Düşünce ve Kuram Dergisi

Türk Ulus-Devleti ve Darbeler Mekaniği

Metin Ayçiçek

Devlet analizlerinde, toplumun üretim ilişkileri, devletin oluşum koşulları ve biçimi, amaç ve hedefleri, devlet-insan ilişkisinin düzenlenme düzeyi ve yönteminin toplumsal oluşum ve değişimdeki rolü gibi onlarca ölçünün kullanılması zorunluluğu, doğal olarak sosyal bilimlerin değişik birimlerinin gözlemlerine de büyük gereksinim duyulur. Söz konusu ölçüler, yukarıda tanımlanan bilim dallarının içerisinden akarak biçimlenir ve “devlet” tanımının içerisine girerek, toplumsal varlığın genetik formlarını oluşturur.

Bir toplumda demokrasi geleneğinin varlığı sorunu, bunalım anlarında belirgin olarak ortaya çıkar. Bunalım yaşamakta olan toplumlar, yaşanılan bunalımın etkisiyle özgürlükleri kısma, muhalefeti susturma, yürütme erkini güçlendirme eğilimi içerisine giriyorsa o toplumda demokrasi geleneğinden söz etmek mümkün değildir. Bunalım anlarında dahi bireysel/toplumsal özgürlükleri korumaya çalışan, yürütme erki yerine yasama erkinin egemenliğini yaygınlaştırmaya çalışan toplumsal/politik yapılarda ise genellikle köklü bir demokrasi geleneğinden söz edilebilir.

Toplumlarda anayasal gelişmelere ya da anayasa değişimlerine yönelik hareketler, yönetimlerin keyfi istekleri olarak değil, asli olarak mevcut toplumsal gelişimin, eski toplumsal ilişkiler tarafından engellenmesini ortadan kaldırmak içindir.

Bugün, Türkiye Cumhuriyeti’nin bir darbeler devleti olduğunu iddia ederken, bunu bireylerin iradesinden koparıp, tarihsel ekonomik-sosyal ilişkiler üzerinden tanımlamak gerekecektir. Günümüz Türkiye’sinin herhangi politik ya da sosyal bir özelliğini anlamak için de toplumun yaşadığı tarihsel süreçlerden kopuk, bireysel iradeyle gerçekleştirilen uygulamalar olmadığını bilmek gerekir. “Şüphesiz ki Osmanlı anayasal gelişmeleri, başka ülkelerde de olduğu gibi birtakım toplumsal kaynaşma ve tepkilerin sonucunda doğmuşlardır… Bu tepkilerin ana hedefinin, mevcut devlet ya da toplum düzeni, belki de ‘düzensizliği’ olduğu söylenebilir. Bir başka deyimle yeni bir siyasal düzen arayışı, yüzyıllardır içinde bulunulan devlet yapı ve sisteminin artık toplumu yönetemez, toplumun değişik kesimlerini de birbiriyle uzlaştıramaz hale gelmesinden kaynaklanmaktadır. Bu süreç, en genel deyimiyle Osmanlı devlet sisteminin çözülmesi biçiminde adlandırılabilir.”

Bir devlet iktidarını güç uygulayarak değiştirilmesi pratiği olan darbeler (coup d’etat), Türkiye Cumhuriyeti’nin neredeyse geleneğini oluşturan bir uygulama sayılabilmektedir. Böyle algılanmasının önemli nedenlerinden birinin bu uygulamanın köklerinin Osmanlı geçmişine dayanan bir tarihsel izdüşümü olduğu söylenebilir.

Başlangıcında Osmanlı devletinin en önemli ekonomik kaynağı, esas olarak fütuhat ve fethedilen toprakların talanı, vergilendirme, haraca bağlama gibi üretim dışı, esas olarak savaş ganimetleri üzerinden elde edilen gelirdi. Anadolu-Mezopotamya, Ortadoğu, Kuzey ve Orta Afrika topraklarının sömürgeleştirilmesi, bu kadar geniş bir alana yayılmış bir sömürgecilik, yani esas olarak fütuhat ve talan üzerine dayanan bir ekonomik kaynağı sürekli kılabilmek için devlet yönetimini, otoritesi çok güçlü bir merkezi devlet yapısı üzerine kurulmuştu. Böylece sadece politik iktidarın değil, aynı zamanda toplumun biçimlendirilmesi ve yönlendirilmesinde de bu güçlü iktidar söz sahibidir. Eski olan “Osmanlı, Osmanlı… Aş bulunca giriş, iş gelince sıvış” sözü, üretici olmayan ama fazlasıyla tüketen bu sosyo-ekonomik yapının iyi bir tanımıdır.

 

Osmanlı Öncesi Demokrasi

Göçer yaşamdan feodaliteye, feodaliteden kapitalizme geçen toplumlarda bu geçişin biçimi ve kullandığı araçlar, oluşturdukları devletlerin de içerik ve biçimini birinci dereceden belirlemiştir. Bu toplumsal geçişler eğer bir toplumun kendi iç dinamiğiyle gerçekleşmiyorsa hangi toplumsal sosyo-ekonomik model olursa olsun çökmeye mahkûmdur.

Altaylardan Batıya, Anadolu’ya doğru akıp gelen Altay kökenli soylardan büklümlü dil konuşan Türk boyları, kendi dinleri olan Şamanizm’i bırakıp İslam’ı seçerek ciddi bir kimlik kırılmasına uğramışlardır. Sonrasında göçebe yaşamı terk ederek Anadolu-Mezopotamya topraklarını işgal edip yerleşik yaşama geçişle birlikte eski yaşam kültürünü de bütünüyle kaybettiler, kaybetmek zorundaydılar.

Milattan Sonra 300-500 yıla kadar, Orta Asya halkları küçük toplumsal birimler halinde yaşamakta ve esas olarak avcılık ve hayvancılıkla yaşayan göçebe toplumlardı. Besin kaynaklarının sınırlılığı biryandan küçük toplumsal birimler halinde yaşamayı zorunlu kılarken, diğer yandan diğer göçebe boyların saldırılarına karşı da olabildiğince kalabalık olmak gerekiyordu. Bu iki gereksinim Altay boy ve obalarının toplumsal şekillenişlerini doğrudan belirlemiştir. Bir yandan küçük birimler halinde ekonomik yaşamı sürdürürken diğer yandan savaş, savunma, sürek avı gibi nedenlerle bir araya gelebilen ilişkiler yaratabilmişlerdir. Küçük birimler savaş gibi nedenlerle bir araya geldiklerinde bir askerî şef (başbuğ) ya da bir av lideri seçerler. Savaş bitince, av sona erince, şefin hiçbir rolü ve yetkisi kalmaz. Barışta her boy ve oba kendi bölgesine çekilir. Bu dağınık yaşama dahi daimi bir askerî şefin ortaya çıkmasını engeller.

“Sık sık görülen kıtlık koşullarında bütün erkekler çalışmak, gün boyunca sürü ve av peşinde koşmak zorundadır. Bu koşullar aylak bir soylu sınıfın çıkışına izin vermez. Otlaklar ortaktır ve ilk zamanlarda sürüler dahi ortaktır. Bağımsız boyların, göçleri düzenleyecek ve çıkacak anlaşmazlıkları çözümleyecek bir başkanları bulunsa bile, başkanın topluluğun üstünde bir yetki ve yaptırım gücü yoktur. Kararların alınmasına herkesin katılma hakkı vardır ve yargılamalar topluluk önünde yapılır. Polis, jandarma vb. yoktur. İlkel ve kendiliğinden (spontane) demokrasi egemendir. İlk Türk boyları, avcı ve çoban olarak gözükürler. Avcı boy ve obalar, av bulmanın güçlükleri ve sık sık meydana gelen açlıklar nedeniyle, çok uzun bir süre, ilkel demokrasi ve dayanışma durumlarını korurlar.”

Bir örnek: Yakutlar “Usa” adı verilen ve aynı atadan gelen ailelerden oluşan birlikler oluştururlar. Usa’nın yaşlı üyelerinden birisi başkan seçilir (Aga Usa). Diğer yaşlılar Aga Usa’nın danışmanı görevini sürdürür. Topluluğun sorunları, bütün Usa üyelerinin katıldığı toplantılarda tartışılarak çözülür. Bu toplantılarda Usa’nın her üyesinin söz hakkı vardır.

Usa’nın herhangi bir üyesine verilen zarar bütün üyelere verilmiş olarak kabul edilir. Zarar verenden öç almak zorunluluktur ve bu görev Usa’nın bütün üyelerinin doğal görevidir. Usa’nın eli silah tutan bütün erkekleri asker sayılır. “Herkes asker olduğundan topluluğa hükmedecek bir asker ya da polis gücü aslında yoktur.” Kardeş Usa’lar Oymak’ları oluşturur. Oymak’ların, eşit haklara sahip Usa başkanlarından oluşan bir kurultayı bulunur. Oymak sorunları bu kurultayda tartışılıp çözüme bağlanır. Oymak’ların birleşmesiyle de “Con” denilen büyük birlikler oluşur.

“Con başkanı giderek güçlenir ve bir askerî güç teşkil ederse de bir hükümdar durumuna gelemez, Usa ve Oymak’lar üzerinde tam otorite kuramaz. Usa ve Oymak’lar, bağımsızlıklarını büyük ölçüde sürdürürler.”

Usa örgütlenmesinin dayanışmacı özellikleri çok daha gelişkin olan başka bir benzeri ise Baykal Gölü çevresinde yaşayan Türk boylarına özgü bir örgütlenme biçimi olan Aul’lardır.

 

Osmanlı Devleti ve Darbe Geleneğinin Doğuşu

Anadolu-Mezopotamya, Ortadoğu, Kuzey ve Orta Afrika ile Avrupa’ya doğru geniş bir coğrafyada bir imparatorluk kuran Osmanlı Devleti, esas olarak üretime değil üzerinde egemenlik kurduğu toprakların üretimine el koyma yöntemiyle imparatorluk sınırlarını en geniş boyutlara kadar geliştirdi. Ne var ki bu ekonomik sistem ancak fütuhat ile kendini yaşatabilme yeteneğine sahipti. Osmanlı devleti yayıldıkça, ordu-ulema ve sarayın gereksinimleri daha çok artmaktaydı. Oysa artık Osmanlı sınırları güçlü ülkelerin sınırlarına dayanmış, fütuhat devri bitmişti.

Buna karşın Avrupa’da hızla yayılan manifaktür üretimi büyümekte, fabrikalaşmaya doğru hızla gelişen bir süreç gelişmekteydi. Gerçekleşen Sanayi Devrimi’yle Batı, eski sosyo-ekonomik yapısını değiştirerek, yerel beyliklerden oluşan feodalizmden kapitalist üretime geçiş yaptı. Osmanlı’nın çözülme süreci de böylece başlamış oldu.

Avrupa ülkeleri yeni ekonomik-sosyal biçimlenme olan kapitalizmin enerjik rüzgârını arkasına alarak ordu düzeninden üretim düzenine, aile yapısından kilise ilişkilerine kadar her şeyi yeniden düzenlerken, gücün üretim eylemi içerisinden beliren sivil sınıflara aktarımını hedefleyerek yeni yapısal özelliklerini kurmaktaydı.

Osmanlı’da sık sık askerin hükümdarlarına karşı başkaldırarak onu istifaya zorlayabildiği bir asker-ulema ittifakı kurulmuştur. Öyle ki bu güç gerektiğinde sultanları indirebiliyor ve veliahtlar arasındaki iktidar çatışmalarında ise kendi iradesini darbeler yoluyla ortaya koyup dayatabiliyor; kitlelerin ve ordunun gücünü kullanarak yönetimleri bir şeyleri yapmaya ya da yapmamaya zorlayabiliyorlar, hatta hangi kişinin sultan olacağına dahi müdahale edebiliyorlardı.

Böylece Osmanlı’nın en geniş sınırlara ulaştığı dönemden başlayarak, devlet yönetiminde Padişah-Ulema-Yeniçeri arasında kurulmuş olan uyum bozulmaya başladı. Giderek 17’nci ve 18’inci yüzyıllarda bu uyum, artık yerini çatışmaya bıraktı. Devlet-reaya ilişkisinin bozulması, sürece yeni gerginlikler kattı.

Batı’da, özellikle 1789 Fransız Devrimi’nin de etkileriyle 18’nci yüzyıldan itibaren Avrupa genelinde gelişen ulusçuluk akımları Balkanlara da dayanmıştı. Osmanlı’dan da kopuşlar başlamıştı. “Hoşafın yağının kesilmeye başladığı” ve bu nedenle de ordu ve halk isyanlarının rutin hale geldiği bir sürece girildi.

Batı’nın gelişim nedenlerini Osmanlı bir türlü anlayamadı. Sorun, toplum üzerindeki gücün (askerin) başarısızlığı olarak görüldü. Yönetimde keyfî ve despotik karakter öne çıkmaya başladı. Bu türden bir gerileme, ulema aydın-bürokrat kesimleri reform arayışlarına yöneltti. Bu arayışta devletin yeniden güçlenmesi, bozulan devlet-toplum ilişkisinin yeniden kurulması amaçtır. Reformlar bunun için bir araç olarak kabul edilir. Bu gerileme doğru okunamadığı için Osmanlı’da iç kargaşalarla birlikte iktidara yönelik askerî darbeler ve devlet katliamları hızla arttı.

600 yıllık Osmanlı Devleti’nin 36 sultanı olmuştur. Bu 36 sultanın üçte biri, yani 12’si darbelerle tahtından indirilerek öldürülmüşlerdir. Geleneğin kökleri buralara kadar inerek incelenmelidir elbette. “Muktedir” emperyal Osmanlı’nın tarihindeki en kudretli hükümdarlardan biri olan genç (Fatih) Sultan Mehmet’in zamanından başlayarak bütün Osmanlı çağında süren ve “modern” Cumhuriyet’in de içini çürüten askeri müdahaleler, Fatih’ten bu yana neredeyse gelenekselleşmiş bir uygulama olarak gelişmiştir. Öyle ki ülkede en küçük bir rahatsızlıkta bile halk kitlelerinin çözüm önerisi, “ordu müdahale etmeli” istemiyle tezahür edebilmektedir. Osmanlı’dan başlayan bu “kültür”, giderek Osmanlı’yı dünyanın en geri ülkelerinden biri haline getirirken, Cumhuriyet’i ise “vatandaşın katılmadığı” çözümlere mahkûm gibi bir algı ve düşünme biçimi yaratmıştır.

 

Sultan Mehmet’in Tahtan İndirilmesi

Osmanlı’da darbeler tarihi, Fatih Sultan Mehmet dönemine kadar uzanır. “Buçuktepe İsyanı” adıyla ilk darbe, dönemin ordusu Yeniçeriler tarafından Fatih Sultan Mehmet’e karşı yapıldı. Küçük yaşta babası II. Murat’ın zorlamasıyla tahta oturan Sultan Mehmet, kısa bir süre sonra Yeniçerilerin ayaklanmasına neden oldu. İsyan, II. Murat’ın tekrar tahta oturup Yeniçerilerin maaşına da zam yapmasıyla son buldu. Ne var ki Fatih, bu darbeyi unutmadı ve tekrar tahta geçtiği sonraki yıllarda, aralarında Yeniçeri ağasının da bulunduğu askerleri gerekli cezalara çarptırdı.

 

II. Bayezid ve Kardeşi Cem Sultan Çatışması

Fatih Sultan Mehmet’in 3 Mayıs 1481’de ani ölümü üzerine taht varisleri olan sürgündeki Cem Sultan ve kardeşi Bayezid arasında büyük bir iktidar çatışması gerçekleşti. Cem Sultan’a gönderilen haberci, Bayezid taraftarı Anadolu Beylerbeyi Sinan Paşa tarafından tutuklanarak, haberin Cem’e iletilmesi engellendi. Bu arada Yeniçeriler de İstanbul’da ayaklandırılarak, Cem Sultan taraftarı Karamanlı Mehmet Paşa’yı 4 Mayıs 1481’de öldürerek, Sultanlık tahtına İstanbul dışında olan Bayezid’in oğlu Şehzade Korkut’u vekâletten oturttular. Bayezid İstanbul’a gelerek tahtı oğlundan devraldı. Bayezid, tahta geçince taraftarı olan Kapıkullarına üçer bin akçe cülus bahşişi (tahta geçerken yapılan törende dağıtılan bahşiş) dağıttı. Yeniçerileri de ulufelerini günlük 5 akçeye çıkararak ödüllendirdi.

Cem Sultan, ağabeyi II. Bayezid’in padişahlığını kabul etmedi ve ikisi arasında süren taht kavgası nedeniyle biri Bursa’da, diğeri İstanbul’da iki sultanın olduğu bir hal yaşandı. Sonrasında iki kardeş arasında birkaç savaş gerçekleşti. Nihai olarak Cem Sultan, yenilgisi sonrası önce uzun zaman sürgünde kaldı ve bir süre sonra öldü.

21 Ağustos 1511 günü II. Bayezid büyük oğlu Ahmet’i tahta geçirmek üzere İstanbul’a çağırdı. Veliaht Şehzaden Maltepe’ye geldiğinde, bu kez diğer oğul Şehzade Selim’i destekleyen birlikler ayaklandı. Bunun üzerine Şehzade İstanbul’a giremedi ve Maltepe’den geri dönmek zorunda kaldı. Henüz sultan babaları sağken üç kardeş (Ahmet, Selim, Korkut) arkalarına aldıkları silahlı güçlerle, birbirine karşı iktidar mücadelesine girdi. Babasıyla da iktidar için savaşan Şehzade Selim, yenilgi sonrasında “orduyu ele geçirmeden taht yolunun zor olduğunu” acı deneyimiyle anlamış oldu. 6 Mart 1512’de İstanbul’da Kapıkulu Ocakları isyan çıkararak, Şehzade Ahmet’i protesto edince, Sultan Ahmet’i desteklemekten vazgeçti. Ordu komutanları tavırlarını Şehzade Selim yanında koyunca, II. Bayezid’in yapacağı bir şey kalmadı. Tahtından feragat ederek yerine istemese de oğlu Selim’i koydu. Ve Selim, babasını sürgüne gönderdi; babası sürgüne giderken yolda öldü.

Sayısal olarak ifade ederek özetlersek Osmanlı’da 12 sultan, temel askeri birim olan Yeniçerilerin ya da ulemanın kışkırttığı Kapıkulu Ocakları gibi özel askeri birliklerin isyanıyla iktidarı terk etmiş ve bunların çoğu iktidarı teslim ettikten sonra öldürülmüştür.

 

Burjuva Devrimler Çağında Osmanlı

Osmanlı, Avrupa’da 1700’lü yılların ortalarında yaşanan burjuva devrimini yaşayamamış, ancak Cumhuriyet sonrası bu devrimin üst yapı kurumlarını oluşturma çabası içerisine girmiştir. Burjuva devrimleri sonrası oluşturulan kapitalist devletler için öz olarak aynı amaca yönelmiş ama toplumla kurduğu ilişkiler ve diğer özellikleriyle farklılaşmış üç temel modelden (Fransa, İngiltere, Almanya) söz edilmektedir. Bunlardan ilki, toplumun alt sınıflarını da yanına alarak, felsefi temelleri önceden yaratılarak bir radikal devrimle kapitalizme geçerken, İngiltere yeni toplumun (burjuvazi) eski toplum (feodalite) ile uzlaşmasıyla (Monarşik kalıntılara izin veren) burjuva iktidarı kurmuştur. Diğerlerine göre kapitalizme katılımı biraz geç olan Almanya ise, Prusya militarizminin zor gücüyle Alman Birliği’nin oluşturulması yolunu seçmiş ve buradan ilerlemiştir. Devletleşmeyi gerçekleştiren yeni toplumsal yapının politik merkezi burjuvazi olmakla birlikte, alt sınıflara sundukları demokrasi kırıntıları da az-daha az-en az sıralamasına göre gerçekleşmiştir.

Elbette toplumların da hafızası vardır. Bu hafıza esas olarak “gelenek”, “töre” ve “kültür” kavramları içerisinde kuşaktan kuşağa taşınır. Örneğin egemenlik-bağımlılık ilişkisinin tanımına sokularak insana karşı kullanılabilir; kimi zaman doğa bilimlerinin verilerini topluma uygulayarak (biyolojist, sosyal Darwinizm vb. gibi), Darwin’in uydurduğu “eğitimi mümkün olmayan halkların” yaşam sorumluluğunu yüklenerek, sömürgeci politik amaçların ahlaki gerekçesi olarak sunulabilir.

Hepsi feodalizmin bağrından çıkmış olan bu üç model de, yeni toplumun egemenlerinin eski toplumun egemenleriyle kurdukları ilişkilerde kendi karakterine uygun olarak gerçekleşmiştir. Fransız burjuvazisi yoksul köylüleri ve işçileri de “Eşitlik, özgürlük, kardeşlik” sloganıyla yanına alarak feodalizmi kökten ilişki dışına atarken, İngiltere feodal aristokratlarla (yönetme yetkileri sembolik düzeye çekilmiş olan kraliyet ailesi) uzlaşma yolunu seçmiştir. Almanya ise bu iki yolun dışında, esas olarak Bismark önderliğinde askeri zor da kullanarak ulusal birliği oluşturmuştur. Her kapitalist ülke sistemin zorlandığı dönemlerde şiddete başvurmaktan çekinmese de Alman burjuvazisinin, sadece içte ve dışta otoriteyi sağlayabilecek bir Hitler çıkarabilmesinin sırrı, biraz da bu “doğuş” öyküsünde saklanmaktadır. Ve “demokrasi” yıllarında devlet karakterleri bakımından da bu sıralama geçerliliğini koruyacaktır. Fransa ve İngiltere’nin görece ve kendisi için değerlendirebildiği “özgürlükler” alanı, Almanya’nın tabandan ikna edilmiş devlet tapınmacılığı, otoriter sistem arayışları, büyük yenilgiye dek hep önde gitmiştir.

Gecikmiş uluslaşmayı gerçekleştirebilmek için en ciddi adım İttihat ve Terakki Cemiyeti’nin kuruluşu ve Bab-ı Ali Hükümet Binası Baskını’dır. İttihat ve Terakki Cemiyeti’nin önderlerinden Enver ve Talat Paşa tarafından gerçekleştirilen Bab-ı Ali baskını, Sadrazam Kamil Paşa hükümetini istifaya zorlamaktı. 23 Ocak 1913 tarihinde gerçekleştirilen bu olayla mevcut hükümet çalışamaz hale geldi. İttihat ve Terakki Cemiyeti’nin bu darbedeki esas amacı, iktidar olma isteğiydi. İhtilal günü Kamil Paşa istifasının imzalayınca darbe son buldu.

 

Cumhuriyet ve Darbe Geleneği

Avrupa, manifaktürden fabrika üretimine geçişi yaygınlaştırıp kapitalizmi inşa ederken, bu yeni ekonomik modelin güçlenebilmesi için ihtiyacı olan besini vermekten de geri kalmadı. Sanayi Devrimi sonrası kapitalist üretim, ilişkilerini hızla geliştirip, değişik modellerle politik yapıyı da ele geçirdikten sonra iktidar olarak gelişmiş olan yeni üretici güçlerin karakterine uygun yeni kurumsal ilişkilerin inşasına başladı. Fabrikaların proleterlere gereksiniminin karşılanması için feodalitenin mülkiyet ilişkileri alt üst edildi; toprağa bağlılık kaldırılıp köyden kente göçün yolu açıldı. Pazara sürülen metanın maliyet değerini yükselten “ayak bastı parası” gibi vergiler kaldırılarak, en azından aynı dili konuşan topraklarda pazar hakimiyeti “uluslaşma” sürecini yarattı. Buna karşın varlığı Anadolu-Mezopotamya coğrafyasına kadar küçülen Türkiye’de ulusal toplumun ve ulus devletin yaratılış süreci, geç kalmışlığının yanı sıra Batıdaki oluşumlardan bir hayli farklı özellikler içerir.

1- Esas olarak Selanik ve İstanbul’da palazlanmış, fakat oldukça cılız ve Türk olmayan gayrimüslim bir burjuva sınıfa sahip olan Osmanlı’da, Batıda gerçekleştirilen demokratik devrimleri kavrayıştan uzak olarak salt biçimsel anlamda taklit çabaları, Osmanlı’nın yapısal özelliklerinden dolayı hep başarısızlıkla sonuçlanıyordu. Bu sonuç kaçınılmazdı. Esas olarak Selanik burjuvazisine dayalı olarak gerçekleştirilen I. Meşrutiyet hareketi ve Selanik-İstanbul burjuvazisinin birlikte gerçekleştirdiği ama buna karşın bir hayli cılız kalan II. Meşrutiyet hareketinin başarısızlıklarının ortak nedeni, feodal yapı karşısında kapitalist sınıfın zayıf kalması idi.

2- Son yüzyılda Osmanlı aydınları, esas olarak Fransız Devrimi’nin düşünsel etkisi altındayken, demokrasi düşüncesini tanımamış olan Osmanlı hanedanı ve bürokratlar, bozulan (çökmekte olan) devlet çarkını iyileştirme arayışlarında militarist Prusya modelini daha uygun bulmaktaydı. Osmanlı’nın son çeyrek asrının tek iktidarı olan İttihat ve Terakki Fırkası, bu arayışı eyleme de dönüştüren sonuncu önemli örnektir. Bu dönemlerde Türk milliyetçiliğini geliştirme hareketi ise, bu hareketin temel dinamiği ve dayanağı olacak bir Türk burjuva sınıfın yokluğundan dolayı asker-sivil bürokratlar eliyle tepeden dayatılmaktaydı. Ama toplum geneli üzerinde ümmet bilinci hala millet bilincinden öncelikli konuma sahipti.

3- 1914-18 Alman yenilgisi sonrası emperyalist Batı ülkelerinin açık işgaline karşı mücadelenin geliştirilmesi, asker-sivil bürokrat kadroların yönetimi ve güçsüz de olsa milli ticaret burjuvazisinin önderliğinde; topraklarını kaybetme korkusu içindeki Kürt ve Türk feodal sınıf ve diğer halk sınıf-tabakalarının fiziksel desteğiyle gerçekleştirilmiştir. Kürt halkına, “topraklar düşman işgalinden kurtarıldıktan sonra iki halkın kendi kaderlerini birlikte belirleyebileceği bir gelecek” sözü verilerek, ittifak sağlanabilmiştir. Ne var ki Cumhuriyet, Lozan’da bu sözünün tersini gerçekleştirerek Kürdistan’ın sömgürge statüsünü devam ettirmiştir.

4- Yeni Cumhuriyet, Türkiye toplumunun bileşenlerini yok sayan bir politik ve sosyal yapılanmayı temel aldı. Sınıf, ulus, din farklılıkları inkâr edildi. Bu anlayış Kürt toplumu üzerinde açıktan, diğer azınlık halklar üzerinde ise daha kapalı olarak katliamlar, sürgünler, mecburi iskan ve asimilasyon politikalarıyla kesintisiz sürdürüldü.

5- Yeni Cumhuriyet’in önünde oluşturulacak resmi ideolojiyi doğrudan etkileyecek olan ve bu nedenle çözümü ivedilik gösteren ciddi sorunlar vardı.

Birincisi, ulusal devlete geçişte bir hayli geç kalınmışlık söz konusuydu. Osmanlı Devleti’nin çokuluslu yapısında millet kavramına en son ulaşan (ulaştırılan) halk Türkler idi. Bu nedenle bir yanda Türk olmayan azınlıkların fiilen tüketilmesi çabalarına hız verilirken, diğer yandan uluslaşma sürecini hızlandıracağına inanılan asimilasyon temelinde programlar devlet eliyle ve zor yöntemiyle uygulamaya konuldu.

İkincisi, yeni Cumhuriyet’in sırtında Osmanlı’dan devraldığı sömürge Kürdistan’ın yükü vardı. Bir halkı esaret altında tutan bir ulusun özgür olamayacağı sözü belki de en somut sonuçlarını yeni Cumhuriyet’te vermişti. Açık işgale karşı mücadelede Kürtlerin büyük desteğini alan yönetim, barış anlaşmalarının hemen arkasından Osmanlı dönemleriyle kıyaslanamayacak kadar ağır yaşam koşullarını Kürt toplumuna dayattı.

Cumhuriyetin kurucuları olan asker-bürokrat-mütegallibe vb. ittifakı, devlet eliyle üretilmeye çalışılan burjuvaziyi de katarak yeni bir egemen sınıf üretimine geçti.

1920’de kurulan Birinci Meclis’in bileşimi şöyleydi: 125 devlet memuru, 13 mahalli yönetici, 53 asker (10’u paşa), 53 din alimi, 5 Kürt aşiret reisi, 120 çiftçi, tüccar ve diğer mesleklerden.

20 Ocak 1921 tarihinde çıkarılan ve bütün yetkilerin fiilen M. Kemal’de toplandığı Teşkilat-ı Esasiye Kanunu’nu (Anayasa) anti-demokratik bulanlara M. Kemal, şöyle yanıt veriyordu: “Bizim hükümetimiz demokratik bir hükümet değildir, sosyalist bir hükümet değildir. Bilimsel niteliği yönünden kitaplardaki hükümet şekillerinden hiçbirine benzemeyen bir hükümettir. Fakat ulusal egemenliği, ulusal iradeyi gerçekleştiren tek hükümettir… Ne yapalım ki, demokrasiye benzemiyormuş, sosyalizme benzemiyormuş, hiçbir şeye benzemiyormuş. Biz benzememekle ve benzetmemekle övünmeliyiz. Çünkü biz, bize benzeriz.” (01.12.1921)

M. Kemal, daha sonraki yıllarda da devam ettirilecek olan bir gerçeğin altını çizerek dillendiriyor: “Evet bu ülkede Cumhuriyet sistemi vardır. Ama İran’da da bugün cumhuriyet söz konusudur. Bu cumhuriyet biçiminin içinin doldurulması için Fransız Devrimi’nin ünlü sloganıyla taçlandırılması gerekir. Doldurulması gereken şey demokrasidir. Bunun ilk şartı ise sömürge Kürdistan’ın bağımsızlık talebini (ayrı devlet kurma hakkı dahil) savunmaktır.”

Ne var ki demokrasiyi yaşatmak kaygısını taşımayan sömürgeci Türk devletinin mevcut statükoyu devam ettirebilmek için militarizmi geliştirmek, koruyucu ve kurtarıcı olan askere tapınmaktan başka umarı yoktur.

Bunları da beğenebilirsin

Yoruma kapalı.