Düşünce ve Kuram Dergisi

Salgın, Sermaye, İktidar ve Üçüncü Yol

Günay Kubilay

Kapitalist dünyanın son 30-40 yılına damgasını vuran yeni liberalizmin, küresel bir salgın olan Covid-19 karşısında nasıl iflas ettiğine, başta sağlık sistemi olmak üzere Yeni liberal yapısal düzenlemelerin küçük bir zengin azınlığın dışında toplumun temel ihtiyaçlarını karşılamaktan nasıl uzak olduğuna bir kez daha tanık olduk.

Yeni liberalizmin farklı biçimler altında hepimizin yaşamına damgasını vurmaya başladığı, bütün zaman dilimleri boyunca sermayeye öncelik verildiği, toplumsal ihtiyaçların geri plana itildiği, kamu kaynaklarının sermayeye peşkeş çekildiği, eğitim, sağlık, sosyal güvenlik gibi temel kamu hizmetlerinin özelleştirme ve ticarileştirme yoluyla sermayenin yeni kar kapısı haline getirildiği bir sır değil.

Bugün ise, ‘post modern çağın’ uzantısı gibi görünmekle birlikte yeni liberalizm katışıksız bir iktidar aracı olarak gelişen ve insanın doğal kökenlerine açtığı savaşla tartışmaların odağına yerleştiğini görüyoruz. Bir ‘geçiş dönemi’ yaşayan yeni liberalizm, giderek artan üretim, çoğalan nüfus, yeni doğal varlık ihtiyaçları ve ‘eşitsiz gelişme’nin tahrik ettiği yayılmacılıkla savaşlara, çatışmalara ve genişleyen egemenlik alanlarına neden oluyor.

AKP-MHP iktidarının salgına dair izlediği politikalardaki önceliğin de sağlığa değil, sermayeye verildiğini söylemeye bile gerek yok. 11 Mart’ta varlığı resmen kabul edilen salgın karşısında uyarıların kulak arkası edilerek ‘esnek bir karantina’ politikası ve ‘işçiler ölürse ölsün, yeter ki çarklar dönsün’ uygulaması iktidarın ekonomik öncelikleri ve politik tercihlerinin bir sonucu.

İktidarın gayri insani bir mantalitenin ürünü olan başarısız bir politikayı Küba, Vietnam, Avustralya gibi başarılı örneklerle kıyaslamak yerine Amerika, Brezilya, İtalya gibi kötü örneklerle kıyaslayarak bir başarı grafiği çizmesi tam bir kurnazlık örneği. Ancak, bu kurnazca kıyaslama yöntemiyle yaratılan illüzyonla sermaye birikim sürecinin bir aracı haline getirdiği sağlık sistemine meşruiyet kazandırma ve buradan türetilen bir başarı hikayesini topluma empoze ederek, yitirilmiş hegemonyayı yeniden kurma fırsatçılığı gerçeğin bir başka yüzü.

1 Haziran sonrası ‘maske, mesafe, temizlik’ uyarıları (denetimli serbestlik) eşliğinde uygulanan ‘sürü bağışıklığı’ stratejisinin başarılı olduğuna dair herhangi bir bilimsel veri de söz konusu değil. Kaldı ki ortaya çıkan çarpıcı sonuçlar bir ‘başarı hikayesi’ yazılmasına izin vermiyor. Eğer bir ‘başarı hikayesi’nden söz edilecekse, hayatlarını ortaya koyan ve büyük bir özveri gösteren ‘nitelikli emek’ sahibi sağlık emekçilerinin başarısından söz edilmeli, hikayeleri yazılmalı.

‘Yeniden açılım’ süreciyle birlikte yoğunlaşan nüfus hareketleri sonrası Diyarbakır, Urfa, Van, Mardin gibi büyük Kürt illerinde görülen yeni vaka artışları iktidarın açıklamalarını yalanlıyor.

Bu yazının kaleme alındığı sırada sırf Cizre’de hastane yatakları dolmuş, toplam vaka sayısı 650’ye ulaşmıştı.

‘Sürü bağışıklığı stratejisi’ yeni liberalizmin epidemiyolojideki bir versiyonu ve kapitalist piyasanın herhangi bir müdahale olmaksızın kendi kendini düzenleyeceği varsayımına dayanıyor. Salgının kontrol edilmeden geçeceği, insanların bağışıklık kazanacağı, kendi kendine ölümcül olmaktan çıkacağı varsayımı süreci karakterize ediyor.

Bu stratejinin işçiler, emekçiler, yoksullar, evsizler, mülteciler, yaşlılar, engelliler ve kronik sağlık sorunları olan güvencesiz ve korunaksız herkes üzerinde ölümcül etkiler göstereceği kaçınılmaz. Özellikle bu vesileyle üretken emek sürecinin dışına düşmüş ve artık artı değer üretecek durumda olmayan emeklilere, yaşlılara, hastalara, engellilere yönelik hiçbir önlem almayarak bir tür ‘piyasa temizliği’ yapmanın yolu açılmış oluyor.

Aynı mantalitenin bir sonucu olarak Türkiye dahil, pek çok dünya ülkesinde ekonomik öncelik ve siyasi kaygılarla nüfus hareketlerinin yolunu açıp, yaygın yeni vaka ve ölümlerin faturasının ‘yeterince önlem almayan’ bireylere kesileceği aşikar. Bu mantalite sokağa salındıktan sonra hastalanan her insanı gerekli önlemi almamakla suçlayacak, hatta salgının yayılmasından sorumlu tutacak, kendi sorumluluğunu gizleyecektir. Tıpkı yoksulluğun, sefaletin sorumlusu hayatın her alanına damgasını vuran yeni liberal kapitalist iktisadi politikalar değil de, insanların ‘özgün yeteneksizlik’ veya ‘kişisel başarısızlık’ gibi temelsiz gerekçelerle açıklanması ve sorumlu tutulması gibi…

Salgını önlemek için belli bir zaman diliminde her türlü faaliyeti durdurmak, izole olmak, yayılmasını önlemek bilimsel bir doğru. Ancak, küresel kapitalist bir ekonomide üretim faaliyetinin durması demek, artı değer yaratımının, kar üretiminin durması, sermaye dolaşım ve birikim sürecinin kesintiye uğraması demek. Sermaye birikim süreçleri, dünya ölçeğinde şu ya da bu biçimde birbirine eklemlenmiş, birbirinin organik parçaları haline gelmiş durumda. Bu parçaların herhangi birindeki bir duraksama veya kesinti bütün kapitalist ekonomiler üzerinde domino etkisi yapacak, kırılmalara ve küresel ölçekte sonuçlara yol açabilecektir. Birbirini küresel ölçekte ve belli bir döngü içinde tamamlayan emek, meta, sermaye hareketleri olmaksızın gerçekleşen bir sermaye birikim süreci ve kapitalist ekonomi düşünülemez.

Hangi gerekçeyle yapılıyor olursa olsun üretimin ve dolaşımın durdurulması, kısa süreli de olsa sermaye birikiminin kesintiye uğratılması ve yalnızca kâr amacı gütmeyen sosyal ihtiyaçları karşılamaya yönelik üretimin sürdürülmesi, sermaye için ölümcül bir risk anlamına gelir. Bu bakımdan Covid-19 sadece bir sağlık sorunu değil, toplumsal ve siyasal boyutlarıyla birlikte ele alınmayı gerektiren sosyo-politik bir sorun.

Yakın geçmişe projeksiyon tutulduğu zaman artık dünyanın her yıl yeni bir virüs kriziyle yüz yüze geldiğini görüyor, ölümcül yeni virüslere tanık oluyoruz. Sermayenin de tıpkı bir salgın gibi dolaşıma girmeksizin, yayılmaksızın yaşaması ve varlığını sürdürmesi olanaklı değil. Sermaye dolaşım sürecinin durması ve yayılma imkanlarının ortadan kaldırılması demek, kapitalizmin kalbinin durması demek. Verili dünya koşullarında yerel ve küresel ölçekte kapitalizme karşı etkili bir mücadele yürütülmeksizin, virüslerden, ekolojik felaketlerden, yağma ve talandan kurtulmak olanaklı olamaz.

 

Eşitsizlikler Derinleşiyor

AKP-MHP iktidarı ekonomik, politik ve bölgesel düzeyde cereyan eden ‘çoklu kriz’ koşullarında virüs kriziyle yüz yüze geldi. Birbirini besleyen ve tetikleyen krizler nedeniyle büyük açmazlara sürüklenen Erdoğan rejiminin ‘temel stratejik yönelimleri’ itibariyle dönüşsüz bir yola girdiği, attığı her geri adımda iktidarının ‘kâğıttan şato’ gibi üzerine yıkılacağı yadsınamaz bir gerçek. Bu gerçeği Erdoğan ve Bahçeli de çok iyi bildikleri için geminin şu ya da bu yanından su almasını önlemek için her türlü gayri meşru yola, darbeci yönteme başvuruyorlar.

Aslında korona öncesi baş gösteren ‘çoklu kriz’ ekonomik krizin yanı sıra, süreci tetikleyen siyasal kriz, İslamcı-Türkçü devlet ve toplum ilişkilerinin tahkimine dayanan ‘Yeni Devlet-Yeni Türkiye-Yeni Medeniyet’ stratejisi ve ‘kapitalist modernite’nin ulus devlet modelinin krizinden başka bir şey değildi. Yaptığı oto yollarla, köprülerle, camilerle övünen Erdoğan nezdinde kitlesel ölümlere yol açan virüs, verili krizi aşacak bir sürecin işletilmesinde ‘noktalı virgül’ olmanın ötesinde daha fazla bir anlam ifade etmiyor.

Virüsün ekonomik krizi derinleştirdiğini, 2008 finans krizini de aşan boyutlar kazandığını, 1929’daki büyük bunalımdan sonraki en derin küresel krize neden olduğunu Erdoğan ve şürekası dışında söylemeyen yok gibi… Dünya ekonomisinin yüzde 5 küçüleceği, Avro  bölgesinde yüzde 10’un üzerinde daralacağı tahmin ediliyor. Bu tahminin ihracatının yüzde 60’ını Avrupa’ya yapan Türkiye için ‘iyi haber’ olduğunu Hazine’nin ‘Laylaylom Bakanı’ bile iddia edemez.

Örneğin IMF, 2020 yılında Türkiye ekonomisinin yüzde 5’e kadar küçülebileceğini söylüyor. Sermaye çıkışlarındaki artışın yanı sıra döviz kurunun yükselmeye devam etmesi finansal kriz riskini büyütüyor. Yoksulluk ve işsizlik inanılmaz bir hızda artıyor ve gerçek işsiz sayı 15 milyonu aşıyor. Her ne kadar yalın gerçek iktidar tarafından özenle gizlenmeye çalışılıyor olsa da TÜİK tarafından imalat sanayi üretiminin yüzde 33,3 azaldığını gösteren verisi işsizliğin ve yoksulluğun büyük bir hızla artmaya devam edeceğine işaret ediyor. Eşitsizlikler derinleşiyor, zengin ile yoksul arasındaki uçurum büyümeye devam ediyor.

Türkiye’de salgınla birlikte derinleşen ekonomik krizin nedeni yoğun emek sömürüsüne, doğal varlıkların talanına ve ‘ilkel birikim yöntemlerine’ dayalı, dövize endeksli dış borçla çevrilen sermaye birikim süreci ve büyüme modelidir. Bu model artık sürdürülemez bir boyut kazanmış ve iflas etmiştir. Türkiye’nin toplam 431 milyar dolar borç stokunun üçte ikisi iktidar tarafından beslenen ve büyütülen üç beş büyük sermaye grubuna aittir. 2020 sonuna kadar ödemesi gereken borç miktarı 168,9 milyardır. Alınan milyarlarca dolar, beton gibi ölü yatırımlara gömülmüş, yandaş sermaye grupları ihya edilmiş, eğitim, sağlık, sosyal güvenlik gibi sosyal hizmetlerden esirgenen kaynaklar silah tekellerine, savaş baronlarına ve militarist politikalara cömertçe aktarılmış, israf ve şatafatın dorukta olduğu büyük bir ‘soygun düzeni’ inşa edilmiştir. Ülkenin bütün tarihsel birikimleri tüketilmiş, şimdide işçilerin el emeği, göz nuru kıdem tazminatına göz dikilmiştir. Kıdem tazminatının gaspıyla beraber işçi sınıfının neredeyse bütün ekonomik tarihsel birikim ve kazanımlarına el koyulmuş olacak. Kıdem tazminatının gaspına karşı işçi sınıfının üretimden gelen gücünü kullanarak genel greve çıkmasının tam zamanı…

 

Tarihsel referans: Yeni Osmanlıcılık

İçeride inşa edilen böyle bir sermaye birikim süreci ve soygun düzenine; dışarıda, bölgesel düzeyde sömürgeci ve yayılmacı politikalar eşlik ediyor.

Türkiye kapitalizmi Özal döneminden beri bölgede güç merkezi olma yoluyla kapitalist hiyerarşide bir üst basamağa sıçramak amacıyla yayılmacı (emperyal) politikalar izliyor. Tarihsel referanslara (Yeni Osmanlıcılık) yaslanarak Ortadoğu’dan Afrika’ya kadar birkaç kıtada ‘Osmanlı’dan bakiye’ olarak gördüğü pek çok bölge ülkesine şu ya da bu biçimde nüfuz etmeye çalışıyor. Ne var ki, Türkiye AKP iktidarları döneminde kuvvetten fiile dönüştürülen bu stratejiyi bölgede ‘belirleyici ve düzenleyici rol’ oynayan büyük küresel güçler karşısında kapitalist rekabete dayalı iktisadi kurallar içinde realize edebilecek kapasiteden yoksun bulunuyor ve militarist yöntemlerden başka hiçbir rasyonel araca sahip değil. Libya iç savaşına askeri müdahale ve Doğu Akdeniz’deki doğal varlıklara ‘el koyma’ girişimleri bu politikanın bir tezahürü…

Türkiye’nin artık ‘soğuk savaş’ dönemine özgü klasik ‘yurtta barış, dünyada barış’ şiarına dayanan dış politika stratejisi kökten değişikliğe uğramış bulunuyor. ‘Milli Güvenlik’ stratejisini ‘sınır ötesi’ne taşıyan, askeri güç kullanımına dayanan ve küçük ölçekli de olsa ‘askeri sınai kompleks’le desteklenen, sonu belirsiz maceraya yelken açan militarist bir politika… ABD, AB ile Rusya arasında ‘mekik dokuyan’, süreci karakterize eden büyük küresel güçler arasında bir ‘tenis topu’ gibi oradan oraya sürüklenen ilkesiz, esnek, pragmatik bir dış politika…

‘Türkiye’nin Irak, Suriye, Libya, Somali, Lübnan, Afganistan, Katar, Mali, Orta Afrika Cumhuriyeti, Bosna-Hersek, Kosova, Kuzey Kıbrıs, Azerbaycan, Arnavutluk, Sudan olmak üzere toplam olarak 15 ülkede askeri varlığı söz konusu. Bu ülkelerin bir kısmında askeri üssü de var. En çok askeri KKTC’de, en büyük askeri üs Somali’de bulunuyor.’

Bu sürecin organik parçalarından birini de Kürt sorununda savaş ve işgal biçiminde süren sömürgeci politikalardaki ısrar oluşturuyor. İçeride ‘müzakere masası’nın devrilmesi, dışarıda Kuzey Doğu Suriye’ye yönelik işgal girişimleri, Rojava devrimini boğma hamleleri, yüzyıllık sömürgeci bir devlet mantalitesinde ısrarın bir sonucu. Artık, devlet iktidar güçlerinin Kürtlere yaklaşımı, tutumu ve Kürt siyaseti Türkiye’nin ‘bölge stratejileri’ne göre belirleniyor ve bütün parçalardaki Kürtlerin siyasi geleceği ve özgürleşme imkanları hiçbir tarihsel dönemde olmadığı kadar birbirine bağlanmış bulunuyor.

Açık ki, iç savaş ve işgal koşullarında büyük bedeller ödenerek, büyük acılar çekilerek inşa edilen ve düşünsel mimarlığını Öcalan’ın yaptığı Rojava Devrimi’nin yaşaması ve Kürtlerin yeni Suriye’de demokratik bir siyasal statü sahibi olması büyük bir ‘tehdit unsuru’ olarak görülüyor. Kuzey Doğu Suriye’ye işgal girişimlerinin yanı sıra ‘terör’ adı altında Güney’e yapılan askeri operasyonlardan sonra, Türk askeri güçlerinin operasyon bölgelerinden gönül rızasıyla çekileceklerini düşünmek büyük yanılgı olur. Temel hedef, elinin kolunun uzandığı her parçada Kürt coğrafyasını işgal ve ilhak etmek, Güney’in federatif statüsüne merkezi Irak devletiyle birlikte son vermek ve bölgede yerleşik güç haline gelmek.

Bölgeye dair tespitler içeride bir eşiğe gelmiş dayanmış ‘müzakere masası’nın tek hamleyle neden devrildiğini yeterince açıklıyor. Yüzyılın başında, 21. Yüzyılın ‘Kürtlerin Yüzyılı’ olarak nitelenmişti. Sömürgeci bölge devletlerinin bütün kuşatma ve saldırılarına karşı bu niteleme geçerliliğini koruyor ve onu kuvvetten fiile dönüştürecek yegâne imkânın, ‘Kürtlerin Birliği’nde olduğunu işaret ediyor. Kaldı ki, Öcalan’ın da ısrarla üzerinde durduğu ve realize olmasını istediği Kürtlerin Birliği’ni ‘Demokratik Ortadoğu’ vizyonuyla birleştirecek ‘bölgesel enternasyonalizmi’ canlandırmanın ve ittifak politikasını geliştirmenin de tam zamanı.

Nitekim, Kuzey ve Doğu Suriye’de ENKS ile Kürt Ulusal Birliği Partileri (PYNK) arasında Duhok anlaşması eksen alınarak yapılan anlaşmaya dair Bahçeli’nin zehir saçan değerlendirmesi, Kürtler arası birliğin devlet-iktidar güçlerinin bölgedeki sömürgeci ve yayılmacı amaçları bakımından ne kadar ‘yaşamsal bir tehlike’ olduğunu gözler önüne seriyor.

Bu genel tespitlerin ışığında süreci karakterize eden mantalite ve olguları analojik birkaç soruyla açığa çıkarmak mümkün.

Örneğin, ilkel birikim yöntemlerine dayalı bir sermaye birikim süreci örgütlü bir işçi sınıfının, kitlesel ve güçlü sendikaların olduğu kısmi demokratik koşullarda bile sürdürülebilir miydi? Esnek, kuralsız ve güvencesiz çalışma süreci karakterize edebilir, yoksulluk bu kadar yaygınlaşabilir, işsizlik böylesine artabilir miydi?

‘Müzakere süreci’nin onurlu bir barışla taçlanarak kalıcı bir demokratik çözüme evrildiği durumda Batı’ya empoze edilen ırkçı ajitasyon bu denli karşılık bulabilir, Kürt düşmanlığı bu düzeyde boyutlanabilir, kayyumlarla Kürt halkının iradesi hoyratça gasp edilebilir miydi?

Dincilik, milliyetçilik, cinsiyetçilik, piyasacılık bu denli büyük bir alıcı kitlesine sahip olabilir miydi?

Bölge halklarının ortak çıkarlarını eksen alan barışçıl bir dış politika eşliğinde sömürgeci ve yayılmacı bir ülke vizyonu oluşturulabilir miydi?

Açık ki, yanıtsız birkaç soru bile içeride baskın bir otoriter siyasi rejim olmaksızın böyle bir sermaye birikim sürecini, büyüme modelini ve soygun düzenini, dışarıda sömürgeci ve yayılmacı militarist bir dış politikayı sürdürebilmek olanaklı olamazdı. Başkanlık rejiminin inşası, siyasetin sarayda tekelleşmesi ve Kürt sorununda savaş stratejisine dönülmesi yeni sürecin inşasında öne çıkan başat olgular olarak rol oynamışlardır. Artık devlet eski devlet değildir. Devlet yeniden örgütlenmiş, Kürt illerindeki belediyeler ‘vali ve kaymakam kayyumlar’ vasıtasıyla devletin dikey örgütlenmesinin organik parçası haline getirilmişlerdir. Özgün ve özerk/otonom bütün kurum ve kuruluşlar devletin şu ya da bu düzeydeki uzantısı haline getirilmiş, saray rejiminin sultası altına sokulmuştur.

Nitekim, toplumu sokak sokak sürekli bir biçimde ‘gözetleme ve denetleme’ amacıyla çıkarılan ‘Bekçi Yasası’ndan sonra yargının üç temel ayağından birini oluşturan savunmaya yönelik ‘çoklu baro’ operasyonu henüz kurumsallaşma aşamasındaki Erdoğan rejiminin eksik parçalarının adım adım tamamlanması anlamına geliyor. Belli ki, saray savcılara istediği iddianameyi yazdırır, yargıçlara istediği kararı verdirirken, istediği savunmayı yaptıracak avukat profilini öne çıkarabileceği, istediği tutumu alacak alternatif baro(lar) için kapsamlı yapısal düzenlemeyi kaçınılmaz görüyor.

Erdoğan’ın sosyal medya ve dijital platformları kapatma yönündeki hamlesi de aynı mantalitenin ürünü. Yerel ve ulusal düzeyde yayın yapan bunca televizyon kanalına, gazeteye, internet sitesine sahip olmalarına, koca bir ‘trol ordusu’ beslemelerine, büyük bir yazılı ve görsel medya tekeli oluşturmalarına rağmen bütünüyle denetim altında tutamadıkları sosyal medya ve dijital platformları kapatma yoluna başvuruyorlar.

 

HDP Cürmünden Fazla Yer Yakıyor!

HDP’ye gelince, devletin yeniden örgütlendiği, yeni bir siyasal rejimin inşa edildiği ve toplumsal ilişkilerin yeniden düzenlendiği bu sürecin neresinde duruyor HDP?

Her düzeyde HDP’nin varlığına yönelmiş bu saldırı dalgasının amacı ne? Belediyelerden parlamentoya, kadın meclisinden gençlik meclisine, üyelerinden parti yönetim kurullarına kadar uzanan geniş bir yelpazede süregiden bu operasyonların, saldırıların nedeni ne olabilir? Bu süreçten çıkışın imkanlarını nerede aramak gerekir?

Her şeyden önce HDP, devlet iktidar güçleri nezdinde fikriyatı ve siyasetiyle, rasyonelleri ve potansiyelleriyle cürmünden fazla yer yakıyor ve büyük bir ‘tehdit unsuru’ olarak görülüyor. HDP’nin çok uluslu ülke realitesine uygun olarak demokratik ulus anlayışı ve yerel demokrasiyle şekillenmiş bir demokratik Cumhuriyet modeli, verili tekçi ulus-devlet anlayışı ve monolitik Cumhuriyet modelinde köklü demokratik değişim-dönüşüm anlamına geliyor. Bu değişim-dönüşüm onların siyasal tahayyüllerinin çok ötesinde bir geleceğin inşasına projeksiyon tutuyor.

HDP’nin yerel ve bölgesel ölçekte izlediği ve demokratik değişimlere yol açma potansiyeli taşıyan üçüncü yol siyaseti, devlet iktidar güçlerinin verili stratejik yönelimleriyle bağdaşmıyor. Daha önemlisi giderek toplumsallaşma eğilimi güçlenen HDP programının ve bu program etrafında biriken toplumsal güçlerin saray rejiminin bütün stratejik yönelimlerini akamete uğratacak bir potansiyeli taşıdığı ve yeni bir siyasal süreci inşa edebilecek kapasiteye sahip olduğu için hedef tahtasına yerleştirilmiştir.

7 Haziran 2015 bu nedenle bir milat olma özelliği taşıyor.

7 Haziran sonrası 20 Temmuz Suruç katliamıyla beraber HDP’ye yönelik stratejik bir saldırı dalgasını başlatılması bir rastlantı değildi. Barışçıl bir siyasal iklim ve kısmi bir demokratik ortamda gerçekleşen 7 Haziran seçimleri ertesinde HDP’nin kriminalize edilerek ‘acil tehlike’ ilan edilmesi ve ‘öncelikli hedef’ haline getirilmesi, sadece barajı aşarak 80 vekille parlamentoya girmiş olması değil, AKP’yi iktidardan düşürerek Erdoğan’ın başkanlık yolunu kesmesi ve izlediği üçüncü yol siyasetiyle devlet iktidar güçlerinin temel stratejik yönelimlerini akamete uğratacak bir siyasal iradeyi açığa çıkarmış olmasıydı.

Barışçıl bir politik iklimde toplumsallaşan, büyüyen ve genişleyen üçüncü yol siyasetine yön veren politik güçlerin, bir süre sonra parlamentoyla yetinmeyerek köklü bir siyasal değişim ve toplumsal dönüşüm sürecinin önünü açacak bir yönelime girme potansiyelinin açığa çıkardığı ve devlet iktidar güçlerinin tolerans sınırlarını fersah fersah aşan bir siyasal süreci örme riski,

HDP’ye yönelik ‘topyekûn bir mücadele’ konseptinin ve ‘çöktürme planı’nın devreye sokulmasının başlangıcı olmuştur.

HDP, hala AKP-MHP iktidarının ve stratejik yönelimlerinin önündeki en büyük engeldir ve yeni rejimin ‘inşa sürecini’ kesintiye uğratma potansiyeli taşıdığı için de HDP’nin varlığına yönelik çok yönlü bir saldırı dalgasını aralıksız sürdürülmektedir.

Nitekim Erdoğan bir konuşmasında ‘… bunlar sadece bizim iktidarımızı değil, bizim kurmak istediğimiz medeniyeti de yıkmak istiyorlar’ biçimindeki sözleri aslında sürecin sadece bir siyasal iktidar sorunu olmadığını, birbirine eklemlenmiş çok yönlü bir sürecin eş zamanlı olarak işletildiğinin ip uçlarını veriyor.

Bu saldırı konseptinin aralıksız biçimde yaşamın her alanında süreceğini kuşku yok. HDP’ye yönelik saldırıların konjonktürel değil, stratejik olduğunun altı özellikle çizilmeli. HDP’nin devletten, sermayeden ve patriyarkadan bağımsız üçüncü yol siyaseti, 90’lı yıllarda İngiltere’de Tony Blair’in, Almanya’da Schröder’in öncülük ettiği ve tarihe büyük bir başarısızlık örneği olarak geçen ‘yeni liberalizmi sosyal demokrasi sosuyla birleştiren üçüncü yol’ stratejisiyle karıştırılmamalı ve içinde bulunduğumuz kaotik bu sürecin ‘bağımsız birleşik bir güç merkezi’ ve yeni bir siyasal sürecin inşasına paralel olarak aşılacağı öngörülmeli. Böyle bir sürecin başlangıç adımları AKP-MHP iktidarının varlığına son vermekle atılabilir ve ideolojik, politik, örgütsel düzeyde ‘direniş ve inşa’ sürecini eş zamanlı işleten çok yönlü bir mücadeleyle aşılabilir.

Saldırı oklarını yalnızca Kürtlere ve HDP’ye değil, bütün toplumsal muhalefete yöneltmiş, kendinden olmayan herkesi kendi varlığına karşı bir ‘tehdit unsuru’ olarak gören bir faşist iktidar karşısında önceliği barış, demokrasi, özgürlük, hak, hukuk, adalet ve insanca yaşam olanların, bir demokrasi ittifakında buluşmaya ve birleşik mücadeleye yönelmelerine ‘subjektif yargı’ ve ‘öznel darlık’ dışında, hangi programatik farklılık engel olabilir?

HDP bu süreci inisiyatif alarak aşağıdan yukarıya doğru ilmek ilmek örebilir, toplumsal ilişkilerini genişletebilir, siyasal etki alanını büyütebilir ve etkili demokratik güç olarak bir ‘çekim merkezi’ olabilir.

Kökleri tarihin derinliklerinden süzülüp gelen tarihsel mücadele ve direniş geleneğine sahip HDP gibi partiler bir akarsuya benzerler. Akarsular durudur, berraktır, temizdir. Onların duruluğu, berraklığı, temizliği durmaksızın akıyor, sürekli hareket ediyor olmalarından gelir. Her mevsimde akışları değişkenlik gösterir, farklı biçimlere bürünür, inişli çıkış bir seyir izlerler ama her durumda ve her zaman durmaksızın akarlar, hareket ederler.

Nitekim, HDP’nin Hakkari ve Edirne’den başlayan ve her türlü engele, baskıya ve yasaklamaya rağmen Ankara’da buluşan ‘Darbeye Karşı Demokrasi Yürüyüşü’, ülkeye zehir saçan iktidar karşısında, ülkeye temiz bir oksijen kanalı açmış, toplumsal muhalefete nefes alabileceği yolu göstermiştir. HDP yürünen yolu büyütmek, yolda yürüyenleri çoğaltmak, rasyonellerini etkin kılmak ve potansiyellerini harekete geçirmek azami çabayı göstereceğine kuşku duyulmamalı.

HDP gibi partilerin soluk borusu sokaklardır. Sokaklardan kasıt hemen her gün ‘bayrak sallanması’ ve ‘dar pratikçilik’ değil. Sokaklar, üretimin ve yaşamın sürdüğü, acının ve hüznün, coşku ve sevincin yaşandığı, insanların varlığını sürdürdüğü mekanlardır. Satır aralarında sıkça zikredilen işçiler, emekçiler, yoksullar, dışlananlar o mekanlarda yaşarlar. Sokak halktır. Meşruiyetini ve gücünü sokaktan alan gerçek halk hareketleri ancak doğdukları, büyüdükleri, meşruiyetini ve gücünü aldıklarını mekanlarla iç içe oldukları sürece derinlere kök salabilir, her koşulda kendilerini yeniden üretebilirler.

Bunları da beğenebilirsin

Yoruma kapalı.