Düşünce ve Kuram Dergisi

Demokratik Federasyon

Zeki Bayhan

“İnançlar/kanılar hakikatin düşmanları olarak, yalanlardan daha tehlikelidir.”
Friedrich Nietzsche / İnsanca, Pek İnsanca

 

Sigmund Freud, “Yanlış ispat edilse dahi din ölmez” diyordu. Çünkü din duyulan ihtiyaca binaen gelişen bir yanılsamadır. Gerisinde bir istek, arzu vardır. Tanıdık, bildik bir kanı, kanaat… Kanaat etmek huzura erdirir. Devlet de din gibidir. Onsuz olunamayacağına dair toplumsal kanaat ve inançlara dayanır. İnsanlarda devletsiz bir yaşamın mümkün olmadığı inancı bizzat egemenler tarafından çok güçlü bir şekilde geliştirilmiş, yerleştirilmiştir. Öyle ki sokaktan herhangi bir insanı çevirip, “Devletsiz yaşam mümkün mü?” diye soracak olursanız size delirmişsiniz gibi bakabilir. Çünkü onun düşünce ufkunda devletsiz bir yaşam yoktur. Oysa insanlık, tarihimizin yüzde 98’lik bölümünü devletsiz yaşamıştır. Devletsiz toplumlar acaba sağlık, eğitim sorunlarını nasıl çözüyorlardı? Polis-asker olmadan güvenlik sorunlarını nasıl karşılıyorlardı? Sömürüsüz yaşamı nasıl başarıyorlardı? Bütün bunları ve daha fazlasını öğrenebiliriz onlardan hala…

Carl Schmitt, bütün egemenlik teori ve uygulamalarının teoloji kaynaklı olduğunu söylüyor; egemenliğin yasa koymak olduğunu, yasanın da belli bir alan dolayısıyla sınırlara işaret ettiğini, kutsal alana dair ilk işin onu sıradan alandan ayırmanın yolu olarak çevresini duvarlarla, çitlerle örmek olduğunu belirtiyordu. Kutsal bir mabedin duvarları ile ulus devletin sınırları arasında karakteristik benzerlikler vardır. En temelinde ikisi de çevrilen alanı bir egemenlik alanı olarak kurar ve o alanın egemeni olarak bir otoriteye işaret eder. Bugün Schmitt’in, egemenliği doğrudan toprakla ve sınırları belirlenmiş alanla ilişkili analizi, iktidarın akışkan bir hal alması nedeniyle biraz demode görülebilir. Ama halen önemli oranda geçerlidir. İktidarın akışkan bir nitelik kazanmış olması nedeniyle çizilmiş sınırları zorlasa da bu iktidarın sınırla, toprakla bağının ortadan kalktığı anlamına gelmez. Bilakis iktidar çizilmiş sınırları zorlayarak egemenlik alanını genişletmeye çalışır, çalışmaktadır. Bu iktidarın karakteristik bir özelliğidir.

Bugün dünyada tam bir keşmekeş görüntüsü arz ediyor. Gelişmiş kapitalist ülke demokrasileri iktisadi ve politik manada giderek sürdürülmez bir hal alıyor. Bu insanlık açısından tarihsel bir eşiktir. Çünkü bu keşmekeşin gerisinde beş binyıllık devletli uygarlık ve onun günümüz temsili olan kapitalist ulus devlet sisteminin içine sürüklediği sistematik kriz vardır. Sistemler her zaman içsel krizler yaşayabilirler. Ana akslar sağlam durduğu, sürdürülebilirlik marjı korunduğu müddetçe de her seferinde yeniden dengeye otururlar. Fakat her kriz sonrası sistem yeni bir noktada dengeye oturur. Bu nedenle birbirini takip eden iç krizlerin yarattığı sonuç, sistemin zamanla merkezden, orjinden uzaklaşmasıdır. Bu uzaklaşma her seferinde sistemlerin esnekliklerini yitirmelerine, dolayısıyla kriz çözme kapasitelerini kaybetmelerine yol açar.

Sistematik kriz, sistemin kendisiyle ilgili, yapısal bir krizdir ve sistemin dayanaklarının çözmeye başlamasıyla gündeme gelir. Başka bir ifadeyle sistemin dayandığı sütunlar çökmeye başlar. Temel dayanakları çöktüğü için de sistematik krizde ilgili sistemin yeniden ayağa kalkması mümkün değildir. Böylesi kriz süreçlerinin karakteristiği şudur: Çökmeye başlayan sistem dayanakları tarihsel, toplumsal birikimler sonucu adım adım gelişmiştir. Bu esasında sistem ve toplumsal gerçeklikler arasında bir uzaklaşmayı ifade eder. Sistem, toplumun ekonomik, politik, kültürel ihtiyaçlarını karşılayamaz duruma gelmiş, toplumsal gelişmenin önünü tıkayan bir engel hali almıştır. Dolayısıyla krize giren bir yapının yeniden eski haline dönmesi mümkün değildir. Zira onu krize sokan şey o eski haldir zaten.

Ne olabilir? Sistemin çöküşü, çöküş hızı yavaşlatılmaya çalışabilir. Günümüz dünya sisteminin arz ettiği tablo budur. 50 yılı aşkın bir süredir kapitalist ulus devlet sisteminin kriz argümanı dolaşımdadır. Yeni liberal politikalar, küreselleşme siyaseti ve Üçüncü Dünya Savaşı olarak tanımlanan yaygın çatışma hali gibi gelişmeler sisteminin ayakta kalmak, varlığını sürdürmek için başvurduğu yöntemlerdir. Fakat bu politikalar çözüm üretmek yerine yeni küresel sorunlara (kuzey-güney, zengin-yoksul arasındaki makasın büyümesi, milyonları bulan göçmen sorunu vb.) yol açmaktadır. Bu çözümsüzlüğün bir sonucu olarak gelişmiş kapitalist ülke demokrasilerinde giderek güçlenen aşırı sağ siyaset, milliyetçi-ırkçı, göçmen karşıtı yapılar da ayrı bir hikâye anlatıyor ve ulus devletin aşıldığı teorilerine pek destek verir görünmüyor. Kimi ülkelerde (Rusya, Çin, Macaristan, Türkiye vb.) seçimli otoriterizmin gelişmesini de bu tabloya eklemek gerekiyor. Bütün bunlar birbiriyle çelişen gelişmeler olarak görülebilir. Fakat zaten kriz süreçlerinin karakteristiği budur.

Bu noktada dikkat çekici boyut şu: Son on yıllarda gelişen milliyetçi, ırkçı politik eğilimlerde, otoriter-totaliter rejimlerde, 20. yüzyılda denenmiş ve arkalarında büyük toplumsal travmalar, felaketler bırakmış yapılardır.

Sistematik kriz ve çözümsüzlük insanları denenmiş sistemlere yönlendiriyor. İnsan rasyonel bir varlıktır. Kötü koşullar, güvenlik kaygıları ve gelecek korkuları içinde ehven-i şer kabilinden tercih yapmaya açıktırlar. Şöylede söylenebilir: İnsanlar aptal oldukları için değil, ideolojik saiklerle hareket eden dar ırkçı grupları dışında tutarsak başka bir yol bulamadıkları için ehven-i şer kabilinden bu ırkçı totaliter rejimlere meylediyorlar. Ya da zamanın ruhu denen şey bu eğilimlere yarayan bir rüzgâr estiriyor diyelim.

Gelgelim bunların hiçbirinin çözüm üretme kapasitesine sahip olmadığı gün gibi açıktır. İki kutuplu dünya sisteminin çöküşü kimi çevrelerce liberalizmin zaferi olarak lanse edilse de özünde modernist sistemin sağ ve sol veçheleriyle çöküşünün rejimiydi. Ve 30 yıllık süreç bunu gözler önüne sermiştir. ABD halen dünyanın hegemonik gücü olsa da bu konumunu sürdürmekte zorlanıyor. Ukrayna savaşını fırsata çevirip NATO’yu yeniden kendi kontrolünde canlandırma politikası kısa vadede işler görünse de orta vadede tutmayacaktır. Çünkü dünya 20. yüzyıl dünyası değildir. Avrupa, ABD’nin arkasında hizalanmaya pek de hevesli durmuyor. Çin, Rusya ve giderek güç kazanan Hindistan gibi güçler var. Çok kutuplu dünya deniyor. Fakat kutupsuz dünya ifadesi dünya sisteminin içinde bulunduğu gerçekliği daha iyi tanımlayabilir.

Ortadoğu ise bugün her zamankinden daha karmaşıktır. Çünkü sistem krizinin en yoğunluklu haliyle serimlendiği alanların başında Ortadoğu gelmektedir. Abdullah Öcalan, 2000’lerin başında egemenlik sisteminin Ortadoğu’ya müdahaleden vazgeçmeyeceğini, çünkü bunun, onun için varlık-yokluk mücadelesi olduğunu belirtiyordu. Aslında Ortadoğu’ya geri dönen müdahalesi, 1991’de iki kutuplu dünyanın çökmesinin hemen ardından Kuveyt Savaşı’yla başlatılmıştı.

Ortadoğu’nun tarihsel ve toplumsal dokusu, inanç sistemi bakımından Batı toplumundan karakteristik olarak farklıdır. Politika her zaman kültürün bir parçasıdır. Onun içinde şekillenir, ondan beslenir, onun sesini, rengini alır. Mesela İngiltere, Fransa, Almanya gibi Batılı demokrasiler kapitalistir. Tarihsel bakımdan da Antik Roma mirası, Hristiyanlık ve feodaliteye dayanırlar. Fakat her üç ülkenin gelenekleri, siyaset yapma tarzları farklılıklar arz eder. Bu fark, Ortadoğu ve Batı toplumları arasında çok daha belirgindir. Ortadoğu tarihsel olarak Neolitik Devrim’in mimarı üç tek tanrılı dinin doğuş mekânı, çok kimlikli, çok kültürlü, çok inançlı toplumdur. Batı toplumunda yaşanan tarzda bir feodalite, serflik yaşamadığı ve tarihsel kültür nedeniyle bireyin gelişimi zayıf kalmışken, güçlü bir cemaat psikoloji ve kültürü hâkim olmuştur. Kapitalist ulus devlet karakteristik olarak Ortadoğu toplumuna yabancıdır. Yabancıdır, çünkü kapitalizm birey eksenli bir sistemdir. Ortadoğu ise toplum öncelikli bir kültürel dokuya sahiptir. Yabancıdır, çünkü kapitalizmde ulus anlayışı tekçidir, faşizandır, Ortadoğu ise çok kimlikli, çok kültürlü bir toplumdur. Yabancıdır, çünkü kapitalist devlet-iktidar anlayışı tekçidir. Ortadoğu ise tarihsel olarak farklı kimliklerin birlikte yaşadığı bir devlet geleneğine daha yatkındır. Yabancıdır, çünkü kapitalist sistem maddiyat temelli/öncelikli bir toplum tasavvur eder. Ortadoğu ise manevi dünyası zengin ve derin inançlı bir toplumdur. Bu farklar çoğaltılabilir. Kültür ve düşünce yapıları arasında karşılıklı bir etkileşim, oluş olduğunu biliyoruz. Yazı kapsamı nedeniyle ayrıntılarına girmesek de vurgu düzeyinde belirtelim: Doğu düşünce kültüründe çevreyi de içine alan daha geniş bir bağlam dolayısıyla ilişkiye odaklı bir bakış eğilim varken, Batı düşünce kültüründe daha çok nesne ve kategorilere dayalı formel mantık ağırlıklı bakış eğilimi vardır. Doğu düşüncesi çelişkileri kendi bağlamları içinde değerlendirip makul olanı öncelerken, Batı düşüncesi çelişki durumunda bir tarafın doğruluğunda ısrar eder. Başka bir deyişle Batı’da determinist bir bakış, Doğu’da ise ilişki eksenli bakış eğilimi daha güçlüdür. Bu nedenlerle kapitalist ulus devlet modeli Ortadoğu toplumunun tarihsel, kültürel, düşünsel yapısına uymaz. Bundandır ki bu sistemin Ortadoğu’ya dayatılması bölgeye kriz, kaos, savaş ve yıkımdan başka bir şey getirmemiştir. 20. yüzyıl boyunca Ortadoğu’da yaşanan sonu gelmez çelişki ve çatışmalar düşünülünce, ulus devlet modelinin yarattığı yıkımlar görülecektir.

Ortadoğu’da bin yıllarca birlikte yaşayan kimlikler, kültürler ulus devlet modelinin bölgeye taşınmasıyla bir boğazlaşmanın içine sürüklenmiştir. Tarihi, kültürü, inancı, etnisitesi aynı olan Arapların onlarca devlete bölünmüş olması ve en ibret verici sömürüye tabi tutulması; yüzyılın ortalarından itibaren İsrail-Filistin çelişkisinin gelişmesi, yine Afrika’da 20. yüzyıl boyunca yaşananları da buna eklemek lazım. Bölgenin yeniden dizayn edilmeye çalışıldığı son 15-20 yıllık süreç içinde “Arap Baharı”, askeri darbeler derken, bölge -belki de- tarihte en istikrarsız, çatışmalı ve yıkıcı bir girdaba sürüklenmiştir. Ve çözümsüzlük de, krizler de devam ediyor. Madalyonun diğer yüzü ise, Batı dünyasının sömürgeci, yeni-sömürgeci politikalarına karşı gelişen isyan ve direnişlerle ilgilidir. Ortadoğu’da isyanlar büyük oranda din tandanslı radikal örgütler aracılığıyla gündeme gelir. Ki bu da yeni çelişki ve çatışmalara yol açtığından, çözümden çok çözümsüzlük üretmiştir, üretiyor. Rojava Devrimi, işte böylesi bir küresel ve bölgesel kriz sürecinde Abdullah Öcalan’ın geliştirdiği felsefik, ideolojik çözümlemeler üzerinden vücut bulmuş, sosyalist bir toplumsal yaşam modelidir. Unutmayalım ki Fransız, Rus ve benzeri tarihsel, toplumsal devrimler küçük adımlarla başlamıştır. Sorunu sadece siyasal yönüyle değerlendirmek de eksik olur. Örneğin Fransız Devrimi siyasal olarak çok da başarılı olamadı; devrimciler uzun süre iktidarda kalamadı. Ama Fransız Devrim modeli bütün dünyaya yayıldı. Esas başarısı entelektüel ve model yönüyledir. Rojava Devrimi de her şeyden önce ülke, bölge ve küresel düzlemde yaşanan sorunlara dönük çözüm önermelerine sahip sosyalist bir modeldir. Bu modeli, felsefik ve ideolojik argümantasyonu, sistem çözümlemesi, toplumsal örgütlenme perspektifi ve benzeri yönleriyle irdelemek bu yazının kapsamını çok aşar. Biz bu nedenle Rojava Devrimi’ni politik bakımdan demokratik federasyon, kültürel bakımdan demokratik ulus yönleri ve içerdikleri çözüm perspektifiyle kısaca ele almakla yetineceğiz.

 

Demokratik Federasyon

Federasyon, ulus devlet sistemi içinde de uygulanan bir modeldir. Bu bağlamda federasyon, merkezi devlet tarafından kişi politik, ekonomik, kültürel yetkilerin yerel bir hükümete veya hükümetlere devri şeklinde tezahür eder. İspanya, Almanya vb. ülkelerde olduğu gibi… Bu sistem içinde federasyon, politik örgütlenmeleri, ekonomi politikaları, iktidar mekanizmaları bakımından devlet gibi işleyen bir yapıdır. Denilebilir ki küçük devlettir. Mesela Irak bir yanıyla coğrafi (Kürt bölgesi), bir yanıyla iktidar paylaşımı (Şii, Kürt ve Arap Sünniler) bakımından bir federasyon oluyor. Fakat dikkat edilirse en istikrarsız ülkelerden biridir. Ortadoğu’da federasyon, Irak’ta ne Kürtlere ne Şiilere ne Sünni Arap halklarına özgürlük ve refah getirdi. Merkezi iktidar bölündü, üç iktidar ortağı oluştu. Halkların politik yaşamında, ekonomisinde, sosyal kültürel yaşamında karakteristik bir değişim yaşanmadı belki. Kürtler için kültür ve dil daha özgür hale geldi, bu kazanımdır. Fakat halkların özgürleşmesi bakımından belirleyici bir fark oluşmadı. Çünkü adı federasyon olsa da perspektif ulus devlet argümantasyonuna dayanıyor. Milliyetçi dikey örgütlenme ve iktidar uygulamasının sistematiği devrededir… Bu noktada önemle belirtmek gerekiyor ki: İktidarın bölünmesi, tek ve güçlü bir merkezi iktidar yerine daha küçük ve görece zayıf iktidarların olması demokrasi kültürü açısından her zaman tercih edilir. Bu yönüyle federasyon her koşulda merkezi-üniter ulus devlet modelinden iyidir. Küçüklük, sistemin otomatikman daha demokratik olması anlamına gelmese de daha az baskıcı, sömürücü olması açısından da, demokratikleşme potansiyeli açısından da daha avantajlıdır. Güç yerele ne kadar yakın olursa demokratikleşme potansiyeli o düzeyde artar. Fakat esas olan kapitalist ulus devlet sisteminin aşılmasıdır, küçülmesi değil. Demokratik federasyon ise, içe ve dışa bakan yüzleriyle iki açıdan ele almak, felsefik, ideolojik ve politik bakımdan farkını görünür kılacaktır.

 

İçe Bakan Yüzüyle

Demokratik federasyon, iktidarın merkezi hükümetten yerel hükümetlere değil, yerel toplama devrine dayanır. Başka bir ifadeyle demokratik federasyon özyönetimcidir, özerktir (otonomisttir). Otonomi kendi yasasını koymak, kendi kendini yönetmek demektir. Bu sosyalizmin de özgür toplumsal yaşamın da arı-duru ifadesidir. Özyönetim bir yaşam kültürü, bütünlüklü bir sistemidir. Özyönetim sosyal, siyasal, kültürel, ekonomik vb. her açıdan yerinden ve yerel inisiyatife, toplumsal katılıma dayalı bir örgütlenmeler bileşkesi olarak düşünülebilir. Bu bağlamda özyönetim: Ekonomik alanda, komün, kooperatif ve benzeri ortak kolektif girişimlere dayalı örgütlenmeler ve katılımcı bütçe; politik alanda, köy ve mahallelerden ilçelere, il ve bölgelere uzanan meclisleşme; sosyal alanda, eğitim, sağlık, yerel hizmetler (temizlik, çevre düzenlenmesi, altyapı vb.), bilim, spor, iletişim, ulaşım gibi toplumsal ihtiyaçların tümünün yerinden inisiyatifle karşılanması amaçlı geliştirilen örgütlenmeler; tüm bu alanların birbiriyle oluşturduğu yatay eşitlikçi, demokratik katılım temelli genel ağından oluşur. Bütün bu alanlar tek tek ve ayrıca ele alınabilir.

 

Meclisleşme

Meclisler özyönetimin kalbi olan yapılardır. Zira özyönetimin ekonomik, politik bütün kurumlarının demokratik işleyişi meclisler aracılığıyla sağlanır. Meclisler, komisyonlar aracılığıyla toplumsal yaşamın her alanına özyönetim perspektifi doğrultusunda sirayet ederler. Yasa oluşturma, politika belirleme meclislerin işidir. Oluşturulan yasalar, geliştirilen politikalar komisyonlar eliyle icra edilir. Sonuçları yine meclise rapor edilir. Meclis yasa merci, komisyonlar icra mercidir. Komisyonlar meclis tarafından işlev ve çalışma süreleri de belirlenerek oluşturulurlar. Meclise karşı sorumludurlar. Meclis komisyonları denetler, ihtiyaç olursa görevden alır veya değiştirir…

Coğrafi ve toplumsal bakımdan meclisleşme en küçük yerleşim yerinden başlar. Köy ve mahalle meclisleri ölçek bakımından en küçük meclislerdir. Bu meclisler ilçe meclislerinde, ilçe meclisleri il meclislerinde, il meclisleri bölge meclislerinde, bölge meclisleri de genel meclislerde delege usulüyle yer alırlar. Delegeler yerel meclis tarafından belirlenir ve ihtiyaç halinde geri çağırırlar. Meclis büyüdükçe doğrudan karar alma inisiyatifi azalır. Meclisler arasında hiyerarşik değil, yatay bir ilişki söz konusudur. Yerinde karar ve uygulama bakımından en inisiyatifli meclisler küçük meclislerdir. Zira temsil edilen alanda yaşayan tüm yurttaşların doğrudan katılım ve kararlaşmasına en uygun ölçekler, küçük ölçeklerdir. Genel meclisler ise daha çok ortak ve genel sorunlara dair tüm meclislerin katılımıyla ortak kararların alındığı koordinasyon rolleri ön planda olan yapılardır. Meclis tarzı çalışma ve karar alma perspektifi tüm özyönetim kurumları için geçerlidir. Bir ekonomik üretim birimi yönetimi de, yerel hizmetler birimi yönetimi de, eğitim birimi yönetimi de meclis tarzı örgütlenir, karar alır, işler…

 

Dışa Bakan Yüzüyle

Federasyon tarzı örgütlenme büyük oranda coğrafya ile bağlantılı gelişir ki coğrafya sadece coğrafya değildir. Zira her coğrafi bölgenin yeraltı, yerüstü zenginlik kaynakları, insan kaynakları vb. üzerinden şekillenen bir ekonomik yapısı bulunur. Her coğrafya tarihsel olarak kimi kimliklere, kültürlere, inançlara mesken olmuş ve onların rengini almıştır. İnsan kültür yoluyla coğrafyayı kendisine benzetir. Coğrafya da doğal yapısıyla insanı kendisine… Bu nedenle coğrafi federasyon aynı zamanda ekonomi, kültür, kimlik gibi diğer toplumsal alanları da kapsar. Irak örneğini vermiştik. Irak, Kürt, Arap, Sünni ve Şiilerin iktidar paylaşımına dayalı federal bir ülkedir. Bununla birlikte Kürt bölgesi aynı zamanda coğrafi bir federe yapıdır. Fakat Kürt Federe Bölgesi’nde farklı kimlikler, inançlar da yaşar. Federe yapılar iç ilişki ve işleyişlerinde yukarıda belirttiğimiz esaslar temelinde işlerse demokratik bir nitelik kazanırlar. Çünkü demokrasi öz olarak halkın kendi kendisini yönetmesidir.

Demokratik federasyon perspektifi bağlamında federe yapıların birbiriyle ilişkileri ise genel meclisler ilişkisi temelinde şekillenir. Federe yapılar birbirini besleyen, ortak sorunlara çözüm üreten, farklı kimlik ve kültürleri birlik içinde tutan çatı rolü oynar ve yatay bir ilişkisellik içinde olurlarsa demokratik federasyonun gerektirdiği gibi örgütlenmiş sayılabilirler. Çünkü federasyon sadece içe bakan, içe kapalı bir sistem değildir. Federasyon bilakis bir ilişki biçimidir. Ahlaki ve felsefi bakımından eşitlikçi, özgürlükçü, dayanışmacı bir ilişki biçimidir. Dışa, dışla ilişkisine açık olmakla kalmaz, karakteristik olarak ilişkiye dayalı bir örgütlenme modelidir.

Şu halde genel meclisler meclisi, farklı federe meclislerin delegasyonuyla oluşur. Genel yasa oluşturma, politika belirleme, güvenlik, diplomasi vb. alanlarla olan koordinasyon rolü oynar. Komisyonlar yoluyla belirlediği politikaları hem federe yapılar içinde hem de diplomasi alanında uygular ve denetler. Bir federe meclis, bir mahalle meclisi nasıl çalışıyorsa genel meclisler meclisi de aynı şekilde çalışır. Aynı perspektif, aynı işleyiş, aynı katılım ve denetim esasları temelinde…

 

Demokratik Ulus

Ulus nosyonu, 19. yüzyılla birlikte yoğunca tartışılmış, milliyetçilik dolayımıyla farklı eleştiri ve değerlendirmelere konu edilmiştir. Modern kapitalist ulus devlet sisteminde ulusçuluk-milliyetçilik o kadar etkin bir rol oynar ki Abdullah Öcalan milliyetçiliği bir din olarak tanımlar. Gerçekten de milliyetçilik tarihsel olarak dinin/dinsel inançların zayıfladığı bir zaman kesitinde ön plana çıkmış ve toplumsal psikoloji ve bilinci bir din gibi kuşatmıştır.

Tom Nairn, milliyetçiliği “modern kalkınma tarihinin patolojisi olarak” değerlendirir. Eric Hobsbawm, Marksist hareket ve devletlerin de milliyetçi olduğunu söyleyerek, onun etki gücünün derinliğine işaret eder. Ernest Gellner ise, “Milliyetçilik ulusların kendi öz-bilinçlerine uyanma süreci değildir; ulusların var olmadığı yerde onları icat eder” der. Benedict Anderson’ın ulusu “hayali cemaat” olarak tanımlaması ise ünlüdür. Buna göre ulus, hayal edilmiş bir siyasal topluluktur. Kendisine egemenlik ve sınırlılık içkin kılınmış bir şekilde hayal edilmiş cemaat… Anderson’ın analizindeki fark milliyetçilik gibi milliyetin de kültürel bir imal olduğu savunusudur.

Kapitalist sömürü sistemini ulus ve devletle birlikte değerlendirmediğimiz sürece bütünlüklü bir çözümlemeye ulaşmamız zordur. Aslında birlikte de değil. Kapitalist ulus devlet tek bir yapıdır; sermaye, milliyetçilik, ideoloji ve kurumsallaşmış zor aygıtının iç içe geçerek oluşturduğu bir bütündür. Çözümlenirken bir karakteri göz önünde bulundurmak durumundadır. Böyle değerlendirildiğinde devlet ulusunun neden, nasıl bir siyasal iktidar aracı olarak geliştirilip kullanıldığı da açıkça ortaya çıkar.

Kapitalist sistemde ulus, etnik temele dayandırılarak tarihsel, toplumsal bir yapı olarak lanse edilir. Fakat kurgulanmış siyasal bir yapıdır. Ulus devlet iktidarlarının ulusal bütünleşme dedikleri şey devlet sınırları içinde bulunan tüm kimlik, kültürlerin tek bir kimlik altında toplanması yani esas alınan kimlik dışında kalan kimlik ve kültürlerin ötekileştirilerek yok edilmesidir. Bu nedenle ulus devlet yapısal olarak soykırımcıdır, kimlik-kültür kırımcıdır.

Ulusun tekliği savunusu, iktidarın tekleştirilmesinin aracıdır. Çünkü ulus devlette iktidar kendisini ulusun temsili addeder ve böyle meşrulaştırır. Aynı devlet sınırları içinde farklı ulusal veya etnik, kültürel kimliklerin varlığı, kabulü bu iddiayı zayıflatmakla kalmaz; egemenlik paylaşımını da gündeme getirir. Nitekim ulus devlet sistemi içindeki özerklik, federasyon türü yapıların tümü böyle kabullere dayanır. Ulus devlet, homojen, tekçi kimlik politikalarıyla en genel anlamda toplum doğasına aykırıdır. Çünkü toplum homojen değil, heterojen bir yapıdır. Toplumu toplum yapan, onu zenginleştiren, geliştiren ayrılık değil, farklılıklardır.

Demokratik ulus, farklı kimlik ve kültürlerin yatay ilişkiselliğine dayanır. Kimlikler, toplumsal yaşamın asli bileşenleri olarak esas alınır ve aralarında herhangi bir hiyerarşik ilişkin kabul edilmez. Bu kimliklerin nicel bakımdan azlığı çokluğuna indirgenebilecek bir durum değildir. Demokratik ulus perspektifinde kimlikler siyasal iktidarlara araç kılınmaktan çıkarılır, kültürel zenginliğin bir bileşeni olarak özgürce yaşamalarının, kendilerini geliştirmelerinin koşulları yaratılır.

Özyönetim de her kimliğin, kültürün kendi kendisini özgürce yönetmesini garanti altına alan politik yapılanmadır. Özyönetim kültürü, kimlikleri siyasete konu alıp iktidara araç kılacak herhangi bir güç merkezileşmesine, iktidar oluşumuna yapısal olarak alan açmaz. Açarsa özyönetim olmaz. Özyönetim tüm toplumsal bileşenlerin aktif birer politik özne olarak kendi kendisini yönetmesini ifade eder. Özyönetimde yönetim toplumsal yaşamın bir parçası haline gelir. Çünkü herkesin hem yöneten hem de yönetilen olduğu bir kurumsal alan inşasına dayanır. Dolayısıyla toplumu yöneten-yönetilen olarak ayrıştıran devlet-iktidar zihniyetinin aşılmasını, yönetimin de yönetilenin de aynı olduğu demokratik bir politik yaşamı öngörür.

Rojava Devrimi bu özyönetim ölçülerini esas alan kimlik, özgürlükçü, demokratik, sosyalist bir toplumsal dönüşüm ve yaşam modelidir. Politik ve kültür yönleriyle vurgular düzeyinde yer vermeye çalıştığımız bu deneyim özelde Ortadoğu, genelde tüm toplumlar için krizden çıkış modeli olabilir.

 

Ortadoğu’da Demokratik Federasyon Çözümü

Ortadoğu’da tarihsel, toplumsal sorunların çözüm modeli Rojava Devrimi referansı demokratik federasyon modeli olabilir. Ortadoğu’da çizilen ulus devlet sınırları egemen sistem tarafından çizilmiş yapay sınırlardır. Çoğunlukla sınırların o tarafında da bu tarafından da aynı etnik-inançsal kültürler vardır. Bu dizaynın kendisi bölge gerçeklerine ters sömürgeci bir dizaynıdır.

Bilindiği üzere İkinci Dünya Savaşı’ndan sonra 1945-68 yılları arasında 66 ülke bağımsızlığını kazandı. Ulus devlet olma hakkı kazandı da denebilir. Önemli bir kısmı Ortadoğu’da bulunan bu ülkelerin hiçbirinde ulus devlet sistemi sindirilemedi, başarılı olamadı, olamazdı da… Çünkü tarihsel, toplumsal kültür, kimlik, ekonomik yapı vb. farklıydı. Ulus devlet bölge ülkelerine zorla giydirilen bir giysi gibi eğrelti durdu ve sayısız çatışma ve yıkıma yol açtı. Bu krizli durumun hızla derinleşerek devam ettiği de son yılların güncel gelişmelerinden görülebilir.

Ortadoğu’da her coğrafi bölgede onlarca etnik, kültürel, inançsal kimlik vardır. Örneğin İran’da Farslar, Azeriler, Tacikler, Araplar, Ermeniler, Afganlar ve bunların onlarca inancı yaşar. Ortadoğu’nun her coğrafi bölgesi benzerdir. Bütün bu etnik, kültürel, inançsal kimlikleri bir arada tutacak, tümünün kendisini geliştirme hakkını sağlayabilecek, farklılıklarını koruyarak ortak zeminde buluşturup birleştirecek yegâne toplumsal örgütlenme formu demokratik ulustur. Demokratik ulus bileşenlerinin özgürce yaşamalarını sağlayacak politik sistem de demokratik federasyon olacaktır. Hem içe hem dışa bakan yönleriyle vurgular düzeyinde yer verdiğimiz federasyon tarzı örgütlenme Ortadoğu’nun tarihsel toplumsal hakikatlerine en uygun modeldir.

Ortadoğu’da demokratik olmasa da politik kültür (devlet geleneği de denebilir) bakımından yerinden yönetime, özerkliğe yabancı bir dünya değildir. Med-Pers tarihine vakıf olanlar, onların hızla bir imparatorluğa dönüşmesinde, ele geçirdikleri yerlerde yaşayan toplumlara kendi inanç ve kültürlerini yaşayacakları bir özerklik tanımalarının rolünü bilirler. Osmanlı siyasal sisteminde de eyalet, özerklik tarzı örgütlenmeler yaygındı. 19. yüzyılın başlarına kadar Kürt vb. toplumların özerk bölgeleri sorunsuz işliyor, yaşıyordu.

Konu bağlamında dikkat çekici tarihsel gerçeklik şudur: Hem Pers hem de Osmanlı örneklerinde, politik sistemleri içinde bulunan toplumların özerk-federe yapıları kabul edilip korunduğu müddetçe sistemlerinin hem gelişme hem de ayakta kalma potansiyellerinin gücünü koruduğudur. Ne zaman ki bundan taviz verildi, çöküş de başladı. Neden? Çünkü herhangi bir bölgede gelişecek bir politik sistemin o bölgenin toplumsal yapısını, inanç, kimlik, kültür ve tarihsel şekillenmesini gözönünde bulundurması şarttır. Bugün ulus devlet ve kapitalist bireyciliğin Ortadoğu’da tutunmasının nedeni de kültürdür. Politik yapı kültürden bağımsız olamaz.

Bu nedenlerle Ortadoğu’da çözümünün federasyon tarzı örgütlenme olduğunu söylerken, gerçekte yeni bir şey söylemiş olmuyoruz. Tarihsel bir gerçekliğe dikkat çekmiş oluyoruz sadece. Söylemimizdeki yenilik federasyonlaşmanın demokratik niteliğine dairdir. Bunda da amaç, tarihte başarısızlığa uğramış deneyimlerden ders çıkarmaktır. Politik manada güçlü merkezi iktidar ve ona bağlı zayıf federe yapılar her zaman risklidir. O nedenle federasyon anlayışı hem içe hem dışa bakan yönleriyle demokratize edilmek durumundadır. Ortadoğu’da her ülke kendi içinden başlayarak bu modeli geliştirebilir ve bu sağlandıkça diğer ülkelerle birlikte Ortadoğu Demokratik Federasyonu’na doğru yol alınabilir.

 

Rojava’da Demokratik Federasyon Çözümü

Rojava, demokratik federasyonunun içe bakan yüzünde özyönetimci toplum kültürünü ve demokratik ulus perspektifini hızla örgütlemeye başlamıştır. Bugün Rojava’da Araplar, Kürtler, Türkmenler, Süryaniler, Ermeniler demokratik ulus perspektifiyle örgütlenme sürecine girmiştir. Kuşkusuz bu yeni bir modeldir ve hem zihniyet hem de toplumsal örgütlenme kültürü bakımından stratejik bir dönüşümü ifade eder. Dolayısıyla an itibariyle kimi inşa sorunlarının yaşanıyor olması eşyanın doğası gereğidir. Fakat doğrultu yakalanmış ve önemli bir mesafe alınmıştır. Bu aynı zamanda Öcalan tarafından geliştirilen felsefi ideolojik argümantasyona dayalı demokratik ulus ve özyönetim modelinin uygulanabilir bir model olduğunun kanıtıdır.

Modelin uygulanabilirliğinin sınanması bakımından tarihsel bir deneyimdir. Rojava, sosyalist mücadelede bir yenilik bir başarı hikâyesidir. Toplumsal devrim, dönüşüm stratejisi ve gerçek anlamda sosyalist yaşamın nasıl geliştirilebileceğine iktidara ulus devlet sistemine karşı topluma dayalı mücadele yoluna dair tarihsel derslerle dolu yeni bir soluktur Rojava. Dünyanın kimlik ve kültür bakımından en renkli zengin coğrafyası olmasına rağmen politik bakımdan suni çelişki ve iktidar oyunlarıyla en karmaşık bölgesi haline getirilmiş olan Ortadoğu’dan başlayarak, tüm coğrafyalara çözüm vaat eden bir modeldir söz konusu olan.

Rojava’nın coğrafi alan bakımından görece küçüklüğü ve birkaç milyonluk nüfusu, modelin küçümsenmesi gibi yanılgılara yol açmamalıdır. Sosyal mücadeleler tarihinde hiçbir devrim devasa boyutlarda doğmamıştır, doğmaz. Asıl olan devrimin taşıdığı potansiyeldir ve potansiyel modelin uygulanabilirliğinde gizlidir. Rojava Devrimi’nin güçlü bir toplumsal dönüşüm yaratma potansiyeline sahip olduğu modelin hızla toplumsallaşması, toplum tarafından sahiplenilmesiyle ortaya çıkmıştır. Toplum, kendi lehine olmayan onu daha yaşanılır, daha özgür bir yaşamla buluşturmayan hiçbir modeli sahiplenmez. Bugün yoğun saldırılara rağmen Rojava halkları kendi sistemlerini sahiplenmek için öz örgütlenme ve öz savunma temelinde büyük bedellerle direniyor. Sadece bu bile modelin toplum tarafından nasıl sahiplenildiğini göstermeye yeter bir örnektir. Bu modelin Suriye’de demokratik federasyon şeklinde bir hukuka bağlanması ve Suriye’nin diğer bölgelerini de kapsayarak bir model olması, Ortadoğu halkları için refah ve özgür yaşamın anahtarı olacaktır. Ortadoğu halkları, inançları böylece ulus devlet sisteminin yarattığı cendereden kurtulup özgürce nefes alabilecektir…

Nietzsche, inançların ve kanıların hakikatlerin düşmanı olduğunu söylüyordu. Doğrudur, çünkü ikisi de düşünceyi dondurur, sorgulamayı rafa kaldırır. Politik manada da pek çok girişimin, mücadelenin başarısızlığının gerisinde toplumun değişmeyen, değiştirilmeyen kanıları ve farklı olana ikna olmaması yatar. Bunda politik önermelerin yaşamla buluşmaması, uygulanabilir olmaması veya bu yönlü eksikliklerin payı her zaman büyük olmuştur. Uygulanabilir bir model olduğunun kanıtlanması ve toplumsallaşması dolayısıyla diyebiliriz ki Rojava Devrimi, yerleşik kanıları yıkan, ezberleri bozan ve halklara umut veren bir devrimdir. Sahi neydi sosyalizm, nasıl yaşanırdı? Rojava’nın sözüne ve sözüyle buluşan eylemine kulak verelim…

 

 

 

 

Bunları da beğenebilirsin

Yoruma kapalı.