Düşünce ve Kuram Dergisi

Balığı Öldürmeye Niyetlenenlerin Suda Boğulması

Abdüllatif Ok

Zihniyetleri ‘varlığını sürdürme, ötekinin yok olmasıyla mümkündür.’ distûruyla şekillenenler, bu zihniyetten kurtulamadıkları müddetçe -kırım da içinde olmak üzere- ellerindeki savaş ve şiddet araçlarının tümünü ‘karşıt’ gördükleri kesimlere yönelik kullanırlar; sonuç alamayacaklarını gördüklerinde ise yalan, hile, aldatma dahil her türlü yönteme başvururlar. Siyasal, sosyal, kültürel ve ekonomik yaşam alanı ve araçlarının tümünü bunun için şekillendirirler ve mutlak amacın hizmetine koştururlar. Kullanılan bu yöntemlerin tümünü, savaş literatürünün içinde görünen, ama sadece onunla da ifade edilemeyen ve savaşın kendisini de kapsayan özel savaş, psikolojik savaş kavramlarıyla bir ifadeye kavuşturulurlar. Özel ve psikolojik savaşın etkin biçimde kullanılmasına hizmet eden en temel araç ise yumuşak güç olarak görülen basın-yayın organları, yani medya araçlarının tümü olmaktadır.

Statükoyu korumayı ya da yayılmayı hedefleyen güçler, özel ve psikolojik savaşı, sıcak savaşla birlikte-bazen de öncesinden, algı yaratma ya da çarpıtma yöntemleriyle tek tek bireylerden başlayarak, tüm toplumsal zeminde yürütürler. Sadece günümüzde değil, iktidarcı zihniyetin ortaya çıktığı günden itibaren bu yöntem belirli düzeylerde kullanılmıştır. İlk çağ ve orta çağda yürütülen savaşlarda iletişim araçlarının da sınırlı olması nedeniyle kullanımı sınırlı düzeyde olmuştur. 20. Yüzyılın başlarında Hitler, Mussolini, Franco gibi faşist iktidarlar da topluma karşı özel ve psikolojik savaşı etkili bir biçimde kullanmışlardır. Bunu baskıcı, faşist ve kırımcı karakterlerini gizlemek için devreye koymayı önemli görmüşlerdir. Hitler bu işi kurumsallaştırarak; Gobels’in denetiminde propaganda bakanlığı kurarak, bir ileri aşamaya geçmiştir. Kuşkusuz, geçmiş süreçlerde de psikolojik ve özel savaş kullanılmaktaydı. Ancak iletişim ve bilişim alanında yaşanan gelişmeler ve basın-yayının birinci kuvvet haline gelmesiyle psikolojik ve özel savaşın etkisi başat ve belirleyici bir konuma ulaşmıştır. Diğer yandan basın-yayın araçlarının hegemon güçlerin tekelinde olması nedeniyle yaratılmak ya da dindirilmek istenen tepki çok rahat bir biçimde, tek tek bireylere ulaşılarak toplumu istediği konuda refleksif ya da tepkisiz hale getirebilmektedir. Bu araç kullanılırken, her ne kadar bazen hukuk kılıfına büründürülse de -çoğu zaman buna da ihtiyaç duymadan- burada ahlaki, vicdani ve bir bütün olarak insani değer aranmamalıdır. Çünkü zaten bunların tümünün karşıtı olmaktadır. Böylece sıcak savaşın içine girmeden, karşıtını ve toplumu psikolojik olarak boğup, iradesini kırarak yenilgiye uğratma saldırısı gerçekleştirilmiş olmaktadır. Egemen güçler bir yere müdahale mi etmek istiyorlar, orada hemen bir çelişki üretiliyor. Bu çelişkileri özel ve psikolojik savaşı etkili kullanarak derinleştiriyorlar, daha sonra da çatışmaya dönüştürüp müdahale etme zeminini ortaya çıkarıyorlar. Ya da Türk devletinin yaptığı gibi, Kürtleri soykırıma uğratma politikalarına meşruiyet kazandırmak için gerekçeler uyduruluyor. Bilindiği üzere, 1990’ların başından itibaren Kürtlerin binlerce köyü yakılıp yıkılarak faili meçhullere hız verilmiş, 2000’lerin başıyla birlikte AKP iktidarında ‘Kürt kökenli Türkler’ dönemi başlamış, 2015 sonrası ise tekrardan ‘Kürt yoktur’ noktasına gelinerek ‘ne Kürt sorunu kardeşim’ söylemiyle yeni bir imha ve soykırım dönemine geçilmiştir. Psikolojik ve özel savaş, yalana ve algı yaratmaya dayalı yürütülen bir savaştır. Bilindiği gibi ABD, Irak’a müdahale etmek için yıllarca ‘Saddam Hüseyin Kimyasal Silah Üretiyor’ tezini ileri sürerek, saldırının zeminini yaratmaya çalıştı. Toplumda, neden Irak’a müdahale etmesi gerektiği, askeri olarak müdahale etmezse ‘insanlığın nasıl büyük tehlikelerle karşı karşıya bulunduğu ve kendisinin nasıl kurtarıcı olduğu’ konusunda bir algı yarattı. Tezlerinin toplumda kabul edilebilir düzeye geldiğini görünce de askeri yöntemleri devreye koyarak, vahşi saldırılar gerçekleştirdi. Tabii sonradan ortaya çıktı ki, ortada Saddam’ın kimyasal silah üretmesi gibi bir durum söz konusu değildir. Saddam’ın elindeki kimyasal silahlar bile ABD tarafından kendisine temin edilmiştir. Benzer durumlar ABD’de aslında çok da muamma olarak duran İkizkulelerin vurulmasıyla El Kaide ve Afganistan’a müdahale; modernitesinin gübreliğinde yetiştirdiği DAİŞ’le Suriye’ye, İhvan-ı Müslim’le Mısır’a müdahale etme pratiklerinde ortaya çıktı. Bütün bunlar tıpkı MİT Başkan’ı Hakan Fidan’ın ortaya çıkan ses kayıtlarında ifade ettiği ‘Suriye’den iki füze Türkiye’ye atar, müdahale ederiz’ senaryolarının bir benzeri olmaktadır. Yine güncel bir örnek; Covid-19 virüsü yaygınlaştırılarak toplumun psikolojik olarak çökertilmesi, daha fazla sindirilmesi ve denetim altına alınmasına yönelik bir merkezden sistemli bir dezenformasyon faaliyetinin yürütüldüğü açık. Nasıl oluyorsa, Corona virüs denilince yüzlerce bilimsel veri ortaya konuyor, binlerce teori üretiliyor, ama arkasından büyük bir belirsizlik, çaresizlik varmış ve mahkum olmak gerekirmiş gibi korku, panik havasıyla toplum sürüleştiriliyor. İnsanlar daha fazla toplumdan koparılıyor, daha fazla ürkütülerek düşünemez kılınıyor. Çiplerle, akıllı telefonlarla vb. araçlarla anlık bir denetleme mekanizması oluşturuluyor. Bütün bu kötülüklerin kaynağının aslında psikolojik ve özel savaş merkezlerinde üretilen düşünceler ve uygulamalar olduğuna şüphe yok.

1800’lü yılların başında Napolyon Fransa’sı ile başlayan ve kapitalist güçler tarafından sermayenin serbest dolaşımı için geliştirilen ulus-devlet fikriyatı, Osmanlı ve Avusturya-Macaristan imparatorluklarının da yıkılmasını ve yeni devletlerin ortaya çıkmasını beraberinde getirdi. Türk ulus-devlet yapılanması da verili bu ideolojik zihniyet üzerinden kendisini var etmek istedi. Tarihin derinliklerinden süzülüp gelmiş birçok inanca, kültüre ve millete beşiklik etmiş kadim Anadolu topraklarına da Türklüğe dayalı ulus-devlet elbisesi giydirmek istenince, Türk devlet yapılanması diğer tüm farklılıkları ortadan kaldırmaya yöneldi. Türk ve Sünni İslam olmayanlar giydirilmek istenen bu deli gömleğinden, daha doğrusu kefenden nasibini aldı. Asuri-Süryaniler, Ermeniler soykırıma uğratıldı. Lazlar, Çerkezler, Hristiyanlar, Aleviler ve Kürtler bu süre zarfında soykırımın etkilerinden daha da ağır sonuçları olan kültür kırıma maruz bırakıldı, bu yolda önemli bir mesafe kat edildi. Farklı etnik ve inanç toplulukları üzerinden deyim yerindeyse silindir gibi geçildi ve büyük oranda sonuçlar da alındı. Ancak halk olarak Kürtlerin, inanç olarak Alevilerin yaşadıkları topraklarda derin kök salmaları, öz değerlerini koruma refleksleri, nüfus olarak önemli bir kütle olmaları ve her şeyden önemlisi buna karşı mücadele etmeleri, bu uğursuz amaçların tümden sonuca ulaşmasını engelledi. Kürtlere yönelik saldırılar direnişi, direniş saldırıların özel ve psikolojik savaş yöntemlerini derinleştirdi ve giderek çok kirlenen bir devlet yapılanmasının ortaya çıkmasını beraberinde getirdi.

 

Türk Özel Savaşı Tüm Alemi Kandırmak İçin de Yapılır

Türkiye Cumhuriyeti kuruluşundan itibaren askeri, siyasi, sosyal, kültürel alanı, tek millet olan Türklüğe tabii olma üzerine şekillendirdi. Eğitim kurumları, inanç kurumları, gazete ve radyoları bunun propagandasını yaptı. ‘Türkiye’de Türk’ten başka bir halkın yaşama hakkı yoktur; herkes Türk olmak zorundadır, olsa bile ancak kendisini Türk’e kurban ederse yaşama şansı bulabilir’ anlayışıyla hareket edildi. Türk devletinin zihniyet yapılanması bu inkar ve imha kodlarıyla şifrelendi. Türk devletinin üzerine kurulduğu ve kırmızı kitaplarda yer alan tek devlet, tek millet, tek vatan, tek bayrak ve tek inanç ilkesi bir tunç kanunu gibi sürekli biçimde, ama her defasında farklı bir halkı ve inancı hedef alıp yok ederek varlığını bugüne kadar sürdürdü. Özel ve psikolojik savaş karakteriyle şekillenen devlet, yüzyıllık tarih içinde kendini Türk’ten başka bir kimlik olarak tanımlayanların üzerine şiddetle gitti. İşkence, zor, baskı, fiziki yok etme yanında, Türklüğü kabul etmeyen herkese yaşam yolu olarak Türkleşme gösterildi. Kürtlere Türk olarak bakıldı, Kürdistan ise Türk uluslaşmasının yayılma alanı olarak görüldü. Özellikle Şeyh Sait isyanının bastırılmasından sonra uygulanmaya konan Şark Islahat Planı, Misak-ı Milli sınırları içinde tek milletten oluşan Türk ulusunu yaratmak için, Kürtler üzerinde özel ve psikolojik savaş yöntemlerine daha fazla yoğunluk verildi. Dersim’de yüz bine yakın Kürt Alevi katledildi. Elbette ki, özel savaş merkezi bu saldırılarına kılıf uydurmak istedi. Mesela! Dersim’e uygarlık; okul, yol götürmek istediğini, ama buna karşı orada halkın refahını, gelişmesini istemeyen şakilerin, eşkıyaların, dış güçlerin maşası olanların bulunduğunu iddia etti. Artık deyimleşmiş cümleler var: Türk’ün Türk’ten başka dostu yoktur’. Kavramlar kültürel soykırımı gerçekleştirmek adına kullanıldı ve gerçekler bu çerçevede çarpıtıldı. Her söylem direnen Kürtlerin haksızlığı, Türk devletinin zulüm, bastırma, yok etme politikalarının da haklı olduğu üzerine kuruldu ve bugünlere kadar gelindi.

Türk özel savaş rejimi bu çarpıtmayı sadece toplumu için değil, dünyayı da kandırmak için gerekli görür. Dersim’i Türkleştirmek için izledikleri yöntemleri Sıdıka Avar, Dersim’in Kayıp Kızları kitabında detaylı bir biçimde anlatır. Gönüllü olarak Dersim’e giderek kız çocuklarını Türkleştirmek için neler yaptıklarını, kız çocuklarını nasıl eğittiklerini anlatır. Kadınlar gece okullarına götürülür. Yer isimleri başta olmak üzere yaşamın tüm alanları Türklüğe göre şekillendirilir. Yani bir bütün olarak mevcut sosyo-kültürel yapı yıkılmak ve yerine yenisi inşa edilmek istenir. Hakeza Ağrı direnişinin bastırılması sonrası da benzer yöntemler Serhat’ta devreye konulur. Kürt toplumunun iradesini tümden kırmak için bilinen Ağrı Dağı Karikatürüyle, hayali Kürdistan’ın mezarlığa gömüldüğü ifade edilir. O dönem ki basın-yayın organlarına bakılırsa Kürtlerin iradesini kırmak için daha neler neler yapıldığı ve söylendiği, nasıl bir psikolojik ve özel savaş yürütüldüğü daha iyi anlaşılır.

Özgürlük Hareketi’nin tarih sahnesine çıktığı 1970’li yıllarla birlikte, Türk özel ve psikolojik savaş sistemi dış güçlerin de desteği ve tecrübeleriyle kendini daha örgütlü bir hale kavuşturur. Dünyada gelişen sosyalist hareketlerin etkisi Türkiye’de de yansımasını bulur. Mahir Çayan, Deniz Gezmiş, İbrahim Kaypakkaya ve bunların izinden yürüyen Abdullah Öcalan gibi devrimci önderler ortaya çıkar. Kapitalizme karşı toplumu ve toplumun özdeğerleriyle, kültürüyle var olmasını savunurlar ve bunun mücadelesini yürütürler. Deniz Gezmiş ve arkadaşları idam edilir, Mahir Çayan Kızıldere’de, İbrahim Kaypakkaya Amed zindanında katledilir. Öcalan ise Türk özel savaşının karakterini daha o zaman görür ve Mahirlerin ve Denizlerin başına gelenlerden tecrübe ve dersler çıkararak akıl ve sabırla, iğneyle kuyu kazarcasına sosyalist değerleri ve Kürtlüğün normalizasyonunu sağlayacak mücadele ve örgütlülüğü oluşturur. Kuşkusuz, Türk özel savaş merkezi ABD ve Almanya gibi dış güçlerin desteğiyle topluma karşı sürekli bir saldırı içinde olmuştur. Türkiye’de toplumcu hareketlerin ortaya çıkmasını engellemek için örgütlenmelere gidilmiştir. Bir yandan 1950’li yıllarda kurdukları komünizmle mücadele dernekleri bünyesinde milliyetçi ve dinci kesimleri daha aktif hale getirerek, diğer yandan sol içine sızmalar gerçekleştirerek, gelişecek sosyalist hareketlerde kontrolü ellerinde tutmaya ve gerektiğinde içeriden bu hareketleri çökertmeye yönelmişlerdir. Türkiye’de devrimci demokratik hareketlerin çok güçlü bir potansiyeli olmasına rağmen, güçlü çıkışlar yapamamalarının bir nedeni de bu durum olmaktadır.

Diğer yandan bu özel savaş devleti, Kürt hareketlerinin ortaya çıkmasını engellemek için de benzer yöntemler devreye koymuştur. Türk derin devleti, KDP ile başından itibaren Türkiye’de Kürt hareketlerinin ortaya çıkmasını engellemek için anlaşmıştır. Türk devletinin KDP’ye verdiği rol, Bakurê Kurdistan’da ortaya çıkacak özgürlük hareketlerini tasfiye etme temelindedir. Buna en iyi örnek Türkiye KDP’sini örgütleyen Sait Elçi ve Sait Kırmızıtoprak’ın yaşadıkları olmaktadır. Temiz duygularla Kürtlük adına mücadele geliştirmek isteyen Sait Elçi ve Sait Kırmızıtoprak, KDP’nin desteğini alacaklarını düşünerek çıktıkları yolda, KDP’nin hakim olduğu alanlarda KDP tarafından katledilerek tasfiye edilirler. Diğer yandan toplumda kafaları karıştırmak, oluşacak yeni hareketlerin önünü kesmek için psikolojik ve özel savaş yöntemleriyle ağa ve feodal çevrelerden oluşan Kürt kılıflı oluşumlar ortaya çıkarırlar. Bu güçler de MİT’le ilişki halinde özel savaş amaçlı örgütlendirilip harekete geçirilirler. Zaten tarih sahnesine çıktığında Apoculara milliyetçi faşistlerden daha fazla, bu Kürt elbisesi giydirilmiş oluşumlar saldırmıştır. Haki Karer’in katledilmesinde bunlar rol üstlenmişlerdir. 1970 ve 1980 arası Özgürlük Hareketi ve sosyalist hareketler ile Türk özel savaş sistemi ve psikolojik savaş güçleri arasında kıyasıya mücadelenin geçtiği bir dönem olur. Özel savaş devleti ve NATO’ya bağlı Gladio, devrimci sosyalist hareketleri ve Özgürlük Hareketi’nin gelişimini engellemek için her türlü kirli savaş yöntemine başvurur. Kontrgerilla bu dönemde devreye konulur. MHP gibi faşist bir güç ve bazı İslami çevreler bu dönemde aktif bir biçimde Özgürlük Hareketi’nin etkisini kırma amaçlı harekete geçirilir. Diğer yandan Özgürlük Hareketinin etkisinin giderek arttığı Kürdistan’ın Türkiye sınırında bulunan ve çoğunluğu Alevi Kürtlerden oluşan bölgeyi sindirmek için Maraş’ta bir provokasyonla katliam gerçekleştirir. 1980’e gelindiğinde Türk özel savaş rejimi, grup aşamasından çıkıp partileşen Özgürlük Hareketi’nin önüne geçemeyeceğini görür ve darbe yapma kararı alır. Dönemin generallerinden Kenan Evren, helikopterle Diyarbakır, Hilvan ve Siverek üzerinden geçerken gördükleri tablo karşısında darbe yapmaya karar verdiklerini ifade eder. Özgürlük Hareketi, buralarda büyük gelişmeler sağlamış, işbirlikçisi olan ağaların, yani devletin etkisini kırmış, örgütlü bir toplumsal zemin ortaya çıkarmıştır.

 

Kaybeden 12 Eylül Faşizmi, Kazanan Kürtler

Askeri darbe, Türkiye’de gelişen Özgürlük Hareketi başta olmak üzere devrimci demokratik hareketlerin üzerine maske takma ihtiyacı duymadan ceberut biçimde gider. Kürdistan bu defa da tutsaklar şahsında Amed zindanlarında mezara gömülmek istenir. Özgürlük Hareketi’nin kadrolarının çoğunluğu ve binlerce sempatizanı yakalanır, eşi benzeri görülmemiş biçimde işkencelerden geçirilir. Amed zindanı Kürdistan’a dönüştürülür. Yapılan işkencelerin neler olduğunu dönemin canlı tanıkları birçok belge ve yaşadıklarıyla anlatır. 2014’te Recep Tayyip Erdoğan bile sözde demokratikleşme denen kandırmaca sürecinde Amed zindanlarının dili olsaydı da orada nelerin yapıldığını konuşsaydı diyerek yapılan insanlık dışı uygulamaları dillendirdi. Amed zindanında çıplak zor, baskı ve şiddetin her türü kullanıldı. İnsan havsalasının almayacağı yöntemlere başvuruldu, ama buna rağmen zindanlarda yenilen faşizm ve darbecilerin kendisi oldu. Evet, devrimciler direnişle yaşamını yitirmiştir. Ama zulme boyun eğmemiş; düşünce, duygu ve inandıkları değerleri sonuna kadar savunma dışında hiçbir imkanlarının bulunmadığı, zorun zoru koşullarda direnişle darbecileri yenilgiye uğratmayı bilmişlerdir. Mazlum Doğan’ın üç kibrit çöpüyle başlattığı ateş, Ferhat Kurtay, Eşref Anyık, Mahmut Zengin ve Necmi Öner ile gürleşmiş, 14 Temmuz Büyük Ölüm Orucu Direnişçileri Kemal Pir, M. Hayri Durmuş, Akif Yılmaz ve Ali Çiçek’le zirveye ulaşmıştır. Yenilen faşizm, yenilen darbe ve darbeciler, yenilen özel ve psikolojik savaş; kazanan ise Kürt halkı başta olmak üzere insani değerler olmuştur.

Zindanda tutsaklar şahsında iradesi kırılmak istenen Özgürlük Hareketi ve Kürt halkı, ortaya konulan direnişle iradesi ve mücadele kararlılığı güçlenmiş biçimde 15 Ağustos 1984 atılımını gerçekleştirir. Kürt’ün beyninde yaratılmak istenmiş karakollara, yüreğinde oluşturulmuş korkuya karşı ilk kurşun sıkılır. Buna karşı özel savaş temelinde şekillenen Türk devleti, yürüttüğü kara propagandanın yetersiz kaldığını görerek 1985 yılında kendisine işbirlikçilik yapacak koruculuk sistemini geliştirir. Kürtleri zorla koruculaştırır. Böylece bir yandan operasyonlara yem olarak Kürtleri önde gönderecek, diğer yandan toplum içinde ‘bakın bunlar Kürt değil, Kürtleri öldürüyor’ diyerek propaganda edecekti. Ancak koruculuğun tek başına yetersiz kaldığı görülünce 1987’de Olağanüstü Hal ilan edilir. Kürdistan’da özel kolordu komutanlıkları kurularak özel güvenlik bölgeleri ilan edilir. Özel savaşı esas alan, özel savaş temelinde devleti yeniden yapılandırmayı öngören bir süreç başlatılır. Bu süreç günümüze kadar da derinleşerek devam eder. Bugün de TC’nin Kürdistan’daki varlığı, bu özel savaş sistemi temelinde hayat bulmaktadır.

O süreçte gerillayı, Kürtler başta olmak üzere, Türkiye toplumunun gözünde karartmak için her türlü dezenformasyona başvurulur. Kuyruklu Kürt propagandası, gerilla savaşıyla birlikte, Ermeni dölüne, teröriste dönüştürülür. Aydın ve entelektüel gençlerin öncülüğünde başlayan Özgürlük Hareketini yürüten insanlara yönelik cahil, okumamış, kandırılmış, kafası yıkanmış kimseler denilerek yürütülen imha saldırılarına haklılık zemini oluşturulmaya çalışılır. Türk medyası, benzer yöntemlerle toplumun zihnini bulandırmak için her türlü yalana ve aldatmaya başvurur. MİT ve özel savaş merkezi tarafından kendilerine servis edilen haberleri, topluma doğruymuş gibi kabul ettirmek için özel kriz masalarıyla çalışmalar yürütülür. Bir yandan “Anadolu’dan Görünümler” denen psikolojik savaş programlarını yaparak Özgürlük Hareketi’ni küçük düşürmeye, diğer yandan OHAL ile geliştirdiği sıkıyönetim ortamında açlıkla, eğitimle, tutuklama ve işkenceyle, askeri güçle asimilasyon ve soykırım politikalarına daha fazla yoğunluk ve hız verilir. Medyanın desteğiyle yürütülen bütün bu psikolojik savaşta bir yandan dünyadan destek alınmak istenir, diğer yandan özgürlük mücadelesinden yana tercihte bulunan halkın kaba kuvvetle, baskıyla, işkenceyle iradesi zayıflatılmak, umudu kırılmaya çalışılır.

Zaten Kürtlük namına tek bir şey kabul edilmemektedir. İnkar ve imha politikaları yaşamın tüm alanlarında kendini daha fazla göstermektedir. Devlet dairelerinde ya da sıradan bir bekçisinin olduğu yerde Kürtçe konuşmanın kendisi bile tek başına karakol ve işkence demektir. Kürtçe diye bir dilin olmadığı söylenir. Her yerde Türkçe konuş, çok konuş denir. 1980’li yıllarda yaşayan herkes, Kürtçe müzik dinlemek için ana ve babalarımızın kasetleri nasıl sakladığını iyi bilir. Kürt kültürü adına ne varsa Türklüğe mal edilmeye çalışılır. Bugün hala dillerde olan onlarca şarkı özel savaş merkezi tarafından Kürtçeden çalınarak Türkçeleştirilir ve Türklüğe mal edilmeye çalışılır. Hakikatinin ortaya çıkmasını engellemek için tüm gerçekleri ve deliller ortadan kaldırılmaya çalışılır. Kürt kültürü, Kürt müziği, Kürt mutfağı Türklüğün hizmetine sunulur. Anadolu ve Mezopotamya’nın tarih bilinci ve kültürel dokusu yıkılarak toplum mühendisliğiyle Türklük temelinde yeni bir inşa faaliyetine hız verilir. Oluşturma bir dil, kültür, müzik, tarih varsa o da bugün zihinlere zerk edilen Türklüktür. Gerçekten büyük çoğunluğu özel savaş merkezi tarafından oluşturulan inşa edilmiş bir gerçeklik söz konusudur. Kürtlüğe ve kültürel değerlerine bu kadar saldırının gerçekleşmesinin nedeni de bu hakikatin ortaya çıkmasını engellemek içindir. Çünkü hakikat tüm çıplaklığıyla ortaya çıktığında kendisinden geriye hiçbir şeyin kalmayacağı bilinmektedir.

 

Doğru Bir Mücadeleyle Faşizm Yenilgiye Uğratılabilir

1990’lı yıllara gelindiğinde Kürt toplumu içinde daha fazla örgütlenen Özgürlük Hareketi kabına sığmaz biçimde halklaşarak alanlara taşmaktadır. Devletin inkar ve imha politikaları artık toplum tarafından kabul edilmemekte, her türlü bedel verme göze alınarak kurulan setler yıkılmaktadır. Cin şişeden çıkmış, Kürtler bir halk olduklarını kabul ettirebileceklerini görmüş, örgütlü yapılarıyla daha fazla mücadele ederlerse sonuç alacakları bilincine kavuşmuşlardır. Toplumsal zeminde artık gazeteler ve dergiler çıkarılmış, tüm engellemelere rağmen bunlar topluma ulaştırılmaya başlanmıştır. Kültür-sanat çalışmalarında, legal siyasal alanda belli bir örgütlenmeye ulaşılmıştır. Türk özel savaş merkezi, giderek büyüyen bu Özgürlük Hareketini ve onu destekleyen toplumsal zemini ortadan kaldırmak için yeni bir konseptle, daha keskin yöntemle ‘Suyu kurut, balığı öldür’ politikasına yönelir. Yani toplumsal zemini ortadan kaldır, gerillayı bitir!

‘Suyu kurut, balığı öldür’ konsepti temelinde yeni bir politika belirleyen Türk özel savaş sistemi bununla ne yapmayı hedefledi, neler yaptı konularını bilince çıkarmak da önemli olmaktadır. Öncelikle belirtmek gerekir ki, JİTEM denen ve binlerce Kürt’ü katleden kontra bir güç oluşturuldu. Bu kontra güç hiçbir yasa ve hukuka bağlı kalmadan, hiçbir yere hesap vermeyeceği şekilde gayri nizami harp karakterinde örgütlendirildi. Bazen kendini gerillaymış gibi göstererek Kürt yurtseverlerini tespit edip öldürdü, bazen yine gerilla yapmış gibi Kürtlerin değerlerine saldırdı, bazen de köyleri yaktı. Amaçları belliydi, toplumda gerillanın kötü olduğu algısını oluşturmak. Bu kontrgerilla gücü kuşkusuz sadece bunları yapmadı; 1990-97 süreci boyunca beş bine yakın köyü yaktı, haritadan sildi. On yedi bini aşkın Kürt’ü katletti, daha sonra da bunları faili meçhul cinayet diye göstermeye çalıştı. Onlarca Kürt aydını, yazarı, gazetecisi ve işadamı bu dönemde katledildi. Binlerce insanın ismi kara listelere konularak hedef gösterildi. Musa Anter, Vedat Aydın, Savaş Buldan gibi sembol isimler hedef alındı. Toplumu sindirmek için özgürlük militanları sağ yakalanıp infaz edildi, kafaları kesilip boy boy resimler çektirilerek topluma gösterildi, gerilla cenazeleri panzerlerin arkasına bağlanıp yerlerde sürüklendi. Bunlar sünnetsiz denilip toplumun dini duygularına hitap edilerek gerilla ile halkın birbirinden uzaklaştırılması amaçlandı. Özcesi 90’lı yıllar işkence, zorla ajanlaştırma, zorla koruculaştırma, zorla her türlü insanlık dışı uygulamanın yürürlüğe konulduğu bir süreci ifade etmektedir. Unutmayalım ki, çok gizli tutulan kozmik odaların önemi esas olarak bu kirli işlerin açığa çıkmasını engelleme nedeniyledir. Diğer yandan toplumun aydınlanmasını önlemek için çaba gösteren onlarca gazeteci ve aydın katledildi. Özgür Gündem gazetesinin neredeyse her sayısı sansürlendi, okuyucuyla buluşmasını engellemek için yasaklandı. Bu yetmedi, kapatıldı, bu da yetmedi bombalanarak susturulmak istendi. Ancak özgür basın geleneği devam etti, ettiriliyor. Siyasi partilerin il, ilçe ve merkez örgütleri bombalandı, yetmedi, kapatıldı. Kürt dili tümden yasaklandı, bir milletvekili meclis kürsüsünde ‘sözümü Kürt ve Türk halkının birlikteliği için veriyorum’ dediği için linç edildi. Sarı, kırmızı, yeşil renklere kırmızı görmüş boğa gibi saldırıldı. Trafik lambalarının renklerinin bile değiştirilmesi için tartışmalar yapıldı. Yatılı Bölge Okullarıyla çocuklar ailelerinden uzaklaştırılıp Türkleştirildi, asker gibi yetiştirildi. Kürdistan’da fuhuş ve uyuşturucu kullanımı bilinçli olarak geliştirildi.

Türkiye’nin batısındaki topluma ise ‘vatan bölünüyor’ denilerek şovenizm şahlandırıldı, kendisi olmaktan çıkan fanatik milliyetçi bir güruh yaratılmaya çalışıldı. Suyu kurut, balığı öldür politikası gereği ortaya çıkan diğer bir oluşum da Hizbullah ve Hançer timi denilen hizbilkontra çete örgütlenmesidir. Bunun için de bir yandan Kürt toplumunun dini duyguları kullanılarak Özgürlük Hareketi din karşıtıymış gibi gösterilmek istenmiş, diğer yandan Batman, Silvan, Diyarbakır gibi yerlerde bu çete güç eliyle insanlar asit kuyularına atılarak, kafasına arkadan mermi sıkılarak, domuz bağıyla ölüme terk edilerek, mezar evler oluşturularak sindirilmeye çalışılmıştır.1990’lı yıllarda Türk medyasının üstlendiği temel rol; Türk devletinin bu kirli savaşını örterek, Özgürlük Hareketi’nin tasfiyesi için üzerine düşen her türlü görevi yerine getirme temelinde olmuştur. O nedenle, o yıllardaki bütün faili meçhul cinayetlerin, köy yakma ve yıkmaların suç ortaklığını yapmıştır. O dönemde gazetecilik yapan birçok insan daha sonra “yalan söylüyorduk, yalanımıza kendimiz inanıyorduk” diyerek, aslında 1990’lı yıllarda medyanın Özgürlük Hareketi’ne karşı nasıl bir kirli savaş yürüttüğünü itiraf etmektedir. Zaten günün medyasının tamamen özel savaş, psikolojik savaş aracı haline geldiğini kabul etmeyen yok gibidir. Özel ve psikolojik savaş temelinde şekillenen Türk devleti, görüldüğü gibi birçok koldan ve kurumla Kürt toplumunu sarmalayarak yalan ve şiddetle ezmeye, sindirmeye yönelmiştir. Bu saldırı konsepti bugün daha yoğun biçimde devam ettirilmektedir. AKP-MHP iktidarı, Türk devletinin özel savaş külliyatının tecrübelerinden yararlanıp yeni yöntemler ekleyerek, bu uğursuz amaçlara ulaşmak istemektedir. Eklediği yeni yöntemlerin başında da Kürtlerin toplumsal örgüsünü ve bağını zayıflatmak için toplum içinde daha fazla fuhuşu geliştirme, daha fazla uyuşturucuyu geliştirme, daha fazla tutuklama gerçekleştirme, daha fazla katliam yapma, daha fazla medyayı kullanma, daha fazla dış güçleri Kürtlere karşı kullandığı savaşta sessiz bırakma ve tarafgir yapma ve daha fazla kirli yöntemler kullanma temelindedir. Kürt kızları devrimci olacaklarına fuhuş yapsınlar, uyuşturucu kullansınlar söylemlerini bizzat yöneticileri dillendirmiştir. Dolayısıyla AKP-MHP iktidarı, bu özel ve psikolojik savaş yapılanmasının sadece şu anda temsilcisi rolündedir.

Türk devleti, Kürtler başta olmak üzere Türkiye’deki farklı etnik ve inanç topluluklarıyla birlikte yaşama arayışlarına girmediği müddetçe; iktidarda hangi parti bulunursa bulunsun, bu psikolojik ve özel savaşçı karakter bir biçimde devrede olacaktır. Söylenen her söz, yapılan her şey bu özel savaşa hizmet etme temelinde olacaktır. Özel ve psikolojik savaş yıkılmaz, aşılmaz bir güç değildir. Nasıl ki, 12 Eylül sürecinde Amed zindanında devrimciler en zor koşullarda mücadele edip başarıyı sağladılarsa, bugün de AKP-MHP faşizmi koşullarında doğru tarz ve tempoyla mücadele ederek, başarmak mümkündür. Bunun koşulları her zamankinden daha fazladır.

Bunları da beğenebilirsin

Yoruma kapalı.