Düşünce ve Kuram Dergisi

Kapitalist Modernitenin Parçacılığına Alternatif Birleştirici Demokratik Modernite Sistemi

Emran Emekçi

“Kapitalist modernitenin kavmiyetçi-dinci, milliyetçi ulus-devletçi bölme, parçalama ve parçacılığına mahkûm değiliz. Alternatifi birleştirici demokratik modernite sistemiyle Kürtler sadece küçük bir parçada değil, bütün dünyayla yaşayacaktır, Araplarla, Farslarla, Türklerle, herkesle, tüm halklarla yaşayacaktır.”

A. Öcalan

 

Tarih boyunca son iki yüzyıllık kapitalist modernite çağına gelene kadar gerek ilkçağ tanrı-kral, Nemrutlar, Firavunlar ve köleci imparatorluklar döneminde olsun, gerekse Ortaçağ İmparatorlukları döneminde olsun bütün geleneksel devletler, toplumların kültürel bütünlüklerini her daim dikkate aldılar; bu bütünlüğü parçalama ve zorla asimile etmeye yönelmediler. Örneğin Babil için yetmiş iki dilli uygarlık deniliyordu. Hakeza Nemrut ve Firavunlar döneminde bile dil yasağı, zorla asimilasyon yoktu. Ortaçağ İslam imparatorluğunda da kavmiyetçi öğeler olsa da esas olan ümmetçi kültürel bütünlük ilkesiydi. Tek dil, tek millet, tek vatan, tek devlet, tek marş, tek bayrak gibi ulus-devletçi tapınmalara yer yoktu. Tapınılacak tek varlık Allah’tı. O’nun da birbirlerini daha iyi tanısınlar diye farklı farklı yarattığı kavimleri yok sayıp zorla tekleştirmeye-asimilasyona kalkışmak Allah’ı yok saymak, O’nun farklılık-çeşitlilik içinde birlik nizamını (ümmetçiliğini) bozmak gibi büyük bir suçtu. Allah’ın nizamı altında her kavim, ümmetinin birer bileşeni olarak vergi vermek ve gerektiğinde asker gönderme dışında kendi içinde dilini, kültürünü özgürce yaşayabiliyor ve geliştirebiliyordu. Bunun önünde herhangi bir engel yoktu. Kürt beylikleri de bu çağda Halifeye bağlılık, vergi ve gerektiğinde asker verme dışında, kendi coğrafyalarında adeta bağımsız statüdeyken, Kürt toplumu da toplumsal kültürlerini serbeste yaşıyor ve geliştirebiliyordu. Aynı şekilde; Kur’an da hak din sayılan Hıristiyanlar, Museviler de vergilerini vermek şartıyla kendi içlerinde inançlarını özgürce yaşıyorlardı. Bünyesindeki farklı dinlerin ve milletlerin varlığını ve kültürünü yok sayarak zorla tekleştirme, asimile etme gibi bir politikaları yoktu. Osmanlı devlet geleneği de aynı esaslar üzerinden yürütülüyordu. Bütün kavimler ve hak dinler, ‘Milletler Sistemi’yle sadece vergi vermek ve gerek duyulduğunda asker olarak orduya katılarak bağlılıklarını yerine getirmek şartıyla, kendi coğrafyalarında kültürlerini serbestçe yaşayıp geliştirebiliyordu. Kavimler ve hak dinler, bu temelde kapitalist çağa gelene dek binlerce yıl, kültürel bütünlüklerini koruyarak bir arada barış içinde yaşıyordu. Osmanlı barışı denilen düzen de kaynağını bu gerçeklikten alıyordu.

Son iki yüzyıllık kapitalist modernitenin icat ettiği milliyetçi tekçi-homojen ulus-devlet aygıtının en büyük tahribatı, işte halkların ve hak dinlerin bu binlerce yıllık kültürel bütünlüğe dayalı geleneksel bir arada barış içinde yaşama düzenini –İslam ve Osmanlı barışını- bozmak oldu. Tüm Ortaçağ boyunca Hıristiyan evrenselciliği ve İslam Ümmetçiliğiyle sınırlanıp denetime alınan Yahudi kavmiyetçiliği (Tevrat’a dayandırılan “Seçkin Kavim” inancı), kapitalist çağda, bu yönlü denetimin oldukça zayıf olduğu uzak bir coğrafyada, Hollanda ve İngiltere sermayesiyle ittifak ederek, kendisini milliyetçilik ve ulus-devlet olarak güncelledi ve tüm dünyaya bir kötülük gibi yaydı. Bu aygıtla binlerce yıllık bir bütünlüğü olan Ortadoğu kültürü paramparça edilerek farklı din, dil, mezhep, halk-kavim-uluslar birbirleriyle karşıtlaştırılarak süreklileşen milliyetçi ulus-devletçi kargaşa, kriz, kaos ve çatışmalara sürüklendi. Her ulus-devlet de homojen ulus yaratma adına kendi içindeki tüm farklı dil ve kültürleri tekçilikle eritme ve yok etme sürecine aldılar. İngiltere 16. Yüzyılda etrafı geleneksel imparatorluklarla çevrili bir ada konumundaydı. Bu durumdan çıkışın yolunu kapitalist milliyetçi ulus-devlet aygıtını icat etmede bulmuştu. Bu stratejik böl-yönet aygıtıyla etrafını saran imparatorlukları (Fransa, İspanya, Avusturya-Macaristan ve en son Osmanlı) tek tek parçalayarak, onlarca ulus-devlete böldü. Ardından tüm bu ulus-devletleri kendi hegemonyalarına (İngiltere güdümündeki Milletler Cemiyeti, 1945’lerden sonra hegemonyayı devralan ABD kontrolündeki Birleşmiş Milletlere) sıkıca bağlayarak dünya hâkimiyetlerini kesinleştirdiler. Bu temelde “Her millete bir ulus-devlet” adı altında Osmanlı Milletler Birliğini de parçalayarak onlarca ulus-devlete böldüler. Bu aygıt sadece yüzlerce yıllık Osmanlı kültürel bütünlüğünü-barışını bozmadı; merkezileşme baskısı altına alınan geleneksel devlet yapısını da bozdu. 19. Yüzyıl Kürt isyanları, kapitalist modernitenin Osmanlı devletine onun da Kürtlere dayattığı merkezileşme baskılarına tepki olarak gelişti. Sonuç, geleneksel Osmanlı-Kürt ittifakına (1514 tarihli Amasya Antlaşması) dayalı barışın da bozulması, Kürdistan Emirliklerinin-beyliklerin tasfiyesi, yerine Hamidiye Alayları (1891) ve Aşiret Mektepleri (1892) tarzında devşirme ajan bir sınıflaşmanın ikamesi oldu.

19. Yüzyılın sonları ve yirminci yüzyılın başlarında Kapitalist modernite-Osmanlı Devleti-Hamidiye Alayları kuşatması altına alınan Kürt toplumu, ister sınıf-devlet eksenli devlet ulusçuluğu tarzında olsun, isterse toplum odaklı demokratik uluslaşma tarzında olsun, her iki yoldan da ulusal toplum haline gelmekten alıkonuldular. İngiltere, hegemonik çıkarları gereği (Hindistan Yolunun güvenliği ve Rusya yayılmacılığının durdurulması) tampon devletler rolü verdiği İran ve Osmanlı imparatorluklarını çoktan merkezi ulus-devlete dönüştürme sürecine aldığı için bunlar artık imparatorluk değil Osmanlı ve İran devletleriydi. Kavalalı Mehmet Ali Paşa örneğindeki gibi İngiltere desteğiyle ayakta tutuluyorlardı. Aynı şekilde örneğin Bedirhan Bey (1841-1847) ve Şeyh Ubeydullah (1880-82) çıkışları, ulus-devlet olma aşamasını yakalamış güçteydi. Eksik olan hegemonik destekti ki, İngiltere bu desteği tersi yönde ve İran-Osmanlı devletlerinden yana kullandığı için başarısızlığa uğratıldılar. Beyliklerin tasfiyesiyle yerine ikame edilen kendilerine bağlı devşirme-işbirlikçi Hamidiye Alayları ise, yirminci yüzyılın başlarında Ermenilere, Bolşeviklere ve demokratik cumhuriyet sürecine (1919-23) karşı konumlandırıldılar. Ki bu yıllar Ekim Devriminin etkisiyle Rusya’dan Çin’e, Avrupa’dan İngiltere ve Amerika’ya, Latin Amerika ve Güney Afrika’ya kadar dünyanın her yerinde demokrat, sosyalist halk önderliklerinin doğuş yıllarıydı. Hamidiye Alayları, Kürt toplumunda demokrat sosyalist bir halk önderliğinin ortaya çıkışını engelleme rolünü de yerine getiriyordu. Bağlı hareket ettikleri hilafet ve saltanat kurumu ise çoktan kapitalist modernite denetimine alınarak özünden boşaltılmış, kabuk bir kurum durumundaydı. İttihat Terakki Cemiyetinin kuruluşu (1889) ve 1913 darbesiyle de yönetimi ele geçirmesiyle birlikte de tamamen işlevsiz, sembolik bir kurum haline getirilmişti. İttihatçılar tüm devlet ve hükümet yetkilerini çoktan ele geçirmişlerdi. Tek parti diktatörlüğünü ilan ettikleri süreçte de  (1913-18), tekçi homojen ulus-devlet yaratma adına Ermenilerden sonra Kürtleri de bu coğrafyadan silme programını yürürlüğe koyduğunda da, Hamidiye Alayları ve Aşiret Mekteplerinde devşirilen Kürt feodalleri, Ermenilerin tehcirinde (1915) kullanılırken sıranın Kürtlere de geleceğini düşünemiyorlardı bile. Ki hemen akabinde 16 Mayıs 1916’da Sykes-Picot Antlaşması’yla İngiltere, Ortadoğu haritasını adeta cetvelle çizerken, Kürt coğrafyasını da (Fransa mandasına verilecek Suriye ulus-devleti, İngiltere mandasına verilecek Irak ulus-devleti) parçalayarak paylaşma sahası haline getirme kararıyla bunun ilk işaretini veriyorlardı. Bu anlaşmayı uygulamaya geçirmek için oyun içinde oyun geliştirdiler. Arap egemen sınıflarını ‘Büyük Arabistan’ sözüne inandırıp Arapları Osmanlı’dan koparıp onlarca küçük ulus-devlete bölerek hepsini kontrolleri altına aldılar. Ermeni egemen sınıflarını da ‘Büyük Ermenistan’ sözüne inandırıp önce Osmanlı’ya karşı isyana teşvik ederek İttihatçılara kırdırdıktan sonra küçük bir Ermeni ulus-devletine hapsettiler. İçeriden de İttihat ve Terakki paşalarını da ‘Büyük Turan’ sözüne inandırarak birinci dünya savaşına sürükleyerek Osmanlı imparatorluğunun da sonunu getirdiler.

Osmanlı imparatorluğunun Mondros Mütarekesiyle (30 Ekim 1918)   resmen çöküşünü ilan ettiği yıllarda Hamidiye Alayları kökeninden gelen Kürt feodalleri ise, hala İngiltere ile açık işbirliği ayakta durabilen hilafet ve saltanata bağlılıktan söz ederek, İngiltere ve İstanbul Hükümetiyle birlikte hareket etmeye devam ediyorlardı. Bunlar İngiltere kontrolünde 14 Mart 1918’de kurulan Sadrazam Damat Ferit Paşa hükümetinde bugünkü Danıştay karşılığı olan Şuray-ı Devlet Başkanlığı görevini yürüten Seyyid Abdulkadir başkanlığında toplanarak, 19 Kasım 1918’de Kürdistan Teali Cemiyetini (KTC) kurdular. İngiltere-İstanbul hükümeti gizli kararıyla Sevr-Paris anlaşmasındaki (10 Ağustos 1920) büyük ‘Bağımsız Kürdistan’ sözüne inandırılarak hem demokratik cumhuriyet sürecine (1919-23) hem de Bolşeviklere karşı konumlandırıldılar. Bu süreçte yayınladıkları bildirilerinde İngiltere kontrolündeki hilafet ve saltanata bağlılığa vurgu yaparak hem demokratik cumhuriyet sürecine hem de Bolşeviklere karşıtlığını açıkça ilan ettiler. Bu bağlamda Kürt toplumunda demokrat sosyalist bir halk önderliğinin çıkmasını engelleme rolünü sürdürüyorlardı. İnandırıldıkları büyük ‘Bağımsız Kürdistan’ “sözü”, gerçekte büyük İngiliz oyununu gizleyen bir örtüydü. Asıl amaçlarını 1921 Kahire Konferansı’nda belli etmişlerdi. Bu Konferans’ta kararlaştırılan, Kürt sorunun çözümsüz bırakma, sürekli bir sorun kaynağı halinde tutarak gerektiğinde işbirliğine çektiği Kürt feodallerini kullanarak isyana teşvik edip bir tehdit aracı olarak kullanma politikasıydı. Ortadoğu haritası-satranç tahtasında Kürt feodallerine biçtiği rol tipik piyon rolüydü. Bu gerçekliğe rağmen Hamidiye Alayları kökenli Kürt feodalleri,  hala İngiltere ve kontrolündeki İstanbul hükümetinin büyük ‘Bağımsız Kürdistan’ “sözüne” güvenmeye, oynanan oyuna hizmet etmeye devam ediyordu. Bu amaçla merkezini Erzurum’a taşıyıp kendisini Azadi örgütüne (1923) dönüştürdüler. Örgütün başına getirilen Cibranlı Halid Bey de, Hamidiye Alayları komutanlarındaydı. Şerif Paşa, Sevr Anlaşmasının hayata geçirilmesi için diplomatik işleri yürütmekle görevlendirilirken, Seyyid Abdülkadir de, bizzat İngiliz ve Osmanlı hükümeti yetkileriyle bu yönlü görüşmelerin muhatabıydı. Sonuç çok güvendikleri İngiltere tarafından Lozan sürecinde (1923) Ankara hükümetiyle “Al Kürtlerini ver Musul-Kerkük’ü” gizli anlaşmasıyla idama gönderilmek oldu. İngiltere bu temelde Sykes-Pıcot anlaşmasında hedeflediği amaçlarına (Fransa mandasına verilecek Suriye ulus-devleti, İngiltere mandasına verilecek Irak ulus-devleti) ulaşırken, parçalanan Kürt toplumu ise kapitalist moderniteye bağlı dört ulus-devlet (Türkiye, İran, Irak, Suriye) sınırları içine alınarak inkâr, imha ve asimilasyon uygulamalarıyla tarihten silinme sürecine alındı.

Kapitalist modernitenin denetimine alınıp; İngiltere-Yahudi Sermayesi İttihatçı bürokratlar ittifakı eliyle yürütülen minimal tekçi Türk ulus-devlet yapılanması ile sistemden dışlanıp yok sayılan ve inkâr edilen Kürtler, Şark Islahat Planıyla ulus olmaktan vazgeçme ve Türkleşme dayatması altına alındılar. İran ulus-devlet hâkimiyetine alınan Kürtlerin durumu da Türk ulus-devlet modelinden pek farklı değildi. Her iki devlet geleneği Kürtleri daha Ortaçağda, 1639 Kasrı Şirin Antlaşması’yla resmen parçalamaya götürmüştü. Kapitalist moderniteyle birlikte bu ittifak, Kürt başkaldırılarını ortaklaşa bastırmaya dönüştü. Sımko; ardından Mahabat Kürt Cumhuriyeti deneyiminde açığa çıktığı gibi kimi zaman İngiltere-İran ulus-devleti ittifakı, kimi zaman ABD-İran ulus-devleti-SSCB ittifakı benzeri genel, kimi zamanda Ağrı isyanının bastırılmasındaki gibi yerel İran-Türkiye ulus-devletler ittifaklarıyla bastırıldılar. Günümüzde de devam eden Türk ve İran ulus-devletleri arasında oluşturulan anti-Kürt ittifakı da bu tarihsel gerçeği doğrulamaktadır. Hakeza Suriye ulus-devlet statüsünü de İngiliz ve Fransız hegemonyası ile acenteleri Türk ulus-devleti birlikte ortaklaşa kararlaştırarak (Birinci ve İkinci Ankara Antlaşmaları) bu parçadaki Kürtleri de tarihten silinme kaderine terk ettiler. Suriye ulus-devleti içindeki Kürtler, hukuken vatandaş dahi sayılmayarak dışlandılar, sınırda geliştirilen Arap Kemeriyle, uzun vadede eritilme sürecine alındılar. Halen bu parçaya yönelik Türkiye-İran-Suriye ittifakı, Kürtlerin bu parçada olası bir statü kazanmalarını engellemeye yöneliktir. Irak ulus-devlet hâkimiyetine alınan Kürtlerin durumu ise, diğer parçalara nazaran biraz daha farklı gelişti. Özellikle Irak ulus-devletinin geç ve zayıf oluşmasının yarattığı boşluklar nedeniyle ulusal varlıklarını biraz geliştirme olanağı bulabildiler. İkinci Dünya Savaşı’ndan sonra ABD hegemonyasının tesisi ardından bu parçadaki Kürtlere, İngiltere’nin onayıyla 1990’lardan itibaren milliyetçi dinci küçük bir ulus-devlet bahşedildi! Bu proje, dinci ve milliyetçi çatışmaları körükleyip, yeni katliamlar ve soykırımlara davetiye çıkarmaydı. Nitekim IŞİD saldırıları döneminde bu gerçeklik net biçimde açığa çıktı. Geri çekilen peşmergeler, halkı saldırılar karşısında tamamen savunmasız durumda bıraktı. Eğer öz güce dayalı demokratik ulusal toplum güçleri devreye girmemiş olsaydı, genel bir soykırımla sonuçlanacaktı. Dış güçlere dayalı Kürt feodallerinin milliyetçi ulus-devletçi anlayışla küçük ulus-devletini bile savunabilecek güçte olmadığı de net biçimde ortaya çıktı. Dolayısıyla bu parça açısından da varlık sorunu hala devam etmektedir. Son tahlilde sadece bu parçadaki Kürtlerin değil bütün Kürtlerin varlığını ve geleceğini güvenceye almanın yolunun milliyetçi, dinci böl yönet aygıtı ulus-devletlere dayalı kapitalist moderniteye alternatif birleştirici demokratik modernite sistemini demokratik ulusçuluk temelinde inşa etmekten geçtiği bir kez daha doğrulanmış oldu.

Kapitalist modernitenin hegemonik çıkarlarına göre kurgulayıp inşa ettiği dört ulus-devlet (Türkiye, İran, Irak, Suriye) sınırları da yapay sınırlarına hapsedilen Kürt toplumu, kapitalist modernite, acentesi yerel ulus-devletler ve işbirlikçi feodal kompradorlar tarzında üç katmanlı bir kuşatmaya alındı. Türk ulus-devlet hâkimiyetindeki Kürt toplumu, 1925-45 arası dönemde İngiltere-Yahudi Sermayesi-İttihatçı bürokratlar ittifakının (Beyaz Türkçü Hegemonya) kuşatması altına alınmıştı. 1945’ten sonra hegemonyayı devralan ABD ile bu hegemonik kuşatma NATO gladiosu eliyle sürdürüldü. Hamidiye Alaylarından geriye kalan Kürt feodalleri 1950’lerden itibaren oligarşi içine çekilerek Türk’ten daha fazla Türkçü, işbirlikçi feodal komprador sınıfa dönüştürülerek kuşatma halkasına eklendiler. Bu üçlü kuşatma altında Kürt toplumu ırgat, işsiz yığınlar halinde ağırlıklı bölümü şehirlere göç ettirilerek kapitalist modernitenin daha fazla ucuz iş gücü kaynağı olarak kullanılan sömürü malzemesi, nesne konumuna düşürüldüler. 1960’lara gelindiğinde Kürt sorunu bu parçada tarihe karışmış, ‘Doğu Sorununa’ dönüşmüştü. Türkiye İşçi Partisi bünyesinde kendilerini ‘Doğu Grubu’ olarak tanımlıyor, dernekleşmelerini de ‘Doğu’ adıyla (DDKO, DDKD) sürdürüyorlardı. Çizilen sınırları aşıp ‘Kürt sorunu’ vardır diyerek, anayasal vatandaşlık temelinde çözümünü programına aldığında TİP, 1971 gladio darbesiyle kapatılacak, “Kürtler komando terörü altındadır” diye cumhurbaşkanı Cevdet Sunay’a rapor gönderen DDKO üyeleri ise daha darbe öncesi gözaltına alınacak, yargılamaları sürerken sıkıyönetim komutanlığı kararıyla kapatılacaklardı. DDKO yargılamalarının da ana konusu Kürtler var mı, yok mu tartışmasıydı. İddianameleri Kürtler yoktur tezini kanıtlamaya çalışırken “sanıklar” ise Kürtler vardır savunmasını geliştiriyordu. Bir toplumun gelebileceği en kötü durum, varlık-yokluk ikilemine indirgenmesiydi. PKK Lideri Abdullah Öcalan, bu ikilemi özgürlük lehine değiştirmek için yola çıktığında karşısında çoktan işbirliğine çekilmiş “Sosyalizmi Kürdistan’a sokmayacağız” diyen yerel feodal kompradorları, onların efendisi yerel ulus-devletleri, 1990’lardan itibaren de hepsinin dünya patronu kapitalist modernite güçlerini bulacaktı. Kürt toplumunun tarihte ilk kez nesne konumundan çıkarak kendi öz çıkarları adına politika yapan özne durumunu yakalaması, bütün ezberleri bozuyordu. Bu gelişmeyi durdurmaya yönelik 12 Eylül 1980 darbesiyle Türk İslam-Sentezi denilen ikinci cumhuriyet dönemine geçildi. Bu temelde 1985’lerden itibaren Hamidiye Alaylarının güncellenmesi olan Köy Koruculuğu sistemine geçildi. Ancak bu kuşatma, 1990’lara gelindiğinde, hegemonyadan bağımsız öz güce dayalı özgür Kürt halk iradesinin kitleselleşerek açığa çıkmasına engel olamadı. Bu yıllardan itibaren artık sıra, açığa çıkan bu özgür Kürtlük iradesini iç içe yaşadığı halkların özgürlük iradesiyle buluşturmaya, bu temelde Ortadoğu halklarının gerçek anlamda özgür, eşit, gönüllü demokratik konfedere birliğini sağlamaya gelmişti. Bu gelişmeyi durdurmak için de 1990’lardan itibaren her türlü gladio yöntemleriyle iç içe parçacılık siyaseti devreye konuldu.

1990’lı yıllar dört parçadaki kapitalist modernite icadı ulus-devletleri (Türkiye, İran, Irak, Suriye) demokratik anayasal birlik temelinde değişime zorlarken, onlarla birlikte Ortadoğu halklarının da özgür eşit gönüllü demokratik birliğini ifade eden Demokratik Ortadoğu Birliğine götürecek yolu ardına kadar açıyordu. O yıllarda Arap basınında Öcalan için Çağdaş Selahaddini Eyyubi nitelemesi yapılırken, beraberinde Türkiye Cumhurbaşkanı Özal ile Öcalan arasında da demokratik siyasal çözüm yönlü diyalog sürecini gündeme getirmişti. Tüm bu gelişmeler, kapitalist modernite sisteminin Ortadoğu gerçekliğine yabancı, kültürel bütünlüğünü parçalayan böl-yönet esasına dayalı yapay ulus-devletler statükosunu sarsıyor, halklar lehine özgür eşit gönüllü demokratik birlik yönünde değişime zorluyordu. Kapitalist modernite hegemonlarının buna yanıtı, NATO gladiosuna bağlı yerel güçlerini harekete geçirerek çözüm süreçlerini (1993, ’95, ‘98) sabote etme (Özal’a yönelik gladio darbesi, Öcalan’a yönelik 6 Mayıs 1996 suikastı, Erbakan’a yönelik darbe, Hüseyin Kıvrıkoğlu’na yönelik suikast, nihayetinden uluslararası komplo ardından Ecevit’in felç edilmesi, partisi kapatılan Erbakan’a siyaset yasağı, parti içi darbe ile CHP’nin başına Baykal’ın getirilmesi, HADEP’e seçim barajı temelinde alternatiflerinin etkisizleştirildiği ortamda girilen Baykal-Erdoğan eksenli seçimlerle 2002’de AKP’nin iktidara getirilişi) ile iç içe ve aynı paralelde Öcalan da temsilini bulan halklar lehine demokratik birlik-demokratik cumhuriyet çizgisinin tasfiyesi karşılığında, geleneksel böl-yönet esaslı ulus-devletler statükosuna Irak parçasında işbirlikçi Kürt feodallere dayalı yeni bir küçük Kürt ulus-devleti eklemek oldu. Bu yönlü pazarlıkların 1990’da başladığını gözlemek zor değildir. O yıllarda İngiltere Başbakanı Tony Blair’in basına yansıyan “Kuzey Irak’ta bir Kürt oluşumu yaratmak dışında bir Kürt politikamız yok” sözleriyle startı verilen bu politika, aynı yılın sonlarında Londra’yı ziyaret eden “Londra bize yeşil ışık yaktı” diyen Doğan Güreş’e de onaylatıldığı yaşanan gelişmelerle açığa çıkıyordu.  Bu temelde 1991’de ABD’ye de kabul ettirilen bu politika temelinde 1991 Körfez savaşıyla birlikte ABD, Talabani ve Barzani, Türkiye ilişkileri, görüşmeleri başlıyor. ‘92’de Avusturya’da Talabani-Hikmet Çetin görüşmesinde Talabani ile demokratik anayasal birlik çözümünden yana Öcalan’ı ve temsil ettiği özgür ve demokrat sosyalist Kürtlüğü “terörist” ilan etme konusunda gizli anlaşmanın varlığı daha sonra basına yansıdı. Ardından 1992 ve ‘95 saldırılarıyla birlikte Türkiye’nin Barzani ve Talabani’ye kırmızı pasaport vermesi de bu bağlamda gündeme geldi. Ankara süreci, Dublin süreci derken en son Eylül ‘98 Washington anlaşmasının hemen akabinde Öcalan, 9 Ekim 1988’de Suriye’den çıkarıldı, dört aylık uluslararası komplo sürecinde 15 Şubat 1999 günü Yunanistan’ın Kenya büyükelçiliği bahçesinde korsanca kaçırılarak İmralı tecrit sistemine alındı. Bütün bunlar Öcalan’ın halklar lehine, halkların özgür, eşit, gönüllü demokratik birliğini amaçlayan Demokratik Ortadoğu Birliği projesinin önüne geçmek için yapıldı, yapılıyor. Böylece demokrasiye müdahale edilerek, halklar arası demokratik birliklerin gelişmesi engellendi, engelleniyor.

Öcalan şahsında hegemonyadan bağımsız, öz güce dayalı, halkların özgür eşit gönüllü demokratik birliğinden yana, özgür ve demokrat sosyalist Kürtlük, iki binlerde darağacı gölgesine alınırken, Kürt feodallerine ise uluslararası komplodaki hizmetlerinin karşılığı olarak Irak parçasında küçük bir ulus-devlet bahşedildi! Öcalan’ın deyimiyle “Mücadelemizin yan ürünü olarak ortaya çıktı.” Bir nevi 20. Yüzyılın başlarındaki demokratik cumhuriyet (1919-23) dönemine yönelik oyunlar, güncellenerek yeniden devreye konulmuştu. O dönem Hamidiye Alaylarından gelme Kürt feodalleri ‘Büyük Kürdistan’ sözüne inandırılarak demokratik cumhuriyet sürecine (1919-23) karşı kullanıldıktan sonra İngiltere, Lozan sürecinde Ankara hükümetiyle “Al Kürtlerini ver Musul-Kerkük” gizli anlaşmasıyla istediklerini aldıktan sonra idama gönderilmişlerdi. Şimdi de Öcalan’ın 1990’lardan beridir yürüttüğü demokratik cumhuriyet projesine karşı aynı oyun, Barzani-Talabani üzerinden ‘Küçük Kürdistan’ projesi olarak uygulamaya geçirilmiş durumdadır. Fakat bunun da garantisi yoktur; çünkü sürecin sonunda eğer Öcalan’ın temsil ettiği halklar lehine demokratik cumhuriyet ve demokratik Ortadoğu Birliği projesi tasfiye edilirse sıranın onlara da geleceğini, asıl mücadele tasfiye olursa yan ürününün de tasfiye olacağını öngörmek zor olmasa gerek. Böyle bir durumda Barzani-Talabani belki aileleriyle yurt dışına kaçarak kendilerini kurtarabilir ama olan yine Kürt toplumuna olacaktır. Çünkü 20. Yüzyılın başında devreye konulan ‘Al Kürtlerini ver Musul-Kerkük’ü” temelinde Türkiye Kürtlerini Şark Islahat Planı’na kurban etme oyunu, 1990’larda itibaren bu sefer tersinden ‘Al Büyük Kürdistan’ı ver Küçük Kürdistan’ı’  tarzında yine aynı geleneksel Kürt feodallerinin günümüzdeki uzantıları üzerinden güncellenmiştir. Ama bu sefer sadece Türkiye Kürtleri değil, onunla birlikte İran ve Suriye Kürtleri de kurban seçilmiştir. Gündüz Aktan’ın geçmişte bir demecinde Türkiye Kürtlerinin de buraya sürülmesini önermesi boşuna değildi. Aynı önerme Suriye ve İran Kürtlerinin de buraya sürülmesini içermektedir. Parçacılık siyaseti bu oyuna da hizmet etmektedir. Amaç halkların özgürlük mücadelelerini boğmaktır.  Tıpkı Ermenilerin Küçük Ermeni ulus-devleti, Helenlerin Küçük Yunanistan ulus-devleti, Türklerin Misak-ı Milliden koparılmış minimal Türk ulus-devlet projesiyle sınırlandırılarak denetime alınması gibi. İngiltere-Yahudi sermayesi-İttihatçı bürokratlar ittifakıyla yürütülen bu minimal cumhuriyet projesi, nihayetinde 1948 yılında İsrail ulus-devletinin kuruluşu ile sonuçlanmıştı. Türk ulus-devleti bu yönlü rolünü kanıtlarcasına ilk tanıyan devlet olmuştu. Hakeza İran ulus-devletinin kuruluşu olsun, yirmi ulus-devlete bölünen Arap ulus-devletleri hepsi –görünüşte karşı çıkıyor görünseler de-tüm bölge ulus-devletleri İsrail’in güvenliğini sağlama temelinde kurgulanmış ve bu şartla tanınarak kapitalist modernite sistemine bağlanmışlardı. Bu sürecin son halkası Kürt coğrafyasının Irak parçasında ilan edilen küçük Kürt ulus-devletinin diğer bir yönün de İsrail’in güvenlik ihtiyacını karşılama amaçlı olduğu açığa çıkmaktadır. Böylece kendisine yönelik Türkiye ve İran kaynaklı olası hegemonik tehditlere karşı tampon devlet rolü verilerek dikkatler ve çatışmaların odağı İsrail üzerinden buraya kaydırıldı. İkinci İsrail tanımlaması kaynağını bu gerçeklikten almaktadır.  Bu süreç, 2002’lerde AKP’nin iktidara getirilmesiyle birlikte yeni bir boyut kazandı. İngiltere-Yahudi Sermayesi-İttihatçı bürokratlar ittifakındaki İttihatçı bürokratları kısmı yerine, Hürriyet ve İtilaf Fırkasının günümüzdeki temsilcileri (AKP) ikame edildi. İngiltere Kraliçesinin AKP döneminde Samsun’dan inip Konya-Kayseri’ye geçmesi tesadüf değildir. Yeni hegemonya, İngiltere-Yahudi Sermayesi-Hürriyet ve İtilaf Fırkası (AKP) ve Kürt ayağı da Barzani-Talabani olarak güncellendi. Her ikisi de Nakşi kökenlidir. Bir nevi 1920’lerdeki demokratik cumhuriyet ittifakına (1919-21) karşı konumlandırılan İngiltere-Osmanlı Hükümeti-Hamidiye Alayları ittifakının günümüzdeki karşılığı ise, Öcalan’ın 1990’lardan beridir yürüttüğü demokratik cumhuriyet çizgisine karşı İngiltere/ABD-NATO/İsrail-AKP-Barzani/Talabani ittifakıdır. Bu temelde Beyaz Türkçü hegemonya yerine ikame edilen Yeşil Türkçü hegemonya ile hegemonik kontrol renk değiştirerek sürdürülmektir. Değişmeyen ise Kürt toplumunun inkâr, imha, asimilasyon uygulamalarıyla tarihten silme programının yeni yöntemlerle (Hamidiye Alaylarının güncellenmesi olan Köy Koruculuğu ve Parçacılık siyasetiyle)  daha da inceltilerek ortaklaşa sürdürülmesidir.

Kapitalist modernite hegemonlarının Irak parçasındaki Kürt feodallerinin üzerinden yürürlüğe konulan planı, tüm Kürtleri bu parçadaki küçük bir ulus-devlete hapsedip oradan İngiltere, ABD ve İsrail’in kontrolüne verme karşılığında, diğer parçalardaki ulus-devletlere de (Türkiye, İran, Suriye) kabul ettirilen, kendi Kürtlerinize ise istediğinizi yapın gizli anlaşmasıdır söz konusu olan. Türkiye’nin bu anlaşmayı 1990’larda Güreş ve Çiller hükümeti döneminde onayladığından söz ettik. İran ve Suriye rejimleri de bu anlaşmaya bağlı olduğunu pratikleriyle göstermekte; Kürt sorununun kendi sınırları içinde demokratik anayasal birlik temelinde çözmeye yanaşmamaktadır. Hepsinin amaçları değişik de olsa genel bir mutabakat söz konusu olup, Kürtlerin iç içe yaşadığı halklarla özgür, eşit gönüllü demokratik anayasal birlik çizgisini çarpıtmak amacıyla tüm Kürtleri kapitalist modernite denetiminde küçük bir ulus-devlete sürme planına ortaklaşa destek vermekteler. Türkiye, Suriye, İran ulus-devletleri aralarındaki çelişkiler ne olursa olsun bu konuda mutabıktırlar. Örneğin İran’ın Oslo sürecinde Erdoğan ile gizlice anlaşarak Kandil’e saldırısı; Türkiye’de Öcalan ile devlet heyeti arasında yürütülen ve pratik adımlar aşamasına gelen demokratik anayasal birlik sürecini baltalama tavrı biliniyor. Ardından İran-Türkiye arasındaki bu yönlü süregelen gizli görüşmelerin temel konusu da yine Suriye Kürtlerine statü tanımama odaklıdır. Suriye rejiminin de Türkiye ile yaşadığı tüm çelişkilere rağmen Adana mutabakatının hala yürürlükte olduğu bir gerçektir. NATO ve Rusya’nın da onay verdiği Barzani’nin de dâhil edildiği Suriye ve Irak parçasına yönelik Türk ulus-devlet operasyonları da aynı kapsamdadır. Barzani’ye NATO barış ödülünün verilmesi de bu yönlü hizmetlerinin karşılığı olsa gerek! Bu kapsamda ortak meclis-yürütme, ortak diplomasi, ortak savunma esasına dayalı demokratik ulusal birliğe gelmeme, bu yönlü girişimleri dağıtma işlevini sürdürmekle aslında üzerine düşen rolü yerine getiriyor. Çünkü kapitalist modernite hegemonları (İngiltere, ABD, İsrail ve acentesi yerel devletler) kendisine bu rolü (parçacılık siyaseti) biçmiştir, bu rolün dışına çıktığında hep birlikte karşı çıkıyorlar. Biçilen rol sadece Öcalan şahsında gelişme gösteren halklar lehine, hegemonyadan bağımsız, öz güce dayalı özgürlükçü, demokrat sosyalist Kürtlüğün tasfiyesi ile de sınırlı olmayıp tüm Kürtleri, geleneksel işbirlikçi Kürt feodallerine dayalı küçük bir ulus-devlete hapsedip oradan kapitalist modernitenin kontrolüne vermektir. Sonuç küçük bir parçadaki dinci milliyetçi küçük ulus-devlete hapsedilmiş kapitalist modernite kontrolünde işbirlikçi bir Kürtlük yaratıldı, diğer parçalardaki Kürtleri de bu parçaya sürüp denetimlerine alma konsepti devreye konuldu. Bu konsepte (Parçacılık siyasetine) gelmeyen, demokratik anayasal çözümden, Ortadoğu halklarının özgür eşit gönüllü demokratik birliğini ifade eden Ortadoğu ve Dünya Demokratik Uluslar Birliğinden yana dört parçadaki ve dünyadaki tüm hegemonyadan bağımsız, halklar lehine öz güce dayalı özgür, demokrat sosyalist Kürtlere yönelik tecrit, kuşatma ve tasfiye daha da derinleştirildi. Tüm Kürtler, ya kapitalist modernite kontrolündeki parçacılık siyasetine gelirsiniz ya da tasfiye edilirsiniz dayatması altına alındı. İlk hedefi de Öcalan oldu; uluslararası komployla İmralı tecrit sistemine alındı.

Uluslararası İmralı tecrit sistemiyle aslında tüm Kürtler, Hamidiye Alaylarının güncellenmesi olan Köy Koruculuğu ve parçacılık siyasetinin de eklendiği üç katmanlı (Parçacılık siyasetini yürütenler+yerel ulus-devletler+kapitalist modernite) kuşatmaya alınmış durumdadır. Özgürlüğü için yola çıkacak her alt tabaka yoksul Kürt’ü bekleyen işte bu üç katmanlı kuşatmayı kırmaktır. Bu kuşatma kırılmadan, en önemlisi de bu kuşatmayı 20. Yüzyıl başlarında inşa eden sınıf-devlet eksenli kapitalist modernite dünya sistemini ve onun yerel, bölgesel acentesi ulus-devletleri aşmadan ve alternatifi halk-toplum eksenli demokratik modernite ve ayağı demokrat ulusçuluğu inşa etmeden özgürlüklerini sağlayamayacakları net biçimde açığa çıkmış durumdadır. Bu temelde genelde halklar, özelde Kürt halkı, kapitalist modernitenin çıkarlarına hizmet eden kavmiyetçi-dinci, mezhepçi milliyetçi küçük ulus-devletçi bölme, parçalama ve parçacılığına, bunun yarattığı iç ve dış savaşlara mahkûm değildir. Kapitalist modernitenin alternatifi birleştirici demokratik modernite sistemiyle tarih boyunca bir arada barış içinde yaşadığı kültürel bütünlüklerini, demokratik kültür ve zihniyetle yeniden inşa ederek, halk, kavim, ulus,  din, dil, mezhep, kültür ve sair tüm farklılıkları çatışmacılıktan özgür eşit gönüllü demokratik konfedere birlikler temelinde yapıcı birliğe dönüştürerek, hep birlikte özlemini duydukları adil, özgür, eşit, ekolojik, barışçıl bir dünyayı yaratma sürecine girmiştir. Bu sürecin mimarı Öcalan halen mutlak tecrit altında tutulsa da halklar lehine yerel, bölgesel, küresel çapta birleştirici, demokratik modernite sistemi ve onun temel ayağı demokratik uluslaşma için, onun da bağlı olduğu Ortadoğu ve Dünya Demokratik Uluslar Birliği için direnişini sürdürmektedir.

Sonuç olarak Kapitalist modernitenin 1990’lardan beridir tüm Kürtlere dayattığı küçük ulus-devlet projesi, yerel işbirlikçisi Kürt feodallerin ve sistemin acentesi rolündeki yerel ulus-devletlerin egemen sınıflarının ortaklaşa tercihi olabilir ama halkların tercihi olamaz. Halkların tercihi, binlerce yıldır barış içinde bir arada yaşadıkları kültürel bütünlüklerini parçalayan tekçi ulus-devlet yıkıcılığına karşı, tarihsel kültürel bütünlüklerini yeniden inşa edecek olan birleştirici demokratik modernite sistemi ve onun farklılıklar içinde özgür, eşit, gönüllü demokratik konfedere birlik esasına dayalı demokratik ulusçuluğudur. Kürt demokratik uluslaşması bu yönde sınırları içine hapsedildiği ulus-devletleri de demokratik anayasal birlik temelinde dönüşüme zorlamayla iç içe kendi demokratik uluslaşmasını birlikte yaşadığı ulusların demokratik uluslaşmalarıyla bütünleştirerek (Üçüncü yol, Demokratik Anayasa İttifakı), Ortadoğu Demokratik Uluslar Birliğine oradan da Dünya Demokratik Uluslar Birliğine giden yolu açmış bulunmaktadır. Bu temelde Kürdistan, bölünme ve parçalanmanın değil, aksine tüm farklı din, inanç, mezhep, kültür, dil, halk, kavim, ulusların özgür eşit gönüllü demokratik birliğinin, dolayısıyla Ortadoğu ve Dünya barışının merkezi haline gelmiş durumdadır. Kürtler kendi demokratik ulus birliğini, Ortadoğu ve Dünya demokratik uluslar birliğiyle bütünleştirme temelinde kurtuluşunu ve özgürlüğünü, ulus-devlet eksenli parçalayıcı kapitalist modernite dünya sisteminin alternatifi demokratik ulusçuluk eksenli birleştirici demokratik modernite dünya sistemini inşa görevlerinin yerel, bölgesel ve küresel çapta başarısına kilitlemiştir. Bu yönlü başarı, kapitalist modernite eksenli parçacılık siyasetini de, onun ürünü uluslararası komplo ve İmralı tecrit sistemini de boşa çıkaracağı gibi, beraberinde sadece Kürtlerin birliğini, kurtuluşunu ve özgürlüğünü değil, iç içe yaşadığı halklarla birlikte komşusu olduğu Ortadoğu ve dünya halklarının da gerçek anlamda birlik (farklılıklar içinde özgür eşit gönüllü demokratik konfedere birlik) ve beraberliklerini, kurtuluş ve özgürlüğünü getirmekle, herkesin özlemini duyduğu adil, özgür, eşitlikçi, ekolojik, barışçıl bir dünyaya ulaşmayı da mümkün kılmaktadır.

 

Bunları da beğenebilirsin

Yoruma kapalı.