Düşünce ve Kuram Dergisi

Çatışmalı Süreçlerden Demokratik Çözüme Doğru Giderken

Zeynep Tanbay

Bugün en nihayet, çatışmalı süreçlerden demokratik çözüme geçmeye çalıştığımız ‘barış süreci’ni yaşıyoruz. Çok değerli, üstüne titrenmesi, kaybedilmemesi gereken bir hazine gibi bakmalıyız bu sürece ve sonuna dek yaşatmalıyız.

Artık Türkiye barışını bekliyor ve istiyor. 30 yıldır süregelen bir savaştan bahsediyoruz ve neyin savaşı? Hakların savaşı: Bir toplumun haklarını talep etmesinden ve bir devletin bu hakları yok saymasından 30 yıllık bir savaş doğdu ve 40 bin insanın ölümüne neden oldu. Bu topraklar birçok katliam, inkâr ve adaletsizlik yaşadı. Bunlarla yüzleşmemek, temel hakları inkâr etmek artık Türkiye toplumunun 21. yüzyılda kabullenebileceği bir durum değil.

Şehit Aileleri dahil, 75 milyon insan barışı bekliyor ve istiyor. Herkesin içinde bir umut var, herkes inanç taşıyor. Çünkü herkes bu sorunun artık masaya oturarak, müzakerelerle ve en temel hakların tüm yurttaşlara eşit verilmesiyle olacağını biliyor. Paris’teki cinayet sonrasında, hem her iki tarafın tutumu, hem tüm kamuoyunda müzakerelerin durması endişesi, barışa olan özlemi açığa vurdu. Artık Türkiye toplumu kalıcı bir barış ve normalleşmek istiyor.

2013 Newroz’u, barış sürecinin mihenk taşını oluşturdu. Türkiye ilk defa gerçekten Newroz’u kutladı. Çünkü ilk defa Kürtler bu Newroz’a huzur ve barış içinde girdiler, Abdullah Öcalan’ın barış mesajını iki dilde dinlediler ve ilk defa sadece Kürtler değil, bütün Türkiyeliler için bir Newroz yaşandı. Kürtler yıllarca kimlik, eşitlik ve özgürlük mücadelesi verdiler ve işte 2013 Newroz’u bu mücadelenin sonucuydu. Eğer TC devleti inkâr ve imha politikalarına daha erken son verseydi bu kadar acı yaşanmaz, bu kadar can ölmezdi.

Devletin, hukuk sisteminin, siyasetin ve siyasetçilerin çok önünde giden toplumun hızına yetişmek gerekiyor. Çünkü bu toplum temel hak ve özgürlüklerinin hem bilincinde, hem de onları nasıl elde edeceğini biliyor: henüz hukuken onaylanmadan önce, Kürtler KCK davalarında Kürtçe konuşmaya, Aleviler çocuklarını din derslerine sokmamaya, başörtülü kızlar üniversitede derslere girmeye başlamışlardı. Bugün bunlar hukuken kabul edilmiş haklar. Sonuç olarak her zaman insan hakları, özgürlük ve demokrasi kazanıyor…

 

Neden Barışı Desteklemek?

Gerçekten ve samimiyetle istenirse barış olur, çünkü o zaman barış için adımlar atılır, harekete geçilir ve bunlar karşılıklı güveni oluşturur. Olumlu bir adım atıldığında milliyetçi tepkilerden ürküp(?!), Habur sürecindeki gibi geri çekilmemeli,. Milliyetçi söylemi bırakalım marjinal kalsın, çünkü çoğunluk barış istiyor. Bunun en güzel örneği şu sıralar CHP ve MHP’de görülüyor. Her iki parti de milliyetçi ve ulusalcı yaklaşımlarla barış elini uzatmazlarken, CHP tabanının % 60’ı barış istiyor.

Yalnız barış için müzakereye başlayan taraflar değil, barış elini uzatmaktan imtina edenler de çözüm süreçlerinde dünya örneklerine bakmalı. Kuzey İrlanda barış müzakerelerinde Sin Féin’in lideri Gerry Adams’ın elini sıkmayan Jonathan Powell, “bugün bu davranışım için pişmanım. Kişisel kızgınlıklarımızı ve öfhelerimizi sürecin önüne geçirmememiz lâzım. O gün doğru olanı Blair yaptı, onlarla tokalaştı” diyorsa, Kılıçdaroğlu ve Bahçeli kulaklarını açmalı. Ama sadece onlar mı? Kürtlere akıl öğreten Türk “aydınlarımız”da.

Öncelikle insanlıkla bağdaşan, ne olursa olsun barıştan yana olmak, savaş karşıtı olmak, ölmeye ve öldürmeye karşı olmaktan geçtiği için hepimize bu süreci desteklemek düşüyor.

Sonrasında ise, Kürtler barışı istediği için. Evet, 30 yıldır bu uğurda verdikleri mücadelede büyük acılar yaşamış, en sevdiklerini kaybetmiş, Diyarbakır cezaevinde insanlık dışı işkencelerden geçmiş, babası gözaltında kaybedilmiş, annesine tecavüz edilmiş, 12 yaşındaki çocuğu 13 kurşunla öldürülmüş, dedesine dışkı yedirilmiş, evi yakılmış, köyü boşaltılmış ve saymakla bitmeyen adaletsizlik ve haksızlıklara uğramış Kürt halkı barış istiyorsa eğer, bizlere akıl öğretmek değil susup dinlemek düşüyor. Hele hele bunların tek birini yaşamadan çokbilmişlik taslamak, hiç değil. Onlar helâlleşmekten bahsederken, bizlerin olsa olsa başımızı utançla öne eğmemiz gerekir.

Bu bağlamda, Türkiye’nin değişik kimliklerini buluşturan ve “ülkemizde birbirini tanıma şansı bulamamış milyonlara; dinle, anlat, duy, konuş.. diyoruz” şiarıyla yola koyulan Çözüme Evet Koalisyonu, önemli bir görevi üstlenmiş oldu.

 

Müzakere Süreçlerinde Aydın ve Sanatçının Rolü

Müzakere veya başka bir süreç fark etmez, sanatçı her zaman her şartta barışı savunur, savaş karşıtıdır. Evet, maalesef “Mustafa Kemal’in askerleriyiz” diye bağıran ‘sanatçı’larımız var bu ülkede. Ama çok şükür “PKK mağaralarına giderim” diyen Ayşen Gruda gibiler çoğunlukta. Sanatçı kimsenin askeri olamaz çünkü silaha ve savaşa karşıdır.

Çatışmalar sona ermiş, barış sürecine girilmişken, sanatçılara “bu barış sürecinin arkasında neler dönüyor? Bu müzakerenin arkasında yatan ne? Politik olarak hangi taraf kazançlı çıkar?” gibi soruların peşinde koşmak düşmez. Bu katakulli düşünce şekli değil, sanatçının farkı doğrudan duygu ve aklıselimlikle, aklın vicdanıyla hareket etmektir. Bütün zorluklarına rağmen sanatçının güzele ve doğruya olan inancı tamdır.

Zaten sanatın kendisi barışı temsil eder. Sanat her türlü kötülüğe karşı insanlık için yürekten alınan tek ilaçtır. O nedenle savaşın korkunçluğuna, adaletsizliklere, sistemin yanlışlıklarına karşıdır. Fırça darbeleri, piyano tuşları, sazın telleri, şarkı sözleri, mısralar, romanlar, filmler, danslar…Sanatın olmadığı bir dünyada 40 bin insanın ölümüne, 17 bin faili meçhul cinayete, Roboskî katliamına rağmen nasıl devam edebilirdik yaşamaya, umut etmeye?

Ben, kırmızıçizgilerin içine sıkıştırılan hayatları, göçe zorlanan halkları, gasp edilen hakları, ötekileştirilen kimlikleri anlatan “Araz” adlı koreografimi de yaptım; Habur kapısından giriş yapan gerillaları karşılamaya da gittim. Bir yandan sevgi, dostluk, kardeşlik, hoşgörü gibi temalarla barışı, diğer yandan şiddetin insanı getirdiği çaresizlik, değişim ve yaşama mücadelesini irdeleyerek savaşı anlatan “Vivaldi-Stravinsky” adlı koreografiyi de yaptım; Roboskî ‘ye ailelere taziyeye de gittim.

Yani sanatçı hem sanatıyla, hem de eylemleriyle sisteme, düzene, adaletsizliklere karşı sözünü söyleyendir.

 

‘Bilinmeyen dil’

Barış süreci ile Türkiye’de barış dili oluşmaya başladı. İşte Türkiye için gerçekten bilinmeyen bir dil! Özellikle referandum döneminde doruk noktasına çıkan kutuplaşma, beraberinde bir nefret dili üretmişti. Şiddet, nefret ve demokratik kültürsüzlük toplumsal dili virüs gibi sarmıştı. Şimdi bu dilden arınmaya başlandı. Ama bu dil değişiminin, siyasi iktidarın ve onu takip eden medyanın ruh haline bırakılmaması gerekiyor. Şimdi bu barış dilini ve demokratik kültürü içselleştirmek ve hayatımızın bir parçası haline getirmek yeni mücadele alanı olmalı.

30 yıldır kullanılan dilin sonuçları acı bir şekilde ortada olduğuna göre, şimdi o dilin tam tersi kullanılmalı. Müzakere sürecinde üstün pozisyonda olmaya çalışmak, karşı tarafı yenmek, yenilgiye uğratmak anlayışında olmamalı taraflar. Geçmişe yönelik suçlamalara değil, şimdi ve gelecek için talepler masaya yatırılmalı müzakere sürecinde. Paris’te öldürülen üç kadının Diyarbakır’daki cenaze töreninde taşınan “savaşın kazananı, barışın kaybedeni olmaz” pankartı ile taraflara dilin ve zihniyetin ne olması gerektiğine dair yurttaştan altın bir tüyo sunulmuştur.

 

Müzakere Sürecinden Demokratik Çözüme

Şu an barış sürecinin çok önemli bir aşamasındayız: Tam 3 aydır operasyonlarda kimse ölmedi. Çatışmaların sona erme aşaması, yıllardır tekrarlanmaktan anlamını yitiren “artık analar ağlamasın” cümlesini gerçeğe dönüştürdü. Sadece bu sonuç bile barışa destek vermek için yeterli değil mi? Bu çatışmasızlık ve ölümlerin durmasının huzuruyla barış süreci kamuoyunda böylesine büyük destek buldu.

Kısacası, şu çatışmasızlık ve diyalog aşamasında amasız, fakatsız, sonuna kadar destek gerekiyor. Kimsenin ölmediği, kimsenin öldürmek mecburiyetinde kalmadığı bu süreç o yüzden çok değerli.

Tüm “kaygılılara” düşen görev: 2. aşamaya gelindiğinde, yani artık silahların tamamen ortadan kalkıp, siyasetin harekete geçtiği aşamada; yeni anayasanın şekillenmesi, hakikat ve yüzleşme komisyonlarının oluşumu, adaletin tescil etmediği devlet yönetimleri tarafından işlenmiş faili meçhul cinayetler, gözaltında kayıplar ve inkâr edilen katliamların aydınlığa çıkması için verilecek mücadelede yer almak olmalı.

Yani ilk aşama olan müzakere sürecini susup desteklemek, ikinci aşama olan demokratik çözümde sonuna kadar konuşmak:

Yeni anayasanın şekillenmesinde, herkesin eşit yurttaş haklarına sahip olduğu, özgürlükçü, çoğulcu, demokratik bir yaşamı hedefleyen bir yeni anayasa için hep birlikte ısrarcı olmalıyız. Yeni anayasada mutlak eşitlik, mutlak özgürlük olmalı, tersi barışa engel olur. 30 yıldır talep edilen hakların, talep edilmeden zaten her yurttaş için eşit şekilde olması gereken temel insan hakları olduğu, toplumun bilincine yerleşti artık. Bu gerçeğe daha fazla sırt çevrilemez.

Adaletin tescil etmediği tüm faili meçhul cinayetler için yargı süreci başlatılmalı, Cumartesi Anneleri’nin kayıpları, Roboskî katliamının failleri, Hrant’ın, Sevag’ın, Uğur Kaymazların katilleri devletin karanlık dehlizlerinden çıkartılmalı.

Ermeni soykırımının 100. yıldönümüne gelinirken, Türkiye Cumhuriyeti devleti artık tarihiyle yüzleşmeli ve özür dilemeli.

Devletin sivil yurttaşına yaptığı tüm katliam ve cinayetlerle yüzleşmek, yıllardır olmayan adaleti terazisine oturtmak ve resmî olarak özür dilemek artık demokratik çözümün olmazsa olmazıdır.

23 Nisan dolayısıyla mecliste yaptığı konuşmada Tayyip Erdoğan aynen şu cümleleri kurdu: “Biz sorunlar içinde büyüdük ama çocuklarımıza sorunlarını çözmüş bir Türkiye emanet etmek boynumuzun borcudur. Çocuklarımıza demokratik bir anayasa teslim etmek boynumuzun borcudur.” Evet bizler tam 98 yıldır Ermeni soykırımının yükünü taşıyoruz, 75 yıldır Dersim katliamının, 23 yıldır gözaltında kayıpların, 6 yıldır Hrant’ın, 1,5 yıldır Roboskî katliamının yüklerini…

Çocuklarımıza bütün bu yüklerinden arınmış bir Türkiye bırakmak hepimizin ortak dileği olmalı artık.

Bugün başarıyla giden diyalog sürecini desteklemek, yarın demokratik adımlar olan bu meselelerin önü açmaktır.

Emile Zola’nın dediği gibi, “Adalet, ancak hakikatten; mutluluk, ancak adaletten doğabilir”.

Artık hepimiz herkes için adalet ve hepimiz hep beraber mutlu olmak istiyoruz. Ve bu, hiçbir engel tanımamalı.

 

Bunları da beğenebilirsin

Yoruma kapalı.