Düşünce ve Kuram Dergisi

Öz Savunma Sistemi

Zeynep Taşgir

Öz savunmayı, canlı varlıkların kendilerine yönelen her türlü tehdidi veya saldırıyı öz güçleriyle boşa çıkarma ve bertaraf etme bilincini ve yeteneğini gösterebilme olarak algılayabiliriz. Yani her canlı için var olmanın temel ayaklarından biri olarak görmek mümkündür. Varlığın kendi güvenliğini sağlama durumudur. Varlığın kendini koruması, özgür kılması-kalması mücadelesidir. İnsan türü ve toplum için bir bilinçtir. Kendini savunma, koruma, var etme, varlığını sürekli kılma bilinci…

Öz savunmayı bir yaşam çizgisi, duruşu, ideolojisi, örgütlülüğü ve ahlaki-politik bilinci olarak ele alabiliriz. Salt şiddet içerikli saldırılar karşısında kendini şiddet yöntemleriyle savunmak olarak görmemeliyiz. İdeolojik, kültürel, inançsal vb. saldırılar karşısında kendini savunmak öz savunmanın cevherini oluşturmaktadır. Kürt Halk Önderi Abdullah Öcalan,“Öz savunma en temelde bir bilinç, örgütlülük ve eylem işidir.” dedi. Kendisi olma ve savunabilme bilincidir. Yine Sokrates “kendini bil” öğretisini yayarken öz savunmanın gerekliliğine işaret eder. Kendini bilmek tüm bilmelerin anasıdır çünkü. Kendini bilerek yaşama arayışı anlamlı yaşamaya, özgür yaşamaya, iradeli yaşamaya sevk eder. Özgürce yaşamanın koşulu ise mücadeleyle var edilir, mücadeleyle korunur. Onun için de “kendini bil”, “kendini savunmasını bil”i de gerekli kılar. Demokratik ulus olma yolunda ilerlerken öz savunmaya vazgeçilmez bir ilke olarak bakmak en doğrusu olacaktır.

 

Öz Savunma Bilincinde Kimi Somutluklar

Evrenimizin kendini var etme ve varlığını sürekli kılma mekanizmasında öz savunmanın başat rol oynadığını görebiliriz. Canlı bir evrenden söz ediyoruz. Evrenimizin sürekli işleyen bir hareket tarzı var. Evrenimiz-galaksimiz envai çeşit renkliliğe sahip. Bu renkliliğin bir uyumu söz konusudur. Galaksimizin sarmal kollar şeklinde hareket ettiği belirtilir ve algımızın, algıladığımızın çok üstünde bir hızla ve uyumla hareket halinde olması söz konusudur. Belki de galaksimiz uzay ve zaman boşluğundan gelebilecek bir tehlikeye karşı kendini savunma pozisyonundadır. Galaksimiz-evrenimiz keşfedilmeyi bekleyen hazine gibi başucumuzda beklerken evrenimizin içinde yer alan canlıların savunma mekanizmalarına bakabilir, irdeleyebiliriz. Gerçek şu ki öz savunması olmayan bir canlının varlığını olduğu gibi sürdürmesi mümkün değil. Sürekli başkalaşıma uğrayan pozisyonda olur ya da uzay boşluğunda varlığı başka şeye dönüşür.

Kuantum disiplininde ölüm olgusunun ortadan kalktığından söz edilir. Yaşamın; canlının-enerjinin form kazanmış hali olarak düşünebilir ve kendini sürdürme çabası olarak algılayabiliriz. Öz savunmayı veya formun devamlılığı mücadelesi olarak görmek gerekir… Zaten tüm canlılarda bir mücadele yöntemi olarak karşımıza çıkıyor öz savunma. Çünkü öz savunma mekanizması olmadan küçük büyük hiçbir canlı varlığını sürdüremez. Başkalaşıma uğramaya mahkum olur. Başkalaşıma uğrayan canlı yeni formunda da öz savunmasını aktif kılmazsa yine başkalaşıma uğrar ve bu döngü devam eder. Bir de Einstein atomu parçalarken en küçük parçanın atom olmadığını atom altı parçacıklar olduğunu gösterdi bizlere, tabi atomun bir zarla kaplı olduğunu da. Atomu kaplayan zar atom altı parçacıkların bir araya gelerek ve varlıklarını sürdürme ihtiyacından oluşturulduğunu gösterir. O zarı atom altı parçacıkların öz savunması olarak görebiliriz. Yine son derece hareketli ve kendi etrafında dönüşler yapan elektronların üzerinde yapılan deneyler hayli öğreticidir. Çembere alınan elektronların daha fazla hızlanma eğilimi içinde oldukları görülür. Gitgide daralan çemberin elektronlarda bir çembere karşı bir tahammülsüzlüğe yol açtığı ve kaçıp kurtulmaya yönelik eğilimini hızlandırdığı açığa çıkıyor. Elektronlarda görülen bu durum varlık alanı daralan-daraltılan ve yok edilmeye çalışılan şeyin-canlının direnişe geçtiğini ve kendini yaşatma, var etme eğiliminde olduğunu, bunun savunma refleksi olduğunu gösterir bize. Güdüsel bir refleks değil, yaşamsal bir ilke olduğunu söyleyebiliriz.

Doğanın tümüyle yaşama eğilimli olduğu şüphe götürmez. Doğada küçükten büyüğe var olan her şeyin özünde yaşama eğilimli olduğunu, bütün gayret ve çabanın da bu eksende verildiği bir gerçektir. Doğada birinci ilke yaşam olduğundan öncelikle kendini var etme her türün çıkış ilkesidir. Yokluk karşısında var olma eyleminde bulunmak ve bunu başarmak temel ilkedir. Canlı, var olmayı başarmakla aslında yaşamdan yana eğilimini çok güçlü bir biçimde ortaya koymaktır. Bu gerçeklik doğada, felsefenin-bilimin özünde geçerli olan, yokluğa karşı var olma, yaşam bulma mücadelesi ve amaçsallığı olduğunu gösteriyor bize.

Bir de şu şekilde yorumlamak daha kavratıcı olabilir; doğada bulunan bütün enerji-madde kendini mutlaka koruma eğilimini gösterir. İçyapının öz savunma gözetilerek sisteme kavuştuğunu söylemek mümkündür. Çünkü kesintisiz bir biçimde değişim-dönüşüm ve hareket sürse de organizmanın yapısında kendisini korumaya dönük bir direnç sürekli mevcuttur. Değişim-dönüşüm olarak adlandırdığımız olay organizmaların içkin ve aşkın bir şekilde karşılıklı yürüttüğü mücadelelerin yarattığı etkileşim, sinerji ve değişimlerdir. Doğada bulunan bir atomdan bir bitkiye, bir hayvandan insana kadar bütün canlılar varlıklarını sürdürebilmek için kendilerini yaşadıkları doğal ortamın koşullarına uygun uyarlarlar. Bu anlamıyla öz savunma canlılar için doğal bir zorunluluktur. Makro evrenimizde etki-tepki kanunun işlemekte olduğunu kabul etmek durumundayız. Organizmalar-varlıklarda bu konuya uygun olarak konumlanmış gözükmekte. Bilmekteyiz ki, tüm canlılar yaşadıkları eko-sistemler temelinde bir yapılanma kazanırlar. Yine doğanın çelişki ve çatışmaların sonucunda ortaya çıkan yaşam mücadelesi olmaktadır. Bu yaşam mücadelesi hem kendi türleri arasında, hem farklı türler karşısında hem de doğa karşısında yaşanmaktadır. Bir de unutulmamalıdır ki, doğadaki canlıların birbiriyle iletişim-etkileşim halinde olması karşılıklı bağımlılık ilişkisini ve doğa dengesini de oluşturur. Denge içerisinde tüm renklerin uyumlu akışı söz konusudur. Karşılıklı bağımlılık ilişkisi içerisinde kimi özgünlükler saklıdır. Buna parça ve bütün ilişkisi diyebiliriz.

Kimi örneklerle konuyu daha somut açımlamak mümkündür;doğada öz savunma,öz savunma mantığı-bilinci içinde başkasına saldırma, başkasının özgürlüğünü elinden alma, iradesine hükmetme, gasp etme, imha etme yoktur. Doğadan ihtiyacı kadar alma söz konusudur. Varlığını sürdürebilmenin ihtiyacıdır bu. Doğanın diyalektik dengesi, ilişkisi-iletişimi söz konusudur. Buna simbiyotik ilişki sistemi diyebiliriz. Biraz daha somut örneklerle ilerlemek hayli öğretici olacağı kanısındayım. Mevsimsel olan sayısız bitki türü polenlerini havaya bırakarak ve rüzgarın esintisiyle yayılım gösterirler. Kimi bitkiler ise tohumlarını güçlü bir zarla (mide asitine karşı dayanıklı) kaplayarak ve genelde çekici dokuyla sarmalayarak devamlılığını sağlamaya çalışır. Bitki tohumunu meyvenin içine saklar, hayvanlar meyveyi yer, tohum hayvanın midesine gider, midedeki asitine karşı zar çekirdeği korur. Tohum, organizmanın doğal yollarla işleyen sağaltım yollarından geçer ve dışarı atılır. Sonuçta toprağa düşen o tohum yeşerme zamanı geldiğinde toprağa kökünü salar ve filizlenip büyümeye yüz tutar. Birçok tohum cinsinin zarı, uzun yıllar çekirdeği soğuktan, sıcaktan veya farklı baskılardan koruma çetinliğine sahiptir. Bazı bitki türlerinde ise; hem tohum hem de eşeysiz (bölünerek, sporlanarak, vejetatif yolla çoğalma) üreme yoluyla yayılma ve sürekliliğini korumaya gidildiği görülür. Yine, çölde yetişen ağaçlar çok az suyla yetinmesini öğrenmiş, güneşin kızgın ışınları karşısında kabuğunu sıcağa koşullandırarak varlığını korumayı öğrenmiştir. Daha ılıman bölgelerde ağaçlar ona göre koşullanırken, sert ve soğuk bölgelerde de koşullara göre adaptasyonunu sağlar. Yani gezegenimizdeki yedi anakara parçasında yeşeren milyonlarca ve belki de milyarlarca bitki çeşidinin-cinsinin tamamında öz savunma mekanizmasını bulabilmek mümkündür.

 

Hayvanlar Aleminde Öz Savunma

Hayvanlar alemindeki öz savunma mekanizmasının zenginliği, muazzamlığı bizleri hayretlere düşürmektedir. Birkaç örnekle fikir jimnastiği yapmakta fayda olacaktır. Denizanası kendine karşı herhangi bir tehlike sezdiğinde etrafına zehirli bir sıvı bırakır. Elektrik balığı elektrik dalgaları yayar. Testere balığı sivri dişli testeresiyle ölümcül darbeler indirir saldıran tarafa. Kimi balık cinsleri ise sürü halinde hareket eder. Kanatlı hayvanların en belirgin savunma mekanizmaları kanatlarını kullanabilme yeteneğine sahip olmaları ve havada uçmalarıdır. Amerika düzlüklerinde yaşayan kısa kuyruklu çayır köpeklerinin yaşam tarzları hayli ilginçtir. Çayır köpekleri büyük ve iyi düzenlenmiş gruplar halinde ve toprak altında yaşarlar. Toprak altındaki yuvalarının derinliği metrelerce uzunluğu ise, onlarca metreyi bulmaktadır. Dıştan gelebilecek saldırılar karşısında ve ayrıca kök, tahıl toplama gereksinimi için topluluğun yaşamını gece-gündüz gözetleyen nöbetçi bulundururlar. Nöbetçilerin düzenli aralıklarla değiştiği gözlemlenir. Nöbetçi tehlike sezdiğinde çığlıklar atar. Bunun bir tehlike belirtisi olduğunu herkes bilir. Onun için de çığlık sesini duyanlar daha öncesinden hazırlanmış olan deliklere sığınır ve tehlike geçene kadar orada kalırlar. Tehlikenin geçti netleşince sığındıkları deliklerden dışarı çıkarlar. Genelde tekil ya da sürü halinde hareket eden hayvan türlerini karada da görmek mümkün. Yılanlar, akrepler, bukalemunlar, pireler, kaplumbağalar, ayılar, aslanlar vb. hayvan türlerinin tekil olarak yaşam sürdüğüne ve doğurarak ya da yumurtlayarak çoğaldıklarına tanık oluyoruz. Antilop, fil, koyun, zebra, at, kanguru, gergedan, geyik, maymun vb. türlerin ise, sürü tarzıyla ve doğurganlık ile (eşeyli üreme) yaşamlarını sürdürme ve devamlılığını koruma altına aldıkları görülür.

Değinilmesi gereken bir diğer nokta ise, türlerin yaşamlarını sürdürebilmeleri için en gerekli olan davranış biçimleri ve davranışı etkileyen fiziksel özelliklerin genetik olarak birbirine geçmesi durumudur.

Bazı türlerin yaşamlarını sürdürebilmelerine yardımcı olan fiziksel uyuma da taklitçilik denir. Bu olağanüstü özelliğe şaşırmamak mümkün değildir. Türlerin doğal çevrelerinden başka bir şeye benzemek için renk ve biçim değiştirmelerine aldatıcı taklitçilik denmektedir. Örneklersek; etraftan gelebilecek herhangi bir saldırıya maruz kalmamak için kar tavşanının derisi yazın kahverengiye, kışın beyaza dönüşür. Bu özellik tavşana yaşamını daha iyi sürdürme şansı tanır. Peygamber devesi (bir tür çekirge) yediği bitkilerin rengini alır, veya bulunduğu dalından rengini alarak bir parçaymış gibi görüntü verir.

 

İnsanlar Aleminde Öz Savunma

Öz savunmayı canlıların varlıklarını korumak için gösterdiği doğal bir refleks, etki-tepki olarak ele almak tek başına yeterli olmaz. Bu temel özerkliklerle birlikte insan türünün gelişim seyrine bu minvalde bakmak faydalı olacaktır.

İnsan türünü diğer varlıklardan ayıran en temel özellikleri şu şekilde sıralamak mümkündür: Düşünme, konuşma, tasarlama, alet yapma, toplumsallaşma, anlamı oluşturma vb. İnsanda bu özelliklerin gelişimi milyon yıllara varan uzun bir evrim sürecinin sonucu olduğunu biliyoruz. Gelişen insanlaşma sürecinin içine ahlaki değerleri de yerleştirmek yerinde olacaktır.

Toplumsallaşmayı insan türü için önemli bir öz savunma mekanizması olarak ele almamız gerekiyor. Bilinçli bir aradanlığı ifade eden toplumsallaşma, insan türünün varlığını sürdürebilmesi için olmazsa olmaz bir anlamı ifade etmektedir. Toplumsallaşma insanın her türlü saldırı ve yaşam güçlüklerini karşılamada en temek yaratımı olmuştur. Yerleşik hayata geçmeyle topluluk üyelerinin birbirine karşı sorumluluğu da pekiştirilir, derinleştirilir. Paylaşım, dayanışma, fedakarlık, cömertlik, dürüstlük, yiğitlik, sevgi, değer, dostluk vb. gibi birçok ahlaki değer toplumun-topluluğun temel ortak yaşam harcı yapılır. Toplum bu değerlerle birlikte kendisini sembollerde kutsamaya, güvenceye-korumaya çalışır. Bu aynı zamanda hem topluluk üyelerinin birbirine karşı öz savunması oluyor, hem de toplulukların karşılıklı kendilerini savunması için vazgeçilmez moral değerlerinin yaratıldığını ifade ediyor. İnsanlığın gelişim seyrinde toplumsallığın nasıl bir anlam ifade ettiğini Abdullah Öcalan’ın şu tanımlamasını paylaşarak konumuza daha anlaşılır kılmaya çalışacağız:

“Toplumsallık insan türünün varlık koşuludur. Kendinden önceki primat türünden kopup insanlaşması, toplumsallaşma düzeyiyle atbaşı gittiği sosyal bilimin en yalın bir gerçeğidir. Yalnız birey ve toplum halindeki yaşam birbirinden ne kadar soyutlanırsa soyutlansın teorik olarak ispatlanamaz bir olgudur. Yalnız birey yoktur. Toplumu yıkılmış bir birey olabilir. İnsan türünün güç kazanması tamamen toplumsal düzeyiyle kurduğu ilişkiye bağlıdır. Bireyi zayıf kılmanın köleleştirmenin en vahşi tarzı, ona dayatılan yalnızlık düzeyidir, yaşadığı tecrittir.”

Diyebiliriz ki, doğanın yaşam felsefesinde ve diyalektik döngüsünde öz savunma temelinde uyum, bütünlük ve tamamlamanın olduğunu ve doğal toplumdaki insanın da aynı felsefesiyle binlerce yıl yaşam sürdüğü gerçekliği mevcut. Uygarlığın gelişimi ve devletçi-iktidarcı zihniyetin öncülüğünde gelişen eril egemen sistem, ilk başta doğa ve toplumsal yaşama büyük ve ölümcül darbeler vurmuştur. Devletçi-iktidarcı sistemin gelişmesi beraberinde şiddet ve zor anlayışını hakim kılmıştır. Sınıflı topluma geçiş ile beraber insanın cinsini sömürmesi, doğayı, hayvanları vd. gasp etmeye götürmüştür. Yine ilk olarak sistematik bir biçimde tanrı ve tanrıçalar (esasında doğal toplum ile devletçi-iktidarcı güç arasındaki savaştır.) arasındaki çetin mücadele, topluma kanlı savaşlar biçiminde tezahür etmiştir. Kent devletçiklerinden, bölgesel devletlere ve hegemonik güçlere doğru savaş gerçekliği yayılım göstermiştir ve böylelikle Sümerler tarafından günümüze kadar en şiddetli haliyle gelen “gasp, sömürme, talan etme, imha etme yasası” devletçi-iktidarcı zihniyet tarafından erkekliğe miras bırakılmıştır. Bu zihniyet kendi ideolojisini, kurumsal yapılanmasını, inanç dünyasını oluşturur ve derinleştirerek geliştirir.

Onun içinde tarihi ele aldığımızda iki yönlü gelişim seyri izlediğini görmeliyiz.

1) Uygarlığın doğuşuyla devletçi-iktidarcı güçlerin yürüttüğü sömürme, fethetme, gasp etme, istila etme, yayılma vb. savaşları…

2) İktidarcı-devletçi güçlere karşı varlığını koruyabilmek amaçlı öz savunma mücadelesi yürüten hakların-kesimlerin tarihi…

Birey veya toplumlar için zorunlu savunma savaşı dışında hiçbir savaş türünü mübah göremeyiz. Çünkü savaş özünde zorbalığı ve baskıyı barındırır. Devlet-iktidar zihniyetiyle yürütülen savaşlar her zaman için topluma felaket ve kötülük ve yıkımı getirmiştir. Zor olgusuna (savaşa) baş vurmak en çok varlığını, özgürlüğünü, onurunu vb. korumanın başka bir yolu kalmadığında bir anlam ifade eder. Bu gerçeklikten yola koyularak ifade edebiliriz ki, tarih boyunca ve günümüzde yürütülen devrimci halk savaşları özünde öz savunmayı ifade etmektedir.

Günümüz koşullarında kendini var etmenin mihenk taşıdır öz savunma ve her birey, toplum, grup, sistem veya canlının öz savunma mekanizması olmadan kendini sürdürebilmesi mümkün gözükmemektedir.

Öz savunma; bilinç, örgütlülük, eylem ve ahlak gerçekliğini kapsıyorsa, o vakit bizler için ekmek-su-hava kadar önem arz etmek durumundadır ve bunu yaşamın her anına indirgeyerek yaşayarak, inşa etmek istediğimiz sistemimizi yaratabiliriz.

Demokratik özerklik sisteminde öz savunmanın yerini en kısa haliyle ifade etmeye çalışırsak; kapitalist modernitenin doruk çağını yaşadığı, kaos-krizlerin oldukça fazla olduğu, özellikle de Ortadoğu coğrafyasında şimdilik savaşlı halin revaçta olduğu ve Kürdistan topraklarında fiiliyatta dört devletin işgalinin geçerli olduğu ve Kürt halkı olarak soykırım politikalarıyla karşı karşıyayken, öz savunma bilinci ve kuramsal mekanizmasını oluşturmamız elzemdir. Çok güçlü bir şekilde sistemimizi oluşturmak, oturtmak ve sürekli kılmak zorundayız.

Öngörülen bu sistem içerisinde yediden yetmişe her birimizin asla unutmaması gereken boyut; öz savunmanın hayati öneme sahip olduğudur. Buna göre şu şekilde formüle edersek daha anlaşılır olabilir:

1) Ahlaki-politik toplumda her birey, özgürlük ilkeleriyle bilinçlendirilmek durumundadır.

2) Demokratik özerklik sistemimizin bütünü toplumun öz savunmasını ifade etmektedir.

3) Demokratik özerklik tüm halklarının kendilerini eşit-özgür ve adilce yaşatabilme, varlığını savunabilme mekanizmasıdır.

4) Demokratik özerklik sisteminin tüm ayaklarına öz savunma yöntemi olarak bakılmalıdır.

  1. a) Ekonomik alanda atılacak adımlar.
  2. b) Dil, kültür, sanat, edebiyat vb. alanda geliştirilenler.
  3. c) Eğitim -akademiler- boyutuyla yapılanlar.
  4. d) Toplum içinde asayişi sağlayacak bir gücün örgütlendirilmesi.

Geliştirilmesi gereken ayakları daha da çoğaltabiliriz fakat her oluşumun kendi alanında devlet-iktidar kliğinin sömürüsünü, baskısını, gasbını vs. azaltma ve zamanla tamamıyla yok etme-söküp atma amaçlı aktif mücadele yürütülecek alanlardır. Hem sistemini yaratma hem de içini doldurarak kalıcılığını sağlamanın aktif mücadelesini vermek durumundayız.

Yani sonuç olarak demokratik özerklik sistemini bağlayan her oluşumun mantığında öz savunma bilinci, yaklaşımı ve önemi olmalıdır. Onun içinde sadece silahlı güçlere öz savunma gücü demek eksik kalır. Oluşacak silahlı güçler sadece toplumu dıştan gelişebilecek fiili saldırılara karşı koruma-savunma rolünü oynar. Fakat öz savunma mantığında ise; yaşamı ilgilendiren her boyutun bir savunma mekanizması işlevini görmesi gerekir. Onun için de hayatın her alanında ve her anında özgürleşmenin aktif mücadelesini vermek, özgürlük bilincinin sürekliliği içinde yapısal ve anlamsal boyutuyla koruyabilmenin mücadelesini süreklileştirmek gerekiyor.

 

 

Bunları da beğenebilirsin

Yoruma kapalı.