Düşünce ve Kuram Dergisi

Eski Dünyadan Yeni Dünyaya Açılan Pencere: Rojava

Yılmaz Aslan - Ferhat Doğan

Giriş

Eski dünya ile yeni dünya iç içe yaşanıyor. Eski dünyanın şiddeti, yeni dünyanın ise belirsizliği insanlığı ürkütüyor. İnsanlık tarihi, topraktan makineye, makineden veriye evrilen bir sahip olma mücadelesiyle ilerliyor. Rojava Devrimi eski dünyadan kopuşun, yeni dünyaya yolculuğun başladığı bir hikâye. On yılı aşkın süredir Rojava toplumu, yeni bir siyasi, toplumsal ve kültürel dünyanın inşasının sorumluluğunu taşıyor ve bu uğurda bedel ödüyor. Rojava, özgürlüğünü arayan Kürtlerin, tarihini yeniden yazan kadınların hikâyesidir. Rojava tüm ezilen topluluklara umut olmayı başarmış olsa da bu umudun kırılması için sayısız kirli el boğazına yapışmış ve onu nefessiz bırakmaya çalışmakta. Bu makalede, Rojava Devrimi’nin çeşitli yönlerini ele alarak insanlık için ne anlama geldiğini tartışacağız. Kaostan demokratik bir model yaratan Rojava toplumu neden baskı altına alındı, savaş neden derinleşti, kimin ne hesabı var, devrim kimleri ürküttü, hakikat ne yana düşer? Makalemizde bu sorulara yanıt bulmaya çalışacağız.

 

Arap Baharı’ndan Kürt Baharı’na

Tunus’ta başlayan ve Arap Baharı olarak isimlendirilen Ortadoğu halk direnişleri, kısa sürede domino etkisi yaratarak birçok ülkede otoriter rejimlerin yıkılmasını sağlamıştı. Ortaya çıkan kitlesel hareketler, bazı otoriter rejimleri devirdi fakat halklar için kalıcı ve müreffeh bir düzen inşa edemedi. Toplumsal dönüşümü gerçekleştiremeyen ve esasen otoriter ve totaliter rejimlere karşı başlayan Arap Baharı, çeşitli müdahaleler sonucu mezhepçi, fundamentalist ve cihatçı yapıların denetimine girdi. Kısa bir süre içinde bahar, sert bir kışa dönüştü ve protestoların merkezi Suriye’ye kaydı.

Suriye kısa bir süre içinde başka aktörlerin de dâhil olduğu çoklu direnişlerin ana merkezi haline geldi. Elbette Suriye’nin “küresel savaşın merkezi” olarak seçilmesi tesadüf değildi. Suriye coğrafyasında gelişen hadiselerin zamanlamasına, gerekçelerine ve aktörlerine dikkatlice bakınca burada hala devam eden hegemonik kapışmanın bölgesel ve küresel ölçekte uluslararası ilişkileri etkileyen tarihsel parametreler olduğu daha rahat anlaşılacaktır. Bu nedenle Suriye’nin kısa sürede farklı inançların çatıştığı bir arenaya dönüşmesini, sadece rejimin Baasçı ve otoriter yapısıyla açıklayamayız. Her şeyden önce savaş merkezlerindeki bu kaymayı halk protestolarıyla başlayan ve demokratik bir yaşamı arzulayan Arap Baharı’na yapılmış küresel ve bölgesel müdahalelerin bir sonucu olarak okumak daha doğru olacaktır. Arap Baharı’nın devrimci potansiyeli yerel, bölgesel ve küresel aktörleri tedirgin ederek, büyük bir risk olarak görüldü ve devrim radikal dincilerin eliyle sapmaya itilerek boğdurulmaya çalışıldı. Haliyle Arap Baharı’nın kışa dönmesiyle Suriye coğrafyasının radikal dincilerin kuluçka merkezi haline gelmesini her şeyden önce ideolojik bir mesele olarak görmekte fayda var.

Merkezin Suriye’ye kaymasıyla tırmanan protestoları basit bir asayiş meselesi olarak değerlendiren rejim elitleri, halk protestolarını şiddetle bastırmaya çalıştı. Fakat rejim Rojava’da aynı hataya düşmedi. Rojava’da bu hataya düşmemesinin nedeni, başka bir seçeneğin olmaması ve devrimci Kürtlerin hegemonya savaşlarına katılmayı reddeden duruşuydu. Hatırlanacağı üzere Suriye iç savaşının başladığı ilk zamanlarda, yerel ve bölgesel kimi dinamikler Rojava Kürtlerini başka güçlere yedeklemeye çalışmıştı; Ankara başta olmak üzere farklı kesimler, Kürt liderleri kırmızı halılarla karşılasalar da onları şiddetle ve Suriye rejimiyle doğrudan bir savaşa girmeye ikna edememişti. Deyim yerindeyse Kürtler Suriye’ye yönelik emperyal savaşa dâhil olmadan kendi yolunu çizmeyi başarmıştı. Devrimci Kürtlerin Baas rejimine ve cihatçı-İslamcı gruplara eklemlenmeden alternatif üçüncü yol siyasetinin izini sürmesi, Rojava ve Suriye’de, bölgede ve dünyada önemli düzeyde prestij kazanmalarını sağladı. Rojava Kürtlerinin öncülüğünü yaptığı politik merkezin izlediği strateji, hem Suriye’nin ulus-devlet statükosunu yapıbozuma uğratmış hem de öz savunma temelinde bir pratik geliştirerek ülkenin üçte birinde yaşayan toplulukları saldırılardan korumuştur.

 

Kürtlerin Zamanı

Suriye toplumunun önemli dinamiklerinden biri olan Kürtler, ilk defa Suriye’nin Fransızların egemenliği altında bulunduğu 1921-1946 yılları arasında gündeme geldi. Bu tarihten sonra ara ara gündeme gelseler de asıl meydan okuma Arap Baharı’yla başlamıştır. Bu aşamadan sonra Kürtlerin siyasi ve kültürel kaderlerinin tayininde izledikleri stratejik hat, Suriye iç savaşının seyrini değiştirerek etki ve sonuçları itibariyle bölgesel ölçekte tarihsel bir momentin öznesi ve sürükleyicisi oldu. Ortadoğu’daki kargaşa, çatışma ve yeni savaş biçimlerine sahne olan Arap Baharı esnasında; Suriye’nin, jeostratejik-jeopolitik anlam derinliklerini yıllar önce analiz eden ve buna karşı çözüm önerileri sunan Kürt demokratik modern hareketinin lideri Abdullah Öcalan’ın fikri yolculuğunun gerçeğe temas ettiği bu moment “Kürtlerin zamanı” olarak tarihlendirildi. Peki, bu zaman nasıl işledi, nasıl örgütlendi, neyi nasıl gördü ve nasıl yaptı? Öcalan’ın öne sürdüğü “demokratik ulus” tezini takip eden Suriye Kürtleri, Arap Baharı’nı aşacak ölçekte, bölgesel bir devrimin öncü öznesi sorumluluğuyla konumlanarak ulusalcı ve otoriter rejimler ile cihatçı fundamentalist yapılar arasında başka bir seçeneğin mümkün olduğunu kısa bir zaman aralığında ispatladılar. Bunu savaşın başlamasıyla birlikte birçok kentte şiddete başvurmadan birlikte yaşadıkları halk ve inanç gruplarıyla birlikte demokrasiye dayalı özyönetim modeli inşa ederek, hem rejimin hem de rejime yapılan emperyal müdahalenin yarattığı krizlere çözüm bularak yaptılar. Diğer topluluklarla birlikte Rojava habitusu etrafında şiddetsiz bir alan hâkimiyeti oluşturan devrimci Kürtlerin duruşu tüm dünyada alkışlandı. Üçüncü Yol olarak da ifade edilen bu temel strateji, yarattığı sonuçlarla egemen tarihin ilerlemeci gidişatını krize sokarak tarihe büyük bir ihtar çekti.

Rojava Devrimi’nin temel teorik dayanaklarından biri demokratik ulus fikriyatıydı. Demokratik ulus fikriyatı, ulus-devletlerin çatısı altında bastırılan farklılıkların gelecekte de birbirlerini “kırıma” uğratma riskinden hareketle; konfederatif örgütlenme tarzını esas alarak yerellerin iradesini merkeze alan, hem farklılıkların kendi özerk yapısını koruduğu hem de diğer farklı özerk dinamiklerle “ortak konseyler” aracılığıyla yan yana gelebileceği yeni bir toplumsal ve siyasal örgütlenme modelidir. Bu model, hegemonik güçlerin yarattığı geleneksel, itaatkâr ve yerleşik düşünceden kopuşu temsil etmektedir. Kopuşun çoklu karakterinin varlığı, devrimin çoklu öznelerine aynı safta toplanmak üzere yapılan tarihsel bir çağrıdır. Rojava toplumu bu çağrıya olumlu bir yanıt vermiştir. Fikriyatın kurucusu Öcalan’a göre, demokratik ulus sadece zihniyet ve kültür ortaklığıyla yetinmeyen, bilakis tüm üyelerini demokratik özerk kurumlarda birleştiren ve yöneten yeni bir ulus modelidir. Bu modelin temelini, otoriter ve eril rejimlere karşı kadınların ve erkeklerin eşit olarak karar süreçlerine katıldığı demokratik ve özerk yönetim oluşturur. Demokratik ve özerk yönetimler, merkeziyetçi ve katı modellerin yerini alacaktır. Ayrıca demokratik ve özerk yönetime geçiş, aynı zamanda yeni bir modernite anlayışını ve bu moderniteye entegrasyonu zorunlu kılar. Bu çerçevede demokratik ulus zamanının modernitesi, demokratik modernite olacaktır. Öcalan’a göre, tekelcilikten arınmış bir ekonomi, çevreyle uyumlu ekoloji, doğa ve insan dostu teknoloji, demokratik modernitenin yapı taşlarını oluşturacaktır.[1]

 

Yeni Ortak Dünyamız Rojava

Rojava Devrimi Zizek, David Harvey, David Graber ve John Holloway gibi dünya çapındaki sosyal bilimcilerin de ilgisini çeken, evrensel ölçekleri referans alarak, halkların coğrafi, siyasi, kültürel, ekonomik ve toplumsal birliğini önceleyen ilerici, demokratik ve barışçıl bir önermedir. Rojava’da uzun süre kalan yazar Hikmet Acun, bu devrimi; emperyalizmin ve bölge gericiliğinin planlarının kısmen başarısız olduğu bir ortamda, tarihsel olarak var olan Kürt dinamiğinin ortaya koyduğu, diğer devrimlere benzemeyen özgün bir deneyim olarak tanımlamıştır. Rojava’yı 20. Yüzyıl devrimlerinin tarihten tekrar çağrılması olarak değerlendiren Acun’a göre, Kürt Özgürlük Hareketi’yle DAİŞ’in karşı karşıya gelmesi bir rastlantı değildi; iki farklı tahayyülün karşılıklı olarak restleştiği tarihsel bir momentti. Bu karşılaşma sonrasında Rojava’da modern insanlık tarihi içerisinde kendinden önce gelen bütün güçlerin, bütün birikimlerin somutlandığı bir tarih yazıldı. 20. Yüzyıldaki devrimlerin bittiği ve çöktüğü anda, tarih son bir kez Rojava’daki devrimci güçler üzerinden kendisini çok üst düzeyde artçı bir devrim olarak gösterdi. Demokrasiye, özgürlüklere aç olan bir coğrafyaya devrimci Kürtlerin bir paradigma ile dalması adeta bir şok etkisi yaratmıştır. Hikmet Acun, bunu söyledikten sonra da tüm dünya devrimcilerine bir nevi çağrı yapıyor: “Kürt devrimcilerine buradan bir kez daha bakın derim. Nelere kadir olduklarını, nelere cüret ettiklerini, tarihin bağlamını yeniden nasıl kurduklarına bakın derim.”[2]

Rojava’da yeni dünyaya yeni bir pencere açılırken, eski dünyaya direnen, yeni dünyaya kucak açan devrim üzerine birçok analiz yapıldı, yapılıyor. Akademisyen Bülent Küçük ve Ceren Selçuk, Rojava Devrimi’ni “potansiyel olarak herkesin özgürleşmesini mümkün kılacak evrensel bir mücadelenin simgesi” şeklinde bir tanımaya başvuruyorlar. Onlara göre Rojava’yı diğer devrimci hareketlerden farklı kılan temel özellik, devrimin yerelliği ve evrenselliği aynı anda besleyen bir karaktere sahip olmasıdır.[3]

Rojava deneyimi doğal olarak en çok Kürt halkını etkiledi. Bu deneyim özellikle Kürt halkı için sömürgeciliğe meydan okumanın ve ideal Kürtlüğün nasıl olması gerektiği konusunda en makul manifestonun pratikleşmiş halidir. Rojava’da inşa edilen Kürtlük dört parça Kurdistan’ın karşılaştığı sorunlara karşı mücadeleye ve müzakereye hazır olan özgür Kürtlüktür. Devrimin bir diğer önemli katkısı Ortadoğu’nun bölgesel barışına alttan gelen dalgayla örülen; kadının, ezilen halk ve toplulukların yön ve doğrultu verdiği bir perspektif sunmasıdır. Bu bakımdan Rojava’nın yeni yaşam iddiası, hem Kürtlerin yaşadığı dört ulus-devletin siyasi formlarını hem de Ortadoğu uygarlık krizlerini çözmeye yönelik geliştirilen egemen modelleri aşacak ölçekte alternatif birlikte yaşama zemini ve özgürleşme, barış toplumu olma tahayyülü sunmaktadır. Rojava Devrimi’ni farklı kılan en önemli özelliklerin başında, son 200 yılın küresel ölçekte siyasal örgütlenme ve devlet modeli olan ulus-devlet ezberlerini bozması gelmektedir. Evrensel bir norm olarak inşa edilen ulus-devletler etno-çoğunlukçuluğu tüm toplumlara dayatarak tek bir yönetim rejimi haline gelmeyi başaran normlar kümesi yaratmıştı. Ulus-devletler tüm dünyada zenginlikleri, farklılıkları tek tipleştirerek toplumları homojenleştirdi ve merkezileştirdi. Uluslararası ilişkiler literatüründe, etno-çoğunlukçu modelleri yumuşatma amacı taşıyan ve bağımsız ulus-devlet kurmaya dayandırılan “ulusların kendi kaderini tayin hakkı” yaklaşımı da devletsiz toplumlar için kaotik bir süreçten öteye gidemedi. Fakat mezhepsel ve etnik olmayan bir sözleşmeyi referans alarak, âdem-i merkeziyetçi ilkeler ışığında, demokratik konseylerle toplumsal sorunları yerinden ve yerelden çözmeyi planlayan Rojava modeli, Ortadoğu gibi çok boyutlu merkezileşmenin olduğu bir coğrafyada etnik, dinsel ve kültürel farklılıklara sahip olan topluluklara kendi kaderlerini yeni bir formla belirlemeyi önerdi ve kitleleri arkasından sürüklemeyi başardı. Bu yönüyle bakıldığında hem evrensel, etno-çoğunlukçu ve merkeziyetçi ulus-devletin krizini aşabilecek hem de Kürt halkının yaşadığı dört ulus-devlette süregelen Kürt meselesine odaklı çoklu krizleri bertaraf edebilecek kurucu potansiyelin Rojava modelinde mevcut olduğu görülmektedir. Zira âdem-i merkeziyetçi modeller, ulusların kendi kaderini tayin etme hakkının öne sürdüğü bağımsız devlet meselesinin olası risklerini de ortadan kaldıran modellerdir. Bu modellerle bölge ulus-devletleri karakterize eden “kimlik temelli çatışma ve otoriterlik çıkmazı da aşılabilecektir.”[4]

 

Kürtlerin Zamanına Müdahale

Rojava Devrimi’nin inşası ilk zamanlarda pek dikkat çekmemişti; haliyle hegemonik güçler, savaşın başında tamamen rejimi düşürmeye odaklanmış ve muhtemelen Rojava Devrimi’ne kibirli yaklaşmalarından kaynaklı müdahalede bulunulmamıştı. Devrim, Ortadoğu toplumunu etkileyebilecek düzeye gelince devrimi asli anlamından saptırmak için Türkiye ve İran başta olmak üzere bölgedeki etkin güçler karşı önlemler almaya ve Rojava etrafında ortaya çıkan yeni toplumsal paradigmayı tasfiye etme planlarına giriştiler. Bu aklın planlamalarına denk düşecek şekilde 13 Eylül 2014 tarihinde Kobanê DAİŞ tarafından kuşatıldı. Deyim yerindeyse DAİŞ barbarları ellerindeki en üstün teknolojilerle devrimi boğmak için Kürt kentlerinin üzerine gönderildi. Rojava’da artan katliam tehlikesi karşısında Avrupa devletleri ilk etapta sessiz kalsa da kısa bir süre sonra duyarlı Avrupa kamuoyu ve dünya toplumu sayesinde sessizlik bozuldu. Yine de uluslararası topluma yapılan çağrılar Kobanê işgalinin durmasını engelleyemedi. İşgal ancak Kuzey Kürtlerinin önce sınır hatlarında günlerce süren, fakat sonradan denklemi tamamen değiştiren “6-8 Ekim protestoları” ile durdurulabildi. 6-8 Ekim arasında başlayan “Kobanê protestoları” Ortadoğu’da bölgesel ve küresel hegemonyanın hesaplarını altüst eden ve de radikal dincilerin barbarlığına son veren başkaldırının başladığı eşik olarak tarihe geçmiştir.

Kobanê’de ortaya çıkan kitlesel hareketler, aynı zamanda resmi tarihin kayıtlarına geçerek, sınırları aşan gayri resmi tarihin tanıklık ettiği enternasyonal bir dayanışma örneğiydi. Bu dayanışma örneği Kürtlerin kendi içinde ve dünya kamuoyuyla kurdukları ilişki bağlamı açısından tarihsel düzeyde değişimlerin önünü açmıştır. Zira Kobanê direnişi şimdiye kadar görülmemiş şekilde Kürt halkını birleştirdi ve ulusal birlik ruhunu motive eden temel harç işlevi gördü. Bu direniş ve dayanışma sonrasında Mart 2015 itibariyle Kobanê’nin tüm köyleri DAİŞ’in elinden geri alındı ve sonrasında diğer kentler sırasıyla tek tek kurtarıldı. Böylece ortaya konulan tarihsel direnişten sonra Arap Baharı Kürt Baharı’na dönüştü. Bu yönüyle Rojava Devrimi’ni, Tunus’ta başlayan, zaman içinde yerel ve küresel hegemonyanın gizli-açık desteğiyle sapmaya uğrayan Arap Baharı’na yapılmış devrimci bir müdahale olarak görmek mümkün; başka bir deyişle Rojava Devrimi, Ortadoğu’da başlayan ve sapmaya uğrayan halk devriminin yeniden ayakları üzerine oturtan temel kurucu güçtür.

Kobanê direnişi karşısında tüm meşruiyetini kaybetmeye başlayan hegemonya, Rojava Devrimi’ni içerden zayıflatmak ve kendine bağımlı hale getirmek için bu sefer “müttefik” rolüne girmek zorunda kaldı ve Kürtlerle bu temelde ilişki kurmaya başladı. Uluslararası hegemonya DAİŞ’e karşı Kürtlerin safına geçerek aynı zamanda iç siyasette de kendi iktidarlarını korumayı hedefliyordu. Hegemonyayı buna zorlayan, Kürtlerin direnişi ve uluslararası duyarlı toplumun baskısıydı. Bu süreçte Rojava’nın inşası ile direnişi arasındaki diyalektiği gören uluslararası toplumun Rojava ile dayanışmayı ihmal etmediğini akılda tutmakta fayda var; dahası 21. Yüzyılın en büyük enternasyonal dayanışmasının Kobanê’de ifade bulması bir zamanların Ortadoğu solunun merkezinde de bir kaymaya neden oldu. Uzun yıllar sol direnişlerin merkezi Filistin olarak kabul görmüşken Rojava bu durumu da değiştirmiş oldu. Bu zaferin başarıldığı 1 Kasım tarihinin “Dünya Kobanê Günü” ilan edilmesi Kobanê zaferinin enternasyonal karakterine büyük bir göndermedir. Bu anlamda Kobanê devrimci Kürt kadın ve erkekler ve de çağın sol-sosyalist hareketlerinin merkezinde olduğu dünyaya açılan ve kapatılması mümkün olmayan sağlam bir kapıdır.

 

Rojava’ya İdeolojik Saldırılar

Rojava’yı işgal etme ya da hegemonyaya bağımlı kılma arzusunun arka planında, hızla toplumsallaşan ve Ortadoğu toplumlarını özgürleştirebilme potansiyeli taşıyan “Kürtlerin demokratik toplum modelini ideolojik olarak itibarsızlaştırma hedefi” vardı. Suriye’de meşruiyetini kaybetmeye başlayan ABD’nin Kürt meşruiyetine çökmesi ve sonradan kanton işgallerine davetiye çıkaran esnek stratejisinin arka planında yine bu modeli ideolojik olarak alt etme planı vardı. Rusya’nın Efrîn işgaline açıktan onay vermesi ve rejimin sessizliğini de yine bu planın bir parçası olarak görmek mümkün. Devrimin daha doğarken soluksuz bırakılması ve mümkünse öz gücüyle ayakta kalamayacak kadar zayıflatılması konusunda “hegemonik bir konsensüsün” varlığından bahsedilebilir. Bu yönüyle Rojava işgalinin “emperyal mutabakat” sonucunda yapıldığını, devrimin “emperyal kıskaca” alındığını bilince çıkarmak son derece önemlidir. Bu açıdan Rojava, Ortadoğu’da en başta Kürtlerin ve sonrasında tüm ezilenlerin kırmızı çizgisi olmalı. Rojava’nın düşmesi, Ortadoğu’nun yeniden barbarlığa ve otoriterliğe teslim olmasıyla eşdeğerdir; tamamen kazanılması ve statü sahibi olması ise tüm halklara ve ezilen sınıflara büyük bir umut olacağı kesindir.

 

Bölgesel Kürt Düşmanlığı

Rojava ile birlikte Kürt meselesi bölgesel ve uluslararası bir meseleye dönüşürken, Ankara 7 Haziran 2015 sonrası İslamcıların iktidarı kaybetmesiyle tüm stratejisini içeride ve dışarıda mezhep siyasetiyle tahkim edilen steril “Kürt düşmanlığına” endeksledi. Bu paradigma değişikliğiyle Kuzey Kürdistan’da devam eden çözüm sürecini sabote etmek için sayısız kaotik plan devreye konuldu. Tayyip Erdoğan, adına “çözüm” denilen süreci “buzdolabına kaldırdıktan” sonra, 7 Şubat 2016’da gazetecilerin sorularına verdiği yanıtta, Türkiye’nin Irak’ta yaptığı hatayı Suriye’de yapmayacağını söylüyordu ve Türkiye’nin temel kaygısının PYD liderliğinden ziyade özerk ya da federe bir Kürt bölgesi olduğunu alenen ifade ediyordu: “Irak’ta düşülen hataya Suriye’de düşmek istemiyordum. Ben 1 Mart tezkeresinin yanındaydım, karşı olanlar bunu söylemediler. Birileri de gizli kulisler yaptılar. 1 Mart tezkeresinde Türkiye Irak’ta olsaydı, Irak’ın durumu böyle olmazdı.” (Karar 2016)

Buradan baktığımızda Ankara hükümeti “bölgeselleşen Kürt meselesinin karşısına bölgesel Kürt düşmanlığını” koyarak eş zamanlı, içeride milliyetçi cepheyi konsolide etmeyi, dış politikada ise savaş sanayisiyle pazarını genişletmeyi; ordunun büyük çoğunluğunu işgal ettiği başka ülkelerin sınırlarının içinde konumlandırıp hem darbe ihtimalini küçültmeyi hem de ordunun siyaset bürokrasisi üzerindeki vesayetini tamamen ortadan kaldırmayı planladı. Netice itibariyle Türkiye’nin öncülüğünü yaptığı ve Kobanê sonrası başlayan Rojava işgallerinin hiçbir meşruiyeti olmadığı gibi Suriye savaşını uzatarak, savaşın siyasi, ahlaki ve hukuki maliyetini artırmaktan başka bir işlev görmedi. Rojava işgalleriyle Kürtlerin statüsü kısmen ertelense de Kürt meselesi “bölgesel” bir karakter kazandı, Suriye rejimi düşmedi; fakat Sünni ideoloji kaybetti; Erdoğan rejimi ise Kürt düşmanlığını aşamadığı için kurucu kodlarından tamamen uzaklaşarak kapitalizme, milliyetçiliğe ve yozlaşmaya teslim oldu.

 

Türkiye ve Kürtler

Türkiye kendi Kürt meselesindeki çözümsüzlüğü AKP’nin eliyle önce Suriye’ye, sonra da bölgeye taşıdı. Düşünün ki Suriye devleti, Kürtlerle birlikte kendilerini Türkiye’ye ve Türkiye’nin beslediği güçlere karşı “kendi ülkesinde” savunmak zorunda bırakmıştır. Kuzey Kürtlerinin dışında Güney ve Rojava’da yapılan askeri operasyonlar “kardeşlik” mefhumu üzerinden kurulmaya çalışılan halklar ve inançlar arası mutabakatı tamamen ortadan kaldıracak sonuçlar doğuracaktır. Bu bir başarı değil, geriye gidiştir. Ankara’nın Kürtlere tüm kapıları kapatmasının gelecek açısından ciddi kırılmalara ve kopmalara kapı aralayacağı öngörülememiştir; bu açıdan bakıldığında stratejik akıldan yoksun, günü kurtaran siyasetin esiri olmuştur. Bölgesel ve uluslararası ilişkilerde Kürtlerle stratejik ortaklık mı kurulacak yoksa düşmanlık mı? Ankara’nın, Cumhuriyet’in ikinci yüzyılında bu soruya iyice kafa yorması gerekmektedir. Kürt meselesinde “Samsun ruhu” ile “Eşme ruhu”[5] arasında bir karar vermesi lazım. Samsun ruhu, soğuk savaş döneminden kalma irrasyonel motivasyonla dış düşman yaratarak içeride ulusal bir konsolidasyon yaratma aklının; Eşme ruhu ise sembolik olarak çağımızın jeostratejik-jeopolitik dengelerini gözeterek oluşturulan rasyonel Kürt-Türk ittifakının sembolüydü. Eşme ruhu, Kürtler ve Türkler açısından stratejikti, barışçıl ve tarihsel komşuluk hukukuna uygun bir mutabakattı. 21. Yüzyıla şayet bir ortak yaşam kurgusu düşünülüyorsa, bu kurgu Eşme’den koordinatlarını almalıdır.

 

Sonuç

Arap Baharı ile eş zamanlı olarak toplumlar ve halklar savaşın ortasında kalmışken, şiddet ve kaos her tarafı sarmışken, Rojava toplumu büyük bir soğukkanlılıkla “örgütlü toplum-örgütlü halk” düsturuyla hakikat ve devrim tartışmasını temellendirmiş ve bu tartışmadan yeni bir toplum yönetim modeli üretmiştir. Rojava’da harekete geçen soğukkanlı aklın direnci, devrimin itici gücü olmuştur. Rojava Devrimi, geldiğimiz aşamada yerel, bölgesel ve küresel ölçekte toplumsal sorunların nasıl çözüleceğini, çoklukların nasıl bir arada yaşayabileceğini, modernite krizlerinin nasıl aşılabileceğini bize sade bir şekilde göstermiştir. Devrime müdahale edilmemesi akıl dışı bir durum olurdu. Nihayetinde savaşın ortasında bir halklar ve inançlar bahçesi olarak kendisini kuran ve koruyan Rojava’nın yeni dünyası uzun bir süreden beridir çoklu şiddet stratejileriyle kuşatılmıştır. Bu konsept ile devrime iki aşamalı bir tasfiye süreci dayatılmaktadır. İlk aşamada dışarıdan organize edilen şiddet pratikleriyle devrimi boğma ve coğrafyayı insansızlaştırma; ikinci aşamada içerden devrimi güçsüz bırakarak ve sonrasında silahlandırarak kapitalist moderniteye entegre etme. Bu iki aşamalı stratejiye karşı Rojava toplumu direniyor. Bu direniş, yeni dünyanın eski dünyaya karşı büyük kararlılıkla sürdürdüğü direnişin merkez üssüdür.

 

 

 

 

 

[1] Abdullah Öcalan, Kürt Sorununda Ulus Çözümü
[2]  Hikmet Acun: “Rojava’da restleşen ve çarpışan iki ayrı dünya, iki ayrı ilahiyattır!”-komundergi.com
[3] Bülent Küçük-Ceren Özselçuk, Yerellik ve Evrensellik Arasında Rojava Deneyimi
[4] Aslı U. Bali & Omar Dajani, Ortadoğu’da Ulus Devletin Ötesinde: “Rojava Deneyimi”
[5] Samsun ruhu, 15 Temmuz sonrası tekçi ulus-devlet siyasetinin konsolidasyonu için HDP ve Kürtlerin dışlandığı yeni “yerli ve milli sözleşmeyi” kavramsallaştırmak için kullanılmıştır. Eşme ruhu ise Türkiye ve Rojava Kürtlerinin ortak planla Süleyman Şah Türbesinin taşındığı dönemi nitelendiren sembolik bir isimlendirmedir.

 

Bunları da beğenebilirsin

Yoruma kapalı.