Düşünce ve Kuram Dergisi

Sorunlar Doğru Tanımlanmadan Ahlaki-Politik Toplum Olunamaz

M. Aydın Söğüt

“Sorunların çözümü, doğru tanımlanmalarıyla yakından bağlantılıdır.”

Politikanın ayağa düşürüldüğü ve ahlakın dini dogmalara hapsedilip yobaz bir baskı aracına dönüştürüldüğü bir çağda yaşıyoruz. Toplumun ahlak ve politika sorunları kendilerinin yanlış tanımlanma biçiminden, uygulanışına ve kendilerine yaklaşıma kadar geniş bir yelpazede seyrediyor.

Modernitenin kapitalizm, endüstriyalizm ve ulus-devlet unsurlarına karşı demokratik modernite alternatifinin ekolojik, ekonomik, ahlaki ve politik toplum unsurlarının özü de, içe doğru tanımlamalar yapmayla başlamaktır.

Her iki vazgeçilmez olgu bir bütünlük arz etse de tartışmaya politikayla başlayalım. Larousse Ansiklopedik Sözlük’te politikanın tanımı şöyle veriliyor:

– “Bir devletle yöneticilerin belli bir alanda uygulamaya koydukları görüşlerin tümü.

– Her hükümetin yönetimde izlediği yol, yöntem biçimi. Siyaset.

– Hükümetin belli bir alandaki tutumu, yaklaşımı. Siyaset.

– Herhangi bir konuda izlenen yol-yöntem.

– Bir amaca ulaşmak için karşısındakinin duygularını okşayarak, onun zayif noktalarından veya aralarındaki anlaşmazlıklardan yararlanarak işini yürütme, istediğini elde etme taktiği. Siyaset.”

Devamında “politikacılık” maddesinde de şu iki tanım yapılıyor:

– “Politika ile uğraşan kişi.

– Karşısındakinin duygusunu okşayarak, onun zaaflarından yararlanarak çıkar elde etme: ustaca davranma.”…

Yukarıda sıraladığım her tanım bir zihniyetin ürünüdür ve ne yazık ki dile “masumane” bir şekilde yerleşen her tanım zamanla bir düşünsel şekilleniş yaratır. En devrimci çevrelerde bile bazen espri konusu olarak “bana politika yapma!,” bazen de ciddi platformlarda eleştiri ve suçlama konusu olarak komplo, entrika, demagoji ve duygu sömürüsü imasıyla birileri için “politika yapıyor” denilebiliyor. “Politikanın ayağa düşürülmesi” derken kastettiğimiz durum sadece bu değil. Bu tanımı gereksiz sayip söz konusu yaklaşımları veya benzetmeleri de argoya verip geçiştirebiliriz. Ama egemenlikçi zihniyetin politikayı toplumdan, halktan kopuk bir kısım hesapçı seçkinin elinde paçavraya çevirmesinin toplumda yarattığı politika antipatisinin de bununla bağı var. Sonuçta bu da bir tanımlama ve yaklaşım sorununa işaret ediyor.

Gerek bu tanımın ve gerekse genel olarak politika tanımının diğer boyutları devlet ve hükümet idaresini anlatıyor. Aristoteles’in “Politika” isimli kitabına “Devlet Nedir?” sorusuyla başlamış olmasının da gösterdiği gibi, karşımızdaki esas sorun bu nokta. Günümüzdeki “siyaset sosyolojisi” bilim dalı devlet konusunu öncelikli ve temel gündemi olarak ele alır. Ve ne yazık ki tarihten günümüze “siyaset felsefesi” de tartışmanın temeline devlet idaresini almıştır. Bu, politikayı toplumun elinden almanın da ötesinde, özünde politik bir varlık olan toplumun iktidar tarafından parçalanmasını ifade eder. Ali Fırat, bunu “toplumun inkarı” olarak nitelendiriyor.

Aynı sıkıntılar ahlakın tanımlanmasında da geçerlidir. Ama politikanın tersine ahlak, toplumda ve neredeyse toplumu boğan bir boyunduruk olarak bırakıldığı için daha karmaşık bir yapı-sorun teşkil ediyor. A. Cevizci’nin “Felsefe Sözlüğü”nde ahlak şu şekilde tanımlanıyor:

“- Genel anlamda, mutlak olarak iyi olduğu düşünülen ya da belli bir yaşam anlayışından kaynaklanan davranış kuralları bütünü. İnsanların kendine göre yaşadıkları, kendilerine rehber aldıkları ilkeler bütünü ya da kurallar toplamı.

– Bir kimsenin iyi niteliklerini ya da kişiliğini ifade eden tutum ve davranışlar bütünü, huy. Ahlak, çoğunluk bir toplum tarafından benimsenmiş olan davranış kodlarını temin eden görgü kurallarından, hukuk ve dinden ayırt edilir. Bunlardan görgü kuralları ahlakla doğrudan ilişkili olan eylem türlerinden daha az ciddi olduğu düşünülen davranış için kullanılır. Hukuk ise, ahlaktan kurallara, yaptırımlara, yasaları yorumlayıp cezalar veren resmi görevlere sahip olmak bakımından farklılık gösterir. Bununla birlikte ahlak tarafından yönetilen davranışla hukuk tarafından yönetilen davranış arasında dikkate değer bir örgütleme vardır.”

Bu tanım ve yorum mevcut durumun izahı açısından doğru, ancak ahlakı tanımlamak acısından kanımca yetersizdir. Ahlakı davranış kuralları bütünü veya “ilkeler bütünü” olarak tanımlamak, onu “sözlü hukuk” olarak tanımlamaktan pek de farklı değil. Yanı sıra, onu adab-ı muaşeret ile hukuk açısından bir yerde konumlandırmak onu kategorize etmek demektir. Daha doğru bir tanım, ahlakın geniş bir yelpazede adab-ı muaşereti de hukuku da kapsadığıdır.

 

Ahlak-Din İlişkisi

Adab-ı muaşereti ahlakın basitleştirilmiş, pratikleştirilmiş, normatif ve güç/iktidar ilişkili dejenerasyonu olarak ele almak mümkün. Bu açıdan daha bütüncül yaklaşım ile din ahlakın tanımını daha iyi kapsıyor. Ama din de iktidar eliyle bir araç olarak kullanıldığında hukukun maddi boyuttaki işlevini manevi boyutta tamamlayan bir silah olmaktan öteye gidemiyor. Hukukçuların ve hukuk felsefecilerinin de hukukun işlevini egemen gücün istediği ve belirlediği nihai bir durum ya da hedefe ulaşmak olarak tanımladığını göz önüne alındığında, sorunun iktidarla ilişkisi daha bir nitelik kazanıyor.

Felsefe tartışmalarında ahlaka akılcı, duygusal veya faydacı temeller konmaya veya vahye dayandırılmaya çalışılmıştır. Sokrates’ten Kant’a sorumluluk bilinci ahlakın dayanağı olarak gösterilmiş; Duygusalcılar “insanda doğruyu ve yanlışı ayırt etmeye yarayan bir moral ilke bulunduğu”nu (bir çeşit altıncı his) iddia etmiştir. Kendi başlarına değil, ama bir arada düşünüldüğünde bu girişimler ahlakın daha doğruya yakın bir tanımına götürebilecekken, iyi ve kötü yargısını eylemin kendisinde değil de sonucunda arayan, yararcılardan bazıları (Jeremy Bentham, mesela) “ahlaki aritmetik” adında, faydalı sonuçları (kendi deyimiyle, “haz”ın yoğunluğu süresi, niteliği ve etkilerini) ölçen ucube bir hesap bilim’i geliştirerek felsefi tartışmanın doğal olarak düzeyini düşürmüştür.

Dinin günah-sevap ve yasak-vacib ikilemlerine sıkıştırması ve adeta kadının cinsel sınrlandırılmasıyla özdeşleştirilmesinin yanı sıra, pozitif bilimciliğin bu alana “tarafsız” kalması, daha doğrusu iktidar için hukuk formülasyonları üretmesi toplumsal yapıyı en fazla zayıflatan faktörlerden olmuştur.

B. Russell, “İktidar” isimli yapıtında: “Töre bir yandan yasayı andıran toplumsal bir kurum, öbür yandan da birey vicdanını ilgilendiren bir husus olagelmiştir. Töre birinci yönüyle iktidar mekanizmasının bir parçasıdır; İkinci yönüyle genellikle devrimcidir. (…) Geleneksel törenin amaçlarından biri var olan toplum düzenini işler halde bulundurmaktır. (…) İktidar töresinin en açık görüşlerinden biri, itaatin aşılanmasıdır…” diyor.

Günlük dilde “ahlak” aşırı derecede dini alanla ve onun içinde de cinsel yaşamı düzenlemeyle sınırlandırılmıştır. Bunun için “töre” kavramının tanımı (son yıllarda o da kadın katliamıyla özdeşleştirilmiş olsa da) daha genişçe şöyle ifade edilebilir: “Bir toplumda benimsenmiş, yerleşmiş davranışların, sosyal alışkanlıkların uygulamaların, tutulan yolların, gelenek ve göreneklerin tümü” (Larousse). Russell’ın “töre” kavramını anlattığı için biz de konumuz gereği “ahlak” olarak ele alacağız. Zira dikkat çektiği hususlar çok önemli. Yorumlanış ve yaklaşıma göre birey vicdanı ile ilgili devrimci bir olgu olabiliyorken, bir iktidar aracına da dönüştürülebiliyor. Toplumsal yaşamı sürdürme işlevini görüyorken, itaat aşılayan bir silah işlevi de yüklenebiliyor. İtaat derken de elbette halkı iktidara, kölenin efendiye, kadının erkeğe, sıradan insanların dini otoritelere vs. ahlakını kast ediyoruz. Bu, aslında bize ahlak ve politika ile ilgili yanlış tanımlamalar sorununun öyle pek de tesadüfi olmadığını, esasen bir iktidar manipülasyonu olduğunu gösteriyor.

Diğer tüm canlılar da belirli bir çevre ve çerçevede belirli bir topluluk halinde yaşarlar, ama insan topluluğu gibi ikinci bir doğa (yaratılmış bir çevre, çerçeve ve bileşim) oluşturamazlar. İnsan birey ve topluluklarının toplumsallaşmasını zorunlu veya mümkün kılan etkenler konumumuz kapsamı dışında. Konumuz oluşan ikinci doğanın doğasıyla ilgili… Her bir araya gelişin (bileşimin) bir özü ve bileşimi olmalıdır. Öz’ü bu birlikteliğin sebep ve amaçları: biçimi de bunun sürdürülebilmesinin gerektirdiği yaşayış, davranış, düşünüş vs. olarak görmek mümkün.

Sıklıkla tarihte yaşamış komünal topluluklarla ilgili buluntuların analizini veya günümüzdeki bazı topluluklarla ilgili incelemeleri okuyoruz. Kapitalist uygarlıkla tanışmayan komünal topluluklar bir ağacı kesmek zorunda kaldıklarında bir ibadet tarzında doğadan özür diliyorlar. Özür dilemeleri veya beslenebilmek için bir hayvanı avladıklarında gerçekleştirdikleri benzer ritüeller, toplumsal bileşimin artık sadece zorunlu fiziksel/biyolojik yaşamın sürdürülmesinin ötesinde bir nitelik veya kimlik kazanmış olduğunu gösteriyor. Doğrusu, tüm ağaçların kesilmesinin veya tüm av hayvanlarının öldürülmesinin stratejik erimde fiziksel yaşamı olanaksız kılacağını düşündükleri için böyle yapıyorlar(dı) da diyebiliriz. Ama günümüzdeki bu denli bilgi ve tecrübe birikimine rağmen kapitalist açgözlülüğün bu kadarını düşünmediğini hesaba kattığımızda, komünal toplumsal bileşimin özü ve biçiminden ne kastettiğimiz daha anlaşılır hale geliyor. Bu bir bakış, yaşayış ve eyleyiş meselesidir. Tüm kültürel yaratımlar öncelikle bu çerçevededir. Bakış ve yaşayışa toplumsal ahlak, eyleyişe de toplumsal politika diyeceğiz. Dolayısıyla toplum özde ve biçimde ahlaki ve politik bir oluşumdur.

Bir yerdeki bir topluluğun herhangi bir faaliyet sürecini ele alalım: topluluğun söz konusu faaliyet için tartışması, karar alması ve uygulamaya geçmesi onun politik yönüdür. Ama tüm bu süreçlerde rehber edindiği bir bakış, düşünüş, hissediş ve doğruluk-iyilik gibi yaklaşım düsturlari vardır. Bu da toplumun ahlaki yönüdür. Bu açıdan ahlaka sadece rasyonel temeller bulmak yetersizdir. Zira doğruluk-iyilik doğrudan akılla ilgili değildir. Vicdan rasyonel değil, ahlaki bir hissediştir. Bunun yanı sıra ahlakı sadece duygusal boyutta bir olgu kabul etmek de yetersizdir. Çünkü ahlak toplumun yaşama bakışını, düşünüşünü, yorumlayışını ve bu düşünüş ve yorumlayış çerçevesinde ölçüler bulmasını ve işleyişini, yani politik gerçekleşmesini de ifade eder. Ahlaka yararcı çerçeve çizmek en yanlışıdır.

Ahlaki yaklaşım bir politikanın faydalı sonuçlar verip vermeyeceği kadar ve belki ondan da önce o politikanın uygulanış sürecine bakar. Yararcı yaklaşım bunu tersyüz eden bir iktidar yaklaşımıdır. Çokça Protestan ahlakı ve kapitalizm ilişkisinden söz edildi. Hıristiyanlıkta tefecilik kesin olarak yasaklanmıştır. Ama ticaret, kent-devletleri gelişmekte ve tüccar sınıfın etkinliği artmaktadır. Katolik kilisesi bir yandan monarşilerle bir yandan da doğmalarını delen Protestan girişimlerle boğaz boğaza bir iktidar savaşındadır. Ve bu savaşı kazanmak için ticaret kentleriyle ve tüccar sınıfla borç ve para ilişkisine girmekten kaçınmamıştır. Calvincilik ve Protestanlık zaten bu minvalde çok daha erken davranmıştır. Tefecilik yasağıyla meshur Hristiyanlık’ta artı borcunu ve borcunun faizini ödemek en büyük günah sayılmaya başlamıştır.

Kuşkusuz hiçbir toplumsal olgu, statik ve değişmez değildir. Her şeyde olduğu gibi, ahlak alanında da yargılar, ölçüler ve kapsam zamanla değişebilir. Değişmelidir de. Politik alan ve ihtiyaçlar çok dinamiktir. Ahlak bu dinamizmin çok gerisinde kalırsa zaten çatışma başlar. Biliyoruz ki durağanlıkta ısrar eden her şey doğal olarak iktidarın hizmetini görür. Ama ifade ettiğimiz değişim zaman, ihtiyaclar, zorunluluklar ve özgürlük arayışı çerçevesinde biraz da doğal bir seyir izler. Çıkarcılığın müdahaleleri ise (gerek durdurma ve gerekse «değişim» amaçlı olsun) sadece ve sadece dejenerasyon yaratır.

Hakeza değişim gerçeği de doğru kavranmayı gerektiriyor. Çevresel ve içsel faktörler her topluluğun kültürel yaratımlarında da farklılıklar ortaya çıkarır. Dolayısıyla yaşama bakış ve uygulayışta çok çeşitlilik mümkündür. Ama bazı olgular da evrensel özellik taşır. Bunlara toplumsal hakikatler de diyebiliriz. Mesela, zaman ve mekan ayrımı gözetmeksizin hemen hemen her toplulukta hırsızlık, iftira, yalan, sömürü, kirlilik vs. hoş görülmez. Yani toplumsal ahlak veya ahlaki toplum evrenseldir. Ama iktidar bunu zaman ve mekanda sınırlayarak, tekeline alarak ve kendi çıkarlarını gözeterek yasa ve yasaklara indirgemiştir. Evet öldürmek yasaktır, zira öldürme hakkı bir tek iktidara aittir. Hırsızlık yasaktır, zira bir tek iktidar gasp edebilir. İftira yasaktır, zira iktidarın iyilediği iyidir, kötülediği kötüdür… vs. Bunu salt kaba güçle yapmayıp insanları inandırma ve ikna mekanizmalarına başvurmuştur. Elbette bunun bildiğimiz en yaygın (ve ilk) yolu ideolojik hegemonya silahı olarak dindir.

İdeolojik savaş meydanında ezilenler de yine zaman zaman dini çıkışlarla direnmişler ve toplumsal ahlakı bu yeni dinlerine yedirmeye çalışmış, kısmen de başarılı olmuşlardır. Ama dinler karakterleri gereği doğmatiktirler, zamanla yenilenmezler ve zaman dışı kalan her şey bir baskı ve gericilik unsuru olarak işlev görebilir. Din artık iktidarı aşılama projesinin bir parçasıdır. Esasında toplumun bir araya gelip tartıştığı, kararlar aldığı, uygulamalarını gözden geçirdiği ve sosyal paylaşım olanağı bulduğu mekanlar olan cami, sinagog, kilise gibi politika arenaları zamanla insanları politikadan uzaklaştırma, hergün yeniden itaate alıştırma ve binlerce yıllık dua ve ritüelleri amaçsızca tekrarlama kulüplerine dönüştürmüştür.

Hammurabi yasalarına göre (ki bugün devlet hukukunun atasıdır) “bir adam bir başka adamın kızını vurup da ölümüne sebep olursa. kadını/kızı ölen adam da diğerinin kadınını/kızını öldürme hakkını kazanır.” Kadın-adam örneklemesini bir metafor olarak da algılayabiliriz. İtaatin reaya-egemen, kadın-erkek, uşak-efendi ilişkisi anlamına geldiğini belirtmiştir. Hukuk, kadını ve dolayısıyla toplumu bir özne olarak görmez. Özel mülkiyetin bir gereği olarak egemenin-adamın malıdır. Dolayısıyla da resmi hukukun toplumun ahlaki değerleriyle bir ilgisi kalmaz. Burada iktidar toplumsal ahlakın yerine hukuku ikame etmekle yetinmez, işlevini de tamamen değiştirir.

Ahlaki-politik toplumun kendini yönetmesi, yaşamını düzenlemesi ve işlerini görmesi için aracı kurumlar/süreçler/güçler şart değildir. Toplumun kendisi tüm bu süreçleri tartışabilir, düzenleyebilir ve uygulayabilir. Bu, toplumun politik karakteridir. elbette yine tüm yaşamı ve gerekse de politik sürecin ilkeleri, ölçüleri, değerleri olacaktır. Bu da toplumun ahlaki yönüdür.

 

Ahlak-Felsefe İlişkisi

Toplumun ahlaki ilk yaratımlarından, kutsallarından, değer yargılarından günümüze dek oluşturduğu iyi-kötü, doğru-yanlış gibi ölçülerdir. Bu nedenle ahlak salt ilk komünal toplumsal bir özellik değil, toplum var oldukça var olacak, daha doğrusu toplumsallığın ancak onunla var olacağı felsefesidir. Duygusal olduğu kadar düşünsel, bilimsel olduğu kadar dini temelleri ve görünümleri de olur. Çünkü tüm bir tarih sürecini kapsar. Müdahalelerle yaratılmaz, oluşturulmaz. Zaten bu tür müdahaleler bozulma sebepleridir. Ama elbette yorumlanır; insanlığın düşünsel, siyasal, sosyal gelişimine paralel olarak geliştirilir, dönüştürülür. Bu gelişme ve dönüştürmeninde toplumun temel dokusuna uygun olması gerekir. Toplumsal bir öz olduğu için toplumla oluşur ve toplumla da dönüşür. Bu açıdan katı dogmalardan farklıdır.

Toplumsal diyalektik bir varlık olduğuna göre ahlak da diyalektiktir ve evrilir. Hegel aynı tanım ve işlevi “akıl” a atfeder. Ama yukarıda da ifade ettiğimiz gibi ahlakın en önemli halkası da vicdandır, hissediştir. Aklın faydalı veya uygun gördüğü her şeyi vicdan kabullenmeyebilir. Akıl yeri geldiğinde karı için sömürü ve katliamı da reva görebilir; işe yaradıkça bunu teorize de eder. Ama vicdan bunu meşru göremez. Ahlak aklı da kapsar ama akıl ahlakı kapsamaz. Yarar ve ahlaken meşruluk ikilemiyle karış karşıya kalındığında pozitif bilimin de esas aldığı rasyonel yorumdur. Bu anlamda pozitivist bilim ahlak dışıdır ki kendisi de zaten ahlaki yargının dışında durduğunu ifade eder.

Ahlak toplumsal felsefe anlamına da geldiği için felsefi yorumunu geliştirmek, genişletmek mümkündür. Felsefi yorum salt geçmiş yorumları tekrarlamak değil, toplumun günümüzdeki tüm özgürlük sorunları çerçevesinde çözümler üretmek, tek tek bireylere kadar aydınlatıcı perspektifler sunmaktır. Ali Fırat, bu nedenle kapitalist pozitivizmin teolojisine karşı, bilim-bilgelik anlamında felsefeyi önerir. (pozitivizmin gerçekte en katı dogmatik teoloji olduğu savunmalarda genişçe açımlanıyor.)

Zaman zaman “toplumu kurmak” tan söz ederiz. Bunu da toplumsal ahlakın bize yüklediği bir görev sayarız. Bu nedenle de politikaya toplumu yapıcı, düzenleyici bir araç olarak bakarız. Kanımca bu da yanlış çünkü politika bir araç değil. toplumun tüm etkinliğidir. Toplumu bir beden olarak düşündüğümüzde nasıl ki ahlak onun ruhu ise, politika da tüm organları ve hareketleridir. Bu, öncü kadro, öncü örgüt gerçekliğini yadsımaz. Öncü organizmalar onun koşullarını hazırlar, engellerini aşar, somut pratiğini programlaştırır ve öncelikle de kendi bünyesinde yaşamsallaştırır. Zaten politik ve ahlaki toplumun esas yolu öz yeterlilik, öz savunma ve öz yönetim esaslarına dayalı komünal yaşayıştır. Şüphesiz ki bu yaşayışın tek bir kalıbı olamaz. Doğrudan katılım, evrensel bir ahlaki-politik hakikattir.

 

Bunları da beğenebilirsin

Yoruma kapalı.