Düşünce ve Kuram Dergisi

Toplumun Savunulması Toplumun Örgütlendirilmesinden Geçer!

Leyla Zeynep Kuran

Toplumsal gerçeği hep dolu yaşamak, onu tüm geçmiş birikimini içinden geçilen anın oluşum heyecanı ve geleceğin engin umutlarıyla yaşamak; hakikate en yakın yaşam gerçeğidir. Bu tarz bir yaşamı gerçekleştirmeyi sosyalist teori ve pratiğin temel sorunu olarak görmek büyük değer taşır.
Abdullah Öcalan

 

Toplumsal varoluşu hep dolu yaşamak ve onu sosyalist teori ve pratiğin temel kaynağı haline getirmek için öncelikle “toplum” kavramını doğru tanımlamamız gerekir. Sözlüklerin kendileriyle sınırlı tanımlamasına başvurduğumuzda genelde “Tarihsel gelişme içinde aynı toprak parçası üzerinde birlikte yaşayan ve ortak bir uygarlığı olan, yaşamlarını sürdürmek, birçok temel çıkarlarını gerçekleştirmek için işbirliği yapan insanların tümü” türünden tanımlamalarla karşılaşırız.

Bu tanımlamalar ışığında toplumsal varoluşun hakiki döngüsüne, onun anlamsal ilişki bütünlüğüne ulaşmak güçtür. Çünkü sadece görünürdeki kabuğu tarif etmekte ya da toplumsal ilişkiyi işlevsellik üzerinden yorumlamaktadırlar. Uygarlıkçı bakışın daraltan ve anlam körlüğüne yol açan bu yaklaşımını benimsemek yerine, PKK Lideri Abdullah Öcalan’nın derinlik ve yoğunluk katan yorumuna kavuşmak bizi gerçeğe daha çok yakınlaştıracaktır. Öcalan, “Toplum, milyonlarca yıllık evrimin sonucu ve daha önceki canlılar aleminin devamı, müthiş bir akıl ve duygu dünyasının ürünü olarak farklı bir doğadır. Böylesi bir bütünlüğe sahiptir. Kendi farkına varmış on beş milyon yıllık bir evren tarihidir.” der. Toplumu kendi farkına varmış zeka yoğunluğu en gelişkin doğa olarak tanımlar ve politikayla ilişkisini kurar. Bağlamsal bir bütünlük içerisinde kurduğu bu ilişki bir nevi “Toplum = Zeka yoğunluğu + özgürlük + ahlak ve politika + demokrasi” tarzında formüle eder.

Toplum olgusuna getirilen bu tanımlama, toplumsal varoluşun kök tarihine daha uygun olduğu gibi kök anlamına da daha paralel ve bütünlüklüdür. Toplum, insan varlığının ahlaki ve politik bir yaşam sürdüğü, demokrasiyle kendi olabildiği ve özgür tercihlerde bulunabildiği zekaya duyarlı hakikat üreticisi bir alandır. İlişkisellik toplumsallığın özünü oluştururken bunun nasıllığını ifade eden bağ, bağlantı ve bağlamsallık ise özün örgüsünü meydana getirirler. Bu sebeple toplumsal olan daima bütünlüklü olandır. “Hakikat bütündür, bütün parçalanamaz.” belirlemesi bunun için yapılmıştır. Ancak, hayatın uygarlık güçlerince kuşatma altına alınması ve zamanın seyrinin bu yönde ağırlık kazanmaya başlamasıyla birlikte bütünü parçalama ve böylece toplumu toplum olmaktan çıkarma faaliyeti de hız kazanmıştır. Toplum, insansal varoluşun kolektif zeka parıltısını taşırken karşısına yine bir insan kusuru sonucu ulaşan iktidar aygıtının “tecrit” olgusunu yerleştirdiğine tanık oluruz.

Tecrit, anlamsal açıdan bütünü parçalara ayırarak bütünlüğünden koparma, bölme ve izole ederek birleşmesini engelleme amacını taşırken yapısal açıdan iktidar, tahakküm ve ulus-devlet mekanizmalarınca yaratılan bölme işlemi sonucunda her bir birey ve topluluğun boyun eğdirme, korkutma, sindirme ve kendine yabancılaştırma yöntemleriyle yeniden şekillendirilmesini hedefler. Yoğun tecrit, “kendi kendisiyle sınırlandırılmış olan” insanı (Yunanca idios) açığa çıkarmayı amaçlar. Kişi veya topluluğun kendi kendisiyle sınırlı kalması, duygusal ve düşünsel gelişimine ket vurulması, büzülüp daralması ve telkine açık hale getirilmesi sonucunu üretir. Böylece kişi sosyal bir varlık ve toplum sosyal bir organizasyon olmaktan çıkarılmış olur. Latincede, “homo clausus” biçiminde ifade bulan ve “kapalı, kilitli insan” anlamına gelen tanım da benzer bir içeriğe sahiptir. Kapitalist modernitenin dış dünyadan tecrit olmuş insan modelini, esasta ise “Batılı” bireyi tarif eder. Vurgu düzeyinde seslendirmek gerekirse tecrit, toplumun kafeslenmesi ve bireyin “kişi artığı” haline getirilmesi operasyonudur. İnsani, toplumsal varoluşumuza yöneltilmiş bir saldırı olma özelliğini de buradan alır. Zira bu operasyonla tarihsel ve toplumsal olanın dıştalanması, tarih dışına itilmesi amacı güdülmektedir.

Peki, toplumsal varoluşun karşısına antisi olarak tecridin konulduğu, yani iktidarın uygarlık, tahakküm ve ulus-devlet tarzındaki tezahürünün gerçekleştiği ve adeta insanlığın nefessiz bırakıldığı yerde yapılması gereken nedir? M. Foucault bu soruya “Toplumu savunmak gerekir.” şeklinde yanıt verir. Nasıl ki iktidar her yere sızarak bir biyoiktidar iklimi oluşturmuşsa, direniş de her yerde olmak, kendini hem mekanlaştırmak hem de zamana işleyerek zamanın ruhu haline getirmek durumundadır.

 

Direniş, Yeni Yaşam Alanları Üretiyorsa Anlamlıdır!

Önemli olan şey, insani özgürlüğün her yere sızmasıdır. Tarih yazımı özgürlük sahnelerini izler. Onun olağanüstü çekiciliği buradan doğar. Fakat özgürlük gücü, çiçeklenerek artan tohum niteliğindeki gücü gerektirir. Hem dünya olaylarında hem de düşünceler alanında, güç olmaksızın özgürlük olmaz.
G. Gadamer

Özgürlüğe götüren yolda direniş, kuşkusuz güç olmayı gerektirir. Güç haline gelmek ise bilgiyle mümkündür. Karşıtınızın bilme gücünü aşan bir bilme, bilinç oluşturma yeteneğini sergilemedikçe güç haline gelemezsiniz. Bunun farkına varan Foucault, işe Batı’nın klasik ve modern dönemlerini arkeolojik bir incelemeye tabi tutup çözümlemekle başlar. Modernizmin rasyonelliğe dayalı düşünsel ve kurumsal oluşumunu ve açığa çıkardığı öznellik biçimlerini tahakkümün kaynakları olarak değerlendiren Foucault; bu tahakküm biçiminin tarihin ve toplumun bütünlüğünü bozduğunu, ayrıca modernizmin yarattığı öznenin kurucu bir bilinç olmaktan çok, kurulmuş bir bilinç olma vasfını taşıdığını belirtir.-Foucault, bu eksende ağırlıkla bilgi ve iktidar arasındaki ilişkiye yoğunlaşıp önemli çıkarımlarda bulunur. Her ne kadar bilgi ve iktidarı özdeşleştirme gibi bir tutum içerisine girmese de bilginin iktidardan bağımsız var olmadığını, bilgi ve iktidar yayılımlarının eş zamanlı gerçekleştirildiğinin altını çizer.

Ona göre, tahakküme ve iktidara dayalı her rejimin kendine has veya bağlı bir bilgi sistemi, hakikat rejimi oluşturması ve sonrasında bilginin söz konusu rejimin de ötesine geçerek yeni durumlar meydana getirmesi bunun sonucundadır. Dolayısıyla hastane, hapishane, psikiyatri, cinsellik, ceza ve disiplin türünden alanların oluşumunu bilgi ve iktidar ilişkiselliği içerisinde ele almak kaçınılmazdır.

Örneğin “suçluları” cezalandırmanın bir yöntemi olarak geliştirilen hapsetme, buradan edinilen bilgi ve deneyim sonucunda disipline edici bir olgu olarak okullara, fabrikalara ve diğer kurumlara yaydırılmış, ulus-devlet eliyle toplumun her alanına yedirilmeye başlanmıştır. Öyle ki modern öncesi hukuki ceza, salt eylemlerin mevcut yasalarla veya verili kanunla uyum içinde olup olmadıklarıyla ilgili bir konuyken kapitalist moderniteyle birlikte yargı bireylerin “normal” veya “anormal” olduklarını belirleyen bir değerleme ölçüsüne dönüşmüştür. Tabii burada normal ya da anormal olan, iktidarın geliştirdiği kıstaslara göre belirlenmektedir. Standart iktidar formlarının ürettiği hukuk ve geleneğe göre oluşan, “normal” olanı temsil ederken bunun dışında kalan farklılıklar “anormal” olanı, “sapkın” olanı temsil etmektedirler.Ayrıştırmaya dayalı bu mekanizma her halükarda “öteki”ne yönelik bir dıştalama, tecrit uygulaması olarak işlev bulur ve “normalleştirme” rejimine tabi tutulur. J. Bentham’ın tasarımı olan “panoptikon”, gözlemleyen ve gözlemlenen ilişkisine dayanan hapishane düzeneği böylece topluma yaydırılarak toplum gözetim toplumuna dönüştürülür. Günümüzde TC cezaevlerinde devreye konulan “İdare Gözlem Kurulu” örneği başta olmak üzere okul vb. kurumlarda yer bulan sınav, mesleki değerlendirme, mülakat türü değerleme yöntemlerinin tümü iktidar perspektifinden “normalleştirici bakış”ın ve bu bakış aracılığıyla toplumsal kontrolün sağlanması durumundan başka bir şey değildir.Disiplin ve ceza, hapishane modelinin bir bütün halinde topluma yaydırılmasıyla işlev bulur. Aile yaşamından okul kurallarına ve oradan cinsellik dahil, yaşamı biçimlendiren tüm davranış tarzlarına uzanan geniş bir skalada “anormal” yani “uygunsuz” olanın norm dışı ilan edilmesi takip eder. Böylece yeni bir norm yasası oluşur ve psikiyatrlar, krimonologlar ve öğretmenler oluşan bu yeni normların fiili otoriteleri haline gelirler. Peki, bu otoriteleri nereden gelir? Foucault’ya göre, “Onların otoriteleri elbette kendilerinin eğitimleri temsilcileri oldukları sosyal bilimlerin otoritesinden gelir. Modern iktidarın gözetim sistemi sosyal, bilimsel bilgi sistemiyle yakın bir ilişki içindedir. İktidar sisteminin gözlem ve belgeleme teknikleri bilgi sisteminin gelişiminin özsel koşullarını meydana getirir, bilgi sistemi de iktidar sisteminin otorite uygulamasına meşruiyet kazandırır.”

İmparatorluklar çağında suç, hükümdarın koyduğu sınırların dışına çıkma, dolayısıyla hükümdara karşı bir meydan okuma olarak algılandığından, iktidarın intikamı en görünür kamusal bir ritüelle fiziksel cezalandırmaya konu edilir ve beden bunun mekanı haline getirilirdi. Kapitalist modernitede ise kişi dört duvar arasına kapatılarak ruhunun terbiye edilmesi, eğitilmesi ve böylece dönüştürülmesi amaçlanır. Foucault’nun deyişiyle “Hükümran iktidar modelinde beden monarkın ihtişamlı tiyatrosu, disiplinci iktidar modelinde ise ruhun hapishanesidir.” Beden terbiyesi aracılığıyla ruhun hedeflendiği yerde artık kişinin sadece eylemi değil, aynı zamanda kişiliği de yargılama konusu haline getirilecektir. Dikkat edilirse iktidar artık salt yasa koyucu ya da yasaklayıcı değil, daha çok “normalleştirici” bir rol görmektedir.

Şüphesiz Foucault, insan bilimlerinin hapishaneden doğduğu iddiasında değildir, ancak modernite çatısı altında bilgi ve düşüncede yoğunca değişiklikler açığa çıkmışsa bu iktidarların yeni ve özgün bir tahakküm tarzını hayata geçirmiş olmalarından, belli bir beden politikası, insan gruplarını uysal ve “yararlı” hale getirmenin bir yolunu bulmuş olmalarından, özcesi hapishane deneyiminden kaynaklanır. Hatırlanacağı üzere panoptikon düzeneğinde cezaevi idaresi sürekli gözlemleyen pozisyonundayken mahpuslar sürekli gözlemlenen konumundadırlar. Gözlemleniyor olma bilgisi, mahpusun ceza korkusuyla davranışlarını sınırlandırması ve kendi üzerinde bir otokontrol geliştirmesine, böylece disipline olmasına yol açar. Bu kontrol mekanizması, oluşturulan normlar üzeri cinsel alana da taşırılır.

Cinselliğin modern kontrolü, cinselliğin birtakım bilimsel disiplinlerin konusu haline getirilmesi yoluyla sağlanır. “Suçlular”ın kontrolüne dayalı oluşturulan yapı, paralel bir tarzda cinsel alana da uygulanır. Haliyle cinsellik bilimleriyle ilişkili bir iktidar boyutu somutluk kazanmış olur. “Bununla birlikte cinsellik söz konusu olduğunda sadece başkalarının bireylere ilişkin bilgisi aracılığıyla gerçekleşen bir kontrol yoktur, fakat bireylerin kendilerine ilişkin bilgileri yoluyla hayata geçirilen bir kontrol daha vardır. Bireyler cinsellik bilimleri tarafından ortaya konan normları içselleştirir ve bu normlara uyma çabası içinde kendilerini gözleyip incelerler. Onlar böylelikle sadece disiplinlerin nesneleri olarak değil, fakat kendilerini inceleyen ve oluşturan özneler olarak kontrol edilirler.”

18. Yüzyılın sonlarına doğru disiplinci iktidardan farklı olarak yeni bir iktidar teknolojisinin üretildiğini belirten Foucault, bunu “biyoiktidar” ve “biyopolitika” tarzında adlandırır. Biyoiktidar, “Tikeli disiplin altına almaktan ziyade genelin düzenliliğiyle ilgilenir; yani eğitici değil, istatiki anlamda dengeleyici, düzenlileştiricidir.” Biyopolitika ise biyoiktidarın kendine özgü taktik ve mekanizmalarını içerir. Biyoiktidarın amacı disiplinci iktidarın etkilerini silmek veya ortadan kaldırmak değildir, aksine başka bir çalışma düzlemi kurarak onu destekleme ve takviye etme görevi görür. Biyoiktidarın hedefi hem biyolojik hem politik bir çokluk olarak nüfusken nüfusun yönetimine ilişkin (başta güvenlik olmak üzere) her türlü strateji biyopolitikadır. Özcesi, tek bir alana yönelik iktidar uygulamaları yerini toplumun, toplumsal yaşamın her alanına dağılmış “çok yüzlü bir iktidar pratikleri demeti”ne bırakmıştır.

Foucault’nun açmazını oluşturan nokta, yine en kapsamlı değerlendirmeler yaptığı iktidar olgusunda açığa çıkar. Zira Foucault sonuçta iktidarın açığa çıkardığı yeni bilgi formları, ürettiği yeni sosyal kategori ve yapılar sebebiyle sadece negatif değil, pozitif yaratıcı bir güç olduğunu belirtir. Kuşkusuz hiçbir iktidar, salt baskı ve zor aygıtlarına dayanarak kendini kurmaz; rıza oluşturmaya dönük ideolojik ikna çabasını daima devrede tutar. Fakat, iktidarın gelişimine kaynaklık ettiği bilgi formları ve ürettiği sosyal kategoriler, toplumun daha çok parçalanıp bölünmesine ve biyoiktidar yönetim stratejisinin azami yayılmasına olanak tanımak dışında toplum lehine bir pozitiflik sergilemediği ortadadır. Bu noktada iktidarın tek merkezli bir ceberutluktan çok merkezli bir güç kuvvetine dönüşmüş olmasını, kendi sürdürülebilirliği açısından toplumsal iyileştirmelerde bulunma gerekliliğiyle birlikte ele almak, Avrupa örneğinde kısmen ve tedricen bir karşılık bulmuş olabilir. Ancak, iktidarın genel doğasının böyle bir seyir izlemediği, toplumsal karşı duruşlar olmaksızın toplum lehine pozitif yönde adımlar atmaktan özenle imtina ettiği bilinen bir husustur.Nihayetinde Foucault da bunun ayırdına varmış olacak ki özgürleşmeye dair değerlendirmesinde gerçek özgürlüğün bizden “normal” olmamız beklentisinden tümüyle kopulduğunda ve böyle bir kopuş esnasında bütün bedelleri ödeme iradesini gösterebildiğimizde elde edilebileceğini söyler. Buna göre özgürlük, hiçbir kurumun verdiği güvenceye teslim edilemeyecek, hiçbir toplumsal örgütlenmenin insafına terk edilemeyecek kadar önemli bir varoluş biçimidir. Özgürlük yolunda temel görev, “Tahakküm altına girmeye karşı direnebilecek, iktidar ilişkileri ağında hep aynı tarafın ezilmesine karşı durabilecek denli korunaklı olma yetisi taşıyan yeni yaşam tarzları icat etmektir.”Foucault’ya göre iktidar her yerdedir ve toplumun tüm gözeneklerine sızmıştır. Bu durumda direniş de her yere yayılmalı ve toplumsal varoluşa ait bir refleks haline dönüşmelidir. İktidar, yaşamı kendi nesnesi olarak aldığında yaşam iktidara karşı direniş kesilmelidir. Direniş ise kendine yeni yaşam biçimleri üretmektir. İktidara karşı ve iktidar dışında yeni yaşam alanlarının oluşturulması, iktidarsal tecridin kırılması ve toplumun ayakta tutulması için elzemdir. Bu nedenle Foucault nezdinde formül açık ve nettir: Toplumsal direniş = Yeni yaşam biçimleri.

 

Aklın Kötümserliğini İradenin İyimserliğiyle Yenmek!

Her çöküş, entelektüel ve ahlaki bozukluğu da beraberinde getirir. En kötü dehşetler karşısında dahi umutsuzluğa kapılmayan ve her türden aptallığa meyli olmayan, ayık, sabırlı insanları yaratmak zorunludur. Aklın kötümserliği, iradenin iyimserliği.
Gramsci

Modernleşmenin beraberinde getirdiği çözülme ve yabancılaşma karşısında toplumu yeni bir yaşam alternatifiyle buluşturma arayışına Avrupa zemininde en güçlü yanıt A. Gramsci tarafından verilmiştir. I. ve II. Dünya Savaşları arası süreçte sistematik krizler yaşayan Avrupa ve ciddi tıkanıklık gösteren reel sosyalizm koşullarında Gramsci, bunalımdan çıkışın çözümünü modernizmin yarattığı çözülme ve yabancılaşmayı (aklın kötümserliği) terk edip pozitif toplumculuğa ve bilinçli eyleme (iradenin iyimserliği) yönelmekte bulur.Modern bilim ve endüstrinin açığa çıkardığı negatif durum, adeta dünyanın büyüsünün bozulmasına yol açmış, toplum aleyhine bozulan dengenin açığa çıkardığı bölünme ve parçalanmalarla yaşamı yaşanmaz hale getirmiştir. Yaşamı yeniden yaşanır hale getirmek için Gramsci, modern dünyanın siyasal, kültürel ve öznel unsurlarının her birini yeni bir bütünleşme, kolektif bir irade ve yaşam tarzı yaratmak için irdelemeye girişir. Nasıl ki “burjuvazi kendi suretinde bir dünya” yaratmışsa Gramsci de bilinçli eylem (praksis) felsefesi suretinde yeni bir dünya yaratmak ister. Yeni bir dünya yeni bir toplum ve yeni bir toplum da yeni bir insan demek olduğuna göre, Gramsci işe insan gerçeğinden başlar. İnsan gerçeğini, varoluşu önceden belirlenmiş, değişmez ve sabit bir doğa olarak gören dogmatik anlayışı eleştirmekle taşlarını döşemeye başlar.

“İnsan, köklerini tarihsel süreçten alan, daima hareket ve değişim halinde olan bir oluştur. Bu anlamda insan, pratik faaliyetiyle tarih yapan bir aktör ve tarihin içerisinde kendisini yaratan bir düşünür olarak tarihtir.” tanımıyla Gramsci, insana köklerini tarihsel süreçten alan bir oluş anlamını yüklediği gibi ona yeni bir bakış açısı kazandırır ve onu bir “siyasal fail” olarak konumlandırır. Gramsci’nin kendisi de bu “siyasal fail”in bakış açısından hayatı ele alır. Dönemin Marksist yorumlarını reddetmesi ve bu yorumları mekanik ve determinist bularak eleştirmesi, bu bakış açısının bir sonucudur. Gramsci’ye göre, “Böyle bir Marksizm algısında tarihsel özne bastırılır ve artık etkin bir fail olarak görülmez, daha ziyade tarihsel olasılığın ve iktisadi güçlerin insafına bırakılmış pasif bir nesne haline gelir.” Dolayısıyla Marksizmi bürünmüş olduğu bu determinist ve mekanik yapıdan kurtarıp ona devrimci ve eleştirel özünü yeniden kazandırmak gerekmektedir. Gramsci’nin 1917 Rus Bolşevik Devrimi’ni, Marks’ın Kapital’ine karşı gerçekleşmiş bir devrim olarak tanımlaması temelini buradan alır. Gramsci’ye göre; Bolşevik Devrim, bir “burjuva” kapitalist gelişim evresini atlayarak tarihsel materyalizm aşamalarının kaskatı olmadığını ortaya koymuştur. O halde doktrini sorgulanamaz iddialar ve katı bir dogmatik yapı olmaktan çıkarmak, tarihsel ve siyasal eleştirisellik doğrultusunda sürekli yeniden inşa edilebilir bir olgu olarak ele almak, bizi her zaman toplumsal gerçeğe daha yakın ve daha devrimci kılacaktır. Çünkü toplumsal gerçeğin, hakikatin bizatihi kendisi devrimcidir.

Gramsci buradan kendi siyaset konseptine geçiş yapar ve yeni bir siyaset, siyasetçi tanımlamasında bulunur. Tarihi daima “bugünü yapmakta olan insan” tarafından anlaşılan bir eylem olarak değerlendirirken bağlantı olarak tarihin felsefeyle olduğu kadar siyasetle de özdeş olduğunu belirtir. Tarih ve felsefe, siyaset ve tarih, felsefe ve siyaset, eylem ve yorum, bütün bunlar birleşik bir bütünün ayrılmaz ilişkisini oluştururlar. O halde siyaset, “eylem halindeki tarih ve felsefedir.” Bu tanımlama, eylem ve yorum arasında mutlak bir özdeşlik kurar. Bu nedenle felsefe = tarih = siyasettir; burada siyaset, etkin gerçekliğe hükmetmek ve onu aşmak amacına yönelik teori ve pratiğin birliğinden kaynaklanan eylem olarak kavranır. Nihai olarak bu gerçeklik sürekli harekette olduğundan siyaset, gerçekliği sürekli üreten ve yeniden üreten faaliyettir. Gramsci, böylece siyaseti toplumsal etkinliğin tüm alanlarına yayan ve toplumsal yaşamın varoluş ve işleyişi açısından da en temel faaliyet haline getirir. Sonuç olarak “Her şey siyasettir.” der.Diğer taraftan Gramsci nasıl bir siyasetçi portresi çizmektedir? Ya da “bugünü yapmakta olan insan” bu portrenin, daha doğrusu dünyanın dönüştürülmesi eyleminin neresinde durmaktadır? Gramsci, “Felsefe = Tarih = Siyasettir” tarzında kurduğu denklemi siyasetçiye de uyarlar ve şöylesi çıkarsamalarda bulunur: Gerçekten var olan ve etkin konumdaki güçlere karşı bir irade uygulamak, şimdiye etki etmek ve onu yönetmek olduğu kadar geçmişi yorumlamak anlamına da gelir; tüm bunlar somut olarak tarih yapımında cisimleşir. Bu nedenle şu eşitlik gerçekleşir: Siyasetten faal kişi = Siyaset insanı + Filozof. Bu nedenle siyasetçi zorunlu olarak bir tarihçi, sadece tarih yapan değil, geçmişi şimdiye etki ederek yorumlayandır; buradan hareketle tarihçi yine bir siyasi aktördür ve bu bağlamda tarih de her zaman çağdaş tarih, yani siyasettir. Siyasetçi (tarihsel özne) tarih yapan kişiyse geçmişi şimdiye etki ederek yorumladığından filozoftur da. Bu açıdan gerçek bir filozof, siyasetçiden başka bir şey değildir. Faal insan çevresini dönüştürendir. Çevreden kastım hepimizin bir parçası olmak için girdiği ilişkiler ağıdır. Eğer bir insanın bireyselliği bu ilişkilerin toplamıysa, kişilik meydana getirerek bu ilişkilerin kavranması ve bir insanın kişiliğini dönüştürmesi demektir.

Gramsci yeni bir yaşam, yeni bir dünya oluşturma konseptinin ikinci ayağını eğitim ve kültür biçiminde ortaya koyar. Gramsci’de eğitim ve kültür, topluma özgürlük bilinci ve ahlakı kazandırarak alternatif yeni yaşamı kurmanın ve bunu sürekliliğe kavuşturarak geleceği teminat altına almanın en temel çalışmasıdır. Karşıt bir hegemonya oluşturmanın yolu da eğitim ve kültürden geçer. Eğitim bilginin, kültür deneyiminin örgütlenmesidir. Böylesi bir örgütlülük kitleleri devletin ideolojik aygıtları karşısında sadece dirençli kılmaz, mücadele ederek iradeleşmesini ve entelektüellerle olan bağımlılık ilişkisinden bağımsızlaşarak özgürleşmesini sağlar. Bu nedenle, “gerçekçi bir siyaset salt anlık başarının peşinden koşmaz. Aynı zamanda gelecekteki faaliyetler için gerekli koşulları-ve bunlardan biri de halkın eğitimidir-yaratmalı ve korumalıdır. Sorun budur. Kültürel seviye ne kadar yüksek ve eleştirel ruhun gelişimi ne kadar fazla olursa kişinin konumu da o kadar “tarafsız” yani tarihsel olarak çok daha nesnel olur.” Eğitimi devrimci bir eylem olarak niteleyen Gramsci, eğitim zemininde kolektif tartışmanın insanların bilinçlerini duyguyla güçlendirmelerine yol açarak onları birleştirdiğini ve daha coşkulu çalışmalar için ilham kaynağı yarattığını belirtir.

Her öğretmenin daima bir öğrenci ve her öğrencinin daima bir öğretmen olduğu bu zeminde yol gösterenlerle gösterilenler arasındaki ilişki statik ve tek yönlü değil, karşılıklı ve katılımcıdır. Çünkü Gramsci’ye göre pratik etkinliğini sürdürdüğü sürece deneyimlediği yaşam ölçüsünde her insan bir filozoftur. Yaşam alanı, insanın insanla ilişkisine dayalı toplumsal bir alan olduğuna göre, herkesin herkese öğreteceği ve herkesten öğreneceği şeyler vardır. Kültürü ansiklopedik bilgi ve insanları da ampirik veri ve birbiriyle ilintisiz ham verilerin tıkıştırılacağı kaplar olarak gören anlayışı eleştiren Gramsci, bunun yerine şöylesi bir kültür tanımı yapar: “Aslında kültür çok farklı bir şeydir. Kültür örgütlenme, birinin kendini terbiye etmesi, bir insanın öz benliğine hakim olmasıdır. Bir kişinin kendi tarihsel önemini idrakinin yardımıyla yüksek bir bilince erişmesi, hayattaki görevinin bilincine varması ve kendi haklarının ve sorumluluklarının farkında olmasıdır. Kendini bilmek, kendisi olmak, kendini yönetebilmek, kendini ayırabilmek, kaos durumundan kendini kurtarmak ve düzenin ama insanın kendi düzeninin ve onu bir idealin peşinden götüren kendi öz disiplininin bir parçası olmaktır. Meydana getirdikleri uygarlığı yaratmak ve yerine kendi uygarlığımızı geçirmeye çalışan bizlerin bunu ötekileri, onların tarihini ve şu an oldukları şeyi olmak için ne kadar uğraştıklarını bilmeden başarmamız olanaksızdır. Bir başka deyişle insan zihnini yöneten yasaları kavrayabilmek için bir doğa ve onun yasaları fikri oluşturmalıyız. Bunu amacımızın ne olduğunu unutmadan başarmak zorundayız. Kendini bilmek ve diğer insanları kendi aracılığıyla daha iyi bilmek.”

Kültür, kişilerin onun aracılığıyla içinde yaşadıkları gerçekliği ve kurumlarını daha iyi anlamalarını sağlayan eylem halindeki düşünce ise yokluğu ya da dumura uğratılması durumunda yaşanacak olan nedir peki? Gramsci’nin buna cevabı, kültürün olmadığı durumda sömürülen toplumların tarihteki rollerine ya da haklarına ve ödevlerine yönelik bir kavrayışa ulaşmalarını ummanın olanaksız olduğu yönündedir. Özgürlük ve toplumsal değişim istencinin “zekice bir derin düşünme” sürecinden kaynaklandığını ve bu nedenle her devrimin yoğun bir eleştiri, kültürel nüfuz ve fikir yayılması çalışması tarafından öncellendiğini belirten Gramsci, bu nedenle kültürü bir örgütlenme ve örgütleme ilkesi temelinde ele alır. Gramsci’nin toplumsal kurtuluş yolunda serimlediği üçüncü sacayağı ise örgütlenme ve örgütleme üzerinden geliştirilen Devrimci Parti ve Önderlik çözümüdür. Devrimci Parti ile Gramsci’nin amaçladığı şey, farklı amaçlara sahip dağınık iradeleri eşit ve ortak bir dünya görüşü etrafında birleştirerek tek hedefe yönelmiş “kültürel-toplumsal” bir birliğin kurulmasıdır. Bu aynı zamanda hakim kültüre ve burjuva ideolojisine karşı sosyalist bir hegemonyanın da temelini atmak anlamına geleceğinden Devrimci Parti aynı zamanda yeni bir bilgi formu, yeni ahlak ve yeni bir politikayı temsil eden ve yayan “bir hegemonik organizma” özelliğini kazanır.

Devrimci Parti, halka daimi ve diyalektik bir ilişki içerisinde ahlaki, politik ve kültürel bir program oluşturacak, halkı bu program temelinde eğiterek bilinçlendirecek, bilinçlendirdiği düzeyde de zihinsel ve sosyal enerjisini kendi etrafında birleştirerek yeni yaşam değerlerini inşaya yönelecekti. Böylece “kendi başlarına bırakıldıklarında pek az önemi olacak bir güçler topluluğu”, eğitim ve örgütlenme yoluyla etkin ve güçlü hale getirilerek iradeleştirilerek siyasi, ruhsal ve ahlaki birliğini kazanması sağlanacaktı. Halkın kendi özgür yönetimini gerçekleştirmesi, Devrimci Parti’nin “başlıca birleştirici öge” olma vasfıyla örgütleyici ve yönlendirici önderlik misyonunu etkin bir şekilde yerine getirmesine bağlıydı.

Gramsci, yeni bir örgütlenme, strateji ve taktik temelinde sadece Devrimci Parti’yi tanımlamaz. Beraberinde hegemonya kavramının Yunancadaki “önder” ve “rehber” çift anlamını benimseyerek devrimci bir stratejist olarak politik önderlik olgusunu da açımlar ve gerekliliğinin altını net bir biçimde çizer: “Toplumsal hareketler ne yüzde yüz kendiliğindendir ne de yüzde yüz yönlendirilmişlerdir. Her hareket, her örgüt ister oylama yöntemiyle biçimsel olarak istense de kişisel karizma ya da nüfuz yoluyla kendi önderliğini gerçekleştirir.” İstisnasız her harekette yol gösteren bilinçli önder ya da eylemci aydın çekirdeksel kolektif bir grubun daimi varlığı, tarihsel bir gerçeklik olmak Gramsci tarafından sadece hatırlatılmaz. Devrimci Parti özgülünde yeniden üretilir. Devrimci Parti ya da önderlik kurumu, hükmedenler olarak hükmedilenlere yöneltilmiş bir araç değildirler. Aksine hükmeden ve hükmedilen tarzında açığa çıkmış olan bölünmeyi ortadan kaldırmak, bu “zorunluluğa” son verecek eğitim ve örgütlenme çalışmalarını geliştirerek toplumu kendi kendini yönetebilir iradi bir güce kavuşturma ve onlarla birlikte oluşma sorumluluğunu üstlenmiş kolektif bir organizma ya da zihindirler. Öncülük her şeyden önce ve daha çok sorumluluk almak olduğuna göre, stratejik ve taktik gereklerin yerine getirilmesinde de sorumluluk her zaman öncüye ait olacaktır. Bu nedenledir ki Gramsci, “Her başarısızlıktan sonra sorumluluk, ödünsüz bir biçimde her zaman ve her şeyden önce yöneticilerde aranmalıdır.” deme ihtiyacını duymuştur.

 

Sonuç:

Devlet ve iktidar mekanizmalarının toplum üzerinde yürüttükleri makro ve mikro düzeydeki tecrit stratejilerine karşı en kapsamlı ve anlamlı direniş stratejilerinin yine bu güçlerce esaret altına alınıp mutlak tecrit koşullarına tabi tutulan Gramsci ve Öcalan tarafından geliştirilmiş olması ne ilginç bir tesadüf değil mi?

Gramsci, Mussolini faşizmi tarafından tutuklanıp hapsedildiğinde İtalya Komünist Partisi’nin genel sekreteri ve İtalya meclisinde bir parlamenterdi. Davasına bakan savcı, “Bu beynin çalışmasını en az 20 yıl engellememiz gerekir.” demişti ve bu doğrultuda Gramsci’nin tabi tutulduğu tecrit koşullarında yazı yazmak için bir kalem edinmesi dahi yasaklanmıştı. Buna rağmen toplumsal mücadele bilinci olan sosyalist kurama en önemli katkısını bu zorlu koşullarda yaptı.

A. Öcalan de benzer ama daha sistematik ve hâlâ sürmekte olan mutlak tecrit uygulamalarının öznesi konumunda. Tecride cevabı, toplumsal kurtuluş mücadelesini 21. Yüzyıl paradigması olan Demokratik Modernite paradigmasıyla taçlandırmak oldu. Ada koşullarında “Demokratik Modernite paradigmasıyla aslında ben, Gramsci’nin arzuladığı ancak gerçekleştiremediği şeyi gerçekleştirmiş oldum.” derken önemli bir göndermede bulunuyordu. Karşılaştırmalı bir Gramsci ve A. Öcalan okuması yapıldığında önderliksel ve kuramsal bağlamda çarpıcı benzerliklerle, Gramsci’de nüve halinde bulunanın Negri’de dallanıp budaklanmış haliyle karşılaşırız.

Her iki Önderlik gerçeğinde de toplumsal mücadeleye sonsuz bir adanmışlık, ahlaki, politik ve entelektüel örgü içerisinde kendini sürekli var etme çabasını görürüz. Özgürlüğüne kavuşmuş insanlar olma özelliğini aşan bir “özgür insan” vasfını kazanmaları, kaynağını buradan alıyor olsa gerek. Özgür insan duruşlarıyla toplumsal varoluşumuzun içeriği ve yansıması olmaya bugün de devam ediyorlar. Ve bu duruşun açığa çıkardığı bilinç ve mücadele gücüyle, maskesiz tanrılara ve Kerberoslarına Goethe’nin ilminden şöyle seslenir gibiler:

 

Göklerin ve yerin
Enginliklerini toplayıp
Ellerime bırakabilir misiniz?
Beni kendimden ayırabilir misiniz?
Beni esnetebilir misiniz?
Beni bir dünyaya sığacak kadar büyütebilir misiniz?
Aşağı bak ey Zeus!
Benim dünyama, O yaşıyor!

 

Bunları da beğenebilirsin

Yoruma kapalı.