Düşünce ve Kuram Dergisi

Kendi Kaderini Tayin Hakkının Evrilen Kapsamı

Noelle Higgins*

Kendi kaderini tayin ilkesi, ortaya atılmasından itibaren çok çeşitli tartışmaların odağı olmuş olan, hayli ihtilaflı ve duyarlı bir ilkedir. Günümüzde bu ilke üstün hukuk (jus cogens – uluslararası hukuk tarafından kabul edilen ve devletlerin aykırı işlem yapamayacakları üstün kurallar) hakkı çerçevesinde tahkim edilmiştir ve Uluslararası Adalet Divanı’nın içtihadı, bu hakkın aynı zamanda herkes için geçerliliğe (erga omnes) sahip olduğu fikrini desteklemektedir. Dahası kendi kaderini tayin hakkı, bireysel insan haklarının uygulanmasını güvence altına almanın “temel koşulu” olarak görülmektedir. Kendi kaderini tayin hakkının önemi Birleşmiş Milletler ve diğer uluslararası örgütler tarafından çeşitli biçimlerde vurgulanmış ve altı çizilmiş olmasına ve bu hakkın doğası ve içeriği zamanla evrilmiş olmasına rağmen, bu hak devletler tarafından yeterince ciddiye alınmamıştır. Bu hakka Birleşmiş Milletler nezdinde ve bölgesel düzeyde vurgular yapılmasına rağmen, devletler bu hakkı toprak bütünlüğüne bir tehdit ya da kapsamlı ekonomik ve politik yatırımlar gerektiren ağır bir görev gibi görmekte ve bu yüzden de bu hakkı layıkıyla ele almaya ve uygulamaya direnç göstermektedir. Dolayısıyla halkların kendi kaderlerini tayin hakkı, politik kaygılar karşısında mağlup olmaktadır. Bununla birlikte bu hakkın uluslararası barışın bir ön-koşulu olarak taşıdığı önem düşünüldüğünde, devletlerin bu hakka saygı göstermesi ve bu hakkı uygulaması son derece önemlidir. Bu makale, kendi kaderini tayin hakkı ilkesinin BM çerçevesi dâhilinde nasıl hukukileştirildiğini analiz etmeden önce, BM’nin kuruluşuna kadar olan ilk dönem tarihinden ve gelişiminden yola çıkıyor. Makalenin asıl odağı, kendi kaderini tayin hakkının kapsamının ortaya atılmasından itibaren nasıl geliştiği ve evrildiğidir; bu manada kendi kaderini tayin hakkının doğasına ve içeriğine dair anlayışın nasıl değişim geçirdiğini vurguluyor. Özellikle de kendi kaderini tayinin gerçekleştirilebilmesinin farklı yollarını analiz ediyor ve kendi kaderini içsel ve dışsal tayin etme olarak tanımlanan ve sık kullanılan ikici paradigmayı tartışıyor. Makale, kendi kaderini tayin hakkına dair Türkiye’deki Kürtler bağlamında bir tartışmayla sona eriyor.

 

Kendi Kaderini Tayinin Tarihi

Kendi kaderini tayin fikri tarih kadar eskidir. Franck’ın vurguladığı üzere “kendi kaderini tayin ilkesinin altında yatan arzunun izleri, çok eskiden, Batı’da, en azından, MÖ yaklaşık 1000’li yıllara tekabül ettiği tahmin edilen, Yahudilerin Mısır’dan Çıkış’ından itibaren takip edilebilir.” Yine de kendi kaderini tayin ilkesinin bugün kabul ettiğimiz anlamıyla kökleri, genellikle 18. yüzyıldaki Amerikan ve Fransız Devrimleri’ne geri götürülür ve bu haliyle ilkenin özü, “her ulus veya halk kendi kaderini tayin hakkına sahiptir” biçiminde tanımlanır. Amerikan ve Fransız devrimlerinin ateşlediği teori, bütün Avrupa’ya yayılmış ve Avrupa’da 18 ve 19. yüzyıllarda bir halkın kendi toprağından feragat etme önerisine rıza gösterip göstermediğini belirlemek üzere birkaç halk oylaması yapılmıştır.

Kendi kaderini tayin kavramı, 20. yüzyılın iki lideri, ABD Başkanı Wilson ve Sovyetlerin lideri Lenin tarafından teşvik edilmiş ve geliştirilmiştir. “İlkenin ikna edici bir biçimde ilk telafuzunu içeren” Sosyalist Devrim ve Ulusların Kendi Kaderlerini Tayin Hakkı Üzerine Tezler adlı çalışmasında “kavramı uluslararası düzeyde güçlü bir biçimde savunan ilk kişi” Lenin’dir. Lenin’in kendi kaderini tayin fikrinin kalbi, “ayrılan ulusun, ayrılma ve ayrılma referandumu lehine propagandada tam özgürlüğü”ydü ve amaç “sosyalist dünya devrimi”ydi.

Wilson’nun kendi kaderini tayin etmeye dair, halkların kendi yönetimlerini özgürce seçme hakkına sahip olduğunu vurgulayan ve Batı demokrasisi odaklı yaklaşımı ve kavramsallaştırması hayli farklıdır. Wilson, kendi kaderini tayin ilkesinin politik bir gerçekliğe dönüştürülmesi için uluslararası bir örgüt tarafından uygulanması gerektiğini düşünüyordu. Wilson’un kendi kaderini tayin ilkesinin Milletler Cemiyeti Sözleşmesi’ne dâhil edilmesi gerektiği yönündeki önerisi kabul edilmezken, Cemiyet bu ilkeyi, manda sistemi ve Åaland Adaları davasında Cemiyet tarafından atanan Uluslararası Hukukçular Komitesi aracılığıyla ele aldı. Åaland Adaları’ndaki halkların kendi kaderlerini tayin hakkına sahip olup olmayacakları sorusuna Komite’nin verdiği yanıt “hayır” oldu. Komite’nin görüşleri, kendi kaderini tayin ilkesinin statüsünün o dönemde evrensel bir hak olarak değil, yeni ortaya çıkan politik bir düşünce olarak görüldüğünü açıkça göstermektedir. Wilson ve Lenin kendi kaderini tayin hakkına dair farklı kavramsallaştırmalara sahip olmalarına rağmen, her ikisi de halkın iradesine ve sonrasında bu iradenin kendi kaderini tayin talepleri bağlamında devlet tarafından kabulüne odaklanıyordu. Yine de bu politik irade, kendi kaderini tayin talepleri yükseldiğinde genellikle yetersiz kalıyordu.

1. Dünya Savaşı’ndan sonra kendi kaderini tayin fikri, uluslararası ilişkilerdeki önemini korudu. Cassese’nin belirttiği üzere, “Müttefiklerin çoğu savaş girişiminin asıl amacının milliyet ilkesinin ve halkların kendi kaderlerini belirleme hakkının gerçekleştirilmesi olduğunu iddia etti.” İronik olan şuydu ki, Müttefikler bu hakkı kendi sömürgelerini kapsayacak şekilde genişletmek istemiyordu ve bunu şu ifadede açıkça görmek mümkündür: “…halkların iradesinin galiplerin jeopolitik, ekonomik ve stratejik çıkarlarına açıkça karşı işlediği yerlerde kendi kaderini tayin bütünüyle konu dışı addedildi. Bir referandum yapılmasının uygunsuz olduğu düşünüldüğünde ya da Müttefiklerin çıkarlarının tehlikeye düşme ihtimalinin söz konusu olduğu durumlarda, yerleşik nüfuslara danışılmadı.” Avrupa’da uygulanan kendi kaderini tayin ilkesinin geçici (ad hoc) doğası ve bu ilkenin sömürge bölgelerinde uygulanabilirliğinin reddedilmesi, başlangıcından Birleşmiş Milletler’in kuruluşuna kadar olan dönemde kendi kaderini tayin etmenin yasal bir hak olmaktan ziyade bir ilke olarak görüldüğü. Dolayısıyla politik kaygılara göre ikincil önemde olduğunu ve bütün halklara uygulanabilir evrensel bir hak olarak kabulünün BM dönemine kadar güvence altına alınmadığını gösterir.

 

Birleşmiş Milletler ’de Uluslararası Hukuk Çerçevesinde Bir Hak Olarak Kendi Kaderini Tayin BM Sözleşmesi

BM Sözleşmesi’nde Madde 1(2) ve Madde 55’te kendi kaderini tayin ilkesinden bahsedilir. Madde 1, BM’nin amaçlarını açıklar, bunlardan biri şöyledir:

Uluslararasında halkların eşitliği ve kendi kaderlerini tayin ilkesine saygı üzerine kurulmuş dostça ilişkiler geliştirmek ve dünya barışını güçlendirmek için diğer uygun önemleri almak. Uluslararasında halkların hak eşitliği ve kendi kaderlerini tayin ilkesine saygı üzerine kurulmuş barışçı ve dostça ilişkiler sağlanması için gerekli istikrar ve refah koşullarını yaratmak üzere Birleşmiş Milletler:

a)yaşam düzeylerinin yükseltilmesini, tam istihdamı, ekonomik ve sosyal alanlarda ilerleme ve gelişme koşullarını,

b)ekonomik, sosyal alanlarla sağlık alanındaki uluslararası sorunların ve bunlara bağlı başka sorunların çözümünü, kültür ve eğitim alanlarında uluslararası işbirliğini ve

c)ırk, cinsiyet, dil ya da din ayrımı gözetmeksizin herkesin insan haklarına ve temel özgürlüklerine bütün dünyada etkin bir biçimde saygı gösterilmesini kolaylaştıracaktır.

Bu maddeler ne kendi kaderini tayin etmenin tam anlamını ne de kendi kaderini tayin etmenin nasıl gerçekleştirileceğini açıklar. Yine de İnsan Hakları Beyannamesi’nde kendi kaderini tayin hakkına dair daha geniş bir açıklama önerildi. İnsan Hakları Evrensel Beyannamesi (İHEB), 1948’de BM Genel Kurulu tarafından kabul edilmiştir. Beyanname’nin Önsöz’ünde “insanin zulüm ve baskıya karşı son çare olarak ayaklanmaya mecbur kalmaması için insan haklarının bir hukuk rejimi ile korunmasının esaslı bir zaruret olduğu” belirtilir. İHEB, 1966’da kabul edilen Uluslararası Medeni ve Siyasal Haklar Sözleşmesi (UMSHS) ve Ekonomik, Toplumsal ve Kültürel Haklar Uluslararası Sözleşmesi (ETKHUS) ile desteklenmiştir. Bu Sözleşmeler’deki Genel Madde 1 (1) şöyledir:

Bütün halklar kendi kaderlerini tayin hakkına sahiptir. Bu hak vasıtasıyla halklar kendi siyasal statülerini serbestçe tayin edebilir ve ekonomik, sosyal ve siyasal gelişmelerini serbestçe sürdürebilirler.

Genel Madde 1 (2) ise şöyledir: Bütün halklar uluslararası hukuka ve karşılıklı menfaat ilkesine dayanan uluslararası ekonomik işbirliği yükümlülüklerine zarar vermemek koşuluyla, doğal kaynakları ve zenginlikleri üzerinde kendi yararına serbestçe tasarrufta bulunabilir. Bir halk sahip olduğu maddi kaynaklardan hiçbir koşulda yoksun bırakılamaz. Kendi kaderini tayin kavramının daha gelişkin bir açıklaması, UMSHS Madde 1 üzerine İnsan Hakları Komitesi’nin Genel Yorumu’nda bulunabilir. Bu Yorum, “kendi kaderini tayin hakkının gerçekleşmesi, bireysel insan haklarının etkili biçimde güvence altına alınması ve gözetilmesinin, bu hakların teşvik edilmesi ve güçlendirilmesinin temel bir koşulu olduğu için” kendi kaderini tayin hakkının önemini vurgular. Komite’nin “halkların kendi kaderlerini tayin hakkının gerçekleşmesinin ve buna saygı duyulmasının, devletlerarası dostça ve işbirliğine dayalı ilişkilerin kurulmasına, uluslararası barış ve güvenliğin güçlendirilmesine katkı sunduğunun tarih tarafından kanıtlandığını düşündüğünü” belirterek devam eder. Bu yorumun en önemli özelliği, kendi kaderini tayin hakkının kapsamı konusuna işaret etmesidir. UMSHS Madde 1’de duyurulan yükümlülüklerin “bir halkın kendi kaderini tayin hakkının bağlı olduğu devletin Sözleşme’ye taraf olup olmamasına bağlı olmaksızın var olduğu ”nu, “Sözleşme’ye taraf olan bütün devletlerin halkların kendi kaderlerini tayin hakkının gerçekleştirilmesini ve buna saygı duyulmasını kolaylaştırmak için gerekli olumlu adımları atması gerektiği”ni belirtmesidir. 1960’tan beri Genel Kurul ve daha az sık olarak da Güvenlik Konseyi, kendi kaderini tayin hakkı meselesi ile ilgili çeşitli kararlar çıkardı ve bu kararların kümülatif etkisi kendi kaderini tayin etmeye dair örfi bir hakkın ortaya çıkışının bir göstergesi olarak ele alındı. Yine de bu kararların, sadece dar bir halk kategorisine, örneğin sömürgeciliğe ve baskıya maruz kalanlara odaklandığı vurgulanmalıdır. 1960 tarihli Sömürge Ülkelere ve Halklara Bağımsızlık Tanınması Bildirisi, “bütün bağımlı halkların özgürlük için duyduğu tutkulu özlemi” ve “dünya halklarının sömürgeciliğin bütün tezahürleriyle sonlandırılması yönündeki güçlü arzusu”nu kabul ettiği için BM’nin sömürgeciliğin sonlandırılması ve kendi kaderini tayin hakkının öncelikle sömürge yönetimi altındaki halklar için tanınması gerektiği yönündeki görüşünü vurgulamaktadır. Paragraf 2, kendi kaderini tayin hakkını BM, UMSHS ve ETKHUS Sözleşmeleri’ndeki haliyle pekiştirirken, paragraf 6 toprak bütünlüğü hakkının önemini güçlendirmektedir. Ayrıca paragraf 7 “bütün devletler, Birleşmiş Milletler Şartı’na, İnsan Hakları Evrensel Bildirisi’ne ve bu Bildiri hükümlerine, bütün devletlerin eşitliğine ve iç işlerine karışmama ve bütün halkların egemen haklarına ve ülke bütünlüğüne saygı esasına göre sadakatle harfiyen riayet edeceklerdir” der. Bu hükümlere bakıldığında kendi kaderini tayin hakkının toprak bütünlüğü hakkı karşısında dengelenmesi ve her iki hakka da saygı duyulması gerektiği açıktır, ama Bildiri, pratik düzeyde bunun nasıl gerçekleştirileceği konusunda yol göstericilik yapmaz. Kendi kaderini tayin hakkına dair Genel Kurul kararlarının en önemlilerinden biri, 1970 tarihli Devletler Arasında Dostça İlişkilere ve İşbirliğine İlişkin Uluslararası Hukuk İlkeleri Bildirisi’dir. Bu bildiri Genel Kurul tarafından oybirliği ile kabul edilmiştir. Bu bildirinin önemini dikkate alan Abi-Saab, “bir bütün olarak Batılı güçler ilk defa, kendi kaderini tayin hakkını yasal bir hak olarak ve bu hakkın inkâr edilmesini de BM sözleşmesinin ihlali olarak kabul etti” yorumunu yapar. Bildiri, sözleşmeyi kabul eden devletlerin yükümlülüklerini açık hale getirir. İlkeler şöyledir: eşit haklar ve halkların kendi kaderini tayin hakkı, güç kullanmanın yasaklanması, bir devletin iç işlerine ait kararlarla ilgili konulara karışmanın yasaklanması, ihtilafları barışçı yollarla çözme yükümlülüğü, diğer devletlerle işbirliği yapma yükümlülüğü, devletlerin egemenlik eşitliği. Bildiri ayrıca devletlerin kendi yükümlülüklerini iyi niyetle yerine getirmesini de gerektirir. Bunların yanı sıra, çatışan toprak bütünlüğü ve kendi kaderini tayin haklarının zorunlu olarak birlikte-varoluşunu vurgular. Kendi kaderini tayin hakkına istinaden Bildiri, “devletlerin, kendi uluslararası ilişkilerinde herhangi bir devletin siyasi bağımsızlığına veya toprak bütünlüğüne yönelen askeri, politik, ekonomik ya da herhangi başka bir zorlamadan uzak durma yükümlülüğünü” hatırlatır. Ve daha ileri giderek “halkların eşit hakları ve kendi kaderlerini tayin hakkı ilkesinin çağdaş uluslararası hukuka önemli bir katkı oluşturduğunu… bunun etkili biçimde uygulanmasının devletler arasında egemenlik eşitliği ilkesine saygıya dayalı dostça ilişkilerin desteklenmesinde çok önemli olduğunu” belirtir. Dahası “halkların yabancı bir gücün tabiyesine, egemenliğine ve sömürüsüne tabi kılınmasının, temel hakların inkârı olduğu kadar ilkenin (halkların eşitliği ve kendi kaderini tayin hakkı) ihlali anlamına da geldiğini ve Birleşmiş Milletler Sözleşmesi’ne aykırı olduğunu” beyan eder. Ayrıca Güney Rodezya ile ilişkili 1966 tarihli 232 sayılı Güvenlik Konseyi kararı da dâhil, Güvenlik Konseyi kendi kaderini tayin ile ilgili bir dizi karar almıştır. Bu kararlar kendi kaderini tayin hakkının önemini ve bu hakkın uluslararası hukukta benimsenen statüsünü açıkça gösterir. Yine de Genel Kurul ve Güvenlik Konseyi’nin kendi kaderini tayin hakkı ile ilgili kararlarının, neredeyse yalnızca sömürgecilik ve istibdat durumlarına odaklandığı, sömürgeci olmayan ve işgalle ilgili olmayan durumlarda bu hakkın niteliğini ve kapsamını açıklamadığı belirtilmelidir. Uluslararası Adalet Divanı (UAD) UAD, kendi kaderini tayin hakkının geliştirilmesinde önemli bir rol oynamıştır. Adalet Divan’ı, Güney Afrika’nın Nambiya’da Devam Eden Varlığının Devletler Açısından Yasal Sonuçları Hakkında Bağlayıcı Olmayan Güvenlik Konseyi Kararı 276 (1970) Üzerine İstişari Görüş’ünde, özellikle sömürgecilikle ilişkili olarak, kendi kaderini tayin meselesini ilgilendiren devlet uygulamalarının yanı sıra BM’nin çeşitli uluslararası anlaşmalarını ve kararlarını ele alır. Divan, “Birleşmiş Milletler Sözleşmesi’nde yer verildiği üzere, özyönetimi olmayan teritoryal bölgeleri göz önünde tutan uluslararası hukukun sonraki gelişimi, kendi kaderini tayin ilkesini bunların hepsi için uygulanabilir hale getirmiştir” diye belirtir. Namibya davası Yargıcı Ammoun Kişisel Görüş’ünde şunları ifade eder:

Halkların kendi kaderini tayin hakkının, bahşedilmek bir yana amansız bir mücadeleyle kazanılan anlaşmalara daha yazılmadan bile önce, insanlığın nihayet uyanmış olan vicdanına acıyla, halkların kanıyla yazıldığını kabul etmek gerekir. UAD, Namibya’da bütün sömürgeleştirilmiş halkların kendi kaderini tayin hakkını savundu, ama bu hakkı sömürgeleştirilmemiş halkları da kapsayacak şekilde açıkça genişletmedi. Yine de Batı Sahra örneğinde Divan, kendi kaderini tayini “halkların özgürce ifade ettiği iradesine saygı göstermenin gerekliliği” olarak tanımladı ve böylece bu hakkın sömürgeciliğin olmadığı bağlamlardaki durumuna ilişkin daha kapsamlı bir anlayış ortaya koydu. UAD ayrıca, 1992’de kendi kaderini tayin ilkesinin sömürgeciliğin olmadığı durumlara uygulanmasının bir örneği olarak (El Salvador ve Honduras arasındaki) Toprak, Ada ve Deniz İhtilafı Davası’nda, bu ilkenin uygulanma kapsamı konusunu ele aldı. Duvar Hakkındaki İstişari Görüş’te ise, kendi kaderini tayin ile ilgili çok daha kapsamlı bir yaklaşım açıkça görülür. 1990’lara gelindiğinde, kendi kaderini tayinin statüsü, uluslararası hukuk çerçevesindeki bir hak şeklinde açıklığa kavuştu ve bu statü, 1996’da Portekiz/Avusturya davasında, kendi kaderini tayin hakkına uyma ve saygı gösterme yükümlülüğünün herkes için geçerli olduğu hükmünü veren Divan tarafından da vurgulanmış oldu.

 

Kendi Kaderini Tayin Türleri: İçsel ve Dışsal Tartışması

Yukarıdaki tartışmada da görüldüğü üzere, kendi kaderini tayin ilkesi eski bir ilke olmasına rağmen, uluslararası alanda Amerikan ve Fransız devrimleriyle dikkat çekmeye başlamıştır. Ama bu ilke, BM Sözleşmesi’nde yer alana ve BM sistemi içinde geliştirilene kadar, uluslararası alanda yasal olarak kabul görüp fiilen hiçbir zaman desteklenmemiştir. Yukarıda da belirtildiği gibi, BM’nin yıllarca kendi kaderini tayin hakkının neredeyse sadece sömürgeleştirilmiş halklara uygulanabilirliğine odaklanmış olması ilginçtir. Bu yüzden kendi kaderini tayin hakkı bu halkların bağımsızlık talepleriyle iç içe geçmiştir. Kendi kaderini tayin hakkının bu türü, ana devletten ayrılma ve nihai bağımsızlık dâhil olmak üzere, zamanla “dışsal” kendi kaderini tayin olarak bilinir hale gelmiştir. Dışsal kendi kaderini tayin hakkının, sömürgecilik durumlarının yanı sıra işgal durumlarına da uygulanabilir olduğu kabul edilir. Bu, 1990’larda Litvanya, Letonya ve Estonya’nın Sovyetler Birliği’nden ayrılmasının, bu devletlerin II. Dünya Savaşı’ndan sonra Sovyetler Birliği tarafından işgal ve ilhak edildiği gerçeğine dayanarak, uluslararası alanda kabul edilmesinde açıkça görülür. Ayrıca Filistin halkının dışsal kendi kaderini tayin hakkına sahip olduğu da genel kabul görmektedir. Bu kendi kaderini tayin talebi, Filistin Devleti’nin 2011’de UNESCO tarafından tanınması ve Aralık 2015’te de Yunan parlamentosunda Filistin Devleti’nin tanınmasına yönelik oylamayla birlikte, son yıllarda uluslararası topluluktan giderek artan bir destek görmektedir. Ayrıca Yunan parlamentosundaki oylama, Filistin halkının dışsal kendi kaderini tayin hakkına sahip olduğu görüşünü kabul eden birkaç devletin daha bu yönde adım atmasının önünü açmıştır. Dışsal kendi kaderini tayin hakkı, bu hakkın şu üç koşula bağlı olarak ortaya çıktığını belirten Kanada Üst Mahkemesi tarafından da analiz edilmiştir. 1. Sömürgecilik durumu; 2. Bir halk, yabancı bir gücün tabiyetine, tahakkümüne veya sömürüsüne maruz kaldığında ya da 3. Ana devlet içerisinde bir halkın kendi kaderini tayin hakkının anlamlı şekilde uygulanmasının inkâr edilme ihtimali söz konusu olduğunda. Mahkeme “her üç koşulda da söz konusu halk, dışsal kendini kaderini tayin hakkına sahiptir, çünkü kendi kaderini tayin hakkını içsel olarak uygulama yeteneği inkâr edilmiştir” hükmüne varır. Kendi kaderini tayin ilkesini dikkate alan BM kararları sömürgecilik durumlarına odaklanmasına rağmen, kendi kaderini tayin hakkının sömürgeciliğin olmadığı durumlara genişletilmesi ve azınlık gruplarına uygulanması, yukarıda da bahsedildiği üzere, UAD’ın bazı uluslararası belgelerinde ve hükümlerinde kabul görmüştür. Kendi kaderini tayin hakkının sömürgeleştirilmemiş halklara uygulanabilir olduğu, bu hakkın “sadece sömürgeleştirilmiş halklara değil bütün insanlara” uygulanabilir olduğunu dile getiren İnsan Hakları Komitesi tarafından da vurgulanmıştır. Yine de azınlıklara kötü muamele normalde, bazı aşırı durumlar haricinde, örneğin “temsil gücü olmayan bir hükümet tarafından” bu gruplara “ağır ayrımcı tarzda” muamele edildiği haller dışında, dışsal kendi kaderini tayin hakkını ve bunu müteakip bağımsızlığı tetiklemez. Bu tür durumlarda azınlık gruplarına daha ziyade demokratik katılım, temsil ve insan haklarının korunması biçimini alan ve “içsel” kendi kaderini tayin denilen farklı bir ilke uygulanır. Åland Adaları davasında Uluslararası Adalet Divanı, “devlet” din, dil ve sosyal özgürlük alanlarında “adil ve etkili güvenceleri hüküm altına alıp uygulama iradesi ve gücü göstermediğinde, istisnai bir çözüm ve son çare” haline geldiği durumlar haricinde, dışsal kendi kaderini tayin hakkını azınlıklara uygulamak konusunda isteksizdi. Avrupa İnsan Hakları Mahkemesi de Louzidou ve Türkiye davasında benzer bir sonuca vardı: Uluslararası uygulamada son zamanlara kadar kendi kaderini tayin hakkı, pratikte sömürge olmaktan çıkma hakkıyla özdeş ve aslında bununla sınırlıydı. Son yıllarda, eğer halkların insan hakları sürekli ve açıktan ihlal ediliyorsa ya da halklar temsil edilmekten bütünüyle yoksunsa veya demokratik olmayan ve ayrımcı biçimde temsil ediliyorsa, halkların kendi kaderlerini tayin hakkını hayata geçirebileceği yönünde bir konsensüs ortaya çıkmaktadır. Bu tanım doğruysa, o zaman kendi kaderini tayin hakkı, insan haklarının ve demokrasinin uluslararası standartlarını yeniden oluşturmak için kullanılabilecek bir araçtır.

Daes’e göre, içsel kendi kaderini tayin ilkesi “en iyi, bir halka kendi politik bağlılıklarını seçme, içinde yaşadığı politik düzeni etkileme ve kendi kültürel, etnik, tarihsel veya teritoryal kimliğini koruma salahiyetinin verilmesi olarak” anlaşılır. Cassese, içsel kendi kaderini tayin hakkını “özgün özyönetim olarak, yani bir halkın kendi politik ve ekonomik rejimini fiilen ve özgürce seçme hakkı” olarak tanımlar. Benzer şekilde Hannun, içsel kendi kaderini tayin hakkının asıl odağının demokrasi ve temsili yönetim olduğunu öne sürer. Kendi kaderini tayin hakkı, yerli halkların hakları bağlamında son zamanlarda bir hayli sorgulanmıştır. BM Yerli Halklar Hakları Bildirisi, yerli halkların kendi kaderlerini tayin hakkını açıkça tanıyan ilk uluslararası belgedir. Bildiri’de Madde 3’te şu ifadeler yer alır: Yerli halklar kendi kaderlerini tayin hakkına sahiptir. Bu hakkın tabiatı dolayısıyla kendi siyasi statülerini belirleme ve ekonomik, sosyal ve kültürel kalkınma için izlenecek yolu özgürce seçme hakkına sahiptirler.

Madde 4 şöyle devam eder: “Yerli halklar kendi kaderlerini tayin haklarını kullanırken iç ve yerel işleriyle ilgili olarak otonomi veya kendi kendini yönetme, ayrıca otonom etkinliklerini finanse etmek için gerekli tahsisatı temin etme hakkına sahiptir.” Kendi kaderini tayin hakkının kapsamı, bildiride daha fazla geliştirilmiş değildir, ama genel konsensüs, Bildiri’nin içsel kendi kaderini tayin ilkesini otonomi ve hakları koruma ve destekleme biçiminde öngördüğü yönündedir. Venedik Komisyonu, içsel kendi kaderini tayin ilkesinin, herhangi bir devletin toprak bütünlüğünü tehdit etmeksizin “kültürel otonomi, federalizm, bölgecilik veya diğer yerel özyönetim biçimleri” yoluyla gerçekleştirilebileceğini belirtir. Benzer şekilde, Afrika İnsan ve Halkların Hakları Komisyonu, Afrika İnsan ve Halkların Hakları Sözleşmesi’nin 21. Madde’sinde yer aldığı haliyle kendi kaderini tayin hakkının devredilemezliğinin, “bağımsızlık, özyönetim, yerel yönetim, federalizm, konfederalizm, üniterizm biçiminde ya da insanların istekleriyle uyumlu ama egemenlik ve toprak bütünlüğü gibi diğer tanınmış ilkelerin de bütünüyle ayırtında olan her türlü ilişki biçimi içinde uygulanabileceğini” ifade eder.

İçsel/dışsal kategorileştirmesinin yanı sıra, birtakım uluslararası hukuk yorumcuları, kendi kaderini tayin hakkına dair başka modeller önermiştir. Örneğin Simpson, bu hakkın yerli, ulusalcı, ayrılıkçı, demokratik ve yozlaşmış biçimlerini tartışır. Tomuschat ise politik kendi kaderini tayin ve federal kendi kaderini tayin ilkelerini ele alır. Yine de kendi kaderini tayin ile ilgili tüm bu kategorileştirmeler, içsel ve dışsal kendi kaderini tayin yelpazesi içinde farklı noktalara yerleştirilebilir. Yerli halkların kendi kaderlerini tayin hakkı bağlamında Anaya, içsel ve dışsal paradigmasını, kendi kaderini tayin hakkının “kurucu” ve “devam eden bir süreç” olarak değerlendirilmesi lehine reddeder. Kendi kaderini tayin hakkının çeşitli biçimleri olduğu ve bu hakkın bir dizi farklı şekilde geliştirilebileceği artık açıktır. Halkların kendi kaderini tayin hakkı çok nadir durumlarda bağımsızlıkla sonuçlanır. Bayır, “akademisyenler ve uluslararası örgütler içindeki mevcut eğilim, kendi kaderini tayin hakkını, bu hakkın, her durumda söz konusu olan farklı koşullara uygun olarak farklı biçimlerde uygulanmasını mümkün kılacak şekilde ‘geniş bir anlamda’ yorumlamaktır” diye belirtir. Uluslararası Uzmanlar Konferansı’nın raporundan şu alıntıyı yaparak devam eder: Bu hakkın geniş yorumu, “kendi kaderini tayinin, insanların kendi toplulukları için daha fazla sorumluluk aldıkları, insanın kurutuluşu için zorunlu ve olumlu bir süreç ve demokrasinin doğal bir sonucu olarak görüldüğü, deyim yerindeyse, bir kendi kaderini tayin kültürünün oluşmasını gerektirir. Aynı zamanda, geleneksel ulus-devlet nosyonunun dönüştürülmesine ihtiyaç vardır. Egemenlik, artık merkezi devlet otoritelerinin sadece onlara mahsus bir ayrıcalığı olarak görülmemeli; daha ziyade, alınması gereken kararların niteliğine ve bunların en uygun şekilde nasıl uygulanabileceğine bağlı olarak, en iyi şekilde yalnızca toplumun farklı düzeylerinde yerine getirilebilecek olan bir işlevler bütünü olarak anlaşılmalıdır.” Bu, devletlerin, kendi kaderini tayin arayışında olan gruplarla diyaloga açık olmasını ve bu gruplarla ilişkide esnek bir yaklaşım sergilemesini gerektirir. Oysa bazı devletler, kendi kaderini tayin hakkına hâlâ çok eski ve dar bir bakışla yaklaşmakta ve kendi sınırları dâhilindeki bir halka bu hakkın uygulanabilirliğini tanırlarsa kendi toprak bütünlüklerinin ve egemenliklerinin tehlikeye gireceğinden hâlâ korkmaktadır. Bu korku bazı devletlerde kendi kaderini tayin hakkının sürekli inkârına, bunun sonucunda insan hakları normlarının sürekli ihlaline, politik istikrarsızlığa ve çatışmaya yol açmaktadır. Türkiye örneğinde bunu açıkça görmek mümkündür.

 

Kürtler, Kendi Kaderini Tayin ve Türkiye

Türkiye Kürtleri, kendi kaderini tayin hakkına sahip bir halk oluşturmaktadır, ancak Türkiye bu hakkı tanımamaktadır. Türk hükümeti, bu hakkı tanınmamayı kendi anayasal doktrinindeki “Türk ulusu” kavramının yorumuyla meşrulaştırmaktadır. Türkiye hayli merkezi, üniter bir ulus devlettir. Türkiye Cumhuriyeti Anayasası’nın 3. Maddesi şöyledir: “Türkiye Devleti, ülkesi ve milletiyle bölünmez bir bütündür. Dili Türkçedir.” Türk Anayasa Mahkemesi bu anayasa hükmünden yola çıkarak, bölünmez bir “Türk ulusu” yorumu geliştirmiştir ve devletin bütünlüğünü baltalayacak her türlü girişimin Anayasa’ya aykırı olduğunu varsaymaktadır. Anayasa Mahkemesi, bu yüzden, Kürt halkının Kürt siyasi partilerinde temsil edilmek yoluyla dile getirdiği herhangi bir kendi kaderini tayin talebini, bu talep dışsal kendi kaderini tayin isteğini içermese bile, devletin bütünlüğüne bir tehdit olarak yorumlamaktadır. PKK yıllarca Türkiye’den tam bağımsızlık istemişti. Ama Öcalan’ın politikası zamanla değişti ve onun partisi artık Kürtlere Türkiye devleti sınırları dâhilinde yaşadıkları bölgeleri yönetmek için demokratik özerklik ve güç verecek olan demokratik konfederalizm kavramına dayalı bir federal model talep etme noktasına geldi. Türkiye’de Kürtlerin kendi kaderini tayini, özerklik verilmesi ve azınlık haklarına saygının sağlanması yoluyla, devletin toprak bütünlüğünü hiçbir şekilde tehdit etmeksizin sağlanabilir. Kendi kaderini tayin hakkına dair bu içsel yaklaşım, Türkiye’de Barış ve Demokrasi Partisi ve Kuzey Kürdistan Birlik ve Çözüm Konferansı tarafından desteklenmektedir. Buna rağmen, Türkiye’de “Kürt Sorunu”na bir çözüm bulmaya yönelik bir yol olarak bu içsel kendi kaderini tayin hakkının kabulü, bu hakkı tek boyutlu bir bakış açısıyla ele alan Anayasa Mahkemesi tarafından göz ardı edilmektedir.

Anayasa Mahkemesi’nin kendi kaderini tayin hakkına getirdiği dar yorum, Kürt siyasi partilerinin kapatılmasına ilişkin bir dizi kararda açıkça görülebilir. Mahkeme, Kürt halkının kendi kaderini tayin hakkını talep ettikleri ve devletin bütünlüğüne tehdit oluşturdukları gerekçesiyle Türkiye devleti dâhilindeki bir dizi siyasi partinin kapatılmasına hükmetmiş ve bu partilerin kendi kaderini tayin hakkına getirdiği geniş yorumu reddetmiştir. Bunun yerine, kendi kaderini tayin hakkını, devletin egemenliğine ve toprak bütünlüğüne bir meydan okuma olarak değerlendirerek, hayli dar bir açıdan yorumlamıştır. Bayır’ın yorumunda da görüldüğü üzere, Anayasa Mahkemesi’nin içtihadı incelendiğinde, bu içtihadın “kendi kaderini tayin hakkına dair, statik ve Türk devletinin uluslararası alanda kendi kaderini tayin hakkı ve azınlık haklarıyla ilgili resmi görüşüyle ziyadesiyle uyumlu muhafazakâr bir bakış açısını yansıttığı” derhal görülebilir. Kendi kaderini tayin hakkı yasal olarak tanınmasına rağmen, halkların kendi kaderini tayin talebi pek çok durumda uygulanmadan kalmıştır. Türkiye’deki durum da budur. Türk hükümetinin kendi sınırları içindeki Kürt halkının kendi kaderini tayin hakkını sürekli inkâr etmesi, bu üstün hukuk (jus cogens) normunun herkes için geçerli (erga omnes) biçimde uygulama yükümlülüğünün bir ihlalidir. Bu hakkın uygulanmasının önündeki asıl engellerden biri, Anayasa Mahkemesi’nin bu hakka dair dar yorumunda da açıkça görüldüğü üzere, kendi kaderini tayin hakkının doğasının layıkıyla değerlendirilmeyişidir. Kendi kaderini tayin hakkının, demokratik konfederalizm teorisinde önerildiği üzere, özerkliği dikkate alan azınlık hakları ve sözleşmelerinin korunması yoluyla, toprak bütünlüğü ve birliğine tehdit oluşturmaksızın gerçekleştirilebilecek olan bir yeniden değerlendirmesine acilen ihtiyaç vardır. Türk hükümeti yetkilileri ve hukukçuları, kendi kaderini tayin hakkının evrimini ve bu hakkın devletin egemenliğine tehdit oluşturmaksızın barışçıl biçimde uygulanabilmesinin çok çeşitli yollarını değerlendirebilmelidir. Bu, kendi kaderini tayin hakkı ve ülkede insan haklarının çok daha yaygın olarak güvence altına alınması konusunda Türk ve Kürt aktörler arasında daha iyi ve daha etkili bir diyalog için bir temel sağlayacaktır.

 

 

*Öğretim Görevlisi, Maynooth Üniversitesi, Hukuk Bölümü, İrlanda

 

İngilizce Çeviri: Münevver Çelik

 

 

Bunları da beğenebilirsin

Yoruma kapalı.