Düşünce ve Kuram Dergisi

Kadın Mücadelesi, Ulus-Devlet Ve Demokratik Ulus

Fadile Yıldırım

En Eski Köle Kadın

Sınıflı uygarlık tarihi iç içe geçmiş tutsaklıkların tarihidir. İnsan kendi eliyle oluşturduğu uygarlıkla kendini tutsak etti. Devleti, iktidarı, sınırları, orduları, her türlü egemenlik ilişkisini, cinsiyetçiliği yarattı. Köleliği, mülkiyetçiliği, egemenlik ilişkilerini tanımazken kendi aklı ve eliyle inşa etti. İktidar ve devleti oluşturarak birçok kölelik biçiminin de yaratılmasını sağladı. İdeolojik olarak egemen kültürü zaman içerisinde toplumsal yaşama hâkim kıldı. Toplumsal yaşam, kölelik biçimlerinin iç içe geçtiği, üst üste çakıştığı, birbirini bağladığı bir alan haline geldi. Ancak kölelik ilk olarak kadınla başladı. “Kadınlar, cins, sınıf ve ulus olarak en eski köledir ve ilk tutsak alınandır.”(1) Sını ı uygarlığın özü tam da bu tanımda yatmaktadır.

İlk ezilen sınıf, ulus ve cinsin kadın olduğu” tespiti, sınıflı uygarlık tarihinin kilit tanımlamasıdır. Mevcut tanım özgürlük mücadelelerini çok yönlü kıldığı gibi, tersi durumda da tek yönlü olmaktan kurtaramamıştır. Bu tespit, kadın mücadelesini demokratik ve özgür yaşamın da temel faktörü haline getirir. Bütün mücadele alanlarına özgürlük ideolojisi ile katılımı, bizi ilk ezilen cinsin, sınıfın, ulusun kadın olduğu gerçekliğine götürür ve hakikate yakınlaştırır. Aynı zamanda özgürlüğün esaslarının da nereden geçtiğini anlatır bize. İlk ezilen toplumsal kategorinin kadın olması, hakikati anlamamızda bize tılsımlı bir rehber sunar. Çünkü böyle denildiği andan itibaren mücadele perspektifimiz de değişmiş olur. Bu öylesine bir değişim değil, neredeyse tarih boyunca ortaya çıkan bütün ideolojileri, sosyal bilimleri alt-üst eder. Kökten bir bakış açısı farklılığı yaratır.

İnsanlığın tarih boyunca verdiği mücadeleler ve deneyimler bizi adım adım bu gerçekliğe doğru götürmektedir. Çünkü kadın eksenli sınıflı uygarlık yorumu, mücadele anlayışımızda olduğu kadar özgürlük, demokrasi ve eşitlik kavrayışımızda da farklı bir noktada durmamızı sağlar. 21.yüzyılda giderek gelişen bu bilinç, binlerce yılın egemenlikçi değer yargıları kadar ezilenlerin binlerce yıllık eşitlik-özgürlük-kardeşlik mücadelelerini de yeni bir içeriğe ve biçime kavuşturur. Dolayısıyla sınıf, cins ve ulus sorununa kadın eksenli bakmak tarih ve toplum algımızı da farklılaştırır.

Bu bağlamda ulus ve ulusal sorun ile kadın özgürlük mücadeleleri arasındaki ilişkileri irdelemek, hem toplum, hem de kadın açısından çarpıcı sonuçlara ulaşmamızı sağlar.

Kadın Eksenli Sınıflı Uygarlık Yorumu

Tarihsel süreç içinde toplumların bir örgütlenme formu olan uluslaşma düzeyine evirilmesi elbette ki önemli bir gelişmedir. Ancak diğer bütün formların yorumlanmasında olduğu gibi ulus olgusunun da egemenler tarafından sahiplenilerek çarpıtılması toplumlar adına en kanlı süreçlerin yaşanmasına neden olmuştur. Kadın açısından da ulus şekillenmesi özünde aynı sakatlanmışlık halini barındırır.

Uluslaşma, toplumsallaşmanın önemli bir aşamasıdır. İnsanlık, tüm sömürü düzenlerine karşı yaşadığı başkaldırı, tüm toplumsal öz savunma, öz varlık ve kimlik bulma mücadeleleri sonucu bu evreye; yani ulus olarak örgütlenme evresine kendisini ulaştırmıştır. Bu gelişme toplumlar açısından elde edilmiş değer kazanımları olduğu gibi iktidar ve hegemonik güçler açısından da sonuçları bulunmaktadır. Çünkü ulus olgusu en fazla da egemen güçler tarafından sahiplenilerek egemen kimlikle özdeş kılınmaya çalışılmıştır. Klandan tutalım da kabile, aşiret örgütlenmelerine tüm toplumsal formasyonlar nasıl ki egemenlerin bakış açısına göre yorumlanıp çarpıtılmışsa benzer bir durum ulus olgusunda da karşımıza çıkar.

Kadın İradesi Üzerindeki Hegemonya Savaşı

Tarih boyunca ilk sömürgecilik, ilk hegemonya biçimleri kadının köleleştirilmesi üzerinden başlamıştır. Bu sömürünün bir ideolojik kimlik olarak toplumsal forma kavuşturulması, ulus örgütlenmesi üzerinden giderek günümüze kadar yansımasını bulmuştur. Burjuvazinin kendine mal ederek özünden saptırdığı ulus olgusu, toplumsal gelişim ve kadın açısından derin sonuçlar yaratmıştır. Dolayısıyla ulus olgusu ve sorununu “ulusal sorun ve kadının rolü” şeklinde tanımlamak yerine “cins mücadelesinde ulus sorununa yaklaşım” olarak ele almak daha yerinde olacaktır.

Günümüzde dünya genelinde, bir yandan dar ulus mantığıyla gelişen milliyetçiliğin, bir yandan da dar ulusçuluğu aştığını iddia eden küreselleşen sermaye gerçekliğinin ikilemi arasında, bir kısır döngüde anti- demokratik, anti-ekolojik ve cinsiyetçiliğe dayalı sorunların nasıl ağırlaştığına tanık olmaktayız. Gerek ulus şekillenmesinde gerekse de sözde ulusu aşan ve küreselleşen emperyalist hegemonya örgütlenme biçiminde, kadın iradesi gerçek bir özgürlük ve eşitlik temelinde katılımını gerçekleştiremez. Bilakis kadın iradesi; üzerinde hegemonya savaşı yürütülen en temel çelişki durumundadır.

Diğer canlılardan farklı olarak sosyal bir varlık olan insanın, üretime dayalı ortak yaşam anlayışında, kendine has, kendi zaman ve mekânına uygun geliştirdiği örgütlenme biçimleri vardır. Klan formuyla başlayan toplumsallık insan yaşamında zengin bir farklılaşma yaratırken, zamanla yeni toplumsallık arayışlarına da yöneltmiştir. Ekonomik ve sosyal yaşam dinamikleri toplulukları yeni örgütlenme formları etrafında bir araya getirmiştir. Bu örgütlenmeler klandan başlar, kabile, aşiret, etnisite, halk ve milliyet, ulus biçiminde toplumsal kimlikler kazanır. Tarih boyunca topluluk bilinci geliştikçe insanlık her zaman daha iyisine doğru evrilmek için arayışını sürdürmüştür. Ancak bütün bu örgütlenmelerin belirgin özelliği; devletsiz de kendilerini ifade edebilme gücüdür.

Devletsiz olma hali bütün toplumsal formlar açısından en doğal örgütlenme halidir. Toplumlar komünal temelde ortaklaşmacı bir yaşamı yaratmayı bilmiştir. Aynı topraklarda yaşamak, aynı dilde konuşmak, aynı acıları ve sevinçleri paylaşmak tarihsel olarak ortak bir toplumsal algıyı yaratır. Egemenlerin iddia ettiği gibi üstten, iktidar araçlarıyla ortaya çıkan bir gerçeklik değildir bu. Bilakis egemen güçler burada olumsuz, dağıtıcı ve parçalayıcı ya da yaratılanları kendi çıkarlarıyla birleştirerek kendilerine mal eden olumsuz bir rol oynarlar.

Birleştirici ve biriktirici, geliştirici olanlar, tüm toplumsal ve siyasal gelişmelerde özne rolü oynayanlar, hegemonik güçlerin dışında kalan tüm kesimler, etnik gruplar, halklar ve kadınlardır. Burada halkların geliştirdiği değerler üzerine konan ve onu kendine mal eden ise egemen güçlerin ta kendisidir. Ahlaki ve politik toplum, her dönem kendine uygun örgütlenme biçimleri yaratmıştır. Ancak bütün bu toplumsal formları sanki toplumların değil de egemenlerin bir ürünüymüş gibi yansıtmak, egemen tarih yazımının da en büyük yalanlarından biridir.

Çünkü yazılan tarih, gerçek emek sahiplerini yok sayan, toplumsal özü çarpıtılarak egemen güçlere ait kılınarak yazılmış bir tarihtir. Dolayısıyla ortaya çıkan sonuçlarda toplumların, tüm ezilenlerin emeği görülmez, tüm bunlar yok sayılarak inkâra dayalı, gerçek olmayanın gerçekmiş gibi sunulduğu ve herkesin de buna inandırılmaya çalışıldığı bir tarih karşımıza çıkartılır.

Oysaki ahlaki ve politik toplum, her dönem kendini ifade edebilecek alanlar açmaya çalışmıştır. Direnmiştir. Öz örgütlülüğünü geliştirmeye çalışmıştır. Doğal olan da budur. Ancak dikkat edilirse, hangi ad altında olursa olsun toplumda gelişen örgütlenmeleri, belli bir süreden sonra egemen olan iktidar güçleri kendi çıkarlarına uygun bir yapılanmaya kavuşturmaya çalışmış, ahlaki toplum kırıldıkça da kendine benzeştirmeyi belli oranlarda başarmıştır. Elbette ki bu çarpıtma hali var olan gerçekliği ortadan kaldırmaya yetmemiştir. Ahlaki ve politik toplumun örgütlenmesi geriletilebilmiş, ancak yok edilememiştir. İnsanlığın değişik biçimlerde ortaya çıkardığı mücadeleler ve bunun geliştirdiği alternatif yaşam geriletilse bile gelişim göstermeye devam etmiştir. Ulus örgütlenmesi de böyledir. Ulus ahlaki ve politik toplumun zaman ve mekana göre kendini örgütleme tarzıdır. Ancak bütün örgütlenme formlarında olduğu gibi ulus olgusunda da temel öğe kadındır.

Kadın Köleleştirildikçe Toplumsal Kimlik Parçalanır

Kadın, klan, kabile, millet ve ulus örgütlenmelerinde toplumun temel harcı rolündedir. Yaşamın temel örgütleyici ve yönlendirici gücüdür. Ana eksenli doğal toplumlarda eşitlikçi öz ön plandadır. Ancak ‘kurnaz’ olan erkeğin kadının yaratımlarına el koyarak bunu egemenlikli bir sisteme adım adım dönüştürmesi sürecinde kadın, doğacak olan bu uygarlığa ait eşitsizliğin, sömürünün ve özgürlüksüzlüğün birincil kurbanı olur. Kadın her şeyiyle, fiziğinden ruhuna kadar sömürü alanı haline getirilir ve etkinlik yaratan-yaratacak olan tüm özellikleri aşağılanır, yok sayılır. Kadın eksenli toplumsallaşma adım adım parçalanmaya uğratılır. Toplumsal doku tahrip edilir. Kadın köleleştirildikçe klan ve kabile de köle haline getirilir. Bütün köleliklerin yolu kadının toplumsal kimliğinin parçalanmasından geçer.

Peşi sıra gelişen tüm toplumsal örgütlenme biçimleri, kadına yaklaşım boyutuyla özsel bir farklılık arz etmezler. Bu artık bir gelenek, bir sistem, bir zihniyet haline getirilir. Ataerkil sistem dediğimiz bu sistem, yaşamın her boyutunda tek cinsliliği, tek tara ılığı öngörür. Aşiretlerden bugünkü ulus şekillenmesine kadar kadın, tek taraflı toplumsal örgütlenmelerin temel çelişkisi olarak varlığını korumaya devam eder. Temel çelişki olarak var olan, ancak bir türlü temel çelişki olarak adlandırılmayan bir varlık gösterme biçimidir bu. Erkek egemenlikli bakış ve zihniyetle oluşan her yeni sistem, bazı biçimsel farklılıklar gösterse de özünde hep erkek lehine gelişen tek tara ılığı korur ve geliştirir.

Ulus adını verdiğimiz toplumsal örgütlenme modeli de kadın açısından mevcut olan bu tek tara ılığı aşamaz. Ulus örgütlenmesi de erkek lehine bir örgütlenme modeline çevrilir.

Ulus, Demokratik Halk Devrimlerinin Eseridir
Oysaki Rönesans’la birlikte başlayan demokratik halk devrimleri feodal sistemin parçalanmasında belirleyici rol oynar. Halk devrimleri demokratik bir sistem inşa etmeyi hedefler. Geçmişe ait tüm gerici dogmatik ideolojik yapıların aşılması istenir. İnsanı değersizleştiren, sömürüyü pervasızca sürdüren düzenle mücadele edilir. Toplumsal, sosyal ve ekonomik ilişkilerde de belirgin bir değişim meydana gelir. Halk devrimlerinin yarattığı toplumsallaşma, demokratik uluslaşmaya götürecek potansiyeli bağrında taşır. Rönesans ve reform süreci adeta neolitik dönemdeki gibi toplumsal değerlerin açığa çıktığı devrimsel bir nitelik kazanır. Daha farklı bir toplumsal form olan demokratik ulus aşamasına gelinmiştir. Egemenler tarafından geriletilen komünal demokratik değerler yeniden kendini toplumsal bağlamda ifade etmeye başlar. Bu dönemde ortaya çıkan ütopiklerin hayal ettiği komünal cennet tam da kaybedilen yaşam özlemini anlatır.

Bu devrimsel çıkış toplumsal üretimin daha fazla kolektifleşmesini dayatırken, aynı topraklar üzerinde yaşayan insanların giderek daha fazla ortaklaşmasını, dil, kültür, pazar birliğini temel bir ihtiyaç haline getirir. Toplumsal mücadelelerle olgunlaşan bu süreç, esasta bireysel ve toplumsal özgürlük, toplumsal kardeşlik, eşitlik arayışının sonucunda gelişir. Bu ihtiyaçların gelişmesi ise toplumsallaşma bilinci ve yaşam arayışının bir ürünü olarak karşımıza çıkar. Bu arayışın özünde ise 5 bin yıllık hegemonya güçlerine karşı verilen insanlık mücadelesi yatmaktadır. Ulusal devrimler batı demokrasisi açısından da 3 kuşak haklarının gelişiminin temelini oluşturur. Üç kuşak hakları, ahlaki ve politik toplumun binyıllara varan mücadele kazanımı olarak ete kemiğe bürünür.

Demokratik Ulus Gelişimi Sakat Bırakılır

Toplumlar adına yaşanan bu kazanımları kendi lehine çevirmek için yoğun bir çabaya giren burjuvazi, yaşanan devrimsel sürece kurnazca dâhil olur. Özgürlük, eşitlik gibi değerleri toplumu kazanmak adına en radikal bir biçimde savunan burjuvazi, sınıf karakterine ters olarak en özgürlükçü sınıf kesilir. Ezilenlerin desteğini arkasına almak için bu söylemleri kullanma kurnazlığını iktidar olana kadar ustaca kullanır. Burjuvazi ulus kavramını, milliyetçi ideolojiyi ve ulus-devlet hedefine ulaşmak için temel propaganda aracı olarak kullanmasını iyi bilir. “Devlet olmadan ulusun korunamayacağını” iddia eder. Kendi çıkarlarını tüm ulusun çıkarlarıymış gibi kabul ettirir. “Bütün ulusun devleti” hikâyesini kurnazca uydurma başarısını da gösterir.

Böylece toplumsal mücadele ile rahatlarız. Ulaşılan diyalektik gelişim çizgisi, burjuvazinin bu ikiyüzlü yaklaşımıyla kırılır. Yönü saptırılır. Ve nihayetinde toplumda gelişen örgütlenme gücünü arkasına alarak ulusal değerleri kendine mal eder. Peşi sıra gelişen 1848 devrimleri de kısa bir zamanda toplumsal yanlarından uzaklaşarak, iktidar ve hegemonyanın etkisine girer.

Bu devrimlerde ortaya çıkan mücadele gücü, her ne kadar egemenlikli tarih anlayışı içerisinde görünür kılınmamaya çalışılsa da, kadın önemli bir rol oynar. Kadının Fransız Devrimi’ne katılımı oldukça dikkat çekicidir. Feodal kültür ve zihniyete karşı savaşımda temel güç kadındır. Nihayetinde devrim gerçekleştiğinde ulusallık tarihe yeni bir değer olarak kazandırılır. Ancak kadın burada da dışlanma sürecine tabi tutulur. Özgürlük, eşitlik, kardeşlik ve adalet gibi taleplerin esasta erkek cinsi için istendiği kısa sürede anlaşılır.

Kadın Kırıldıkça Ulus da Kırılır

Erkek egemen zihniyet, gerçekleşen devrimsel süreçte kadını devre dışı bırakarak, doğal ulusal gelişimi de sekteye uğratır. Sakat bir uluslaşmaya, yarım bir toplumsal örgütlenişe yol açar. Uluslaşmanın doğal evrimine kendi çıkarlarına göre müdahale ederek kırılmasını sağlar. Kırılan ve yarım kalan ise gelişim seyrini tamamlayamamıştır. Bu nedenle burjuvazi yarımlığından kaynaklı özgüven yitimini, devletleşerek, militarist bir karaktere bürünerek tamamlamaya çalışır. Ulus olgusu ataerkilleştirilmeye çalışılırken kadın birçok ülkede ulusal sembol haline getirilir. Yaşamda bitirilmeye çalışılan kadın biçimde sembolleştirilir. Kadın yok sayıldıkça devletleşme daha da derinleşir. Dolayısıyla da toplumsallaşmanın bir formu olan ulus şekillenmesinde kadın dıştalanarak kırılmaya uğratılır. Kadın kırıldıkça ulus da kırılır. Kadın geri çekildikçe ahlaki ve politik toplumun iradi gücü de parçalanmış olur. Ulus örgütlenmesi ahlaki ve politik toplumun bir iradi değeriyken, kadın eksenli yaşanan kırılmayla birlikte egemen sınıfların talan ettiği bir alan haline gelir.

Oysaki ulus gerçekliği özünde egemen ve ezici değildir. Ulus olgusunu ezici hale getiren, toplumsallaşmanın ana eksenini oluşturan kadının yok sayılmasında aramak gerekir. Kadının toplumsal gücü kırıldıkça ulus olgusu da milliyetçi bir eksene kaydırılır. Çizilen sınırlara hapsedilir ve devletle özdeşleştirilir. Bu noktaya gelinmesinde kadının uluslaşma sürecinden dışlanmasının belirleyici payı vardır. Ulus-devletler ve bunun temel ideolojisi olan milliyetçiliğin egemen hale gelmesinde, ulus üzerinden erkek egemen ideolojiyi inşa etmesi, kadının demokratik dinamiklerinin bastırılması ve dışlanması etkili olmuştur. Ulus-devlet ve milliyetçilik, kesinlikle egemen erkek karakterlidir. Erkek egemen zihniyet kendini bütün farklılıklara kapatır. Farklı olan hiç bir kimliğe saygı göstermez, tanımaz. Bunun içindir ki ulus-devlet oluşumları, mevcut ulusal sınırlar içerisinde çok çeşitli etnik yapılanmaları tek bir potada eritme politikasını esas alır. Cins boyutunda yaşanan eşitsizlik ve erkek merkezli teklik, ulusal boyutta da tekliği getirir. Bu zihniyet kendini daha sonraları zaten saf ırk anlayışına, faşizme kadar da götürür.

Toplumsal cinsiyetçiliğin en fazla derinleştiği yerde, devletçilik en üst düzeyde kendisini yapılandırmaktadır. Aynı şekilde devletçilik ne kadar büyümüşse, kültürel toplum o kadar yutulmuştur. Kültür ve kadın o kadar kullanım ve değişim değeri kazanmıştır. Meta haline ge- tirilmiştir. Kadın ne kadar çok düşürülmüşse, kültürel zenginlik, gelişim ve toplumsal kimlikler ve unsurlar o kadar çölleştirilmiştir.”(2)

Ulus-Devlet Ataerkildir

Burjuvazi yaşanan devrimsel süreçleri saptırarak, kendi lehine ulus olgusunu farklı bir mecraya doğru sü– rüklerken, gerek sosyalist devrimler, gerekse de ulusal kurtuluş mücadelesi vererek başarıya ulaşan uluslar- halklar, ulusun bahsettiğimiz bu başlangıç karakterini aşamayıp, bu hastalıktan sıyrılamamışlardır. Sovyet halkları, Rus gericiliğine karşı mücadele verip ezilenler adına devletleştiğini iddia ederken, kendi sonunu da bu karakterinden dolayı getirir. Sosyalizm adına ulus-devletleşmenin kendisi yaşanır.

Lenin’in geliştirdiği “ulusların kendi kaderini tayin etme hakkı” ilkesi, bütün ezilen halkların temel mücadele perspektifi haline gelir. Ancak “ulusların kendi kaderini tayin etme hakkı” ilkesinin ulus-devlet anlayışı ile sınır çizme ile özdeşleşmesi, özgürlüğün devletle kazanılabileceği düşüncesi, burjuvazinin saptırdığı ulus anlayışının yansıması olarak yaşanır. Ne kadar büyük bedeller verilirse verilsin, erkek egemen hastalıklardan sıyrılamamış bir özgürlük mücadelesi, nihayetinde mücadele ettiği gerçekliğin kendisine dönüşmekten de kurtulamaz.

Geçmişte insanlığın yaşadığı temel sorunlar salt sınıf çelişkisiyle açıklanmaya çalışıldı. Bu eksenli bakış haklı olarak Marksizme “cinsiyet körü” temelindeki eleştirilerin getirilmesine neden oldu. Devletli uygarlığın kadın karşıtlığı sonucu geliştiği yeterince temellendirilemeyince sınıf, ulus ve cins özgürlüğünün kadın özgürlüğünde düğümlendiği de ortaya konulamadı.

Yine demokratik halk devrimlerinin yaratılmasında önemli bir yere sahip olan feminist hareket de önemli kazanımlar elde etse de, ulus-devlet mantığını radikal bir temelde aşamamıştır. 200 yılı aşkın bir zamandır mücadele eden feminist hareket, toplumsal cinsiyetçiliğin ve kadın köleliğinin görünür kılınmasında belirleyici bir rol oynamıştır. Ancak ulus-devlet çıkmazını aşamamanın bedelini ağır ödemiştir. Sistem içi reformlarla kadının özgürleşebileceğine inanan birinci dalga feminist hareket, bazı hakları elde ettikten sonra özgürlüğün gelmediğini çok sonraları görebilmiştir. 1960’lardan sonra gelişen ikinci dalga feminist hareket kadın ezilmişliğinin evrensel karakterini öne çıkarmış, ancak kadınların farklı ezilmişlik biçimlerini yeterince önemsememiştir. Bu durum kadın hareketi içinde farklı algıların oluşmasına sebep olmuştur. Irk, etnik ve inançlardan kaynaklı ezilmişlikler, cins çelişkisi etrafındaki farklı ezilmişliklerden azade değildir. Örneğin ulus ve kadın, ulus devlet ve kadının ezilmişliği arasındaki bağ yeterince çözülemediğinden ulusal kurtuluş mücadelesi veren kadınların farklı ezilmişlikleri de yeterince anlaşılmamıştır. Kadın mücadeleleri bu bağlamda ortak bir payda da buluşamamışlardır. Dolayısıyla başta kadın hareketleri olmak üzere insanlık, halen ulus olgusuna bulaştırılan hastalıklarla uğraşmaktadır.

İfadesini Ulus-Devlette Bulan Tüm Modernleşmeler Erildir

Dünyanın hemen her bölgesinde, her ulus içerisinde, sosyal, ekonomik, ahlaki, kültürel sorunlar çözülemedi, uluslar hala yoğun olarak bu sorunlarla boğuşmaktadır. O halde ulus mücadelesi, salt egemen sömürücü güce karşı mücadele olarak ele alınamaz. Ulus mücadelesi, her şeyden önce erkeğin kendinde hapsettiği ulus olgusunu özgür kılma mücadelesidir. Hakeza erkeğin her türlü teklik hastalığına karşı verilen birçokluk mücadelesidir. Bunun en önemli boyutu ise; kadın eksenli parçalanan toplumsallaşmanın yeniden toplumsal forma kavuşturulmasıdır. Nasıl ki klan, kabile, aşiret toplumsal örgütlenme formlarının temel toplumsal kimliği kadın eksenliyse, ulus olgusunun da ana eksenine kadın özgürlüğü, kadının şahsında özgür toplum, demokratik toplum, özgür doğa gibi toplumlara ait olan haklar oturtulduğu oranda demokratik ulus kazanılmış olacaktır. Ancak Kadın eksenli doğru bir ulusallaşma ve mücadelesi demokratik ulusu yaratabilir.

Burada mevcut ulus hastalıklarına, gelişen milliyetçiliğe ve savaşlara kaynaklık eden öz, kadının ötelendiği anti demokratik yapılanmadır. Bu anti demokratik yapı, kadını ulusun soy sürdürücüsü, ulusun anası rolüne büründürerek araçsallaştır. Öte tara an aile yapısıyla özdeş hale getirilir. Özellikle de Batı icadı uluslaşmanın dayatıldığı Ortadoğu özgülünde bu durum çok daha katmerli biçimlerde yaşanır. Ortadoğu’da zaten baskıcı bir tarzda gelişen devletleşme, dışarıdan kendisine verilen ve zorla dayatılan ulus-devlet gerçekliğini pratikleştirdiğinde daha da despot bir karakter kazanır. Ulus ve aile kavramları en dokunulmaz olgular haline gelir. Ulus devletin “namusu” kadın “namusunun” korunmasıyla özdeş hale getirilir. Kadın bedenine çizilen sınırlar ulus- devlete çizilen sınırlarla beslenir. Namus bozuldu mu savaş çıkar ya da katliam! Bu sisteme itaat ve aile yaşamı dışında hiçbir alternatif bırakılmaz. Çünkü bu da ulus devletin kırmızı çizgisi, bölünmez-parçalanmaz bütünlüğü olarak örgütlendirilir. Mevcut aile gerçekliğine dokunmak, devletin kutsallığına, ulusal bütünlüğe dokunmakla özdeş hale gelir.

Uygarlığın başlangıç sürecinde kadın haklarına ve bedenine tecavüzle başlayan ve burjuvazinin öncülüğünde gelişen ulus-devletle de devam eden, hatta kurumlaşan tecavüz kültürü, çekirdek aile gerçekliğinde daha da ayyuka çıkar.

Dolayısıyla ulus olgusu burjuvazi tarafından kırılmaya uğratılarak kurumlaştırıldığında, zaten bozulmuş olarak varlık gösterir. Kadınlar şahsında halkların iradesizleştirilmesi temelinde geliştirilir. Demokratik ulus olgusunun gelişimi dumura uğratılır. Haliyle ifadesini ulus-devlette bulan tüm modernleşmeler, her açıdan erildir ve etnik kimlikler de tıpkı kadında olduğu gibi aynı kaderi paylaşır. Soykırım ve kadın kırımı paralel yaşanır. Her ikisi açısından da sonuç, “egemen ulus” ve erkek üst kimliğine eklemlenme ve asimile olma şeklinde gelişir.

Yine ulus-devleti aştığını iddia eden uluslar üstü örgütlenmeler de gelişmektedir. Bu tarz oluşumların da kadına ve haklara yaklaşımlarının pek de farklı olduğu söylenemez. Ulus-üstü ya da ulusu aştığını iddia eden yapılanmaların ulus devlet mantığını küreselleştirdikleri ve öz itibariyle aynı oldukları da aşikârdır. Ulus-üstü yapılanmalar, özgürlüğü, açılımı, yeniliği söylemde yoğun olarak kullanırken, liberal politikalarla her şeyi ama her şeyi alım-satım konusu haline getirerek, kadın boyutunda fahişeleştirmenin, katletmenin uluslararasılaştırmasını sağlanmaktadırlar. Erkek egemen ideoloji, kendini koşullara ve zamana göre uyarlamaya çabalarken, kendini dünya genelinde örgütlemeye çalışmaktadır. Bu tarz oluşumların esas zihniyetini böyle değerlendirmek mümkündür.

Demokratik Uluslaşmanın Temeli Kadındır

Kadın iradesini tanımayan hiçbir uluslaşma biçimi, insanlığın yaşadığı temel sorunlara ve çelişkilere de çözüm üretemezler. Kadınların aşağılandığı sistemler zaaflı sistemlerdir. Kadın, bütün bu sistemlerin alternatif gücü olarak anti-tez konumundadır. Dolayısıyla “Kadın, gericiliğin ve köleciliğin ilk ve köklü ezilen sınıfı, ulusu ve cinsidir” belirlemesi, elbette sorunun çok yönlülüğünü ve derinliğini ortaya koymaktadır. Bütün bu ilk olma halleri halen aşılmış değildir. İlkler, sonucu da kendi bağrında taşır. Temel çelişki ilklerde olduğu için çözüm de bu ilklerin aşılmasıyla sağlanacaktır. Sınıflı uygarlık temelini bu ilklere dayandırarak sömürü sistemini geliştirdi. Yaşadığımız güncel sorunlar halen bu ilklerin izdüşümlerini taşımaktadır.

Bu açıdan baktığımızda kadın ve ulus ilişkisi-çelişkisi, ulusal sorunda kadının yeri olmaktan çıkar, ulusun kurtuluşunda kadının belirleyiciliği olarak anlam kazanır. Kadının mücadelesi doğru ve demokratik bir uluslaşmayı nasıl yaratacaktır? Bu soruya daha köklü yanıtlar aramak kadın mücadelesinin temel görevidir. Her halükarda özgür kadın ve demokratik ulus diyalektiği paralel iç içe geçen olgular olarak gelişimini gösterecektir.

Dolayısıyla kadın hareketlerinin mücadelesi salt bir cinsin özgürlüğünün de ötesinde toplumsal özgürlüğün temel dinamiği olmaya devam edecektir. Tam da faşizmin toplumun genelini “karılaştırdığı” ataerkil ideolojiye karşı demokratik ulus çözümünü dayatması toplumsal özgürlüğün de esası olacaktır. Kadının öz örgütlülük ve toplumsal kimlik olarak kendini var edişi, demokratik ulus haline gelişin en temel ayağı olmaktadır.

Toplumsal cinsiyetçiliğin aşılamadığı, erkeğin değişime uğramadığı bir toplum demokratikleşmeye de açık değildir. Böyle bir toplum kendi bağrında sürekli köle erkekler ve köle kadınlar üretmeye devam edecektir. Dolayısıyla demokratik ulusun gelişimi demek egemen erkek zihniyetinin kırılması ve erkeğin demokrasiye çekilmesi anlamına da gelmektedir. Erkek, kadın eksenli toplumsallaşma zeminine çekildikçe egemen-köle çıkmazını da aşacaktır. Demokratik ulus ancak kadın eksenli toplumsallaşma sürecine dayanırsa gerçek anlamda kendi özüne ulaşacaktır.

 

 

 

Yararlanılan Kaynaklar
(1) Abdullah Öcalan, Toplumsal Cinsiyetçiliğin Özgürleştirilmesi
(2) A.Öcalan, a.g.e
Bunları da beğenebilirsin

Yoruma kapalı.