Düşünce ve Kuram Dergisi

Sömürgecilik ve Ötesi MAURICE THOREZ’E MEKTUP

Aimé Césaire

Fransız Komünist Partisi’ne ve Sovyetler Birliği’nin patronajında (sponsored) şekillenen Komünist Enternasyonal’e yönelik hislerimi kolaylıkla sıralayabilirdim; itiraz ve yakınmalarım uzun bir liste oluştururdu. Ancak zaten son zamanlarda bu alanda rekor sayıda ürüne sahibiz.

Kruşçev’in Stalin’le ilgili açıklamaları öylesine açıklamalardı ki, komünist faaliyete katılımı ne düzeyde olursa olsun, herkes şok edici, ızdırap ve utanç dolu bir karanlığa gömüldü. Tüm o ölüler, o işkence görmüş insanlar, idam edilenler… Hayır, ne ölümlerinden sonrası rehabilitasyon(iade-i itibar), ne ulusal cenaze törenleri, ne de resmi açıklamalar onların kısılmış sesleri karşısında bir arpa boyu yolu bile ifade edemez. Onların akıllardan çıkmayacak bir şekilde beyinlere saplanıp kalacaktır, böyle mekanik bir ifadeyle onların heyûlalarından kurtulmak mümkün değildir.

Bundan böyle onların hatırası, tam da sistemin temeline sonsuza dek yerleşmiş filigranlar* gibi, bizlere başarısızlığımızın ve alçalışımızın akıllardan çıkmayan görüntüsünü anlatacak.

14. Kongre’de, Fransız Komünist Partisi’nin, sıkıntımızı dağıtmak ve vicdanlarımızın ülserleştirici ve kanatıcı incinmesine bir son vermek üzere, önderliğin gülünç itibar kaybetmeme gayretiyle dikte ettirdiği anlaşılan tutumu ise hiç de böyle olmamıştır.

Uçsuz bucaksız bir yığın haline gelen sorunlarımızı, bir önem sırasına koymaksızın şu şekilde listeleyebilirim:

Stalin’in kullandığı yöntemler hakkında Kruşçev tarafından açıklanan detaylar; devlet iktidarı ve pek çok halk demokrasilerinin bir çoğunda şu an kapitalist ülkelerde olandan hiç de farklı olmayan bir biçimde işçi sınıfını sömüren tam bir devlet kapitalizminin var olduğuna inanmamızı sağlayan devlet-işçi sınıfı ilişkileri; kardeş parti ve devletler arasındaki ilişkiler hakkında Stalinist tipteki komünist partiler arasında ekseriyetle paylaşılan anlayış; beş yıl boyunca bağımsızlık isteğini bildirmek kabahatini işlemiş Yugoslavya’ya yönelik sürdürülen kesintisiz suistimal çığı hakkındaki tanıklığımız; Rus Komünist Partisi ve devleti şahsında diğer komünist partilerin ve sosyalist devletlerin bağımsızlığını garanti etme yönünde herhangi bir eğilimi ifade eden olumlu bir işaretin olmayışı; ya da Rus olmayan partilerin ve özellikle Fransız Komünist Partisi’nin sunulan fırsatı değerlendirmek ve Rusya’dan bağımsızlığını ilan etmek konusundaki göze çarpan isteksizliği; birçok Avrupa ülkesinde ve sosyalizm adına, Yugoslavya dışında her birinin onay verdiği, halkla tüm temasını yitirmiş bürokrasilerin, kendisinden hiçbir şey beklenmeyecek bu bürokratik koltukları gasp ederek (ki bunun böyle olduğunun kanıtlarına da artık sahibiz) insanlığın uzun zamandır bir rüya olarak bağrına bastığı şeyi, yani Sosyalizmi, bir kabusa dönüştürmek gibi rezil bir mucizeyi başarmış olmaları…vb… Fransız Komünist Partisi’ne gelince, insanlar onun de-stalinizasyon yolunda gitmek konusundaki gönülsüzlüğünden kaçınılmaz biçimde etkilenmiştir; ancak sadece bununla

sınırlı değil. Stalin’i ve onu bu saçma davranışlara yönelten yöntemleri suçlama konusundaki isteksizliğinden; itiraz kabul etmeyen kendini beğenmişliğinden; kendi hesabına ve kendi amaçları için Stalin’in antidemokratik yöntemlerinden vazgeçmeyi reddetmesinden de etkilenmişlerdir. Kısacası insanlar, Stalin’in kendisinden daha tutucu ve ebedi olan vekonjonktür izin verip de Fransa’da iktidara gelme şansını bir elde etse Rusya’da yol açtığı felaket getiren sonuçları burada da yaratacak olan bir Fransız Stalinizminden bahsetme hakkını bizlere sağlayan her şeyden etkilenmişlerdir.

Tüm bu olanların ışığında hayal kırıklığımızı nasıl bastırmalıyız?

Şunu söylemek gerek: Çok doğrudur, Kruşçev raporunu öğrendiğimizde içimizde bir ümit ışığı doğmuştu. Fransız Komünist Partisi’nden dürüst bir özeleştiri bekledik; kendisini bu suça ortak olma suçundan aklayacak bir red bekledik; bu suçtan vazgeçtiğine dair bir yemin belgesi değil, sadece sanki komünist partinin yeni keşfettiği bir şeymiş gibi, vakur ve taze bir ayrılış… Ancak bunun yerine, Le Havre’da*, hataları konusunda dik kafalı bir inatçılıktan; yalanlarda ısrar etmekten; hiçbir zaman yanlış bir şey yapılmadığı konusunda fantastik rol kesmelerden; kendi rutin sınırlarını aşıp gelişmelerin düzeyine yükselme konusunda başpiskopos rahiplerinden bile daha beter bir bunak beceriksizliğinden ve ruhbanik bir gururu gözlerden kaçırmak için girişilen o bütün çocukça hilelerden başka hiçbir şey görmedik.

Evet! Bütün komünist partiler dünyayı karıştırmaya başlıyor. İtalya. Polanya. Macaristan. Çin. Ve, bu genel fırtınanın ortasında, Fransız Partisi saf saf aynaya bakıyor ve memnun olduğunu açıklıyor. Şimdiye kadar tarihin gecikmiş ve yapılması gereken işleri içerisinde bu kadar acı verici bir şekilde tecrit olan insanların dramını hiçbir zaman bu kadar güçlü bir şekilde hissetmemiştim…

Fakat bu itiraz zemini ne kadar vahim olursa olsun (bir idealin iflası ve bütün bir neslin başarısızlığının acıklı bir örneği olduğundan dolayı kendi içinde tamamen yeterlidir), benim bir kara derili insan olarak şartlarım ve niteliklerimle ilgili olması gereken bir takım düşünceler ilave etmeyi isterim.

Dosdoğru ifade edeyim: Olayların ışığı altında (ve farklı görünümlerinin kendilerini sosyalist olarak tanımlayan ülkelerde şimdiye kadar kendini belli ettiği ve öyle görünüyor ki halen belli etmeyi sürdürdüğü vurdumduymaz bir antisemitizmi de değerlendirdikten sonra) şu fikre ulaştım ki; bizim yolumuz ve kaderimizle komünizminki, pratikte uygulandığı biçimiyle tamamen ve basit bir şekilde aynı değildir ve olamaz da. Ben söz konusu olduğumda kritik bir olgu da şu: Biz siyah insanlar, tarihsel evrim sürecinin bu spesifik anında, kendimize özgü yanlarımızı, benzersizliğimizi, yani bizim tam olarak kim olduğumuz nosyonunu, ve her alanda ve her planda bu bilinçlenmeden kaynaklanan sorumluluklarımızı üstlenmeye hazır olduğumuzu bilinçli olarak ve enine boyuna kavramış bulunuyoruz.

Başka hiç kimseninkiyle karıştırılmaması gereken “bizim dünyadaki yerimiz”in

Benzersizliğini(singularity)… Başka herhangi bir sorunun tali biçimlerine indirgenmemesi gereken sorunlarımızın benzersizliğini… Korkunç talihsizliklerle örülü ve başka hiçbir tarihe ait olmayan tarihimizin benzersizliğini… Yaşamak ve daha gerçek bir biçimde daima yaşatmak niyetinde olduğumuz kültürümüzün benzersizliğini…

Ve sonuç? Ya bizim yollarımızın, geleceğe giden yolların değil hepsinin, yani politik olanlar kadar kültürel olanlarının da izine hiçbir haritada kolay kolay rastlanmıyorsa? Ya bu yollar hala keşfedilmeyi bekliyorsa ve onları keşfetme işi başkalarının değil de bizim işimizse, o zaman ne olacak?

Yani tam da şunu demeye varıyorum: İnanıyoruz ki bizim sorunlarımız, ya da hoşunuza giderse bunlara sömürge sorunu diyelim, kimi daha önemli global sorunların tali bir parçası olarak, başkalarının üzerinde yorum yapma hakkını ellerinde tuttukları genel durum adına, üzerinde düzenleme yapabileceklerini ve uzlaşmalar sağlayabileceklerini planladıkları bir parçası olarak ele alınamaz.

(Burada, açıktır ki Fransız Komünist Partisi’nin Cezayir hakkındaki oyundan bahsediyorum, hani partinin Guy Mollet-Lacoste hükümetine Kuzey Afrika politikasında tam yetki veren oyundan. Aynı özgür ellerin başka bir yerde aynı uzlaşma için bir kez daha kalkmayacağı konusunda hiçbir garantimiz yok.)

Her durumda, açıkça ortaya çıkmıştır ki bize uygulanan sömürgecilik, siyah insanların ırkçılığa karşı mücadelesi, Fransız işçilerinin Fransız kapitalizmine karşı mücadelesine nazaran çok daha karmaşıktır, ve elbette, bütünüyle farklı bir tabiata sahiptir, ve hiçbir durumda bu mücadelenin bir parçası, tamamlayıcı bir kısmı olarak ele alınamaz.

Çoğu zaman kendime sormuşumdur, bizim gibi toplumlarda (işçi sınıfının çok küçük, orta sınıfların ise gerçek manada sayısal güçlerinin oranının da ötesinde politik bir öneme sahip olduğu kırsal ve köylü toplumlar), politik ve toplumsal koşullar, güncel bağlamda, komünist oluşumların somut sonuçlara ulaşmaktan kopmuş biçimde hareket etmesine meydan vermese; (ve dahası bu komünist oluşumlar metropoldeki, “anavatan” partisiyle federasyon ya da vassallık ilişkisi içinde birleştiğinde bu böyle olur) ve spesifik bir ideoloji adına esasen toplumun koşullarına uygun olanı ve sömürgecilik karşıtı insanı inkar etmek yerine mümkün olan en esnek ve en kapsamlı örgütlenme biçiminin peşine düşse, öyle ki küçük bir azınlığı Prusyalılaştırmak yerine en çok sayıda bireye hayat aşılama yeteneğindeki bir örgütlenme biçiminin peşine düşse her şey daha iyi olmaz mıydı?

Bahsettiğim, öyle bir örgütlenme biçimi ki Marksistlerin içinde boğulmayacağı ama bir maya işlevini yerine getirecekleri, şimdiki gibi halk güçlerini bölen bir rolü değil, parlak fikirleri ve yönlendirici rolleri üstlenecekleri bir örgütlenme biçimi. Seçimlerdeki başarımıza karşın, bugün bir çıkmaz sokağa doğru sürükleniyoruz; bana gelince, işte sorun burada çözülüyor. Kendimi daha dar bir bakış açısının karşısında ve daha geniş bir bakış açısının yanında ifade ediyorum; bizim bu kötü durumumuzda başkalarıyla omuz omuza bir araya gelmemizi sağlayan bir hareketin yanındayım ve bunlara sabırla tahammül etmek üzere bizi tek başımıza bırakan her kim olursa olsun karşısındayım; güçleri bir araya getirenin yanında, mabetlere(chapels), hiziplere, kiliselere ayıranın karşısındayım; kitlelerin yaratıcı gücünü harekete geçirenlerin yanında, onu yolundan saptırıp kısırlaştıranların karşısındayım.

Avrupa’da solun güçlerini biraraya getirmek günün görevidir; yenilikçi hareketler ayrılan unsurları birleşmeye yöneliyor, ve hiç şüphe yok ki Stalinist Komünist Partiler geminin yürümesine engel olan önyargılar, alışkanlıklar ve Stalin’den miras kalan yöntemlerden ibaret olan ağırlıklardan kurtulmaya kesin olarak karar verirlerse birleşmeye yönelik hamleler karşı konulmaz bir hal alacak. Hiç şüphe yok ki bu arınma gerçekleştiğinde birleşmek istemeyen diğer sol partiler bu birleşmeyi hiçe saymak için her tür gerekçeden ve her tür bahaneden yoksun kalacaklar, ve birleşmenin düşmanları akıntıya karşı koyamayacak kadar yalnız ve çaresiz kalacak.

Ve bu böyle olmasaydı; bölücü çizgilerin çoğu zaman yapay olduğu, dışarıdan getirilen ve Avrupa’da geçerli olan modelin birer sureti olan bölünme modellerinin yerel siyasetimize fütursuzca nakledildiği ülkemizde; biz esası kurtarmak için herşeyi, ama tali(ikincil) olan her şeyi feda etmek konusunda nasıl bu kadar kararlı olabilirdik? Esas olan kardeşlerimiz ve yoldaşlarımızla birliğimizdir. Gücümüzün temeli bu birliktir, geleceğe duyduğumuz güvenin simgesi budur.

Gerçekten, hayatın kendisi bir kumar ve ekmek gerçekten aslanın ağzında. Gelin kendiniz görün! Siyahların her toprağında büyük bir birlik rüzgarı uğulduyor! Yırtılan kumaşların her dakika nasıl yeniden onarıldığını gelin kendiniz görün! En çetin yollardan kazandığımız tecrübe bize şunu öğretti ki tek bir silahımız var, sadece tek bir elverişli silah, ancak son derece güçlü: birlik silahı, her tür sömürgecilik karşıtı ruh ve kararlılığı bir amaca yönelten bir silah; ve yine anladık ki bizim dağılma günlerimiz, yapayalnız çaresizliğimizdeki o sarsılma, anlaşma kabiliyetinden yoksun metropoldeki partilerin etrafında dört dönmemiz, bunlar bizim zayıflık ve bozgun günlerimizdir.

İnanıyorum ki siyah tenli insanlar enerji ve tutku yönünden zengindir; onlar ne kuvvete ne de hayal gücüne muhtaçlar; ancak kendilerinin olmayan, kendileri için oluşturulmamış, kendileri tarafından inşa edilmemiş ve ancak kendilerinin uyum sağlayabileceği amaçlara adapte edilmemiş organizasyonlar içinde bu potansiyellerin solup gitmekten başka bir kaderi olamaz.

Bu, ne yalnız başına devam etme kararıdır ne de her tür ittifakı hiçe sayma. Bu sadece ittifak ile itaati birbirine karıştırmama amacını güden bir karardır.

Bir omuz silkmeyle vazgeçmeye elverişli bir dayanışma… Evet, işte mevcut durumun bizi yedekte tutmakla tehdit etmesi tam da budur. Ve tehlike Fransız Komünist Partisi üyelerinde gözlemlediğimiz göze çarpan kusurlardan kaynaklanıyor. Onların kökleşmiş asimilasyon politikasından; onlarda hemen hemen irade dışı bir refleks haline gelmiş şovenizmden; onların Avrupa burjuvazisiyle paylaştıkları neredeyse temel inançları haline gelmiş her türden Batı üstünlüğü inancından; Avrupa’da meydana gelen evrim sürecinin mümkün olan tek biçim olduğu inancından; arzu edilen bu biricik evrim sürecinin bütün dünyanın içinden geçmek zorunda olduğu tek evrim biçimi olduğu inancından; toparlarsak, tehlike, çok seyrek itiraf edilen ama yine de onların hakiki inançları olan büyük harfle Medeniyet’e ve büyük harfle İlerleme’ye duydukları inançtan kaynaklanıyor. (küçümseyici bir şekilde “kültürel görecelilik” olarak adlandırdıkları kavrama karşı düşmanlıklarına dikkat edin; ve tüm bu kusurlar hiçbir şey getirmeyen ve fırsatı kaçırmaksızın tartışmaya meydan vermeden parti adına ahkam kesen, kestirip atan bir entelektüel kast içinde doruğuna

yükseliyor.) Yeri gelmişken, Fransız komünistlerinin eğitimlerini şirin, eski bir okulda aldıklarına da işaret edilmelidir. Stalin’in okulunda. Ve “gelişmiş” ve “yavaş gelişen” kavramlarını sosyalist düşünceye sokan da aynı Stalin’dir.

Ve eğer Stalin, gelişmiş halkların (özel olarak Büyük Rusların) geri kalmış halklara sorunlarını aşmada yardım etme görevinden bahsediyorsa, anlayabildiğim kadarıyla sömürgeci paternalizm hiç de başka bir amacın peşindeymiş gibi gözükmüyor.

Stalin ve müritleri vakasında belki de sözkonusu olan bir paternalizm sorunu olmayabilir. Ancak şundan kesin olarak emin olunmalıdır; ikisi o kadar benzerdir ki onları birbirinden ayıran hiçbir şey yoktur.

Hadi bir sözcük uyduralım: “kardeşlik”. İşte mesele budur. Sorun kardeşler arası bir sorun olduğuna göre, büyüklük, kendini beğenmişlik ve tecrübeyle dolu bir büyük birader kendisinin de Akıl ve İlerleme’ye doğru takip ettiği yolda size rehberlik etmek için elinizi tutar. (Maalesef bu el bazen sizinkini zorla tutup yakalamak eğilimindedir)

Evet, işte bizim kesinlikle istemedimiz şey de bu. Artık hiçbir şekilde bunu istemiyoruz.

Evet, biz toplumlarımızın daha yüksek bir gelişme seviyesine yükselmesini istiyoruz, ancak kendi istemiyle; içsel bir gelişme, içsel ihtiyaçlar, organik bir ilerleme aracılığıyla ve bu gelişmenin biçimini değiştiren, onu engelleyen, onun şerefine gölge düşüren hiçbir dışsal müdahale olmaksızın.

Bu koşullar altında, kimseyi bizim yerimize düşünmeye, bizim yerimize araştırma ve keşif yapmaya yetkili kılamayacağımız; ve isterse bizim en iyi dostumuz olsun, kimsenin bizim yerimize cevaplar bulmasını kabul edemeyeceğimiz gerçeği artık anlaşılmalıdır. Bütün ilerici siyasetlerin amacı günün birinde sömürge halklarına özgürlüklerini iade etmek ise; o halde bu ilerici partilerin günlük faaliyeti en azından bu sözde hedefle çelişmemeli ve gelecekteki özgürlüğün gerçek temellerini, psikolojik olduğu kadar örgütsel temellerini de her geçen gün yok etmemelidir.

Ve bu temeller aslında tek bir anlama gelir; inisiyatifi ele alma hakkı. Reddettiğim şeyin Marksizm ya da komünizm olmadığını, tersine esas kınadığım şeyin belli insanların Marksizmi ve Komünizmi kendi amaçları için kullanmaları olduğunu açıklığa kavuşturmak için sanırım yeteri kadar söz sarfettim.

Benim istediğim şey Marksizm ve Komünizmin siyah insanların hizmetine koşulması, siyah insanların Marksizm ve Komünizmin hizmetine koşulması değil. Doktrin ve hareketler insanlara uydurulmalıdır, insanlar hareketlere değil.

Ve elbette bu, komünistlerin dışında diğerleri için de geçerlidir. Hıristiyan ya da Müslüman olsaydım yine aynı şeyi söylerdim. Bizim tarafımızdan yeniden düşünülmedikçe, bizim için yeniden yorumlanmadıkça, bize yönelmedikçe ve bizim ihtiyaçlarımızı karşılamadıkça bütün doktrinler değersiz ve hükümsüzdür. Bunların hepsi gayet açık görünüyor. Pekala, ama işlerin şu an nasıl işlediğine bakıldığında

hiç de açık değil. Yapılacakları bizim yerimize yapma, kararlarımızı bizim yerimize alma, bizim adımıza düşünme, sonuçta biraz önce bahsettiğim temel bir kişilik hakkı olan inisiyatif hakkımızı reddetme alışkanlığı (Avrupa’da aşırı sağdan aşırı sola(extreme left) kadar her bir partinin, her bir çevrenin içine öylesine yerleşmiş ki aklıma bir kopernik devrimi yapmaktan başka bir şey gelmiyor.

İşte muhtemelen meselenin esası da bu.

Bir Çin komünizmi var. Birinci elden bir tanışıklığım olmamasına karşın ona karşı oldukça önyargılıyım. Ve umarım Avrupa komünizmini bozan o korkunç hatalara düşmez. Ama Afrika damgalı bir komünizmin filizlendiğini görmek benim ilgimi çekerdi ve bu konu şimdi daha da fazla merakımı uyandırıyor. (Böyle bir komünizm) bize bütün diğer seçenekler içinde

farklı varyantlar sunabilirdi (faydalı, değerli, orijinal varyantlar) ve eski çağdan bize miras kalan bilgeliğimiz doktrinin çeşitli noktalarını gölgede bırakabilir ya da bu noktaları tamamlayabilirdi. Ancak söylemeliyim ki asla bir Afrika, Madagaskar ya da bir Batı Hint komünizmi olmayacak, çünkü Fransız komünizmi kendisininkini bize empoze etmeyi daha uygun buluyor. Asla bir Afrika, Madagaskar ya da bir Karayip komünizmi olmayacak, çünkü Fransız Komünist Partisi sömürge halkları karşısındaki görevlerini uygulanması gereken bir vesayet ilişkisi biçiminde algılıyor, ve Fransız komünistlerinin anti sömürgeciliklerinin hakiki içeriği, savaştıkları sömürgeciliğin değirmenine su taşıyor. Ve yine, “rue Saint-Georges”* daireleri ülkelerimizi misyonerlik faaliyeti alanları ve manda altındaki bölgeler olarak görmekte ısrar ettiği sürece Fransa’ya bağlı sömürge ülkelerde herhangi bir yerli komünizm olmayacak, ki bu da uzun vadede aynı anlama gelir.

Konumuza dönersek, içinden geçtiğimiz dönem bir çifte başarısızlığın gölgesinde yaşanıyor: Stalinizmden başka bir şey olmadığı uzun bir süredir belli olan ama bizim uzun bir süre için sosyalizm sandığımız başarısızlık.

Sonuç şu an dünya bir çıkmazın içinde. Bu sadece tek bir anlama gelebilir. Hiçbir çıkış yolunun olmaması anlamına değil. Ama artık hile, zulüm ve cinayetten başka hiçbir yere götürmeyen o eski yolları terketmenin zamanı gelmiştir. Bu kadarı yeter. Bizim açımızdan “yeter’in anlamı diğerleri politikalar üretirken artık tembel tembel oturmakla tatmin olma niyetinde olmamamızdır. Diğerleri yerinde saydığı sürece, diğerleri işlere hile karıştırdığı sürece, diğerlerinin huzursuz vicdanları bizi sırf safsata ve alayların ağına düşürdüğü sürece, biz de tembel tembel oturamayız ve “Zenci”ler hakkında az önce söylediğim şeyler diğer insanlar için de geçerli.

Kesinlikle. Yine de her şey kurtarılabilir, hatta Stalin’in buraya ve Avrupa’nın diğer ülkelerine yerleştirdiği sahte sosyalizm bile, yeter ki şimdiye dek sopanın ucunda kalmaya devam etmekten başka hiçbir şey yapmasına izin verilmeyen insanlara yeniden inisiyatif verilsin; yeter ki güç ve iktidar yukarılardan insin ve insanların içine kök kalsın, ve saklamayacağım: Polanya’da tam da şu sıralar tanık olduğumuz heyecan dalgası beni neşe ve umutla dolduruyor.

Fakat burada daha özel olarak benim kendi mutsuz ülkem Martinik’i düşünmeme izin verilsin.

Onu düşündüğümde görüyorum ki, Fransız Komünist Partisi Martinik’e özgü bir ütopik illüzyonun dışında herhangi bir umut sağlamaktan acizdir; Fransız Komünist Partisi şimdiye dek hiçbir zaman bunu sağlamak için bir zahmete bile katlanmamıştır; bize sahtekarca ama yine de dünya ölçeğinde stratejik bir ilginin dışında en ufak bir ilgi göstermemiştir. Martinik’i düşündüğümde görüyorum ki; komünizm celladın asimilasyon ilmiğini boynumuza geçirme işini becermiştir; bizi Karayipler havzasında tecrit etme işini becermiştir; bizi bir çeşit ada gettosuna hapsetme işini becermiştir; bizi, deneyimleri bizim için öğretici ve verimli olabilecek (çünkü onlar bizimle aynı sorunlara sahipler ve demokrasi yürüyüşleri son derece coşkulu) diğer Batı Hint bölgelerinden koparma işini becermiştir. Son olarak komünizm bizi (evrim süreci, bugün olduğu gibi, bizimkine zıt bir gidişat izleyen) Siyah Afrika’dan ayırmayı becermiştir.

Ve medeniyetimizin su yolu ve kültürümüzün anası olan bu Siyah Afrika, yine de benim Antillerin yeniden dirilişi için peşine düştüğüm şeydir; yabancılaşmamız üzerine üzerine son fırça darbelerini atmaktan başka bir şey yapamayacak olan Avrupa değil, bu adaları yeniden canlandıracak ve onlara yeniden kişilik kazandıracak tek medeniyet olan Afrika’nın peşindeyim.

Evet, biliyorum.

Bunun yerine bize Fransız halkıyla dayanışma öneriliyor; Fransız proleteryasıyla ve komünizm aracılığıyla bütün dünya proleteryasıyla. Bu dayanışma çabalarını önemsiz görmüyorum, onları inkar da etmiyorum. Yalnız onların metafizik bir dünyada paramparça olduklarını görmek istemiyorum.

İlahi bir hakka sahip hiçbir müttefik yoktur. Yalnız mekan, tarihsel an ve şeylerin doğası gereğince bizlere yaklaşan müttefikler vardır. Eğer Fransız proleteryasıyla yaptığımız ittifak bizim diğerleriyle ilişkiye geçmemizi engellerse, diğer gerekli ve doğal, haklı ve verimli ittifaklardan çekilmemizi ya da onları unutmamızı sağlamaya çalışırsa, eğer komünizm en canlı dostluklarımızı ortadan kaldırır, bizi diğer Batı Hint(Karayip) adalarına bağlayan ilişkileri, yani bizi Afrika’nın çocuğu yapan bağı yıpratırsa o zaman derim ki; komünizm, bizi bütün soğuk soyutlamaların en soğuğunun özelliklerine sahip soyut bir şey uğruna yaşayan bir kardeşliği değiş tokuş etmeye zorlayarak bize büyük zararlar vermiştir.

Gelecek bir itirazı tahmin edebiliyorum.

Taşralılık, gerikafalılık, yerelcilik? Hiçbir şekilde değil. Kendimi dar anlamda belli bir topluluğa bağlılık (partikülarizm) içinde diri diri gömecek değilim. Ancak ete kemiğe bürünmemiş bir evrenselcilik uğruna kendimi kaybetmeye de niyetim yok.

Yolunu kaybetmenin iki biçimi vardır: tekil (özel, kendine mahsus, particular) olanın içinde kendini yalıtmak ve bir duvar örmek ya da “evrensel” olanın boşluğu içinde eriyip gitmek.

Benim farklı bir evrensellik anlayışım var. Kendine mahsus olanla zenginleşmiş, her kendine mahsus olanı içine almış, her birinde derinleşmiş ve her birinin bir arada var olduğu bir evrensellik.

O zaman…? O zaman yeniden işe girişmek için gereken sabra sahip olmalıyız; bozulanı yeniden yapmak, taklit etmek yerine icat etmek, kendi güzergahımızı “yaratmak” ve bizi yolumuzdan alıkoyan sipariş üzerine yapılan, hazır, dondurulmuş biçimlerden kurtulmak kararlılığına sahip olmalıyız.

Lafı toparlamak gerekirse; şu andan itibaren çabalarımızı hakikat ve adalet tutkusu ile yanıp tutuşan bütün insanların çabalarıyla birleştirmeyi ve onlarla ortaklık içinde dürüst ve etkili bir biçimde siyah insanların bugün ve gelecek uğruna mücadelelerine (bir adalet mücadelesi; bir kültür mücadelesi; bir onur ve özgürlük mücadelesi) yardım edecek organizasyonlar (ki onları, tarihin omuzlarına yüklediği ağır sorumlulukları her alanda üstlenmeye hazırlayabilen organizasyonlar) oluşturmayı vazifemiz olarak kabul ediyoruz:

Bu koşullar altında Fransız Komünist Partisi üyeliğinden istifamı nazikçe kabul etmenizi dilerim.

 

Paris, 24 Ekim 1956

 

İngilizce Hali İçin Tıklayınız

 

Bunları da beğenebilirsin

Yoruma kapalı.