Düşünce ve Kuram Dergisi

3.Dünya Savaş Gerçeği ve Demokratik Modernite Çözümü

Meral Çiçek

Kudüs Gücü Komutanı Kasım Süleymani ve Haşdi Şabi Komutanı Ebu Mehdi el-Mühendis’in 3 Ocak günü Bağdat’ta Amerikan SİHA saldırısında katledilmelerinin ardından, medyada ‘Bu suikast 3. Dünya Savaşı’nı çıkarır mı?’ sorusu yoğun bir biçimde tartışıldı. Çoğunlukla Batılı basın-yayın organlarında yürütülen tartışmanın yanı sıra, sosyal medya ağı Twitter’de sadece suikastın işlendiği gün World War 3 (3. Dünya Savaşı) hashtagi altında 1 milyon 650 binden fazla tweet atıldı.

Resmi eğitim, tarihi kolektif yapılar ve gelişim seyirleri etrafında değil, birey ve olay merkezli anlatır. Öyle olduğu için İranlı Kasım Süleymani’nin Irak topraklarında ABD tarafından suikast edilmesi akıllara hemen Avusturya veliahdı Arşidük Franz Ferdinand’a suikastı getirdi. Oysa televizyon ve gazetelerde yorumcu, analist, tarihçi, gazeteci vb. sıfatlı insanlar 3. Dünya Savaşı’nın ne zaman ve hangi güçler arasında çıkacağına, esas çelişkinin ABD-İran arasında mı yoksa ABD-Çin arasında mı olduğuna dair kafa yorarken 3. Dünya Savaşı zaten yaşanıyordu. Üstelik 20 yıldan beri devam eden bir savaş gerçekliği var. Ancak bu savaşın adı ‘resmi olarak’ bir türlü konulmuyor. Adı konulmayınca da kendisi yokmuş, henüz başlamamış gibi bir algı oluşturuluyor. Halbuki 3. Dünya Savaşı bir gerçektir. Bunu, kapsamlı arka planı ile birlikte ilk ortaya koyan ise Abdullah Öcalan’dır: “Üçüncü Dünya Savaşı bir gerçektir ve ağırlık merkezi Ortadoğu coğrafyası ve kültürel ortamıdır. Sadece savaşın yoğunluk merkezi olarak Irak’ta yaşananların bile bir ülke ile ilgili olmadıklarını, dünya hegemonik güçlerin çıkarları ve varlığı ile ilgili olduğunu gayet iyi açıklamaktadır. Bu savaş ancak İran’ın tamamen etkisizleştirilmesi, Afganistan ve Irak’ın istikrara kavuşturulması, Çin’in ve Latin Amerika’nın tehdit olmaktan çıkarılmasıyla sonlandırılabilir.”[1]

Peki bütün dünyanın gözleri önünde yaşanan bir savaşın adı neden konulmaz, varlığı neden inkar edilir? Bu sorunun iki temel yanıtı var. İlki savaşın neokolonyal karakteri ile alakalıdır. Zira 3. Dünya Savaşı’nın ağırlık merkezinin Ortadoğu olmasının bir sebebi, kapitalist hegemonyanın burayı kendi ihtiyaç ve çıkarları doğrultusunda yeniden dizayn etme planlarıdır. Genelde 200, özelde ise 100 yıldır Ortadoğu coğrafyasında kendini inşa etmeye çalışan kapitalist modernist dünya sistemi açısından kendi yaratmış olduğu Ortadoğu ulus-devletleri artık engel oluşturuyor. Bu, ulus-devletin bölgede aşılmak ve daha demokratik rejimlerin geliştirilmek istendiği anlamına gelmiyor elbette. Ancak küresel kapitalizme ayak uyduramayan, yapı ve mantalite olarak 21. Yüzyıl gerçeğinin çok gerisinde kalan, dolayısıyla kapitalist hegemonyanın tam tesisi önünde engel oluşturan Ortadoğu ulus-devletleri sistem açısından bir tıkanmaya neden oluyor. Ulus-devletçilik ile küresel kapitalizm arasındaki çelişkiyi bu durum oluşturuyor. Yapısal krize dönüşen bu çelişki durumu, sistem açısından neokolonyal savaşları gerekli kılıyor. Fakat günümüz dünyasında sömürgeciliğin kendisini savunmak zor olduğundan ve de sömürgecilik, faşizm, darbeler, soykırımlar ve dünya savaşlarının ‘20. Yüzyıla ait olgular olarak’ artık geride kaldığı yöndeki liberal safsata nedeniyle 3. Dünya Savaşı gerçeği gizlenmeye çalışılıyor. İkincisi; özellikle küresel kapitalizmin merkezlerinde savaş karşıtlığı üzerinden toplumsal örgütlenmeler ve hareketlerin önü alınmak isteniyor. Amerikan şair Carl Sandburg’un (1878-1967) bir şiirine dayandırılan “Düşünün ki savaş var ama kimse gitmiyor”[2] sözü “Düşünün ki savaş var ama kimse bilmiyor” şeklinde değiştirilmiş gibidir.

3. Dünya Savaşı, elbette ki Ortadoğu ile sınırlı değil. Küresel düzeydeki çelişki ve çatışma durumuna bu yazıda ayrıca bir göz atacağız. Ancak savaşın kendisinin yoğunlaştığı coğrafya Ortadoğu’dur. Savaşın hazırlıkları ise çok önceden, ta 1970’li yıllarda yapılmaya başladı. Yeşil Kuşak Projesi ve Büyük Ortadoğu Projesi (BOP) bu bağlamda 3. Dünya Savaşının temel parçaları, daha doğrusu aşamalarıdır. Yeşil Kuşak Projesinin mimarı, dönemin ABD Başkanı Jimmy Carter’in ulusal güvenlik danışmanı Zbigniew Brzezinski idi. 1977’de geliştirilen projenin temel amacı, aynı madalyanın iki tarafı olarak hem ılımlı hem de radikal İslam’ı örgütleyerek Sovyetler Birliği’nin Ortadoğu’ya yayılmasını önlemek ve bölgenin tümünde yükselen sol-sosyalist mücadele ve hareketleri ezmekti. Bu amaçla 1977’den hemen sonra peş peşe kontra darbeler yapıldı. Yukarıdaki alıntıda Öcalan, 3. Dünya Savaşının ağırlık merkezinin Ortadoğu coğrafyası ve kültürel ortamı olduğunu ifade ediyor. Yeşil Kuşak Projesinin de öncelikli hedefi, Ortadoğu’nun devrim kültürünün tasfiye edilmesiydi. Bu kültürün tarihsel ve toplumsal olarak en köklü varlık sağladığı coğrafya, Aryen halklarının yaşadığı coğrafyadır. O nedenle projenin geliştirilmesinin ardından Aryen halklarının en yoğunluklu yaşadığı Afganistan, İran ve Türkiye’ye (Kuzey Kürdistan) yönelik müdahaleler gerçekleştirildi. 1979 itibariyle Demokratik Afganistan Cumhuriyetine karşı Mücahitler eliyle yürütülen savaş, İran İslam Cumhuriyeti’nin kuruluşuna götüren ‘Devrim’ süreci (karşı-devrim demek daha doğru olur) ve 12 Eylül Darbesi bu bağlamda okunmalı. Afganistan ve İran’da bu sürecin en büyük kaybedenleri kadınlar olurken (günümüzde toplumun en büyük umudu olmakla birlikte), Kuzey Kürdistan’da ise darbeye, kadın özgürlüğünü merkezine alan Kürdistan Devrimi hareketi ile yanıt verildi. Yeşil Kuşak Projesi o nedenle istediği sonucu Kürdistan Özgürlük Hareketi şahsında alamazken, 2002 seçimlerinde iktidara gelen AKP’nin köklerinin dayandığı zemin de esasen bu darbe sürecidir. AKP militanları 12 Eylül’ün solu bastırmak için İslamcı kesime sunduğu sınırsız olanaklar içinde yetiştiği gibi[3], AKP bir tarihsel ve siyasal sürecin ürünü olarak 1980 sonrasında gelişen ve artık orta büyüklük sınırlarını aşan, dünya pazarlarına açılan taşra sermayesinin siyasal örgütlenmesi olarak da ortaya çıktı.[4]

Yeşil Kuşak Projesi, esasen 21. Yüzyılın hemen başında devreye sokulan Büyük Ortadoğu Projesi için gerekli zemini hazırladı. İki proje arasında böylesi bir ilişki var. Bunu, başta ABD olmak üzere küresel hegemonyal güçler tarafından ılımlı İslam temsili temelinde AKP’ye biçilen ‘bölgesel öncülük’ misyonu üzerinden de okumak mümkündür. BOP’un startı görünürde 11 Eylül saldırılarından sonra, Afganistan ve Irak işgalleri ile verildi. Ancak bu süreci başlatan esas olay, Öcalan’ın esareti ile sonuçlanan 9 Ekim devletlerarası komplo (ya da NATO operasyonu) oldu. Abdullah Öcalan kendisi de bunu doğruluyor: “Irak’ın işgal senaryosu da benim teslim edilmemle çok sıkı sıkıya bağlantılıdır. İşgal aslında bana yönelik operasyonla başlatılmıştır. Afganistan işgali için de aynı husus geçerlidir. Daha doğrusu Büyük Ortadoğu Projesinin hayata geçirilişinin kilit adımlarından biri ve ilki bana yönelik operasyondu. (…) Kürdistan ve Kürtler giderek kontrollerinden çıkıyordu. İsrail de bu durumdan çok rahatsızdı. Kürdistan’daki gelişmelerin ve Kürtlerin kontrolünün ellerinden çıkması onlar için kabul edilemez bir durumdu. Özellikle Irak’la ilgili planları için hayati rol ifade ediyordu. Mutlaka ayrılmam ve bağımsız bir Kürt kimlikle özgürlük çizgisine son vermem dayatılıyordu.”[5]

3.Dünya Savaşı’nı başlatan küresel güç olarak ABD’nin temel hedefi, dünya hegemonyasını pekiştirmek, Sovyetler Birliği’nin çöküşü ile birlikte ortaya çıkan boşluğun Rusya ve Çin tarafından doldurulmasını önlemek ve Ortadoğu’daki ‘asi rejimlerin’ devri ile kapitalist hegemonyanın buradaki inşa sürecini tamamlamaktı. Günümüzdeki tabloyu bu hedef doğrultusunda değerlendirdiğimizde görünürde Ortadoğu’daki hegemonya savaşının esasen ABD ile Rusya arasında verildiğini söyleyebiliriz. Fakat bu hegemonya savaşı siyah-beyaz renklerde yürümüyor. Bu da zaten 3. Dünya Savaşının bu aşamasındaki temel özelliği ile bağlantılıdır.

Çoklu kriz koşullarında yürütülen savaş çoklu ilişki-çelişki dinamiği temelinde şekilleniyor. Böyle olunca sahada karşıt gibi görünen güçler bazı konularda veya kısa vadeli ortak çıkarlarda danışıklı dövüşebiliyor. Bu durum bölgede özellikle ABD ve Rusya’nın Rojava ve Kuzey Suriye’ye yönelik politikasında kendini sık sık gösterebiliyor. Dolayısıyla Ortadoğu sahasında kendini gösteren hegemonya savaşının çoklu boyutları olduğu gözden kaçırılmamalı. Ortadoğu, bir yandan küresel hegemonya savaşı çerçevesinde ABD ve Rusya’nın karşı karşıya geldiği, bir yandan ise bölgesel hegemonya savaşı çerçevesinde ABD ve İran’ın çatıştığı, diğer yandan ise hem İran hem Türkiye’nin bölgesel hegemonik güç haline gelmek için pratik etkinlik sahasını genişlettiği bir sıcak ve soğuk savaş alanına dönüşmüş durumdadır. Hal böyle olunca bu çoklu kriz durumunda çoklu ittifak ve cepheler de hızlı bir şekilde oluşup dağılabiliyor. İttifak ekseni bazen mezhep arası (Sünni-Şii) bazen mezhep içi (İran-Irak-Lübnan Şiileri ile Suudi Arabistan-Katar-BAE-Türkiye-Mısır Sünnileri), bazen siyasal proje (Ilımlı İslam) etrafında bazen de ortak düşman (örneğin Kürtler) bağlamında oluşuyor. Kısacası savaşın kendisi düz çizgisel veya iki boyutlu değil. Çoklu ilişki ve çelişkiler üzerinden, çok boyutlu, çok aktörlü bir savaş yürütülüyor. Bu çokluk durumu sayısız kombinasyonları beraberinde getiriyor. Her kombinasyon ise farklı bir seçenek anlamına geliyor. Ve bu savaşta hangi gücün seçenekleri daha fazlaysa o daha avantajlı bir konumdadır. Bu durum derin bir sistem teorisi bilgisine sahip olmayanlar açısından büyük resmi ve onun parçalarını okumayı zorlaştırırken, geçen yüzyılın dünyasının oluşturduğu siyasi kalıplar doğrultusunda değil de, daha kuantumik bir politik perspektif edinmek ve bu bakış açısından bakıp anlamak giderek daha çok önem kazanıyor. Özellikle de Kürtler açısından. Zira bu dünya savaşının soykırım tehdidi altında bulunan halk Kürtlerdir. Bununla birlikte en çok kazanma olanağına sahip olanlar da Kürtlerdir. Bu ikili gibi görünen durum belki de 3. Dünya Savaşının temel özelliğini oluşturuyordur.

 

3.Dünya Savaşının karakteristiği

Eğer devam etmekte olan 3. Dünya Savaşı gerçeğini 1. ve 2. Paylaşım Savaşları üzerinden ölçmeye çalışırsak resmi bütünlüklü göremeyiz. Elbette ki 3. Dünya Savaşı özünde bir paylaşım savaşıdır. Dolayısıyla bu savaşla birlikte devletler arası ilişkiler de yeniden düzenlenmektedir. Ancak bu savaşın, geçen yüzyılın ilk yarısında yaşanan iki dünya savaşından farklı temel nitelikleri bulunuyor. Öncelikle toplumsallaşmış bir savaş gerçeği söz konusudur. Savaş artık toplumun dışında değil, toplumun bizzat içinde, ortasında yürütülüyor. Dolayısıyla etkileri çok daha yıkıcı oluyor. Pakistanlı yazar Tarık Ali, 2015 yılında yaptığı bir konuşmada Irak müdahalesinin özellikle toplum üzerindeki yarattığı etkilere dikkat çekti: “2003 savaşı öncesi Irak, Saddam ve öncüllerinin otoriter diktatörlüğü altında, Ortadoğu’daki en yüksek eğitim düzeyine sahipti. Bunu söylediğinizde Saddam savunucusu olmakla suçlanırsınız ama 1980’lerde Bağdat Üniversitesi’nde Princeton’da 2009’da olduğundan daha fazla kadın profesör vardı; kadınların okul ve üniversitelerde eğitim verebilmesini kolaylaştırmak için kreşler vardı. Bağdat ve Musul’da -şu anda İslam Devleti’nin işgali altında- tarihi yüzyıllar öncesine giden kütüphaneler bulunuyordu. Musul kütüphanesi sekiz yüzyıldır açıktı ve mahzenlerinde antik Yunan’dan el yazmaları vardı. Bağdat kütüphanesi, bildiğimiz gibi, işgalden sonra yağmalandı ve Musul’un kütüphanelerinde şu an olup biten de sürpriz sayılmamalı, binlerce kitap ve el yazması yok edildi.”[6] Çoğu sivil yaklaşık bir milyon Iraklının öldürüldüğü savaşla birlikte ülkenin toplumsal altyapısı da tamamen yerle bir edildi. Ülke demodernize ve demonte edildi. Aynı durum Afganistan için de geçerlidir. Sosyal ve siyasal yapı korunamadı. O nedenle de müdahaleden bu yana ne Irak ne de Afganistan’da yeni bir yapı oluşturulamadı ve çözümsüzlük kalıcı bir hal aldı. Savaş sürekli bir şekilde yeniden üretilen krizli ve kaoslu bir durum yarattı. Öyle ki Batı hegemon güçleri kendileri de bu durumdan çıkış bulamıyor. ABD’nin Afganistan’da Taliban’la ateşkes görüşmeleri yürütmesi ve Irak’ta bir türlü işlevli bir siyasal yapının oluşturulması bunun sonucudur. 20. Yüzyılda oluşmuş yapı yıkıldı ancak yerine, küresel kapitalist sistemin ihtiyaçlarını karşılayacak bir yapı oluşturulamadı. Bunun faturasını ise en çok da halklar ödüyor. Irak’ta devlet dağıldı ve yeniden devletleşme süreci bir türlü ilerletilemiyor. Bu ise İran gibi güçlerin bölgesel hegemonya arayışları açısından boşluklar sunuyor. Bu ise hem bölgesel güçler hem de küresel hegemon güçler arasındaki çelişki ve çatışmaları derinleştiriyor. Kaybeden ise Irak oluyor.

3. Dünya Savaşının sıcak savaş cephesini oluşturan Ortadoğu, aynı zamanda silah endüstrisinin son teknolojilerinin sınandığı ve uygulandığı alandır. Dikkat edilirse 3. Dünya Savaşının sıcak boyutu ağırlıkta bir asimetrik savaş olarak, havadan saldırılara dayalı olarak yürütülüyor. NATO orduları keşif uçaklarına dayalı ilk kapsamlı hava saldırılarını Afganistan ve Irak’ta gerçekleştirdi. Bu saldırılarda sayısız sivil hayatını kaybetti. Ardından 2007 itibariyle TC, ABD ve Irak ile yapılan üçlü anlaşma temelinde Güney Kürdistan’da özgürlük gerillalarına karşı hava savaşını başlattı. DAİŞ’le mücadele kapsamında özellikle Rojava ve Şengal’de Uluslararası Koalisyon uçakları havadan saldırarak sadece DAİŞ hedeflerini değil aynı zamanda koca yerleşim yerlerini yıktılar. Rusya İdlib’deki İslamcı çetelere ağırlıkta havadan saldırıyor. Yani Ortadoğu’da yoğunlaşan 3. Dünya Savaşının devlet güçleri tarafından çoğunlukla keşfe dayalı hava saldırıları şeklinde yürütüldüğünü görüyoruz. Elbette Birinci ve İkinci Dünya Savaşlarında da hava saldırıları gerçekleştirildi. Ancak günümüzde bu teknoloji ile rastgele bombalamalardan ziyade hedefli saldırı ve suikastların gerçekleştirildiğine şahit oluyoruz. Mesela 3 Ocak’ta Kasım Süleymani ve Ebu Mehdi el-Mühendis’in silahlı bir keşif uçağı ile suikast edilmeleri, savaş paradigmasında da yeni bir döneme geçildiğinin ilanıydı aynı zamanda. Bu yöntem TC tarafından bir süreden beri Özgürlük Hareketine karşı kullanılıyor. Ancak ABD tarafından da açıktan kullanılmış olması TC’ye meşruluk katıyor. Zaten TC’nin silahlı ve silahsız keşif teknolojisini bu denli geliştirmesini teşvik eden de ABD’nin kendisi oldu.

1.Dünya Savaşı resmi olarak 4 yıl, 2. Dünya Savaşı ise 6 yıl sürdü. Yani süre bakımından nispeten kısa süren savaşlardı. Ancak 3. Dünya Savaşı parçalı ve uzun bir süreye yayılmış olarak yürütülüyor. Şimdiden 20 yılını geride bırakan bu savaşın daha 10-20 yıl devam etmesi bekleniyor. Ki savaşın sırf Suriye kısmı şu anda 9. yılında ve ufukta çözüm görünmüyor. Bununla birlikte savaş sadece silahla değil, farklı yöntem ve araçlara dayalı da yürütülüyor. Örneğin ABD’nin İran ve Çin’le yürüttüğü ticaret savaşı, yine son olarak Suriye rejimine karşı ilan edilen Sezar Yasası adı altındaki mali yaptırımlar bu kapsamda değerlendirilmeli. Yanı sıra bazen devlet aktörlerinin bizzat ve doğrudan savaşın içinde yer aldığını, bazen ise vekaleten başka güçleri savaştırdıklarını görüyoruz. Kısacası yöntem ve araçta da çokluk durumu söz konusudur.

Bölge ulus-devletleri arasında, Ortadoğu’da yaşanmakta olan 3. Dünya Savaşı’ndan en fazla yararlanmaya çalışan, ancak kendi pozisyonları da oldukça kırılgan olan iki güç Türkiye ve İran’dır. Türkiye’nin motivasyonlarını özetleyecek olursak bu savaşı 1. Kürt soykırımını tamamlamak, 2. Misak-ı Milli’yi gerçekleştirmek ve 3. Neo Osmanlı emelleri doğrultusunda hem siyasal etkisini hem de bizzat varlığını daha geniş bir coğrafik alana taşımaktır. En köklü devlet geleneğine sahip İran açısından ise temel hedef, Şii hilalin de ötesinde bölgesel hegemonik bir güç haline gelmektir. Ancak bu konuda hem ABD hem de İsrail’in çıkarlarını tehdit ediyor. Bu ise İran açısından müdahale riskini artırıyor. İran’ın bu savaş karşısında mevcut durumuyla kendisini koruması ve varlığını eskisi gibi sürdürmesi olanaklı görünmüyor. Şimdiden ticaret savaşı şeklinde bir müdahale durumu ile karşı karşıyadır. Bununla birlikte Irak, Suriye, Lübnan ve Yemen’de savaşın içinde yerini alıyor. İran’ın politikası, savaşı kendi sınırlarının dışında tutup yürütmektir. Bunun üzerinden hem bölgesel hegemonyasını inşa etmeye çalışıyor hem de ABD önderliğindeki Batı egemen devletlerin etki sahasını daraltmaya çalışıyor. Ancak bugün açısından bakıldığında İran’ın güçlenen değil zayıflayan bir konumda olduğu tespiti yapılabilir. Bu ise onu temel eksenlerde ittifaklar geliştirmeye zorluyor. Ancak ittifakların kendisi riskli konumunu zayıflatmak yerine daha kırılgan kılabiliyor. Örneğin Astana süreci bağlamında Rusya’nın yanı sıra Türkiye ile geliştirdiği ilişkiyi yeniden Kürt karşıtlığı temelinde derinleştirmesi kendisi açısından daha olumsuz sonuçlar getirmesi muhtemeldir. Ancak diğer açıdan hem ekonomide yaşadığı ciddi zorlanma, bunun toplum üzerindeki etkileri ve son olarak Covid-19 salgınının etkileri İran’ı Türkiye ile yakınlaşmaya zorluyor. Zira müdahale riskini azaltacak olan yegane yol olan demokratikleşmeyi ısrarla reddeden bir pozisyondadır.

Yüzyılımızın başında yürürlüğe konulan Büyük Ortadoğu Projesi’nin dayandığı temel unsurlardan biri de Ilımlı veyahut siyasal İslam idi. Ilımlı İslam, ABD’nin Ortadoğu’yu dizayn etme aparatı olarak önemli işlev görürken ve AKP için sıçrama tahtası oluştururken, günümüzde artık aynı role sahip değildir. ‘Arap Baharı’ denen süreçte ılımlı İslam’a biçilen misyon çok da sonuç alıcı olamadı. İhvanı Müslim, çıkış yeri olan Mısır’da 2013 yazında darbeye uğrayıp ardından da ciddi güç kaybetti. Arap Baharı sonrası Tunus’ta yapılan ilk seçimlerde en çok oy alan siyasal İslamcı Nahda Hareketi, 2011’den bu yana sahip olduğu desteğin üçte ikisini yitirdi.[7] Suriye’de Ilımlı İslam üzerinden bir alternatif yaratılamadı. Dolayısıyla şu sorunun sorulması gerekiyor: Büyük Ortadoğu Projesi hala aynı biçimde geçerli midir yoksa 3. Dünya Savaşı farklı bir tasarı doğrultusunda sürdürülmek mi isteniyor? Bu konuda küresel hegemon güçlerin de bir tıkanma yaşayıp arayış içinde olduğu açık. Ancak bu belirsizlik durumu Ortadoğu halkları açısından ciddi bir risk oluşturduğu gibi, doğru değerlendirildiğinde fırsata da dönüştürülebilir. Çünkü her belirsizlik durumu beraberinde boşluklar da getirir. Fakat bunun için bölgenin öncü demokrasi güçlerinin kendi öznel pozisyonlarını güçlendirmeleri temel şarttır. Ortadoğu’ya yönelik son 200 yılda geliştirilen sömürgeci politikalarının da bir sonucu olarak dış güçleri ve bölge devletlerini özne, kendini ise nesne görme durumu yaygındır. Oysa hegemonyal hesaplar ancak güçlü bir politik öznelik ile bozulabilir. Elbette ki hangi gücün ne yapmak istediğini bilmek politika yapmak açısından belirleyicidir. Ancak kimin ne yapmak istediği sorusunun etrafında kendi yapmak istediklerini, yapabildiklerini, yapman gerekenleri öteleyen bir duruma gelinmemeli.

Büyük Ortadoğu Projesinin aynı şekilde geçerli olup olmadığı sorusu Türkiye’deki durum ve AKP iktidarı açısından da büyük önem arz ediyor. Zira AKP iktidarı bu proje çerçevesinde varlık buldu. Siyasal İslam, Ortadoğu’yu dizayn etme aparatı olarak işlevini kaybetti. Bu durum en geç 2013’te netlik kazandı. Siyasal İslam’a 2012-13’ten sonra Radikal İslam’ı devşirme görevi verildi. Ilımlı İslam’ın Ortadoğu’daki patronluğunu yapması öngörülen AKP, bu temelde İslam maskesini takmış çetelerin patronluğunu üstlendi. El Kaide, Nusra Cephesi, Ahrar el-Şam, DAİŞ gibi çetelerle bu temelde bir ilişki geliştirdi. Şu anda da söz konusu çeteleri Afrin, Serêkaniyê, Girê Spî’de, Cerablus ve Bab’da, yine Libya’da paralı askerler olarak kullanıyor. Şu an itibariyle Batı hegemon güçlerinin çıkarları ile çelişmeyen bu nokta ileride AKP açısından içinden çıkılması zor bir durum oluşturması muhtemeldir. Dolayısıyla Suriye savaşının sonucu AKP-MHP, TC’nin de durumunu belirleyecektir.

 

Dünya Sistemindeki değişimler

Modern Dünya Sistemi Teorisini ortaya atan kuramcı Immanuel Wallerstein’e göre sistemler üç aşamadan oluşur: 1. varoluş, 2. (en uzun aşama olan) normal yaşam ve 3. yok oluş. Yok oluş aşaması aynı zamanda sistemlerin yapısal kriz dönemidir. Kapitalist dünya sisteminin yaşadığı yapısal krizi irdeleyen Wallerstein, şimdiden gelecek yeni sistemi belirleme mücadelesinin içinde olduğumuzu vurgular. Wallerstein’e göre bu mücadele süreci ta 1970’li yıllarda başlamış olup 2040’lı veya 2050’li yıllara kadar devam edecektir.[8] Bu tespiti alıp bir aşama daha ileriye taşıyacak olursak şunu söyleyebiliriz: Yeşil Kuşak Projesi ile başlayıp Büyük Ortadoğu Projesi ile devam eden, Ortadoğu’da yoğunlaşsa da bir Dünya Savaşı niteliğine sahip olan 3. Paylaşım Savaşı, kapitalist dünya sisteminin yaşadığı yapısal krizin bizzat ifadesi ve sonucudur. Öyleyse son 20 (hatta 40) yıldır Ortadoğu sahasında yürütülen savaş, geleceğin dünya sistemini belirleme savaşıdır. Bu gerçek devletli uygar güçleri açısından geçerli olduğu gibi demokratik modernite güçleri için de geçerlidir. Dolayısıyla Ortadoğu’da yoğunlaşan paylaşım savaşını bir dünya savaşı olarak nitelendirmemizi sağlayan temel nokta, içinde bizzat veya dolaylı olarak yer alan devletlerin çokluğu değildir. Bu savaşı 3. Dünya Savaşı yapan temel husus, sonucunda yeni bir dünya sisteminin şekillendirileceği gerçeğidir. Dolayısıyla Ortadoğu’da sağlanacak olan sonuç bütün bir dünyayı etkileyecek değişimler yaratacaktır. Dikkat edilirse hem 1. hem de 2. Dünya Savaşı böylesi büyük sistemsel değişimleri beraberinde getirmişti. Ancak 2. Dünya Savaşı’ndan sonra oluşturulan dünya sisteminin dayandığı temel kurumlarının ciddi bir tıkanma ve anlam yitimi yaşadığını günümüzde çok net bir şekilde görebiliriz. Bu da yapısal sistem krizinin somut ifadelerinden biridir. Örneğin 1945’te 2. Dünya Savaşı’nın bitiminden bir ay sonra kurulan ve dünyadaki en büyük devletler arası örgüt olan Birleşmiş Milletlerin bugün neredeyse hiçbir gücü kalmamıştır. Hegemonya mücadelesini veren ABD, Rusya ve Çin arasında rehin alınıp işlevsiz kılınan bir yapıya dönüşmüştür. Rusya ve Çin sık sık Güvenlik Konseyi’nin karar almasını veto ederken, en büyük sponsor olan ABD ise bütçe kesme tehditleri ile şantajcı bir pozisyonda duruyor. Ulus-devletler düzeni BM üzerinden on yıllardır kendine hümanist bir renk katıp, sözde dünya barışını korumakla görevli bu kuruluş ile kendini meşrulaştırıyordu. Fakat son yıllarda BM giderek daha fazla yaptırım gücü olmayan, iradeden yoksun, işlevsiz bir yapı halini aldı. Benzer bir durum Avrupa Konseyi için de geçerlidir. Avrupa Birliği de anlam ve işlev yitimi sorunu ile karşı karşıyadır. Denilebilir ki 2. Dünya Savaşı sonrası Batı merkezli oluşturulmuş bütün devletler arası kuruluşlar dünya sisteminin yaşadığı yapısal kriz bağlamında işlevsizleşmektedir. O nedenle kendini yenileme arayışı öne çıkmaktadır. İngiltere’nin AB’den çıkma kararı veya Fransız Cumhurbaşkanı Macron’un “NATO’nun beyin ölümü gerçekleşti” şeklindeki ifadesi bu bağlamda ele alınmalıdır.

Peki bu durum, yani dünya sisteminin yaşadığı yapısal kriz ve bu bağlamda 3. Dünya Savaşı sistem dışı ve -karşıtı güçler açısından nasıl bir anlam taşıyor? Bu krizin ve savaşın demokratik modernite güçleri üzerindeki (olumlu-olumsuz) etkileri nelerdir? Ne tür riskleri ve hangi fırsatları beraberinde getiriyor?

Öncelikle şu vurguyu yapmamız gerekiyor: Wallerstein’in tespitiyle 1970’li yıllarda başlamış olan gelecekteki dünya sistemini belirleme mücadelesi sadece devletler veya sistem güçleri arasında yürütülmüyor. Bu savaş Ortadoğu’da sadece uluslararası hegemonik güçlerle yerel ulus-devletleri arasında verilmiyor. Bizler de bu savaşın sadece mağdurları değiliz. Bu mücadelenin eksenleri çoktur. Sadece iki tarafı olan bir savaş söz konusu değildir. Ancak daha paradigmatik bir açıdan baktığımızda esas mücadelenin kapitalist modernite ile demokratik modernite güçleri arasında verildiğini rahatlıkla söyleyebiliriz. Kapitalist modernite, sürekli kâr birikimine dayanan finans kapitalizmini yeni bir dünya sistemine kavuşturma zorunluluğu ile karşı karşıya. Eskinin sürdürülemezliği ve yeniyi arama büyük çalkantılara yol açıyor. Yapısal kriz momentlerinde dalgalanmalar büyük ve sabit olur. Sistem giderek daha çok denge durumundan uzaklaşır. Bu ise devrimci değişim potansiyelini büyütür. Zira ‘normal’ zamanlarda devrimler ne kadar radikal olsalar da etkileri sınırlı olur. Ancak yapısal kriz zamanlarında ufak hareketlenmelerin bile etkisi büyük olur. Wallerstein buna “kelebek etkisi” der. Yaşadığımız şu zamanda kelebek etkisi kendini çokça gösteriyor.

Özellikle son 10 yıllık süreçte bunun çok sayıda örneği ortaya çıktı. 2010’un Kasım ayında meyve sebze satıcısı olan işsiz bir üniversite mezununun, satış arabasına polisin el koymasından sonra kendini ateşe vermesi ile başlayan protestolar Arap Baharı denen süreci fitilledi. Her ne kadar Kuzey Afrika’nın çok sayıda ülkesine sıçrayan isyan, toplumsal güçlerin yeterince örgütlü olmaması nedeniyle alternatif bir sisteme yol açmadıysa da köhneleşmiş rejimlere karşı demokratik mücadele deneyiminin kendisi bir toplumsal kazanım olarak görülmeli. Michael Hardt ve Antonio Negri o dönemde kaleme aldıkları Declaration adlı beyannamede “Bu tarz kurucu süreçler kısa süreli geri itmeler yaşasalar da bu, onların uzun vadede kaybetmeleri anlamına gelmez” diyerek bundan sonra “her yıl meteorolojik ve politik bir baharın” yaşayacağı öngörüsünde bulundular.[9] Gerçekten de öyle oldu. 2011 yılına ‘Arap Baharı’ damgasını vururken, ardından 2011/12’de İspanya’da, daha sonra Podemos’un kuruluşuna yol açacak “Öfkeliler” hareketi yükseldi. Aynı dönemde Yunanistan’da da mali kriz koşullarında yeni bir demokrasi hareketi ortaya çıktı. 2012 yılında ‘Arap Baharı’ Suriye’ye sıçradı ve Rojava Devrim süreci başladı. 19 Temmuz Rojava Devrimi ile birlikte yüzyılımızın bu ilk çeyreğinde yaşanan toplumsal hareketler hem farklı bir aşamaya ulaştılar hem de ‘Arap Baharı’ denen sürecin gidişatı tamamen değiştirilmiş oldu. Zira burada ortaya çıkan değişim potansiyeli örgütlü bir halk gücü tarafından karşılanıp alternatif bir sistem inşası sürecine dönüştürülebildi. Rojava halkı ve onun öncü gücü bu anlamda hazırlıksız değillerdi. Bunun sonucu olarak 3. Yol ilk kez somutluk kazanmış oldu. Bir teorik model olmaktan çıkıp inşa edilen somut bir sisteme kavuştu. Bu sistemin adı demokratik özerklik. Dayandığı kuram, Abdullah Öcalan tarafından geliştirilen demokratik konfederalizm. Alternatif projenin ve çözüm modelinin kendisini ise demokratik ulus olarak isimlendiriliyor. (Bu konuya yazının ilerisinde tekrar döneceğiz.) DAİŞ maskesiyle Rojava/Kuzey Suriye ve Başur/Kuzey Irak’a yönelik gerçekleştirilen saldırılar sonucu milyonlarca insan yurdunu terk edip mültecileşirken, bu göç hareketi Batı Avrupa’da iki aksi gelişmeyi beraberinde getirdi. Bireyciliğin merkezinde bir yanda toplumsal dayanışma yükseltilirken, madalyonun öbür tarafı olarak aşırı sağ ve ırkçılık fırsattan yararlanmak için harekete geçti. Aynı süreçte (2014) ABD’de siyahlara karşı yapısallaşmış devlet şiddeti ve beyaz üstünlüğün yol açtığı infazlara karşı Black Lives Matter (Siyah Hayatlar Önemlidir) hareketi kadınlar öncülüğünde kuruldu. Hareket, geçtiğimiz haftalarda George Floyd isimli bir siyahın beyaz bir polis tarafından boğularak öldürülmesi ardından yeni bir ivme kazandı. 2015’te kadın kırımına karşı Arjantin’de start alan Ni Una Menos (Bir Kadın Daha Eksilmeyeceğiz) hareketi Latin Amerika kıtasının dışına da yayılıp ‘Macho kültürünün’ güçlü olduğu İtalya ve Portekiz’de örgütlü bir mücadeleye yol açtı. 2017’nin başında Donald Trump gibi bir kadın düşmanının ABD Başkanı seçilmesine karşı kadınlar, ülke tarihinin en büyük protesto eylemini gerçekleştirdi. 7 milyondan fazla kadın cinsiyetçiliğe karşı yürüdü. Aynı yıl ABD’de cinsel taciz ve tecavüz kültürüne karşı #MeToo hareketi start aldı. 2018 yılının sonunda Fransa’da, yükselen yaşam maliyetine karşı Sarı Yelekliler hareketi doğdu. Yine, o zaman henüz 15 yaşında olan bir öğrenci tarafından başlatılan İklim İçin Okul Grevi kısa süre içinde küresel bir iklim hareketine dönüştü. İran’da, zorunlu başörtüsünü protesto amaçlı Beyaz Çarşamba hareketi de 2018’de doğdu. Bunun dışında dünyanın birçok yerinde, somut bir adla tanınmasalar da, toplumlar devlet iktidarına karşı başkaldırıp antidemokratik rejimleri zorlayan direnişler geliştirdiler. Örnek olarak Lübnan, Irak, Sudan, Şili, Brezilya, Haiti ve Hong Kong verilebilir.

Bu toplumsal protestoları demokratik modernite bağlamında nasıl ele almalıyız? Söz konusu mücadeleleri nasıl değerlendirebiliriz? Bu protestolar sadece olumsuza tepki olarak mı görülmeli? Bunun ötesinde, daha büyük bir şeye, yani bir değişime evirilemezler mi? Veyahut bir değişim sürecinin ifadesi olarak okunamazlar mı? Şunu unutmamalıyız: kapitalist modernite özellikle 1990’lı yıllardan beri liberalizm ideolojisine dayalı toplumsal hareketleri yok etmeye veya etkisiz kılmaya çalışıyor. Bunun için çeşit çeşit yöntemler uyguluyor; özel savaştan tutalım fiziki tasfiyelere kadar. Toplumun bir kısmını konformizm üzerinden sistemle uyumlu hale getirirken, alt sınıflara ise değişim inançsızlığı ve umutsuzluğu aşılamayı esas alıyor. Liberalizm ideolojisinin peygamberlerinden olan Francis Fukuyama 1992’de “Tarihin Sonu”nu[10] ilan ederken kapitalizme alternatif bir sistemin mümkün olmadığını, dolayısıyla her türlü sistem karşıtı toplumsal mücadelenin boş olduğunu iddia ediyordu. Kapitalist sistem Sovyetler Birliği’nin dağılmasından sonra alttan alta muazzam bir toplumsal ve devrimci mücadele tasfiye harekatını yürütürken, en fazla da kadın, öğrenci-gençlik, yerli halk-ulusal kurtuluş, ekoloji-çevre mücadelelerini hedef aldı. Bazılarını liberalizmin içine çekip etkisizleştirirken bazılarını ise terörizm kisvesi altında kriminalize etti. Sistem, bu şekilde 21. Yüzyıla giriş yaptı.

Bu gerçek göz önünde bulundurulduğunda özellikle son 10 yılda dünyanın her yerinde -kapitalist modernitenin sadece çevreleri değil merkezlerinde de- halkların giderek daha fazla protesto etmesi, itiraz geliştirmesi, ayaklanması ve bunun için canını riske atması kendi başına bir değişimi ifade ediyor. Bireysel düzlemde insanların, kolektif düzlemde kitlelerin kapitalist modernite sistemi ile çelişkileri derinleşiyor. Derinleşen çelişki hem alternatif arayışını hem de itirazı beraberinde getiriyor. İtiraz protestoya götürüyor. Protesto mücadele yolunu gösteriyor. Çok fazla insan bunun uğruna bedel ödemek durumunda kalıyor. Bunu göze alarak mücadele sahasına akıyorlar. Bu kendi başına demokratik modernite güçleri açısından bir kazanım teşkil ediyor.

Eksiklik, protestonun örgütlülüğe kavuşturulmasında yatıyor. Hindistanlı bir kadın aktivist bu sorunu şu şekilde ifade etmişti: “Bizim insanları harekete geçirme sorunumuz yok. Milyonlarca insanın katıldığı eylemler düzenleyebiliyoruz. Ama sırf protesto ile değişim yaratamıyoruz.” Dolayısıyla gerekli olan alternatif sistem inşasıdır. Aslında çok sayıda protestoda, direniş meydanlarında komünal yapılar da inşa edildi. Özellikle İspanya ve Yunanistan’da direniş ile birlikte komünalizm ve doğrudan-radikal demokrasiye dayanan, cinsler eşitliği ve ekolojiyi esas alan öz yönetim ve örgütlenme deneyimi sağlandı. Latin Amerika’da komünal kültür zaten nispeten güçlü ve canlı. Corona virüsünün ülkeye ulaşmasıyla birlikte bu yılın başında dağıtılan Bağdat’taki direniş kampında da komünal örgütlenme yapıları geliştirildi. Son olarak Haziran ayının başında ABD’nin Seattle kentinde 6 sokağı kapsayan bir mahallede “Capitol Hill Özerk Bölge” ilan edildi. Capitol Hill (‘Başkent Tepesi’), aslında Washington’da ABD Kongresi’nin bulunduğu mahallenin adıdır. Burada yükseltilen temel taleplerden biri de, polisin lağvedilmesi ve güvenliğin toplumsallaştrılması oldu. Örnek olarak ise Rojava’daki Toplumsal Savunma Güçleri (HPC) gösterildi.

Rojava’daki alternatif-demokratik özerk sistem inşası sadece Seattle’de değil, dünyanın dört bir yanında yankı buluyor. Zira burada protestodan inşaya geçiş yapılabildi. Demokratik, ekolojik, kadın özgürlükçü paradigma ve demokratik ulus çözümü temelinde kapitalist modernitenin hiçbir sınırına ve kategorisine (örneğin devlet, ırk, din, mezhep vs.) dayanmayan, farklılığın demokrasi temelinde birliğini esas alan özerk bir sistem inşasına geçildi. Kadının eşit temsiliyet ve katılımı, katılımcı çoğulculuk, yerinden demokrasi, komünal ekonomi, toplumsal öz savunma gibi temel ayaklara dayanan (ve inşa süreci devam eden) bu toplumsal sistem sadece Rojava ve Kuzeydoğu Suriye açısından değil bütün bölge, hatta bütün dünya için alternatif bir model sunuyor. Zira bütün halkların ortak toplumsal örgütlenme modeli olan komünalizme dayanıyor. 21. Yüzyılın ilk demokratik devrim hareketi olarak Rojava ve Kuzeydoğu Suriye, sadece DAİŞ ve TC’nin işgal saldırılarına karşı direnişi ile değil, aynı zamanda (ve daha fazla da) bu alternatif sistem inşası ile bütün dünyaya umut ve ilham kaynağıdır. Bu denli saldırıya maruz bırakılmasının bir nedeni de budur. Tasfiye edilmek istenen bu anlamda Kürtlerin öncülüğünü yaptığı 3. Yol çözümüdür.

3. Yol arayışı aslında dünya çapında şu anda çok belirgin bir şekilde kendini gösteriyor. Özellikle de Covid-19 salgınının beraberinde getirdiği, daha doğrusu çıplak bir şekilde ortaya serdiği sistemin sürdürülemezliği karşısında yürütülen tartışmalarda bunu görmek mümkündür. Dünyanın her yerinde özgürlük ve demokrasi güçleri alternatif bir sistemin ve bunu sağlayacak mücadelenin nasıl olması gerektiğini yoğun bir şekilde tartışıyor. Temel tespit sonuç alıcı bir sistem karşıtı mücadelenin merkezine ataerkillik, kapitalizm, sömürgecilik ve ırkçılık karşıtlığını alması gerektiği yöndedir. Dolayısıyla bu mücadeleyi yürüten güçler kadın özgürlükçü, ekolojik ve radikal demokratik paradigma etrafında örgütlenmeli. Bu ise Öcalan tarafından geliştirilen ve 3. Yol çizgisinde somutluk kazanan paradigmanın ne kadar evrensel geçerliliğe sahip olduğunu ortaya koyuyor. Zaten dikkat edilirse günümüz özgürlük ve demokrasi güçlerine kadın hareketleri, ekoloji hareketleri ve yerli halklar öncülük ediyor. Bu, tesadüfi bir durum olmayıp doğrudan kapitalist modernitenin temel nitelikleri ile bağlantılıdır. Aslında şu anda görüyoruz ki dünyanın dört bir yanında yükselen kadınların cinsiyetçilik karşıtı özgürlük mücadelesi, siyahların öz savunma mücadelesi, Avrupa’daki göçmenlerin hak mücadelesi, halkların özyönetim mücadelesi ve ekolojik çevre mücadelesi bir araya getirildiğinde özünde kapitalist, ataerkil ve sömürgeci rejimin epistemik altyapısına meydan okuyor. Bu ise devletli uygarlığın son 500 yılının, yani kapitalist modernitenin kendisidir. Modern demokrasi ataerkil ve sömürgeci bir zemin üzerine inşa edildiğinden dolayı mevcut demokrasinin siyasal ve tarihsel ufku sorgulanıp genişletilmeye çalışılıyor. Bunun için yeni bir siyasal özneliğin şart olduğu vurgulanırken, antipatriyarkal ve antikapitalist ittifakların geliştirilmesi gerektiğinin altı çiziliyor.[11]

Aslında günümüzde kadın, ekoloji, halk, sol-sosyalist vb. hareketler tarafından yürütülen tartışmada ifade edilen sorun ve ihtiyaçlar kavramsal farklılık gösterse de Öcalan’ın demokratik konfederalizm kuramında ortaya koyduğu çözüm modeli ile kesişiyor. Öcalan, Ortadoğu somutunda ifade ettiği çözüm bu anlamda aslında küresel bir çözüm olma niteliğine sahip: “Ortadoğu jeokültürü, jeopolitikasına yansıtılmak durumundadır. Bunun için en uygun çerçevenin, demokratik komünal ve konfederatif olacağı açıktır. (…) Bölgenin her alanında geliştirilecek siyasi oluşumlara, ekolojik ve ekonomik komünlere, demokratik sivil topluluklara ucu kapalı ve katı kimlik sıfatını asla takmadan, bağımsızlık taslamadan evrensel-tikel ana felsefi ilkeyi esas alarak basitten karmaşığa doğru çok geniş ağlara, yapılanmalara gitmek son derece mümkün ve gereklidir.”[12]”Bölgenin çekim merkezi olarak geliştirilecek Demokratik Konfederalizmi; (federasyon, demokratik birlik vb. unvanlar da mümkündür) ekolojik ve ekonomik komünleri esas alacağından (çünkü toprak-su-enerji başka türlü verimli kılınamaz) kapitalist modernitenin üç mahşer atlısı kapitalist kârcılığın, endüstriciliğin ve ulus-devletçiliğinin yol açtığı yapısal kriz, kaotik durum, çatışma ve savaş ortamlarına karşı en ideal ve tarihsel yanıt niteliğinde olacaktır.”[13]

Mühim olan sistem karşıtı demokrasi ve özgürlük mücadelelerinin örgütlü bir forma kavuşup kendi aralarında, demokratik konfederalizm temelinde çoklu bağlar oluşturmasıdır. Zira çoklu kriz ve kaos durumuna ancak çoklu demokratik ittifaklarla etkili bir yanıt verilebilir. Burada önemli olan yerel ile küresel, tikel ile evrensel, özgün ile ortak arasında optimal dengenin yakalanmasıdır. Çağımız küresel çapta iletişim, organizasyon, koordinasyon, alışveriş, ortaklaşma için gerekli teknik imkanları sunmakla birlikte mücadelenin yürütüleceği esas zemin yerel olmak durumundadır. Yerellerin evrenselliği üzerinden küresel ortaklaşma sağlanmalı. Kürdistan ve Ortadoğu ise burada özel bir yere sahip. Zira Kürdistan Ortadoğu’nun ana damarını oluşturduğu gibi, Ortadoğu da evrenselin ana damarıdır. 3. Yolun bugün Ortadoğu’nun kalbinde somutluk kazanıp yükselmesi o nedenle tarihsel anlama sahiptir. Ortadoğu bu anlamda demokratik modernite ve kapitalist modernitenin kıyasıya geleceğin dünya sistemini şekillendirme mücadelesini verdiği sahadır. Bunun öncülüğünü ise Kürtler yapıyor. Rojava Devrimini boğma ve Kürt soykırımını tamamlama çabalarının arkasında böylesi bir tarihsel gerçek yattığı gibi, güncel devletler arası konsept boşa çıkartıldığında bütün dünya halklarını etkileyecek devrimci bir sonuç ortaya çıkarılmış olacaktır. İşte böylesi bir zamanda yaşıyoruz. Bunun bilinciyle hareket edildiği oranda büyük kazanmak pekala mümkün olacaktır.

 

 

[1] Abdullah Öcalan, Kürt Sorunu ve Demokratik Ulus Çözümü, Mezopotamya Yayınları, s. 367
[2] Bu dize çoğunlukla Alman şair Bertolt Brecht’e ait sanılır ancak “Sometime they’ll give a war and nobody will come” (Bir gün bir savaş başlatacaklar ve kimse gitmeyecek) şeklinde Carl Sandburg’un 300 sayfalık “The People, Yes” (Halk, Evet) kitabında yer alıyor. Bir vicdanı retçinin annesi olan Charlotte Keyes de 1966 yılında oğlu ile ilgili yazdığı bir yazıda dizeyi “Suppose they gave a war and no one came” (Düşünün ki savaş başlatıyorlar ama kimse gitmiyor) şeklinde değiştirerek popülerleşmesini ve savaş karşıtı hareketin sloganı haline gelmesini sağlar.
[3] Ertuğrul Mavioğlu, Apoletli Adalet. Bir 12 Eylül Hesaplaşması, Babil Yayınları, s. 253
[4] Merdan Yanardağ, Bir ABD Projesi Olarak AKP, Genişletilmiş 8. Basım, Kırmızı Kedi Yayınevi, s. 185
[5] Abdullah Öcalan, Kürt Sorunu ve Demokratik Ulus Çözümü, Mezopotamya Yayınları, S. 365
[6] Tarık Ali, Yeni Dünya Düzensizliği, 17 Nisan 2015, LRB Kış Semineri
[7] Nahda Hareketi 2011 seçimlerinde 1 milyon 500 bin oy alırken 2014’te bu sayı 947 bine, 2019’da ise 561 bine düştü.
[8] Immanuel Wallerstein, Randall Collins, Michael Mann, Georgi Derluguian, Craig Calhoun, Stirbt der Kapitalismus? Fünf Szenarien für das 21. Jahrhundert. Die strukturelle Krise oder Warum der Kapitalismus sich nicht mehr rentieren könnte, s. 44 ff.
[9] Michael Hardt & Antonio Negri, Demokratie!: Wofür wir kaempfen, Campus Verlag, s. 62
[10] Francis Fukuyama, Tarihin Sonu mu?, Vadi Yayınları
[11] Bkz. Paul Preciado, An Apartment on Uranus: Chronicles of the Crossing, Semiotext(e)
[12] Abdullah Öcalan, Ortadoğu’da Uygarlık Krizi ve Demokratik Uygarlık Çözümü, Weşanên Serxwebûn, s. 308 f.
[13] A.g.e. s. 310
Bunları da beğenebilirsin

Yoruma kapalı.