Düşünce ve Kuram Dergisi

“Covid-19 Pandemisi”nin Biyopolitikası ve Nekropolitikası

Remzi Altunpolat

İnsanlık, 2019’un son günlerinde baş gösteren Covid-19 Pandemisi ile birlikte, Birinci Paylaşım Savaşı ertesinde yaşanan İspanyol Gribi’nden bu yana tanık olunmayan küresel ölçekli bir salgının girdabı içerisinde, bütün yüzleriyle tam bir “kriz hali”ni deneyimliyor. Covid-19 Pandemisi, aslında sadece sağlığın krizine işaret etmekle kalmıyor, kapitalist modernitenin krizini de açık ediyor. Kapitalist dünya sisteminin bünyesinde var olagelen çok katmanlı siyasal, toplumsal ve iktisadi krizleri farklı yönlerden keserek bunları derinleştiriyor. Salgının daha başlarından itibaren böylesi devasa bir krize yol açmasının sebepleri üzerine bir hayli kelam edildi. Ekolojinin tahribatı, tüketim kültürü, sağlığın metalaştırılması, koruyucu sağlık perspektifinin terk edilmesi… Elbette komplo teorisyenleri de bu süreçte boş durmadı; virüsün laboratuvarda üretilmiş biyolojik bir silah olduğu tezleri çok geçmeden piyasaya sürüldü. Nicedir birbirleriyle rekabet ve örtük çatışma halindeki emperyalist blokların öne çıkan temsilcileri Çin ve ABD, birbirlerini suçlayarak biyolojik savaş iddialarını gündeme getirmekten çekinmedi.

Savaşların yeni yüzü olarak biyolojik silahları ve koronavirüsün biyolojik silah olduğuna dair mesnetsiz iddiaları bir kenara bırakacak olursak, Covid-19 Krizi dolayısıyla askeri terminolojinin, bu çerçevede savaş metaforunun bir kez daha tedavüle sokulduğu zamanlardayız. “Görünmeyen bir düşmana karşı muhakkak surette kazanılması gereken bir savaş”. Bu savaşın neferi olarak cepheye sağlık çalışanları sürülürken, panik halindeki yurttaşlardan da savaş hali dolayısıyla devletin aldığı tedbirlere riayet etmeleri talep ediliyor. Hükümetler virüs düşmanına karşı “milli dayanışma” kampanyalarıyla –Türkiye’de Saray-AKP rejiminin başlattığı “Biz bize yeteriz” kampanyasını göz önüne alalım– milliyetçi söylemi seferber ediyor. Türümüzü yaşatmaya yönelik bu “kutsal savaş” söylemi, savaşlarda yaşama ve ölüme dair kararların aslında politik süreçler olduğu, egemenin kararının belirleyici olduğu gerçeğini maskelemeye yönelik oldukça elverişli bir araca dönüşüyor. Burada şunun altını özellikle çizmek gerekiyor: Salgının ciddiyetini hafife almak değil bahse konu olan, bizatihi devletler tarafından yeni bir biyopolitikanın hatta nekropolitikanın hayata geçirilmesine imkân sunması. Sıkı tedbirlerin ve gözetim-denetim aygıtlarının alabildiğine genişletildiği salgın dönemleri, beden üzerinden işleyen iktidar teknolojilerinin yeniden inşasına zemin hazırlayan toplumsal laboratuvarlar olarak okunabilir pekâlâ. Tam da bu yüzden Covid-19’un, biyopolitika tartışmalarını yeniden gündeme getirmesi şaşırtıcı olmasa gerek.

Biyopolitika denilince ilk akla gelen isim kuşkusuz Michel Foucault ve bu süreçte sık sık referans verilen, ismi en çok zikredilen düşünürlerden biri oldu. Ama bu kavramı 1920’lerde ilk kez kullanan kişi devleti canlı bir organizma olarak ele alan siyaset bilimci Rudolf Kjellén’dir. Eğer devlet canlı bir organizma olarak adeta biyolojik bir bedense politika da biyolojinin kanunlarına uygun icra edilmeliydi. Böylesi bir bakış açısı “devletlerin varoluş savaşımını”  biyopolitik bir mücadele olarak kavramayı beraberinde getiriyordu. Bu noktadan hareketle, bugün devletlerin varlık-yokluk meselesi olarak toplumsal bedeni istila eden koronavirüse karşı açtığı savaş, biyopolitik bir mücadele olarak okunamaz mı?

Biyopolitika kavramının yakın dönem modern siyaset felsefesinin ana temalarından biri haline gelmesi ise biraz önce belirtildiği gibi Michel Foucault sayesindedir. 1970’lerin ortalarından itibaren biyopolitika kavramı üzerine eğilerek, gerek Cinselliğin Tarihi (1976) kitabında gerek Collège de France’da verdiği ve sonradan Toplumu Savunmak Gerekir (1975-1976), Güvenlik, Toprak, Nüfus (1977-1978), Biyopolitikanın Doğuşu (1978-1979)  başlıkları altında kitaplaştırılacak olan derslerinde ayrıntılı bir teorik çerçeve çizmeye çalışır. Foucault’nun biyopolitika olarak adlandırdığı, modern kapitalizmin gelişimine bağlı olarak 18 ve 19. yüzyıllarda şekillenen iktidar kipi, kendinden önceki egemen iktidar ve disiplinci iktidar modellerinden farklı olarak hem biyolojik hem siyasal bir sorun olarak nüfusun yaşatılmasına odaklanmıştı. Kendisine tabi olanların yaşamı ve ölümü üzerine mutlak karar verme yetkisine sahip egemen iktidar modelinin aksine nüfusun üretken potansiyelinin açığa çıkarılmasını hedeflediğinden, biyoiktidarın başat kaygısı nüfusun sağlığıydı. Nüfus artışı, doğum ve ölüm oranları, ortalama yaşam süreleri ve bunlar üzerine etki edebilecek tüm parametreler- “sağlığın sosyal belirleyicileri”- biyoiktidarın yönetimsel stratejisinin temel nişlerinden birini oluşturuyordu. O nedenle nüfus, disiplin ve cezalandırma teknikleriyle tahakküm altına alınacak bir topluluk değil; güvenlik-gözetim-denetim aygıtlarıyla kuşatılarak kapitalizmin hizmetine koşulacak üretken, verimli ve uysallaştırılmış münbit bir kaynaktı. Güvenlik düzenekleri, toplumdaki hastalık ya da suç gibi olumsuz unsurları olabildiğince azaltmaya çalışan, olasılıklar, istatistikler ve maliyet hesapları üzerinden işleyen bir iktidar stratejisinin aparatlarıydı.

Foucault iktidarın üç modeli arasındaki ayrımları hastalıklar üzerinden örneklendirmişti: Cüzzam, veba ve çiçek. Söz konusu hastalıklar karşısında alınan tedbirler, sırasıyla üç iktidar modeline tekabül ediyordu. Cüzzam hastalığına verilen yanıt, toplumu cüzzam olanlar ve olmayanlar şeklinde keskin bir biçimde ikiye bölen, cüzzamlıları kentin dışına süren ve kente girişlerini yasaklayan, hastalığa yakalananları tümden dışlayan egemen iktidar modelinin örneğiydi. Vebada nüfusu karantina altına alarak, hangi saatlerde dışarı çıkılabileceğini, insanların evlerinde neler yapmaları, nasıl beslenmeleri gerektiğini düzenleyerek hastalığı kontrol altına almaya çalışan disiplinci iktidar söz konusuydu. Çiçek salgınında ise biyoiktidar olarak adlandırabileceğimiz yeni bir iktidar teknolojisi karşımıza çıkmaktaydı. Artık nüfusun dağılımına göre kaç kişinin, hangi oranlarda çiçek hastalığına yakalanabileceği, ölüm oranlarının hangi aralıklarda seyredeceği, hastalanma ve ölme riskinin ne olduğu gibi istatistikler ve buna göre yapılan maliyet hesaplarıydı temel mesele. Biyoiktidar, hastayı dışlamaya, sürgün etmeye yahut hasta olmayanla temasını engellemeye dönük bir iktidar düzeneği değildir. Aşılama pratiğiyle bir bütün olarak nüfusa müdahale ederek hastalanma ve ölüm oranlarını sistemin kesintisiz sürdürülebilirliği adına belli sınırlar içerisinde tutmaya, belli bir ortalamayı tutturmaya çalışır. Bir başka deyişle biyoiktidarın amacı; yaşamı yeniden düzenleyebilmek için ölüm oranlarını dengelemek ve yeniden öngörülebilir bir zemine çekmektir. Esnek normallik varsayımları çerçevesinde öngörülebilir sapmalar beklenebilir, uygun tedbirlerle bu sapmalar yine normallik eğrisine getirilir. Bu örnek biyoiktidarın ayırt edici vasfının, nüfus ölçeğinde bedensel ve biyolojik düzeylere müdahil olmak biçiminde tezahür ettiğini gösterir. Beden/biyoloji biyopolitik bir gerçeklik ise tıp da biyopolitik bir stratejidir bundan böyle. 

Ancak biyopolitika, egemen iktidar ve disiplinci iktidar modellerinin nihayete erdiği anlamına gelmez. Aksine bu üç iktidar kipi birbirini dışlamaz ve iç içe geçerek birlikte var olabilirler. Nitekim Covid-19 pandemisi karşısında hem disiplinci iktidar tekniklerinin hem de biyoiktidar tekniklerinin birlikte devreye sokulduğu bir momentteyiz. Bir yanda sıkı karantina tedbirleri ve sınırların yabancılara kapatılmasında somutlaşan disiplinci iktidar diğer yanda salgını yavaşlatıp eğriyi düzleştirmek, aşı bulununcaya kadar açık yahut zımni olarak sürü bağışıklığı modeli tercihi, ekonomik öncelikler için nüfusun hastalanma ve ölüm oranlarını kabul edilebilirlik sınırları dâhilinde tutmaya dönük normalleşme adımları, dijital gözetim ve denetim aygıtlarının yaygınlaşmasını içeren biyoiktidar strateji ve teknolojileri.

Öte yandan biyopolitikanın ölümü ve hayatı kontrol etmeye dayanan mantığının üretken nüfusa etkisi bakımından kimlerin yaşatılıp, kimlerin ölüme terk edilebileceğine dair bir tercihi de beraberinde sürükler; biyoiktidarın asli bir parçası olan “biyolojik ırkçılık” gün yüzüne çıkar. Biyoiktidarla birlikte ırkçılık, yeni bir forma bürünerek yaşamı düzenlemek adına devletin temel işleyiş mekanizmalarına kazınır; yaşaması gerekenlerle ölüme terk edilebilecek, gözden çıkarılabilecek olanlar arasındaki ayrımı netleştirmeye yönelik biyolojik bir işlevsellik kazanır. O vakit yaşlılar, engelliler, kronik hastalığı olanlar, yoksullar, mülteciler, tutuklular, mahkûmlar, siyasi tutsaklar ya da evde kalamayan emekçiler farklı şekillerde de olsa gözden çıkarılabilecek, ihmal edilebilecek nüfus kategorilerine dönüşür. Covid-19 pandemisinde evde kalamayıp işe gitmek zorunda kalan milyonlarca emekçi kapitalizmin çarklarının dönmesi adına gözden çıkarılırken diğer yandan başta yaşlılar olmak üzere biraz önce zikredilen kesimler zaten üretken olmadıkları, sağlık ve sosyal güvenlik sistemlerine yük olarak addedildikleri için gözden çıkarılmamış mıdır? Tam da bu noktada bizatihi yaşamın kendisini düzenleyen ve nüfus üzerinde yoğunlaşan biyopolitika; Achille Mbembe’nin hangi hayatın/bedenin yaşanabilir/yaşamaya değer olduğunu belirleyen, yaşamaya değer görmediği hayatları öldürülebilir yahut öldürülmesine izin verilebilir kılan, ölüm üzerinde denetim icra etmek suretiyle egemenliği icra eden nekropolitika analizi ile buluşur. Covid-19’un politik yönetimi, bizlere kapitalist modernitenin bir tür nekropolitika üzerine kurulu olduğunu gösteriyor. Kapitalizmin “normal”inin bekası adına bazı yaşamların ölmesine göz yuman bir tarz-ı idare ne de olsa bir savaş halinde olduğumuz ve savaşta bazılarının ölmesinin kaçınılmazlığı fikrini beyinlerimize zerk ediyor.

Peki, Covid-19 krizi ve ona yönelik tıbbi bilgiyi de yedeğine alarak kendisini meşrulaştıran iktisadi ve politik müdahaleler, gelecek tasarımı adına bize ne söylüyor? Hakikaten “hiçbir şey eskisi gibi olmayacak” mı? Buna cevaben salgının başlangıç evresinde bir ucunu Giorgio Agamben’in diğer ucunu Slavoj Žižek’in temsil ettiği, daha sonra başka düşünürlerin de tartışmaya dâhil olduğu iki yaklaşım ortaya çıkmıştı. Agamben, salgınının olağan gündelik yaşamı askıya alan istisna halinin/olağanüstü halin kalıcılaşmasına imkân veren bir “yeni normal”i dayatacağı, Leviathan’ın yani otoriter-despotik karakterli egemen iktidarın dirilerek yeniden tarih sahnesinde boy göstereceği bir tablo çizdi. Nitekim hastalığın bulaşmasını önlemek ve normale dönüşü sağlamak için alınan kontrol, gözlem ve takibe dayalı biyopolitik tedbirler Agamben’in hiç de haksız olmadığının kanıtı. Biyogözetim ve dijital denetim uygulamaları, virüs taşıyanları sürekli takip eden ve ayıran biyometrik bilezikler, virüs taraması yapacak olan çipli telefonlar hayatın yeni normali haline gelmeye başlıyor. Çıplak hayata indirgenmiş, salt hayatta kalma güdüsü ile hareket eden bir toplum, iktidarın rıza üretimi için eşsiz bir nimete dönüşme potansiyeline sahip. Naomi Klein’ın Şok Doktrini-Felaket Kapitalizminin Yükselişi (2007) adlı kitabında ifade ettiği gibi, kriz, salgın, felaket ve savaş gibi durumlar, bireyler ve toplumlar açısından daha önce rıza gösterilmeyen politikalara karşı rızayı imal ederek, bu politikaların rahatlıkla hayata geçirilmesini mümkün kılar. Sağlık ve güvenlik için bedenlerimiz ve bedenlerimizin devinimi üzerinde devletin aldığı ve alacağı her türlü tedbire gönüllü icazet vermenin, iktidarın biyolojik ve toplumsal bedene bütünüyle nüfuz edeceği yeni bir biyopolitik rejimin meşrulaştırılması anlamına geleceğini görmemiz gerekiyor. 

Tartışmanın diğer ucundaki Žižek ise, koronavirüsün, kapitalizme “Kill Bill-vari” ölümcül bir darbe vurarak komünizmin yeniden icat edilmesine yol açabileceği şeklinde bir öngörüde bulunuyor.  Covid-19 salgının kapitalizmin açmazlarını bütün çıplaklığıyla önümüze koyduğunun, yaşam biçimlerimizin mevcut haliyle devam edemeyeceğinin ve radikal bir değişimin zaruri olduğunun ve kapitalizmin tasallutundan kurtulmak için nihai bir karar vermemiz gerektiğinin altını çiziyor. Küresel felaketlerin ütopyalar için potansiyeller barındırdığını; alternatif bir toplum düşünün, küresel dayanışma ve yardımlaşma biçimleriyle kendisini gerçekleştirecek olan, ulus-devletin ötesine geçen bir toplum düşününün koronavirüsle birlikte mümkün hale gelebileceğini belirtiyor. Zira ona göre küresel tehdit ve felaketler küresel bir dayanışmanın filizlenmesine, yardımlaşma ağlarının genişlemesine, farkların önemsizleşmesine ve çözümler bulmak için küresel bir koordinasyon oluşturarak birlikte çalışmaya vesile olabilecek niteliktedir.

Ancak Covid-19’u, ne salt Agamben’in karamsar kehanetlerine ne de Žižek’in ütopyacı iyimserliğine yaslanarak açıklayamayız. Belki de ikisini de baz alarak salgının şimdi ve gelecek için hangi ihtimallerin kapısını araladığı, ne türden bir insani olasılıklar grubunu yüzeye çıkardığı üzerine düşünmek mecburiyetindeyiz. Sebahattin Şen koronavirüs hakkında filozofların düşüncelerinin dökümünü yaptığı yazısında[1], Jacgues Derrida’dan ilhamla koronavirisün dünya için hem zehir hem de panzehir anlamında “pharmakon” olabileceğini söylüyordu: Ya devletlerin ve sermayenin egemenliği altındaki insanlığın elinde kalmış son özgürlük alanlarını da yok edecek bir zehir ya da modern kapitalist iktidar yapısının parçalandığı yeni bir yaşamın panzehiri/ilacı. Lakin tarih, onu yıkacak bir “özne” olmadığı sürece kapitalist sistemin kendiliğinden çökmeyeceğini ispat eden emsallerle dolu. Covid-19, cari kapitalist nizamı aşındırarak yıkacak, yerine alternatif değer ve normları içeren yeni bir toplumsallığa vasıta olacaksa, bu yeni yaşamı inşa da kararlı ve direngen politik öznelerin seçimlerine, eyleme kudretlerine, dayanışma ve mücadele ufkunu ortaklaştırabilme pratiklerine bağlı olacak.

 

KAYNAKÇA

 

[1] Sebahattin Şen, “Geleceğin Pharmakonu: Koronavirüs”, https://terrabayt.com/dusunce/gelecegin-pharmakonu-koronavirus/
Bunları da beğenebilirsin

Yoruma kapalı.