Düşünce ve Kuram Dergisi

Özgür Yaşamın İnşasında Ekonomik Oluşum

Nesrin Akgül

Ekonomi, iktidarın en çok istismar ettiği bir alan olarak doğru tanımlanmaya muhtaçtır. Nasıl ki iktidarı anlamak için en kolayından, onu tersten okumak gerekliyse; ekonomiyi anlamak için de ne olmadığını anlaşılır kılmak hakikat algısını yalınlaştırıcı olacaktır. Ekonomi 5000 yıllık uygarlığın, onun “sermaye çetesinin” kümülatif olarak oluşturduğu, dolaşıma soktuğu “artı ürünün” kendisi değil; on binlerce yıllık insanlık deneyiminin yarattığı birikimin; toprağın keşfinden, buğdayın ekimine, mimari yapının oluşumundan, giysiler hazırlamaya kadar her alana yayılan üretimin; artı ürünün de sağladığı emeğin kendisidir. Ekonomi devletçi yapının yarattığı tekel ve sömürü ağı içinde değil; toplumun, komünal yaşamın içindeki dayanışmacı, paylaşımcı üretim alanı içinde tanımlanır. Ekonomi dünyayı yöneten %1’lik sermaye gücünün elinden değil, %99’luk gücün yani kolektif güçlerin etkinliğinde kendini tanımlar. Şu haliyle bile merkezi hegemonik sisteme eklemlenen son halka olarak kapitalist modernitenin ekonomi karşıtı olduğunu tanımlamak, ekonomiyi anlaşılır kılmaya çokça veri sağlayacaktır. Nihayetinde ekonomi toplumsal bir olgu olarak, iktidarın elinde esir tutulan toplumsal canlılığın, onun varlık kaynağının kendisidir de.

Kelime kökünü Yunanca’dan alan ekonomi ökia(ev) ve nomos(yasa, kural) kelimelerinin birleşip ‘ev yasası’na karşılık gelmesi olarak da tanımlanır. Kürt halk Önderi Abdullah Öcalan, Eko-nomos; ”Ekonomi kadın işidir, üretime dayalıdır. Ekonomist de bu işi yapandır. Ekonomist kadındır. Ailenin maddi geçim kurallarını, çevresini, malzeme ve diğer materyallerini ifade etmektedir. Ekonomi baştan beri kadının asal rol oynadığı toplumsal bir faaliyet biçimidir.” diye de tanım getirir. Şu haliyle ekonomi salt toplumsal bir faaliyet olarak değil, aynı zamanda kadının doğal sorumluluğunda hayat bulan, tarihsel oluşumunu kadın eliyle kazanmış bir olgudur. Kadın etrafında oluşan ilk yerleşik ve tarımsal toplulukların ortak iş bölümüyle örgütlenen ekonomi faaliyeti, toplumun yaşaması için daha paylaşımcı, üretken, yaratıcı ve sorumlu ilişkilerin kurulmasına da yol açar. Toplumsal katılımcılığın ahlaki ve politik nitelikte, komünal özde sağlanmasıyla oluşan ekonomi alanının maddi ve manevi kültürleşmeyi sağladığı da aşikârdır. Tarihin başlangıcı, toplumsal zamanın ilk akış anı kadının paylaşımcı, koruyucu, besleyici, maharetli, duyarlı varlığında kazandığı itibarıyla oluşum kazanırken; bu hakikat kendini kadının toprakla buluşup tarımı geliştirmesi, toprağa buğday ve arpa ekmesi, ekilenlerin pişirilmesi, toplananların depolanıp korunması, daha kolaylaştırıcı aletlerin keşfiyle tarım araçlarının geliştirilmesi, yerleşim yerlerindeki mimarinin değişmesi, hayvanların evcilleştirilmesi gibi devrimsel nitelikli ve yaşam kalitesinin gün ve gün daha da geliştiği süreçlerin akışıyla görünür kılmıştır. Kadın eliyle toplumun en temel ihtiyaçlarının, beslenmesinin karşılanması maddi kültürleşme kadar manevi kültürleşmeyi de yaratmıştır. Bu da kadının kutsanmasında anlamını yaratabilmiştir.

Ekonomik eylemsellikler kendini yapılandırırken, ahlaki-politik toplum içinde var olması itibariyle kendi kurallarını yasalarını da toplumsal bir hafıza oluşturacak şekilde belirler. En önemlisi paylaşımcılığı esas alması ve mülkleşmenin olmamasıdır. Nüfusun artması, kuraklık vb. mevsimsel koşullar, afetler karşısında tedbir olarak birikim yapsa da bu birikim tekelleşmez, artı-ürüne dönüşmez. Armağan kültürü birikimin nasıl değerlendirileceğini belirler. Doğanın bir parçası olarak kendini gören eko-topluluklar doğadan yararlanırken ona saygılı, onunla uyumlu, sadece ihtiyacı kadar üretmeyi esas alan ekonomik faaliyetler içine girerler. Elde ettikleri için ham maddeye dua eder, kutsarlar. Ekonomik ihtiyaçlar özgür tercihlere, topluluğun kendisini idame etmesine dayanır ve kolektif olarak belirlenir. Ekonomik anlayış kullanım değerlerine dayalıdır. Değeri belirleyense toplumsal değer kadar, emeğin kendisidir. Kürt Halk Önderi, “Ekonomi ne alt ne de üst yapı olarak tanımlanamaz; toplumun en demokratik eylemidir” der. Ekonomik etkinlik alanı hem toplumsallaşmayı etkileyen, hem de ondan etkilenerek süren; bu akış, etkileşim dinamiğinde toplumsallaşır. Toplum aidiyetini, kendi tanımlanmasını, yaşam kültürünü aynı zamanda üretim içinde belirler.

Zaman okunun neolitik ya da köye dayalı tarım toplumundan çıkıp (ya da sapıp) devletçi iktidar tarihine kayması, yaşam tarzında da önemli değişimlerin ortaya çıkmasına neden olur. Nüfus artar çevresel sınırlarla dışa açılım başlar, yeni yerleşim modeli olarak kentleşmeler gelişir. Biriken artı-ürün ticaret ihtiyacını doğurur. İhtiyaçların karşılıklı olarak bu birikimden de faydalanarak değişimi yeni bir toplumsal iş bölümü alanı olarak ticareti geliştirir. Ticaretin yoğunlaştığı alanlarda, kentleşmenin mekânı olur. Yeni yapı ya da devlet kent merkezi olarak doğuşunu yapar. Sulamalı tarım, artan oranda emeğin üretime katılması, ihtiyaç fazlası ürünün ortaya çıkması, beslenecek nüfusun artması beraberinde idari sorunları da getirir. Bu sorunları giderecek bir örgütlülüğün ihtiyaç haline gelmesi, devletin ortaya çıkışının en önemli fırsatlarını da doğurur. Devletin embriyosu olan zigguratlar inanç merkezli kentleşmelerin doğuşunu temsil ettiği kadar, bu tapınakların yönetici gücü olarak rahipler de devlet icadının ideologları olurlar. Artık kutsal ana, yerini erkek egemenlikli sistemin gücü olan tanrılara bırakır. Yeni toplum modeli bu ideolojik yapılanma içinde üretilir. Tapınaklar etrafında oluşan yerleşke içindeki topluluklar bu gücün meşruluğuna inanarak ona hizmet ederler. Artık insan emeği artı-ürüne yani mülkiyete konu edilir. Özel mülkiyetin doğuşu, üretimin devlet merkezinde birikime ve tekele dönüşümü, insanın köleleşmesi, sosyal dokuda eşitlikçi yapının bozulup sınıflaşmanın doğuşuna doğru bir gidişat oluşur. Rahipler tanrı adına artı-ürünü toplayıp sermaye birikimi sağlar; tarım toprakları rahiplerin mülküne geçerek tekelleşme sağlanır. Ekonomi karşıtlığının böylesi gelişimi anti-toplumcu bir yapının oluşumuyla beraber büyür. Toplum ne derece kafeslenirse, ekonomik alan da o derece suiistimal edilir, bozuma uğratılır. Topluma ait olan tüm değerler gasp edilirken, iktidarın yaptığı en büyük hırsızlık ekonominin gasp edilmesiyle, bunun meşrulaştırılmasıyla yapılır. Toplum yaşam hakkından edilmektedir. Kendi ihtiyaçlarını karşılamak için değil, devletin varlığını korumak, devleti yaşatmak, devleti büyütmek için çalışmakta, kendisine ait olanı sunmaktadır. Bunun aksine devlet zoruna; ölüme, açlığa, yokluğa razı gelmektir. Devletin ortaya çıkışıyla beraber ekonomi üzerindeki tekelleşme kurumsal ve sistematik bir boyut kazanır. Bu zemin içinde tüccar sınıfının doğuşu ve bu sınıfın kendini konumlandırması da önemli olmaktadır. Gelişen ulaşım imkânları, ürün çeşitliliği, uzak yerlere kâr sağlayan malların nakliyle tüccar sınıfı kendini yaşatacak ve besleyecek fırsatı yakalar. Ancak tüccar sınıfının devletin kurmuş olduğu tekel ağının dışına çıkmasına izin verilmez. Devlet kapitalist modernite çağına kadar da tüccar sınıfını kendi kontrolünde tutarak, kendi başına büyümesine izin vermez. Proto-kapitalist olarak tüccarlar değişim değerine geçişle beraber fiyatlandırmanın yapılmasında inisiyatif sahibi olurlar. Artı-ürün toplumun elinden alınıp devletin ve orta sınıf olarak tüccarın elinde birikim aracı olarak kullanılmaya başlanır. Ekonomide kullanım değeri ortaya çıkar. Değişim değerinin belirleyeni para olur. Böylece emek faktörü dışlanır; metaların karşılıklı değişimini parayla sağlayan, bunun değer ölçüsünü spekülatif kılan, üretimin metalaştırılarak pazarda tekel fiyatıyla kâra dayalı satışa çıkarıldığı bu sistemde, toplumsal değerlerin ve bu değerlerin yarattığı birikimin sömürüsü sağlanır. Merkezi hegemonik yapılar kimi zaman haraçlarla, fetihlerle çoğu zaman değiş-tokuş ticaret yarattıkları zor sistemiyle birikim sağlarken toplumun üzerine çöreklenerek kendilerini inşa ederler. Bu şekilde toplum kendine yabancılaşarak, yaşama gücünden yoksunlaştırılır. Ekonomik alanları gasp edildikçe ahlaki ve politik toplum gerçeği olarak demokratik alanları da yok edilir. Nihayetinde toplumun ahlaki ve politik olarak düşüşünün en önemli belirleyeni, ekonomik alanın istismarı olmaktadır.

Kapitalist modernite arkasına uygarlık tarihinin birikmiş sermaye ticaretini, tekelleşmesini, kültürünü alarak yenilenmiş formatlarla 16.yy’den itibaren ortaya çıkar. Toplum üzerinden dizginsiz kâr arzusunu sınırsızca kullanan kapitalizm 5000 yıllık gasp geleneğini en tahripkâr şekilde uygulamıştır. Hiç üretmeden, fırsatçılıkla para kazanan tefeciler ve faizciler orta sınıf olarak bu geleneğin oluşmasında önemli bir rol oynamıştır.

Batı Avrupa’da tamamen toplumsal doku içinde gelişen bilimsel-teknolojik devrimler, bireyin katı toplumculuk karşısında özgürleşme arayışı, Rönesans ve Reform hareketleriyle geçirilen zaman-mekân içinde eş zamanlı olarak kapitalizmin doğuşu, tüm bu gelişmeleri deforme ederek; kendine ideolojik ve maddi dayanak kılarak varlık kazanmasını sağlamıştır. Kapitalizmin temel ideolojisi olan liberalizm de bu zeminde kendini geliştirerek “özgürlük”, “birey” olgularını her alanda işlemeye başlar. Liberalizmin ekonomik alandaki ideolojik öncülerinden olan Adam Smith de doğal özgürlüğün sistemi olarak kapitalist ekonomiyi formüle ederek, bireyciliğin insanların doğal yapısından kaynaklandığını, iktisadi hayatın bireyci olduğunu ve ekonomik sistemin adil denetleyicisinin piyasanın kendisi olacağını teorize eder. Şöyle ki herkesin bencil olduğu bir toplumda uyum, bilinçli olmasa da kendiliğinden oluşacaktır; yani Smith piyasa eliyle ve sermayeyi emeği artıran (her şey) ve emeğin daha verimli çalışmasını sağlayan bir etken olarak tanımlayıp, onun sınırlandırılmaması gerektiğini savunur. Kapitalizmin ekonomik işgali toplumu parçalara ayırıp, bireyciliği toplumsal hafızaya kadar kazıyıp, meşrulaştırarak; yine siyasal düzlemde imparatorluk yapısındaki devletleri ulus-devletlere böldükten sonra tüm bunların üstüne kendi piyasasını kurup, küresel yapılı bir modeli inşaya dayatmaktadır.

Liberalizm kapitalizmi küreselleştirirken “bırakınız yapsınlar, bırakınız geçsinler” diyerek ticaret ve sermaye dolaşımının sınırsızlığını savunur. Kapitalizm bu şekliyle kendini “Serbest Pazar Ekonomisi” olarak tanıtsa da özünde Braudel’in tanımladığı gibi “Kapitalizm Pazar karşıtı” dır. Kurduğu ulusal ve uluslararası sistemlerle daha fazla kâr, sermaye elde etmek için tekelci ekonomisini tesis ederken hem içerde hem de dışarda pazar alanları oluşturmayı hedefler. Serbest Pazar Ekonomisi diye sunulansa sermayenin dolaşım ağı ve bunun için kurulan mekanizmalar olmaktadır. Burada dolaşıma sokulan, pazara sunulan toplumsal üretimler değil, kapitalizmle tanrılaşan paranın kendisi olmaktadır.

1950’lerle beraber gelişen bilimsel-teknik donanımla birlikte içine girilen finans çağı, kapitalizmin zirveleşmesi olmaktadır. Kâr getirecek her alana sınırsızca ulaşan küresel sistem, buralarda kendi tekel ekonomisini kurarak finans çağının para oyunlarını geliştirir. “Borsa, faiz, kur” piyasasını oluşturarak bu tekellerden elde edilen paralarla “kâğıt oyunları” oynanır. Emeksiz ve ahlaksızca geliştirilen bu tefecilikle sermaye büyürken, para en büyük güç haline gelir. İMF, Dünya Bankası gibi kurumlaşmalar mekanizmayı her alanda işlerli kılar. Kapitalist yatırımcı sermayesi ile ürettiği metanın fiyatını artırmak için spekülatif yapay kıtlık politikasını geliştirir ya da üretimi düşürür. Tüm bu bedavacılık oyunları ile sistem sürekli bir kriz yaşar. Çok hızlı gelişen iflaslar kadar, büyümeler de bunun sonucudur. Ancak kriz özünde yapısal bir krizdir ve bu durum toplumsal, ekolojik krizleri de büyütmektedir.

Kapitalizm ekonomik tekelcilikte “ya büyü, ya öl” şiarını geliştirirken sınırsız, kontrolsüz bir endüstri alanı oluşturur. Sermaye oluşturmak için her şey mubah sayılır. Ekolojik kriz büyüyen endüstriyalizmin yarattığı buhranlardır. Spor, sanat-kültür, seks endüstrisi sistemi büyüten, toplumun ahlaki-politik değerlerini küçülten en önemli alanlardır. Her şey metalaşır ve iktidar öznesi karşısında nesneleşerek alım-satım değerinde tanımlanır. Toplumsal yozlaşmanın en fazla da kapitalist çağla gelişmesi bu sebepledir. Toplum artık, tüketim toplumu haline gelmektedir. Paranın komutasında işleyen bu sistem toplumu kendi dayanaklarından kopartıp, emeksiz kılmakta; büyüyen kentleşme, artan işsizlikle toplum daha fazla köleleşmektedir. Büyüyen işsizlik nedeniyle karın tokluğuna çalışan işçiler gönüllü köleler ordusu oluşturmaktadır. Toprağından, kendi emeğinden uzaklaşan, buna yabancılaşan, iş gücünden kopan, çalıştığından sınırsızca sömürülen bir toplum ekonomik varlığından koparıldığından, en temel yaşam ihtiyaçlarını dahi karşılayamaz olur. Komünal yaşam içinde, ortak üretim ve katılımcılıkla kendi ekonomisini oluşturmayan bir toplum ekonomisiz, dolayısıyla kendi varlık değerlerine yabancılaşmış bir toplum olur. Kapitalist modernite kendine sağladığı sınırsız büyüme, toplumda oluşturduğu çürüme ile bir kaosu yaşatmakta olduğundan; toplumların kendi çözüm modellerini her alanda olduğu gibi ekonomi alanında da yaratması kaçınılmaz olmaktadır. Aslında toplumlar iktidar odaklı sömürü sistemi karşısında binlerce yıllık komünal yaşam ahlakı ile bir direnç oluşturmaktadır. Bu direncin ekonomik olarak kendini yeniden inşa etmesi ancak kendi kurduğu sistemin yani demokratik komünal yaşam modelinin kapsayıcılığı içinde varlık kazanabilir.

İktidarcı, devletçi güçlerin ekonomik alanı işgali karşısında toplumlar özgürce yaşama gücüyle demokratik bir eylem olarak ekonomik sistemlerini yaratmasını da bilmiştir. Komünal yaşamın inşasının başarısıyla da ekonomik sistemler yaşam bulmuştur. Özelde gelişen kentleşme karşısında kent dışında, kıra-köye dayalı yaşama tutunarak ve komün örgütlenmelerini geliştirerek önemli bir direnç sağlarlar. Birlikte yaşamanın ahlaki prensiplerini oluşturarak, bunu meclislere kadar örgütleyip politik gücü var edecek ekonomik üretimde işbölümü ve paylaşıma giderler. Beraber yaşamanın ortak ahlaki değerlerle sağlandığı; paylaşımın, dayanışmanın esas alındığı öz yeterlilikle ihtiyaçların belirlendiği bir yapıda, topluluklar hızla kendini ekonomik olarak örgütlemiştir. Yaşadığımız kapitalist modernite çağının ulus-devletlerle kıskaca aldığı toplumların da bu tarihsel dayanaktan esinlenerek kendi alternatif ekonomik modellerini oluşturduklarını görürüz. Bu noktada ön plana çıkan kooperatifçiliği de tanımlamak önemli olmaktadır.

 

Komünal Ekonomide Kooperatifler

Kürt Halk Önderi demokratik, ekolojik, kadın özgürlükçü toplum paradigmasının dördüncü ayağı olarak kooperatifleri de tanımlamaktadır. Sayın Öcalan çözüm paradigmasının kent meclisleri, demokratik siyaset akademisi, demokratik toplum kongresi ve kooperatif hareketinden oluştuğunu belirterek, kooperatifler üzerinden toplumun ekonomik ihtiyaçlarının karşılanabileceğini belirtmektedir. Bu dayanakla kooperatifçiliği tanımlamak ve bunun hangi modellerde yaşandığını bilmek kendi yaşanmışlığımızla nasıl bir ihtiyacı karşılayacağını da resimleyecektir.

Kooperatifçilik Latince bir kelime olan ve katılım, yardım ve iştirak olarak tercüme edilen “cooperata” dan adını alır. Belirli, ortak amaçlar zemininde ve gönüllüğe dayalı birleşme anlamına gelir. Bir örgütlenme biçimi olarak kooperatif, aynı zamanda kendi kendine yardım, öz sorumluluk ve öz yönetim olarak da tanımlanır. Kooperatifçilik benzer ve aynı sorunları yaşayan insanların bir araya gelme ihtiyacıyla toplumsallaştığı süreçten itibaren gelişen, tarihsel bir olgu olarak da ele alınmalıdır. Toplumun birlikte işbirliğiyle ortak iş yapma gücünü, ahlaki ve politik esaslarda oluşturduğu, sosyal siyaset alanı yarattığı demokratik bir örgütlenme modeli olmaktadır. Soner Torlak, ‘Kooperatifçiliğin Kısa Tarihi’ adlı eserinde “Kooperatifçilik sınar, kitlesel üretime ve makineleşmenin getirdiği tipikleşmeye karşı ekonomik ve kültürel bir karşı çıkış olarak okunabilir. Fabrikasyon üretimine karşı zanaatkârların en etkin hayatta kalma stratejisi olarak kooperatifçilik ekonomik anlamda, üretici ile tüketici arasına konan piyasa mekanizmasının bypass edilmesidir.” Meselenin sosyo-kültürel cephesini ise “Modern kapitalizmin yarattığı yabancılaşmanın ve ücretli emeğin insanî gelişim üzerinde yarattığı tahribatın giderilmesine dönük bir karşı çıkış yatmaktadır.” diyerek tanımlar.

Son tahlilde demokratik işletme kuruluşları olarak kooperatifler, kâra dayanmayan, işbirliği ve dayanışmayı esas alan, birbirine toplumsal esaslarda bağlı grupların; verimli çalışmak, ortak ihtiyaçları karşılamak, emek ve ürünlerini değerlendirmek için oluşturdukları komünalite; ulus-devletin azami kara dayalı tekelci, toplum karşıtı sömürü sistemi karşısında en etkili ekonomik eylem gücü olmaktadır. 1885 yılında kurulan Uluslararası Kooperatif Birliği (ICA) kuruluşunun temel ilkelerini ortaya koyup maddeleştirirken, aslında kooperatif örgütlenmesinin temel anlayışını da sıralamaktadır. Ana maddelerde serimlersek;

 

Gönüllü ve Herkese Açık Üyelik

Üyeler tarafından gerçekleştirilen demokratik denetim: Kooperatifler siyaset oluşturma ve karar alma süreçlerine katılan, üyelerince denetlenen demokratik kuruluşlardır.

Üyelerin ekonomik katılımı: Üyeler kooperatiflerinin sermayesine adil bir şekilde katkıda bulunur ve bunu demokratik olarak yönetirler. Bu sermayenin en azından bir kısmı genellikle kooperatifin ortak mülkiyetidir. Çoğunlukla üyeler, üyeliğin bir koşulu olarak taahhüt edildiği üzere sermaye üzerinden kısıtlı miktarda gelir elde ederler. Üyeler gelir fazlasını muhtemelen “en azından bir kısmı taksim olunmaz kaynaklar” oluşturma yoluyla kooperatiflerini geliştirme, kooperatifle yapmış oldukları işlerle orantılı olarak üyelerine kâr sağlama ve üyelerce onaylanan diğer faaliyetlere destek olmak gibi amaçların biri ya da tamamı için ayırırlar.

Özerklik ve bağımsızlık: Kooperatifler özerk, kendi kendine yeten ve üyelerince yönetilen kuruluşlardır. Kooperatifler hükümetler dahil olmak üzere diğer kuruluşlarla bir anlaşmaya girmeleri ya da dış kaynaklar yoluyla sermayelerini arttırmaları durumunda, bunu kooperatifin özerkliğini sürdürecek ve üyelerinin demokratik yönetimini koruyacak şekilde gerçekleştirirler.

 

Kooperatifler Arası İşbirliği

Eğitim, öğrenim ve bilgilendirme: Kooperatif üyelerine, seçilmiş temsilcilerine ve çalışanlarına kooperatifin gelişimine etkin bir şekilde katkıda bulunmaları için eğitim ve öğrenim imkânı sağlar.

 

Topluma Karşı Sorumlu Olma

Kooperatiflerin model olarak daha çok kapitalizmin büyüme çağında, hem de kapitalizmin doğum mekânı olarak İngiltere’de 19.yy’da ortaya çıkmış olması özelde ulus-devletlerin işgalleri karşısında toplumsal bir eylem ihtiyacına denk gelmesi önemlidir. Kooperatif modelinin temel besin kaynağının, oluşun nüvesinin komünal üretime, dayanışmacı ve ortak katılımcılık esaslarına dayanması, vahşi kapitalizmin tekelci ve kâra dayalı ekonomik anlayışı karşısında kendini alternatif kılabilmesi demokratik niteliğini ve bunun tarihsel dayanağını ortaya çıkarır. 20.yy’da kendini etkin kılmayı başaran İspanya’da ki Mondragon Kooperatifçilik Hareketi’ne baktığımızda bu hareketin İspanya’da ki faşist Franco rejimine karşı direnen Bask halkının en demokratik ve sonuç alıcı eylemi olarak geliştirdiğini görürüz. Katı ulus-devlet modelinin İspanyolca dilinin, kültürün üzerinden Bask halkına dayatılması ile gelişen direnişin en önemli ayaklarından biri de halkın dayanışmacı bir ekonomi ile devlete dayanmadan ulusal ekonomilerini inşa etme eylemselliği; ya da Mondragon Kooperatif hareketinin gelişimi olmuştur. ”Hiç kimse ne başkasının kölesi, ne de efendisi olmalıdır” prensibi ile yola çıkan hareket, salt ekonomik bağımsızlık için mücadele etmez; bu zemin içinde toplumsal birliği, paylaşımı ve adaleti tesis ederek sosyal dokuda da ahlaki ve politik bir duruş açığa çıkarır. Diğer bir örnek olarak 19.yy’ın sonlarına doğru Rusya ve Avrupa’da yaşayan Yahudi topluluklarının bugünkü İsrail’e göç ederek burada yeni bir ülke kurma ideali ile geliştirdikleri Kibbutz Kooperatif modelidir. İbranice “topluluk” veya “birlikte” anlamına gelen Kibbutz Modelinin de doğuş zemininin soykırımı, göç ve farklı zulüm ve baskılara uğrayan bir halkın kendilerini yeniden var etme eylemlerini, hayatta kalma sorunlarını aşmak, dayanışmayı oluşturmak için ekonomik alanda başlatması dikkat çekicidir. Tarım tabanlı olarak kurulan Kibbutzların gelişimi için Yahudilerin hem toprağı en elverişli hale getirme çabaları (bataklıkların kurutmaları, sınırlı su kaynaklarına karşı “damla suyu” projesini geliştirmeler), hem de bu kıt kaynaklar içinde toprağı işleterek orada bulunan topluluğun yaşamlarının toplu olarak örgütlendirilmesi esas belirleyici etken olmaktadır. Yine ihtiyaca dayalı tüketimi geliştirmesi, çocuk bakımı ve eğitimlerinin özel olarak sağlanması gibi çok yönlü komünal etkinliklerle yeni bir ulusun kendini var etmesinde de rol almış bir modeldir. Elbette bu modelin Siyonizme dayalı olarak Filistin halkı karşısında milliyetçi uygulamalarla Yahudi halkını büyütmesi amacı, Filistin halkıyla ortak ulus yerine o halkın toprağının işgaline dayalı bir ideolojiyle gelişmiş olması, yeni bir ulusun ulus-devletçi bir ideolojiyle doğmasının yanlışlığını ortaya koymaktadır.

Kooperatif modeli, ulus-devlet sisteminin yarattığı milliyetçi ideoloji karşısında ulusların demokratik eylem gücü olarak kendini inşa etmesi, toplumsal birliği yaratarak sermaye bağımlılığı karşısında toplumun yeniden ekonomik örgütlendirilmesini başarması açısından önemli bir modeldir. Ancak kapitalizmin sermaye birikimini büyütmek için kendini küresel çapta yayarak, kuramsallaşarak faaliyet içine sokması karşısında geliştirecek ekonomik modellerin de demokratik yönetim modeli, sistemi içinde kendini konumlandırabilmesi gereklidir. Karşımızda asla yerinde durmayan, sınırları aşıp yeni düzeylere ulaşarak dinamizmini koruyan, hiç dinlenmek bilmeyen, ana mekanizmalarını, iktidar aygıtlarını ahtapot misali her yere yayan bir sistem var. Toplumun bu sistem karşısında yerelden başlayarak konfederal bir demokratik örgütlenme içinde olması ve kuracağı ekonomik modelini de bu sistem içinde koordineli ve katılımcı bir niteliğe kavuşturması gerekir. Konfederal sistemin politik arenası olarak yerel yönetimlerin ya da belediyelerin demokratik ilkeler esasında kendini örgütleyip ekonomik alanı kendisinde ortaklaştırıp üretim politikasını kendini oluşturan meclisler eliyle düzenlemesi önemli olmaktadır. Özgürlükçü yerel yönetimler kent yaşamına yurttaşın karar alma, temsiliyet sağlama imkân ve sorunluluğu ile katılımını sağlayarak ekonomik üretimin, kaynakların nasıl kullanılacağının, tüketimin nasıl ölçeklendirilebileceğinin de olanağını sunarak politik alan açar. Nihayetinde ekonomik bir yöntem için üretim ve tüketim planlamasında tüm toplumun karar sürecine yön vermesi esastır. Kapitalizmin küresel büyümesi karşısında, yerelden başlayarak bu örgütlü modellerin karşılıklı ilişki ağını organize ederek kendine bir muhteva kazandırması da önemli olmaktadır.

Ulus-devlet karşısında toplumsal direnişin kendi yaşamını kurmasının adı olarak demokratik ulus ve onun temel ayaklarından biri olarak ekonomik boyutun kendi modelini ihtiyaç ve gerçekliklere denk bir şekilde geliştirme esnekliği doğru ekonomik ilkelerin belirlenmesiyle yaşamsallaşabilir. Bu noktada demokratik nitelikli yerelin, doğrudan karar gücü haline geldiği, katılım sağladığı ekolojik olan, tekelci ve mülkiyetçi olmayan kadın eksenli birimlerin oluşması esastır. Burada temel ekonomik ilke, esas olarak kadının ekonomideki rolünü tarihsel dayanağıyla açığa çıkarıp daha sonra ekonomi dışına itilmesi, istismara uğraması ve emeğinin değersizleştirilmesi karşısında durarak rol sahibi kılınmasını; karar ve üretim gücüne kavuşmasını belirlemesi gerekir. Kapitalist modernitenin doğaya verdiği zarar karşısında doğayla uyumlu, ekolojik, doğaya zarar vermeyen teknolojileri geliştirir. Doğal kaynakların doğru işletilmesi kadar, bunların HES’ler, orman kıyımları ile yok edilmesine de izin vermez.

Büyüyen kentleşme karşısında köy ve tarımın geliştirilmesi de önemlidir. Köylerin canlandırılmasıyla, aynı zamanda bu mekânlarda üretim alanlarının gelişmesiyle sağlanır. Nitekim tarım alanlarının geliştirilmesi, üretime sokulması aynı zamanda kentleşmeyle büyüyen işsizlik ve açlık sorunlarına çözüm sunduğu gibi, endüstriyalizmin daha fazla ürün elde etmek için geliştirdiği GDO’lu, kanserojen ürünlerine karşı da organik üretimi etkin kılar. Eko topluluklar, topluluk ekonomisinin en önemli ayağı olarak tarımı esas almak ve köy yaşamını kentle uyumlu kılmakla büyür. Demokratik ulusun ekonomik boyutta kendini inşası kapitalist tekelleşmeye karşı gelişir. Tekel karşıtı bir ekonomi modeli geliştirerek toplumun ihtiyacını karşılayan, orta ve küçük ölçekli ekonomik işletmeleri de kapitalist ekonomi içinde görmeden yaklaşması gereklidir. Pazarı, ticareti, ürün çeşitliliğini, rekabeti, kâr ve sermayeye dayandırmadan kabul ederek, toplumsal ekonomiyi canlı kılar. Kullanım değer ve paylaşımcılığı esas ilke belirleyerek de kapitalist kâra dayalı pazara karşı olmadan; pazar ekonomisini toplumsal ve dolaşımda önemli unsur olarak aktifleştirir. Üretimden elde edilen birikim, tamamen toplumsal ihtiyaçlar için kullanılarak tekelleşmenin de önüne geçilir. İnsan emeğinin değeri doğru tanımlanarak, bu emeğin kimsenin mülkiyetine, bir tekelleşmenin birikim dinamiğine dönüşmesine izin vermez. Toplum kendi ihtiyaçları için, dayanışmacı ve paylaşımcı bir zeminde aidiyetini belirleyerek çalışma içinde olacağından insan onuruna denk, coşkun ve zora dayanmayan angaryaya dönüşmemiş koşullarda çalışma bulunur. Üretim ve tüketim dengesini gözeterek kaynakların etkin ve sürdürülebilir planlanması hedeflenir. Tüketim ahlaki kriterlere, temel ihtiyaçlara, üretimde doğal dengeyi de esas alarak katılımcı ekonomiye dayanır ve üretime tüm toplumun katılımı sağlanır. Tüm bunları demokratik ulusun ekonomik ayağının gelişmesinin ana halkaları olarak belirleyebileceğimiz ilkeler olarak sıralayabiliriz. Bu ve daha da geliştirilebilecek ilkeler esasında toplumu toplum yapan, varlığını ilk toplumsallaşma zamanı olarak neolitik döneme dayandıran ahlaki ve politik toplum olma kaynakları olarak da tanımlamak aslında bugünden inşa edilecek toplumsal modellerin geçmiş zamanın aynası olduğunu serimleyecektir.

Bu gerçeklikler ışığında Kürdistan’da geliştirilecek ekonomik sistemin zeminine bakarak kendi modelimizi daha da görünür kılabiliriz. Gerçekliğimizde yaşanan binlerce yıllık neolitik toplum geleneğinin kültürel akışı, coğrafyanın bereketi karşısında sürekli işgal, talan ve savaş içinde yaşamamızdır. Kürdistan, doğal zenginlikleri baskı ve zorbalıkla iktidar güçlerinin sömürüsüne açılan, sömürgecilerin doymak bilmez iştahı nedeniyle kendi halkının açlık, işsizlik, yoksulluk içinde kalmasına neden olan bir mahrumiyet ve adına ekonomik soykırım dediğimiz bir trajediyi yaşamaktadır. Oysaki Kürdistan, su kaynaklarının bolluğu, iklim koşullarının elverişliliği, toprağın verimliliği, yeraltı zenginlikleri, zengin bitki örtüsüyle halkların en güzel şekilde yaşaması için yeterli potansiyele sahip olmaktadır. Öz olarak Kürdistan coğrafyasında yaşayan halklar zanaatçılıktan, etkin pazar alanını geliştirmeye, tam ekonomisini canlandırmaktan, hayvancılık alanındaki besiciliğe kadar her alanda çok yönlü bir gelişim sağlayarak kendi yaşam kültürlerini oluşturmuşlardır. Ancak özelde son 200 yıllık kapitalist modernitenin Kürdistan’a müdahale süreciyle beraber Kürtler, en çok da son 30 yıllık savaş içinde muktedir güçlerin özel savaş politikaları nedeniyle köylerinden uzaklaştırılıp, göç ettirilerek ekonomik ve kültürel bir soykırıma maruz kalmıştır. Kürtler büyük metropollere göç ettirilip burada bir yandan açlıkla terbiye edilmiş, öte yandan ucuz emek gücü olarak kullanılmıştır. Kürt halkı en büyük darbeyi ekonomik olarak sömürülüp sisteme bağımlı kılınmak istendiği anda almıştır. Kürt Halk Önderi’nin geliştirdiği demokratik ulus sistemi Kürtlere dayatılan bu sömürü, inkâr ve katliam uygulamalarına karşı en özgürlükçü modeli sunmaktadır. Savaş içinde dahi olsa bu gerçekliğe dayalı olarak kendini gerçekleştirecek bir sistemdir. Rojava’da, özelde de Kobanê’ de yaşanan, halkın tamamen kendi öz değerleriyle ve kendi savunma sistemini esas alarak, her alanda kendi demokratik sistemini kurma gerçekliğinin açığa çıkmış olmasıdır.

Kuzey Kürdistan’da demokratik belediyecilik yönetimine sahip olarak, bu avantaja dayalı bir şekilde özerkliği inşa etmek ekonomik olarak çok daha olası ve mümkündür. Ancak onca yılın tecrübesine, yaratılan imkanlara ve kendini somut gerçekliklere dayalı olarak yapılandırmış demokratik, ekolojik, kadın özgürlükçü paradigmanın modeline rağmen bunun hala görünürlük dahi kazanamamış olması ciddi bir sorunsaldır. Kürdistan’daki ekonomik modelin kendi renginde ve özgünlüğünde kendini inşa etmesi gerekirken; hala ne İspanya’daki Mondragon, ne de İsrail’de ki Kibbutz ya da herhangi bir başarı örneğine denk bir yapısal inşayı başaramaması, özünde hala toplumsal ihtiyaçların doğru belirlenememesi, öz güce dayanılmaması ve özerklik modelinin iskeletinin inşa edilip bunun ete kemiğe büründürülmemesiyle bağlantılıdır. Kürdistan’da toplumsal ekonominin inşa edilmeyişi ile oluşan boşluğu HES projeleri, doğal kaynakların özel sermayeye peşkeş çekilmesi; kontrolsüz, kültürel ve doğal yapıya zarar veren inşaat canavarı doldurmaktadır. Bu durum dahi kendi başına iktidarın tarihsel bellek, kültürel doku, ekonomik yapıya, ekolojik sisteme karşı yürüttüğü bir savaş olmaktadır. Özelde bugünden Şengal de, Kobané de başlayan IŞİD saldırıları, katliamı karşısında gelişen göç yığılması karşısında halkın ekonomik komünlerini oluşturması, tüketen değil kendini üretime sokup, kendi ekonomik kaynaklarını oluşturarak yaşama katılımının sağlanması, bunun örgütlendirilmesi devletin halkı ucuz iş gücü olarak sömürmesini de, halkın devlete muhtaç kılınmasını da engelleyecektir.

Kürt Halk Önderi’nin “Dicle-Fırat Tarım-Su-Enerji Komünü” olarak formüle ettiği sistemin dört parçaya bölünmüş Kürtlerin ortak dayanışma, birliktelik ve demokratik gücü oluşturması için önemli bir başarı modeli olmaktadır. Her parçada devlete değil topluma dayalı demokratik siyaset anlayışı ile kooperatiflerin geliştirilmesi; bu kooperatiflerin de sınırları anlamsız kılarak komünal bir örgütlülüğe, organizasyona kavuşturulması; bunun zemininde ortak ticaret, pazar alanlarının oluşması oldukça önemlidir. Elbette bu temelde toplumsal örgütlülüğün başarısının sonucunda, ulus-devletlerin de kendini esneterek, ucu açık bir birlikteliği sınırları aşarak sağlamasıyla mevcut olacaktır.

Ekonomik alandaki başarı gücünün toplumsal siyasallaşmanın, örgütlenmenin, öz gücünün başarısından geçtiği; aynı zamanda ekonomik inşanın, ahlaki ve politik toplum üzerinden gelişerek sosyal dokuyu özgür kıldığını tarihsel bir hakikat olarak ele alıp; özgür yaşamın inşasında ekonomik alanın toplumsallaşmasını sağlamayı bir var oluş gerekçesi kılmak, tüm toplumların demokrasi başarısı olacaktır.

 

Bunları da beğenebilirsin

Yoruma kapalı.