşam hakkı ilkelidir!” Doğanın özü, doğallığında yaşanan hayattır. Buna göre bu doğallığın dışına çıkmış tek canlı türü de insandır. Tecrit; kendi doğasından uzaklaşmış ve doğasına yabancılaşma, insanın basiretsizliğinden, acizliğinden ve icadından başka bir şey değildir.

 

Peki “Doğada Tecrit” Tartışmasına Neden İhtiyaç Duyuyoruz?

Doğada tecrit olmaması gerek diye düşünüyoruz. İşlediğimiz örneksel veriler de mutlak doğrular değildir. Bir başkası çıkıp Güneş, Dünya üzerinde tecrit uyguluyor ve Dünya’nın merkezkaç kuvveti Güneş’in kütle çekimi kuvvetinden kurtulmasına yetmemektedir de diyebiliriz. Farklı fikirler de ortaya çıkabilir, bilmiyoruz. Ancak biz, evrenin doğal döngüsünde açığa çıkan kuvvet uygulamalarının, tecrit kapsamında olmadığına duyduğumuz inancı paylaşıyoruz. Doğanın özünde tecridin olduğuna dair herhangi bir iddianın var olduğu yönünde de bir malumatımız yok. Ancak şu nedenlerden dolayı tartışmaya ihtiyaç duyuyoruz.

Şüphesiz; doğa yasaları doğrudan toplum yasalarına uyarlanmaz. Her ne kadar insan mikro evren olarak tanımlansa da onun kültürel, sosyal yasaları farklılıklar arz eder. Doğa yasaları birey ve toplum yasalarında bir ölçü olarak değil, örnek ve benzerlik mantığı silsilesi içinde değerlendirilir. İlke ve ölçü olarak esas alınmaz. Kozmos olan insanın aynası kendisidir. Ölçü insandır. Lakin egemenlikçi sosyoloji, doğa yasalarını hep bir ilke ve ölçü olarak esas aldı. İlk ve ölçü kabuliyetiyle yaklaşım gösterdi. Misal dünya merkezli evren modelini anımsayalım: Katı Katolik Kilisesi bu doğa yasasını öyle bir işledi ki kendisini evrenin resmi kurumu olarak ilan etmeye vardırdı. Bu yasaya göbekten bel bağladığı için yasa çökünce kendisi de anlayış olarak onunla birlikte çöktü. Darwinci teoriyi anımsayalım: Darwin doğayı tahlil ederek doğal seleksiyon teorisinin sonuçlarını yasalaştırdı. “Büyük balık küçük balığı yutar.” deyince egemenlikçi sosyoloji bunu ezen ezilen çelişkisinin sloganı ve teorisi haline getirmeye başladı. İkilemlerin zıtlık, çelişki ve çatışmasını anımsayalım: egemenlikçi sosyoloji bu ilkeleri savaşın ayeti haline getirdi. İkilemler çatışıyorsa, savaşlar mübahtır, haktır, egemenlik hayatın teminatıdır, emperyalizm kaçınılmaz bir uğraştır demeye getirdi. Oysa kimse ikilemlerin birliğinden bahsetmiyor; varsa yoksa çatışma, zıtlık, çelişki, yokluk varlık teranesi. Yine dünyamız örneğinde başka bir dünya, güneşimiz örneğinde başka bir güneş, evrenimiz (samanyolu) örneğinde başka bir evren keşfedilip ulaşılmaz halinde [ki çok sayıda samanyolu (evren) olduğu söyleniyor ama…] “tekçi” anlayış iflas edecektir. Hiçbir doğa yasasına ihtiyaç duymaksızın gök kubbemizde sadece tek bir güneşi görüyor olmamız bile tekçi anlayışın zuhur etmesine yetiyor. Her şey bir yana Einstein bir teori yaptı, teorisi atom bombasına dönüştürüldü. Bay-adamı bir teori yaptığına bin pişman ettiler. Ölünceye kadar da dernek dernek dolaşıp kitlesel eylemlere katılarak kendisini canlı tarih karşısında insanlığa affettirmeye çalışıyordu. Ve böyle sıralayabileceğimiz çok sayıda örnek var.

Yani istesek de istemesek de doğa yasaları hayatımıza sirayet ediyor. Ölçü olarak pratiğe geçiyor ve toplumsal sistemimizi tersyüz ediyor. Eğer egemenlikçi sosyoloji doğanın özünde tecrit olduğuna dair en ufak bir bulgu elde etmiş olsaydı, şimdiye kadar çoktan tecridi meşrulaştırmış ve onu doğrudan kanunlaştırmaktan asla geri durmayacaktır. Ama yok!

Peki olmayan bir şeyi biz niye gündemimize alıyoruz? Olmadığını neden hatırlatma gereği duyuyoruz? Biri çıkıp “Ya varsa, o zaman tecridi meşru mu göreceğiz?” diyebileceğini varsayalım. Hayır! Hiç şüphesiz meşru sayılmayacak. İktidar, egemenlik, zor, emperyalizm, asimilasyon, işkence, tekçi anlayış vb. nasıl ki birey ve toplumların meşru sayılmıyorlarsa, o da meşru sayılmaz. Niye sayılsın? Ya olsa! diye bir şey yok. Olsa da olmasa da tutum, refleks, tepki, tavır nettir. Bunun tartışması olmaz!

Diğer yandan tartışma ihtiyacı duyduğumuz bu konuda egemenlikçi sosyolojiye eleştirimiz şudur? Senin bel bağladığın doğa yasalarında bile bu yok! Demek istiyoruz. Doğa katında yok, dünya katında yok, göğün hiçbir katmanında yok, fizik katında yok, iman katında yok, Allah katında yok. Varoluşun hiçbir katında olmayan bir şeyi uyguluyor ve yaşatıyorsun. Hatta hayvan katında bile bu yok demek istiyoruz. Bunları söylemekle sosyal devrimciliği tersten uygulamış olmuyoruz. Pozitivist bakış açısına da girmiş değiliz. Onlara doğru da kaymıyoruz. Ne sağında, ne solunda, ne önünde, ne arkasında… hiçbir tersinde de bulunmuyoruz. Ama canımıza, hayatımıza, kimliğimize, varoluşumuza mal olmuş şeytanımsı bir sistemi kendi silahıyla eleştirmek, teşhir etmek gibi bir imkan varsa onu da kullanmaktan geri durmama hakkına sahibiz.

 

Tecrit Egemenlikçi Sosyolojinin İcadıdır

Tecridin tarihteki ilk örneğine “tecrit ve zaman düzeneği” olarak mitolojik bir anlatım tarzına kavuşturulmuş bir masalla karşılaşıyoruz. Bu tarihsel masal, Alaaddin’in Sihirli Lambası olan tecrit ve zaman düzeneğidir. Fakat bunu icat eden Alaaddin değildir. Alaaddin, kendisinden kim bilir kaç bin yıl önce inşa edilmiş bir düzeneği de ele geçiriyor. Ve buna toplumsal mühendislik tarihini de eklersek; 6000 yıllık bir tarihsel kökene ulaşıyoruz. Aslı astarı kökeni binlerce yıla varıyor. Sihirli Lamba bir “tecrit ve zaman düzeneği” olarak inşa edilmiş, içindeki tutsaklıkla birlikte hayata geçirilmiştir. Düzenek mitolojikleştirilmiştir. Kurgu da olsa önceden düşünüldüğünü gösterir. Maddi uygarlığın, toplumsal mühendisliğin ve zindan sisteminin tarihsel kökenini göz önünde bulundurduğumuzda bunun bir kurgudan çok, bir gerçeğin mitolojikleştirilmesi olarak algılıyor ve kabul ediyoruz.

Yani tecrit, pozitivist bilimciliğin ve egemenlikçi sosyolojinin etkisinde kalan Jeremy Bentham gibi düşünürlerin yaptıkları deney ve laboratuvar ortamlarının (panoptikon) bir sonucu olarak çıkmış değil. Ve bunun tarihi de öyle sanıldığı gibi 17. 18. yüzyıllarla birlikte de başlamıyor. Tam tersi yaklaşık 6000 yıllık bir tarihsel kökene sahip olduğuna varıyoruz. Bunun üzerine bir tarih, köken, başlangıç kabul edilmez. Dikkat edelim; tecrit düzeneğinin (masalın) içindeki tutsak da “cin”dir. Hani uzaya çıkarken ilkin köpeği gönderiyoruz ya, ondan yani! Tam bir deney ve laboratuvar örneği olarak, Jeremy Bentham’ın panoptikon sistemine taş çıkarır. İlgili başlıkta Alaaddinin Sihirli Lambasına değineceğimiz için şimdilik konumuza dönecek olursak ne yazık ki “tecrit”, insan düşüncesinin bir ürünüdür. Birey ve toplumu hedef aldığından sosyolojik bir kavramdır. Özgürlükçü sosyolojinin karşısına dikilmiş egemenlikçi sosyolojinin icadıdır. Bir tür toplumsal mühendisliktir. Daha doğrusu toplumsal mühendisliğin şeytani aklını sembolize eder. Maddi uygarlık tarihinden bu yana toplumsal mühendislik var olagelmiştir. Birey ve toplum üzerine düşünülen her şey tecrit politikasıyla amaçlandırılmıştır. Yerine göre birey, zamanına göre toplum; kutsallar gibi değer yargılarının tümü tecrit altına alınmış, mekan yıpratılmaya, zaman durdurulmaya çalışılmıştır. En temel amacı ise başkalaşıma uğratmak olmuştur. Kendisine benzetmek! Başkalaşıma uğratabilmenin yolu mekan ve zamanıyla oynamakla geçer. Mekanı değiştirilmeyen, zamanı teslim alınmayan hiçbir olgu, birey ve toplum, kolay kolay başkalaşıma uğramaz. Bireyler olabildiğince mekanı değiştirilerek zindana alınır ve zamanı teslim alınmaya çalışılır; dışarıda kalan bireyler ise hastane, tımarhane, işhane, okulhane, orduhane vb. hanelerle (Foucault hane deyimiyle) kontrol altında tutulurlar.

Toplumlar da aynı akıbetten muzdariptir. Önce yerleşim alanları (köy-şehir) hedef alınır. Mekan şehirler yıkılıp, yerine yeni şehir-mekanlar inşa edilir ve sonra da yeni bir zaman modeliyle toplum, hayatını sürdürdüğü toprak parçası üzerinde hayvan gibi iğdiş edilir. Asimilasyon, göçertme, kültür kırım, soykırım vb. hepsinin temel amacı birey ve toplumların mekan ve zamanını yok etmek, parçalamak olmuştur. Her saldırı bir tecrit olayıdır. Asimilasyon bir tecrit politikasıdır, göçertme özünde tecrittir, kültür kırım tecridin nüfuz etmeye başlamasıdır, soykırım tecrit hükmüdür ve topyekûn egemenlik anlamına gelir.

Tüm saldırılar tecridi amaçlar. Tecrit odaklıdır. Tümden yok etmek yerine teslim almak, tecrit politikasının temel stratejisidir. Köleci sistem bu stratejiyi en yalın haliyle açığa vurur. Birey birey olmaktan, toplum toplum olmaktan çıkarılır. Kendi doğasını yaşama hakkı elinden alınır. Bir hayvanın bile avına yapmadığı şeyi tecrit uygulayıcıları yapar. Hayat, mekan ve zamanın gaspı ölü canlarla değil, yaşayan canlarla hedef alınır. Amacı hırsızlık olduğundan ölü canların bir kıymeti yoktur. Yaşayan canların acı çektiğini, hayatın ruhundan akan gözyaşlarını ve bedenden akan kanı zevkle izlemek, toplumsal mühendislik zihniyetinin sadistliğindendir. Bu sadistliği de en iyi şekliyle tecrit politikasıyla hayat geçirilir.

 

Tecrit Kanunsuzluktur!

Dolayısıyla tecrit, egemenlikçi sosyolojinin vazgeçilmezidir. İçinde her türlü iktidar anlayışının zorbalığını barındırır. Ahlak ve vicdan ölçülerinin tümden yitirildiği bu otoriter anlayışın egemenlik erki, kanunsuzluk erkidir. Kanunsuzluk ise tecrit demektir. Hiçbir tecrit türü kanun ile işlemez. Cezaevi, hastane ve tımarhane gibi bazı resmi kurumlarda tecridin uygulanabilmesi kimi yasal düzenlemeler yapılsa da bu doğrudan yasa, kanun değeri taşımaz, var olanı meşrulaştırma çabasıdır. Düzenlemelerle ne kadar üstü örtünse de teşhir olmaktan kurtulamaz. Nerede bir tecrit varsa orada mutlak kanunsuzluğun hükmü geçerlidir.

Egemenlikçi sosyolojinin kanunu da olmaz zaten. Kendi icat ettiği şeyin ne menem olduğunu bildiğinden onu hep kanunsuz bırakır. Sosyolojik bir kelime olmasının yanı sıra siyasi ve hukuki bir kelimedir ama tecridin ne siyasetle ne hukukla zerre-i miskal bir bağı yoktur. Siyaset de hukuk da halli bir ölçü ve ilkeye bağlıdır. Belli bir yasa ve kanunlarla yaşanılır. Oysa tecrit kanunsuzluktur. Zamansızlık anlamına gelir. Her ne kadar siyasi ve hukuki olarak tartışılıyor ve gündem buluyor olsa da özü itibariyle tecrit zamansızlığın siyasi ve hukuki adıdır, zamanın değil!

 

Tecridin Kanunsuzluğu İle İnformal Uygulamalar Aynı Şeyler Değildir

Sosyolojide “formel” ve “informel” ceza sistemleri şöyle tanımlanır: “Formel toplumsal kontrol, sapkın davranışı önlemek ya da düzeltmek için kanun haline getirilmiş, kurumlaşmış, kamu mekanizmasıdır. İnformal toplumsal kontrol, toplumun normlarına ve değerlerine uyum sağlamaya yönelik dolaylı ve resmi olmayan baskılardır.”

Formel ceza sistemi, yasa ve kanunlarla düzenlenmiş adli ve cezai uygulamalardır. Formel resmiyet demektir devletin yasal kurumları tarafından uygulanır. İnformel ceza sistemi, birey ve toplumlar tarafından uygulanan ve resmi olmayan baskılardan oluşur. Örneğin; bir bireyin toplumsal normlara uygun olmayan her türlü davranışı bulunduğu toplumsal çevre tarafından kabul edilmez, antipatiye neden olur. Aynı şekilde, daha geniş kapsamda aile yada aşiret kabilelerin, toplumsal normlara uygun olmayan davranışları, aykırı yaşam özellikleri, suç işleme potansiyeline sahip olmaları, yüz kızartıcı onur kırıcı yaşam biçimlerinin yanı sıra; inanç nesnelerine saygısızlık, kutsal değerlere saldırı, etik ölçülerde aşınma, toplumsal ilişki ve etkileşim ağları kesilir, bu pratik ve davranışların sahipleri dışlanır, olabildiğince toplumsal çevreden uzaklaşmaları yönünde bir baskı uygulanır. Toplum burada, etik ve değer yargılarının savunuculuğunu yapar. Bu baskılar meşru savunma temelindedir. Toplumsal dokusunu korur. Bunu yapmak için sadece selam vermemesi bile bu tür pratik sahiplerinin huzursuzluğuna yetmektedir. Suç pratiği sahipleri ya kendilerini değiştirip dönüştürerek özelleştirilirse; bir tutumla toplumsal çevreyi terk etme yönünde tercih kılar. Zira toplumsal basıncın ağırlığı ve ayıbıyla yüzleşmek istemez. Biri özeleştiri, diğeri terk ediştir. İki seçenekten birine tercih kılar. Aksi takdirde toplumsal basınca dayanamaz. Keza ayıp olarak karşılanan şeyler, toplumsallığın en temel ahlak ölçüleridir. İlke olarak ayıp, basıncın ilk gerçekleşme ayağını oluşturur.

Toplumsal tarih boyunca tüm zaman devirlerinde toplumun toplum, bireyin birey ve toplumun birey üzerinde uyguladığı bu kontrol basınç ilkesi eksik olmamıştır. Alevilik geleneğindeki “Eline, diline, beline hakim ol!” özdeyişi, bu kontrol basıncının uyarıcı etkilerinden biridir. “Etme bulursun”, “Gülme komşuna gelir başına”, “Komşu komşunun külüne muhtaçtır”, “Bir elin ahı diğerine kalmaz” vb. toplumsal özdeyişler, etik ölçülerden ve toplumsal değer yargılarından aşınmayı önleyici bir basınç gücüne sahip olarak uyarıcı kontrol amacını taşır.

Uyarıcı toplumsal kontrol basıncı, doğallığından açığa çıkan ve resmi olmayan uygulama biçimidir. Uzaktan bakıldığında tecrit uygulamalarına benzer. Birey ve toplumların aykırı davranış sahiplerine tecrit uyguladığı sanılır. Oysa aynı şeyler değildir. Aralarında yasa farkı vardır. Tecridin kanunsuz olması, buna karşın informel uygulamanın kanunlu olması bu farkı gözler önüne serer. Toplumsal yasalar her tür olumsuz davranışa karşı sonuç alıcılığı ile devletin yasa ve kanunlarından çok daha fazla etkilidir. Ama toplum bunu tecrit mantığıyla uygulamaz ve suç sahiplerinin yaşam hakkını ihlal etmez. Sadece ilişkisini keser ve toplumsal yasalarını devreye sokar. Kişiyi toplumsal yasalara davet eder, şans tanır.

Toplumsal yasalar, informal ceza sistemiyle “kanun” gibi devreye girer. Her tür değer yargısının yasa karşılığı vardır. Gelenek, örf, âdet, ahlak, din, kültür ve sosyal dayanışma normları gibi toplumun temel sosyolojik olguları bu yasayı işletirler. Bu yasalar, doğal bir yaptırım gücüne sahiptirler. Oysa tecrit, doğal bir yaptırım gücüne sahip değildir. İnformal uygulamalar toplumsal zamanın akışını sağlar. Zaman, toplumun ruhu ise bu zamanın da işlemesi gerek. İnformal uygulamalar zamanın adil ilke ve ölçülerini gösterir. Zamanı aktif tutarak yaptırım gücünü uygular. Oysa “tecrit amaçlanan zamansızlığın yaptırım gücüdür!” Tecrit zamansızlığı, informal uygulamalar ise zamanlılığı amaçlar. Zamanın ruhuyla yaşamı kutsar. Toplumsal değer yargılarının yaptırım gücü olan informal ceza sistemi devredeyse eğer, bu zamanın aktif olduğunu gösterir. Bir başka anlamda “toplumsal hakikat devrededir!” demek.

 

Alaaddin’in Sihirli Lambası

Eğer; mevzu bahis tecrit ve zaman ise Alaaddin’in Sihirli Lambası’na değinmeden geçmek, bu masalımcı hikayenin vermek istediği mesaja haksızlık olacaktır. Bir o kadar da anlatım tarzımızda boşluk yaratacak ve hikayesinin tarafımızca anlaşılmadığı anlamına gelecektir. Zira bu hikayenin ana temasını oluşturan kurgunun derinliğinde yatan gerçeklik: tecrit ve zamandır. Bununla birlikte masalın yaratıcısı olan yazarın hangi anlam felsefesi üzerine bu hikayeyi kurguladığı ve gerçekte neyi amaçladığı bizce net değildir. Ya da gerçek anlamı egemenlikçi sosyoloji tarafından çarpıtılmıştır. Birçok anlamı olabilir. Fakat masalın ana teması olarak ilk elden çıkardığımız sonuç: Tecrit ve Zamandır!

Arap edebiyatının (Buna Hint, Fars edebiyatı da diyebiliriz.) “Binbir Gece Masalları” dizisinde geçen Alaaddin’in Sihirli Lambası hikayesinin masalımsı kahramanı, adından da anlaşılacağı üzere Alaeddin’dir. Binbir Gece Masalları’nın en çok bilinen kahramanlarından biridir. Alaaddin, Sihirli Lambası ile tanınır. Hikayesinin kurgu ya da gerçek olup olmadığı bir yana, Arap şehirlerinden biri olan Bağdat’ta geçtiği rivayet edilir. Hikayeye göre;

Alaaddin sıradan bir insandır. Ne bilge ne kahindir. Genç olmakla birlikte soytarı, berduş olarak anılır. Son derece maceraperest olan Alaaddin, genç bir kadına aşık olur. Fakat bu kadın sarayda yaşar. Alaeddin sıraya girmenin yollarını arar. Öyle ya da böyle harami bir büyücüyle tanışır. Büyücü sihirli lambadan haberdardır. Alaaddin’e,  Sihirli Lambaya ulaşmanın kapılarını açar. Büyücü hırsızdır. Alaaddin’i kendi çıkarlarına alet eder. Ancak, sihirli lambanın bulunduğu büyülü mağaranın kapıları açıldıktan sonra, Alaaddin’de hırsızlığa başlamış sayılacaktır. Masal boyunca iki hırsız birbirinin peşine düşecektir. Hırsız hırsızı arayacak, hırsız hırsızdan kaçacaktır.

Sihirli lambaya gelince; büyülü mağaradan sağ salim çıkan Alaaddin’in denetim ve kontrolünde kalır. Alaeddin, bu lambanın sihrinden yararlanarak saraya girmeye ve sevdiği kadına ulaşmayı amaçlayacaktır. Derdi saray değildir onun. Lakin bu kadına ulaşabilmek için bir saraylı olabilmesi gerekiyor. Değişip dönüşmesi, aristokrat ve saraylı olması lazım. Bunları yaparken haliyle Alaeddin, sarayın her tür kültür ve geleneğine benzeşmekle (zamanla) sarayın iktidar ve bürokrasisini de amaçlamış olacaktır. Yani derdi saray olmayan Alaaddin, saraya koştukça saraylılaşır!

Sihirli lamba, her ne kadar Alaaddin’in denetim ve kontrolünde olsa da bu lambayı icat eden kendisi değildir. Kendisinden çok önce egemenlikçi güçler tarafından icat edilmiştir. Bir tecrit ve zaman düzeneği olarak tasarlanmıştır. İçinde tecrit altında tutulmuş ve zamanı dondurulmuş bir tutsak da vardır. Bu lamba, bir tecrit ve zaman düzeneği olarak Alaaddin’in eline geçer. Tarihin büyülü tozlarının arasından çekip aldığı bu lamba, binlerce yıllık iktidar külliyatının sistemini taşır. Alaeddin, bu iktidar külliyatının tecrit ve zaman sistemini ele geçirerek kurulu egemenlikçi düzeni devam ettirir. Alaaddin’in ne zaman başı ağrısa sihirli lambadan yardım isteyecek, lamba üzerindeki kontrolü nedeniyle büyüsünden faydalanacaktır. Alaeddin, tüm gücünü kurulu sihirli düzenekten alır. Bu nedenle iktidarını sihirli lamba düzeneğine borçludur. Çokça masum görülen masalımsı kahramanımız Alaaddin, “Aşk!” adı altında binlerce yıllık egemenlikçi uygarlık sisteminin sürdürücüsü olacaktır. Tutsakları olacak, tecrit ve zaman düzeneğine sahip olacaktır. Egemenlikçi güçler için en önemli olan hususlardan biri zindan içi ve dışı fark etmeksizin tutsaklarının olması, ikincisi tecrit mekanizmasına sahip olmaları ve diğer üçüncüsü de zaman düzeneğini kontrol altında tutmalarıdır. (Unutmayalım ki Zeus, zamanı ‘Kronos’u’ öldürmekle işe başlar. Önce kendi denetiminde bir zaman kontrol gücünü elde eder.) sihirli Lambada bu üç temel özellik vardır. Alaaddin’in hem tutsakları, hem tecrit mekanizması hem de zaman kontrol sistemi vardır. Alaeddin istediği aman zamanı başlatıyor ve tecridi kaldırıyor, istediği zaman zamanı durdurup tecridi başlatıyor. Başı belaya girince tecridi kaldırıyor, sıkıntıdan kurtulup canı istediğinde de tecridi başlatıyor. Tecrit varken zaman yoktur, tecrit yokken zaman vardır.

Dikkat edelim: Tecridin başlamasıyla zaman duruyor, zamanın başlamasıyla da tecrit kalkıyor! Yani bu, doğrudan tecridin zamansızlık anlamına geldiğini ve zamanın bir ikilemi olamayacağını gösterir. Tecrit ve zaman, ikisi bir arada mümkün değildir. Ancak tecrit ve zamansızlık bir arada olabilir ve kendi içerisinde “birlik ikilemi” oluşturabilir. Yani tecrit mekânında iki zaman tur vardır. Çatışan bu zamanlardır. Zaman ve zamansızlık birbiriyle çatışır. Zaman-zamansızlık ikilemini, varlık-yokluk ikilemi örneğinde düşünelim. Yokluk diye bir şey varsa şayet, yokluğunda varlığın da mekanı birbirinden ayrı olur. İki ayrı mekandır. Yokluk kendi yokluk mekanına aittir, varlık da kendi varlık mekanına aittir. Varlığı yokluğun, yokluğu da varlığın mekanına alırsak bir şey çıkmaz, ancak kozmik çorba çıkar. Tecrit dediğimiz sistem işte bunu yapar. Varlığı (zamanı) yokluğun, yokluğu da (zamansızlığı) varlığın mekanına alır; tecrit işte bu demektir.

Zaman ve zamansızlık bir ikilemdir. Tecridin ikilemi zamansızlıktır ve sömürge zamanı olarak ifadeye kavuşur. Zamanın ikilemi ise tecrit mekanında direnen tutsaklar, hakikattir ve özgürlük zamanı olarak ifadeye kavuşur. Aslında bu çalışmamızın ana başlığı “Tecrit ve Zaman” değil, “Tecrit ve Zamansızlık” olmalıydı. Çünkü tecrit ve zaman, ifade edilmeyen çelişkidir. Aralarında gizem vardır. Tecrit zamanla, zaman da tecritle çatışmıyor. Zaman; zamansızlık, zamansızlıkta; zamanla çatışıyor. Tecridin olduğu yerde zaman, zamanın olduğu yerde tecrit olmaz. Varlığı yokluğun, yokluğu varlığın mekanın algılamak gibi bir şeydir ki bu da akıl ve mantık sınırlarını zorluyor. Arada anlaşılmayı, bekleyen sıkı bir gizem vardır. İkilem manasında ele alamayışımızın nedeni de budur.

Basitleştirelim: Tecrit ortamında bulunan bir tutsak, zamansızlığı yendiği oranda zamandır. O zamana dönüştükçe tecrit fiilen ortadan kalkıyor. Yani mekan her ne kadar tecrit mekanı olsa da (varlık açısından yokluğun mekanı), zamana tecrit işlemiyor! Çünkü tecridin zamana göre gücü yetmiyor. Dinsel anlamda şeytanın imana dokunamaması gibidir. Tutsak zamanını aktif kılıp yaşadıkça; tecridin hükmü üzerinde işlemez olur ya da tecrit tutsağın zamanın aktif oranına göre etkilidir. Tutsak üzerinde zamansızlık hakimse, tecridi ful olarak yaşar. Yani deyim yerindeyse tecridin amaçladığı kozmik çorbaya dönüşür. Ama üst düzeyde zamana dönüşmüşse tecridin etkisi sıfırlar. Misal; Alaaddin’in Sihirli Lambasının içindeki tutsak Cin, zamana dönüştüğü için tecridin kalkıp kalkmaması onun varoluşsal gerçeğine zaman vermiyor. Düzeneğin (zindanın) içinde de dışında da Cin, hep canlı ve özne konumundadır.

Diğer yandan egemenlikçi sosyoloji, Alaeddin ile Cin’in ilişkisini efendi-köle perspektifinden tartıştırır. Oysa bu bir çarpıtmadır. Efendi-köle perspektifinden ele alırsak bile orada kimin efendi kimin köle olduğu tartışmalıdır. Yani yansıtıldığı gibi olmamak gerek. Orada özne konumunda olan Cin’dir. Zamana dönüşmüştür! Tecrit düzeneğinin (zindanın) onun üzerinde bir etkisi yoktur. Egemenlikçi sosyolojinin ve peşindeki büyücü haraminin (gladio) komplosunu boşa çıkarma çabasındadır. Sonuç olarak Alaeddin’in Sihirli Lambası’nın tecrit ve zaman düzeneğini, egemenlikçi sosyolojiye bağlı bir mekan (zindan, hastane, tımarhane vs..) ve birey-toplum üzerinde nasıl uyarlandığını düşünebilir, bunun üzerinden fikir yürütebilir. Örneğin her ulus-devlet modelinde bu düzenek neredeyse her kurumda ve birey üzerinde işlemektedir.

 

Tecrit ve Zaman

Zindanlar, uygarlık tarihi boyunca Sümerlerin mitolojik olarak adına “Ölüler Diyarı” dedikleri zamandan beri varolagelmiştir. Her egemenlikçi sistem, zindanları kendi amaçlarına uygun olarak sistemleştirmiş ve uygulamaya almışlardır. Kimileri doğrudan cezalandırma yöntemine başvurarak içinde ve idamın da bulunduğu bir sistemi tercih etmiştir, kimileri de ıslah evi olarak amaçlandırmıştır. Her halükarda içerik ne olursa olsun zindanlar tercih mekanları olarak inşa edilmiştir. Bireyler bulundukları toplumsal ortam, çevre ve gruplardan uzaklaştırılarak ayrıştırılır, izole ve soyutlanarak tecrit edilirler. Bu mekan Alaeddin’in Sihirli Lambası’nın tecrit ve zaman düzeneğine benzer. Egemenlikçi sistemin bulunduğu yerde birey ve toplumların mutlak tecrit altında oldukları tartışmasıdır. Lakin mekan olarak zindanlar, bu tecridin en yoğunluklu işlendiği yerdir. Tecridin merkezi konumundadır. Topyekûn tecrittir. Tutsaklık ve mahkûmiyet, topyekûn tecrit hükmünün altındadır.

Zindanların amacını ve yaşanılan hayatı üzerinde çok şey söylenebilir. Ama kısa ve öz olarak belirtecek olursak: Zindanlar bireylerin kimliği ve varoluşuna en kapsamlı saldırının gerçekleştirildiği yerdir. Hükmü zamanı durdurmak üzerinedir. Zindana alınan birey, her şeyden önce kendi amacını yaşamaktan alıkonulmuştur. Her mekanın özgün bir zamanı vardır. Zindanlarinda zamanı özgündür. Zindanlarda işleyen zaman sömürge zamanıdır! Bireyin kendi zamanı saldırı altındadır. Çoğu insan bu saldırılara dayanamaz. Zamanı tümden durma pozisyonuna gelir ve sömürge zamanını yaşamaya mecbur bırakılır. Zaten mahkemeler “şu kadar yıl” demekle sömürge zamanının, zaman birim parçasını belirler. Genel anlamda tutsaklar, karşı karşıya bulundukları tecrit koşulları nedeniyle, kendi zamanlarını yaşama fırsatını bulamazlar. Tecrit sistemi buna izin vermez. Amacı tecrit altında tuttuğu bireyin zamanını durdurmak, kendi sömürge zamanını aktif hale getirmektir. Kimileri buna karşı direnir, güçlü bir iradeyle özgürlük zamanını yaşamakta ısrarcı olur. Kimileri pasif kalırken kimileri de teslim olur. Şafak saymaya başlar.

Zaman bir ruh olayıdır. Kimliğin, varoluşun kontrolü altında tutabiliyorsa onun ruhunu yaşayabilir. Beton duvarların arasında zaman, top gibi çarpar insanı. Kişi, direniş ruhuyla beslenemiyorsa eğer, sömürge zamanı onu çarpar. Buna karşın şayet ilkeli bir tutumun sahibi olabiliyorsa, bu sefer de kişinin kendi zamanı çarpar onu. Öyle bir denklem ki araftadır insan. İki zaman türünün arasına sıkışıp kalır. İki zamanın da bol bol tokadını yer. Kendi değerlerine yabancılaştığı andan itibaren hakikatin zamanı, vicdan ve ahlak ölçüleriyle onu sorgulaya sorgulaya ilkelere davet eder. Her davet bir tokattır. Kafaya da atılan bir taştır sarsar! Diğer yandan değerlerle bütünleşen, kendi zamanını kontrol edebilen tutsak, bu seferde tersinden sömürge zamanının tokatından kurtulamaz. Ama direnip azmini, kararlılığını ve iradesini kazanır. Her tutsak için önemli olan, bu denklemi doğru tutturmak ve hayata geçirmektir. Onun için kontrolsüz zaman zaman değildir diyoruz.

Bu denklemden kasıt dengecilik değildir. Zindan ve tecrit gerçeği boşluk affetmez. Kozmik boşluk gibidir. Her an yeni bir oluşuma hazırdır. Yani insanın yaşadığı her boşluk yeni bir oluşa gebedir. Bu oluşta zamanın ruhu ve hükmü geçerlidir. Taraf olarak kişi hangi zamandaysa, o zaman türünün hükmü basınç gösterir. Denklem burada rol oynar. İlkeler, ölçüler burada anlam bulur. Yeni bir oluşta! Kabul ve ret ölçüleri bireyi iki zaman arasında radikal bir tercih yapmaya zorlar. Tutsak bireyin başka da bir şansı yoktur. İlkelerden, ölçülerden ve değerlerin zamanından yana tercih yapan birey, kurtuluş ve özgürlüğe çok daha yakındır. Ayrıca tecrit zamanına (zamansızlığına) karşı bir duruş göstermenin şansı yüksek, iradesi de güçlenmiş olur. Biz bu güçlenmiş iradeye zaman diyoruz.

Şüphesiz; tecrit altında tutulan birey için bunlar öyle kolay şeyler değildir. Yıpranan gerçek anlamda zindanı ve tecridi yaşayan az insan yoktur. Fakat her anını direnişle geçiren az insan yoktur. Her iki zamanın da hissettirdiği bir yaşam alanıdır. Bu nedenle zindanlar, karşı direnişle aynı zamanda birer özgürlük alanıdırlar. A. Öcalan, zindanları hakikatin ve özgürlük bilincinin geliştiği yerler olarak da tanımlar. Buna göre; A. Öcalan’ın mutlak yalnızlığa karşı direnişi, durağanlığa karşı mutlak harekettir. A. Öcalan, varoluşsal kimliğinin oluşum gücünü hareket olgusundan alır. Bunu anlamlandırırken, “Cıva” örneğini verir. Cıva, varoluşsal enerjidir, oluşum gücüdür. Hareketi zamanı ve hakikati sembolize eden en temel kozmik öğelerden biridir. Hareket ve zaman iç içedir. Hakikat onların bileşkesi olan cıvadır ki özgürlük bilinci ve hakikat algısı buradan doğar. Cıva zamanın ruhuna ve aktif oluşumunu en iyi ifade eden öğe olduğundan A. Öcalan, zamanın değerli geçen anlarını hakikatin kazanımlarına bağlar. İnsan zihnine yansıyan zaman ve hakikat, buradan (kazanımlardan) çıkar. Daha doğrusu “kazanımlar” zaman ve hakikatin somut ve maddi sonuçları olarak gerçekliği temsil edecektir. Hareket zamanı; zaman ise hakikati içerleyecek onları özgürlük temelinde sembolize edecek olan da cıva olacaktır. Tecride karşı tutum, ancak zaman ve hakikat aşkıyla yol alan hareketin yerinde duramayan cıvaya dönüşmesiyle mümkün olabileceğini anlatır. “Tecrit”, yalnızlık, durağanlık ve zamansızlık demektir. Oysa cıvaya dönüşümü varoluşsal gerçeklik, bunun (tecridin) karşı kutbundan zaman dönüşmüştür. Zamanın aktif oluşuna, hakikat ve imanla dolu oluşu ifade eder. Şeytana karşı imanlı bir duruş örneğindedir. Şeytanı eritebilecek tek güç imandır. Aynı şekilde tecridi eritebilecek onu işlevsel kılacak olan tek şey de zamandır. İman ve zaman özgürlüğe dönüşmüş bilinç ve iradedir. Zamana dönüşmek külli irade demektir. Külli iradeyle sömürge zamanına ve onun tecrit koşullarına bilgece duruş sergileyen A. Öcalan, kendisine tecride karşı yani şeytana karşı iman gücünü “hakikat avcısı” olarak tanımlayacak ve temsil ettiği toplumsal zamanın ruhunu savunacaktır. Bir ülkenin halkın, davanın ve çağın zaman devrimi, temsil edecektir. Tıpkı Hz. Muhammed, İsa ve Zerdüşt peygamberler gibi içinde bulunan kozmik zaman devrimini, ruhunu inşa etmeye girişecek, zamanın her bir anını tecride karşı “manevi direniş” olarak dile getirecek ve hakikat algısının önemine dikkat çekecektir. Ona göre “zindanda tahammül gücünün tek ilacı hakikat algısını geliştirmektir.” Bu temelde A. Öcalan, zindan içi ve dışı tecrit politikalarına karşı manevi direnişi, hiçbir yoruma yer bırakmaksızın şu ünlü cümlelerle hikâyesini anlatacaktır:

 

Tecridin Teorisi Yapılmaz, Onu Yaşayanın Hikayesi Dinlenir, Felsefesi!

“Açık hava zindandaki mücadelemde müthiş söylem ve eylemde bulunurken, hakikat algısına fazla fırsat bulamıyordum. Kapalı zindan koşulları büyük sorunları olanlar için yaman bir öğreticidir. Bu nedenle kapalı zindanlar, söylem ve eylemin mücadele alanları olmaktan çok büyük sorunları olup da altında ezilmeyenler için hakikat algısı ve mücadelesinin güçlü ve başarılı geçtiği yerlerdir. Büyük davaları olanlar için zindandan ancak keşfi uğruna mücadele ettikçe hakikatlerin kazanılacağı bir alan anlamını taşır. Zamanın anları hakikat kazanımlarıyla dolu geçtikçe zindandaki yaşamda katlanmaya değer olur.”

“Her devrimci insan, zindanda en imkansız, en olmaz, en zor koşullarda bile ne olursa olsun onur savaşını vererek mutlak anlamda onur savaşını kazanmalıdır. Bunun dışında bir alternatifi yoktur. Ben de zindan da bulunan bir insan olarak son tahlilde onur savaşçısıyım.”

“Belirleyici olan benim kendimi tecrit koşullarında ikna etmemdir. Öyle büyük gerekçelerim olmalıydı ki tecride dayanabileyim. Tecrit de olsa büyük bir yaşamın sergilenebileceğini kanıtlayayım.”

“Çözüm insandadır. Tarih ve zaman bilincine kavuşmuş insan, eğer gaflet içindeysen tarih ve zaman sende durmuştur, kırılmıştır ama ben yaşadığım için zamanın kendisi oluyorum, zamanı parçalıyorum.”

“Cezaevleri ıslah evleri olmayıp topluma karşı ahlaki ve iradi görevlerin yetkince yerine getirilmesinin de öğrenildiği mekanlardır. (…) Yaşamın kendisi büyük heyecan ve coşku kaynağıdır. Yaşamda evrenin anlamı gizlidir. Bu gizi fark ettikçe zindan da olsa yaşama katlanmak diye bir sorun olmaz. Zaten zindan özgürlük içinse orada büyüyecek olan hakikat algısıdır. (…) Benim için zindan, Kürt olgusu ve sorununu algılamak ve çözüm olanaklarını kurgulamak açısından tam bir hakikat savaşı alanına dönüştü. Dışarıda daha çok söylem ve eylem geçerliyken cezaevinde anlam geçerliydi. (…) Moral, bilinç ve irade gücüm eskiye nazaran kesinlikle gerilememiş; tersine daha rafine hale gelmiş, estetikle beslenmiş ve güzel gelişme yönüyle zenginleşmiştir. (…) İster içeride ister dışarıda ister ana karnında ister fezanın herhangi bir anında ve mekanında olsun insan yaşamı ancak toplumsal olarak özgür farklılık içinde eşit ve demokratik yaşanabilir. (…) Kapitalist modernitenin yoldan, hakikat yolundan çıkardığı insanlarla yaşamaktansa, hücremde son nefesime kadar tek başıma yaşamayı tercih ederim.”A. ÖCALAN

 

 

Bunları da beğenebilirsin

Yoruma kapalı.