Düşünce ve Kuram Dergisi

Yaşam, Unutmamayı Unutmaya Yeğleyen İnsanla Vardır

Nasrullah Kuran

“Meşalesini esarete kaptıranın meşalesi söner, karanlık egemen olur. Özgürlük, yaşamak istiyorsa, her gün ateşin karşısında durulanmalı, su ile temizlenmeli, çelişkisi ile birlikte yaşayacağını unutmamalıdır.”
Zerdüşt: güzel söz, güzel davranış, güzel eylem

Unutmamak, salt insan hafızasının kapasitesi ya da uyanıklığıyla kendini dışarı vuran basit bir hatırlama olayı değildir.

Unutmamak, insani varoluşun kendi özgürlük bilinci, tarih ve toplum oluşturucu kültürün inşa gücüdür. Onun ahlaki ve politik yaratım yeteneğidir. Bu nedenle unutmak, her şeyden ve herkesten daha çok kendine, öncelikle de kendi varoluş gerçeğine ihanet etmektir.

Unutmamayı seçen insan, tarihsizleştirme dayatmaları karşısında tarihini, insan dışılaştırma çabalarına karşı insanlığını koruma ve evrensel köklerine sıkı sıkıya tutunabilme başarısını gösteren insandır. O, bilinç oluşturucu ve eylem kurucu gücüyle gerçek manada yaşayan ve yaşatandır. Yaşam, unutmamayı unutmaya yeğleyen insanla vardır.

Unutmayı tercih eden insan ise, yaşam dışıdır. Çünkü o, anlamın bilinç ve eylem oluşturucu kurucu özelliğinin dışında sorgulamanın ve yaratmanın uzağında, rengini ve devinimini yitirmiş tektipleşmiş insan sıradanlığının tarafındadır.

Unutmamak ezber bozucu bir sıra dışılığa yöneltirken, unutmak alışkanlıkların tekrarına dayanan sıradanlığına yönlendirir. Sıra dışılık ortak değerler, hak ve özgürlükler üzerinden demokratik bilinci temellendirirken, sıradanlık kısır bir tekdüzeliğin ve vasatlığın sınırlarında kula kulluk etmenin, teslimiyetçiliğine sığınır ve despotizme, despotizmin yeni führerlerine yol açar.

Sıradanlığın statükonun besleyeni olduğu gerçeği, Covid-19 salgınının neredeyse her yeri kasıp kavurduğu günümüz şartlarında kendisini daha çok hissettirir hale geldi. Toplumsal bileşenleriyle barışık ve insani değerin baskın geldiği ülkelerde yöntem, test uygulama ve hasta olanla olmayanı ayrıştırarak tedaviyi önceleme biçiminde geliştirilirken, totaliter yönetime sahip ülkelerde ağırlık toplumsal bağışıklık yöntemine verildi. “Bilim Kurulu” tarzındaki maskeleme yöntemleri ile bir yandan bilim dışı uygulamaların üzeri örtülüp açığa çıkarılanlarda meşrulaştırılırken diğer taraftan günlük olarak önümüze sürülen istatistiki tablolarla ölüm, sıradanlığı daha da sıradanlaştırmanın korku silahı haline getirildi. Öyle ki Covid-19’dan çok, ona yakalanabilme olasılığının yarattığı psikoloji daha büyük etki ve sorunlara yol açtı. Örneğin yaşlı insanlarımız tam bir cüzzamlı muamelesine maruz kaldılar. Bu insanlara yönelik uygulama, kurban bayramlarında karşılaştığımız kurbanlık boğaların kovalamasından neredeyse farksızdı. 65 yaş üstü insanların bulaştırıcı özelliğe sahip olmadıkları bilindiği halde içeride tutulmaları bulaşıcı özelliğe sahip gençlere ise rahat hareket etme imkânın tanınması ve bunun da bilimsellik adı altında sunulması, başlı başına bir başka ilginçliği meydana getirdi. Haliyle burada Esposito’nun Nazi ötenazi programı hakkındaki yorumunu hatırlamamak olanak dışı kalır: “…‘yarım insanları’, ‘hasarlı varlıklar’, ‘zihin, ölümü gerçekleşmiş olanlar’, ‘insan safraları’ hem zaten bir ölçüde ölüdürler hem de bünyelerinde ölümü bütün nüfusa bulaştırma riski taşımaktadırlar, yaşamları yaşam değildir; Nazi ötenazi programında haklarında şöyle denir: “Yaşamdan yoksun varoluşlar!”

Çarpıcı olan nedir biliyor musunuz?

Yaşamdan yoksun varoluşlar, bugün 60-65 yaş üzeri insanlarımızda somutlaştırılıyor gibi görünse de, özünde kapitalist modernitenin klasik ulus-devlet pratikleşmesinde toplumun büyük bir bölümünü, ezici çoğunluğunu tanımlıyor olmasına rağmen yeterince farkında olunmamasıdır.

Devlet bürokrasini oluşturan %10’luk kesim dışında kalan emekçi insan, ezilen ve sömürülen toplumsal kimlikler, işsiz gençlik ve cinsiyetçiliğe maruz kalan kadın gerçeği, her zaman “yaşamdan yoksun varoluşlar” olarak görülmüş ve iktidar aygıtlarınca hep bu muameleye tabi tutulmuşlardır. Nitekim sürmekte olan Covid-19 salgını sürecinde de değişen bir şey olmamıştır. Aksine, ekonomik rant ve süreklilik açısından, iktidarın kendini yeniden tahkim etmesi bakımından sistem kaldığı yerden işlemeye devam etmiş, hatta salgının yarattığı panik psikolojisinden istifade etmeye büyük özen göstermiştir.

Bu türden salgın, afet, kriz ve kaos dönemlerini kendini yeniden tahkim etmenin ve rant devşirmenin olağanüstü koşulları haline getirmenin ustası olan kapitalizmi, Naomi Klein “Şok   Doktrini-Felaket Kapitalizminin Yükselişi” adlı eserinde yoğunca deşifre eder. Kaynağını sorgucuların işkence yöntemlerinde ve askeri doktrinin “düşmanın iradesini, algılama ve kavrama yetilerini kontrol altına almak ve düşmanı hareket etme ve tepki gösterme konusunda tamamen etkisiz hale getirme” perspektifinde bulan bu yöntem, sonradan ekonomist M. Friedman’ın Şikago Okulu ve Dr. Cameron tarafından daha da geliştirilerek ekonomik ve psikolojik bir saldırı aracına dönüştürülmüştür. Örneğin Mc Gill Üniversitesi psikoloji bölümü başkanı Donald Hebb’in, “yoğun tecridin çok açık bir şekilde düşünme yeteneğine engel olduğunu ve insanları telkinlere açık hale getirdiği” tespiti, sorgucular açısından muazzam bir bilgi alanı yaratırken, M. Friedman ekonomik alanda devreye konacak değişikliklerin hızı, aniliği ve kapsamının “uyumu kolaylaştıracak” psikolojik tepkileri harekete geçireceğini öne sürmekte ve adını da “şok tedavisi” olarak belirlemektedir.

 

Vatandaşlık Bilinci Hak ve Özgürlükler Üzerinden Oluşur

Korku ve düzensizlik, ya da kaos ve kriz, kapitalist sistemin en örgütlü birimi olan ulus-devlet yapılanmaları açısından her daim bir katalizör işlevi görmüştür. Öcalan’ın ifade ettiği gibi, “…modernitenin esas dayanağı kapitalizmin kendisi kriz nedenidir. Azami kar kanununu esas aldığı için toplum ve çevrenin temel ihtiyaçlarını ve ekolojisini göz ardı ederek işlediğinden hiçbir zaman krizden kurtulamaz. Aşırı üretim ve kıtlık hep iç içedir. Modernitede ulus-devlet olarak yeniden şekillenen iktidar, toplum aleyhine azami çoğaltmayı faşizme kadar tırmandırarak sistemi süreklilik kazanan bir iç dış savaş rejimine dönüştürür. Sürekli kriz hali, sürekli savaş haliyle ancak sürdürülebilir. Avrupa modernitesinin bağrında geliştirilen sanayi devrimi, sadece ilk iki sacayağını (kapitalizm ve ulus-devlet) besleyerek krizin daha derinlik ve yoğunluk kazanmasını sağlar.”

Burada önemli olan toplumsal dinamiklerin bu türden süreçlere nasıl refleks verdiği, tutum geliştirdiğidir. Mesela sosyal bir varlık olan insanların bir kesimi eve hapsedilerek bir taraftan “yaşam eve sığar-HES” masalıyla bir Homo Clausus (kapalı, kilitli insan) haline getirilmeye çalışılırken, diğer taraftan maden ocaklarında, inşaatlarda, iktidarın gerekli gördüğü her işyerinde işçilerin pek bir tedbir alınmadan işe koşturulmalarına nasıl bir tepki verilmiştir? Gündelik işlerde çalışarak yaşamını sürdürebilen 6 milyonun üzerindeki insanın ve ailelerinin aç kalma ihtimali bizi tutum almaya yöneltmiş midir? Toplumdan alınan vergilerle oluşturulan fonlar işverenlerin ve iktidarın sonsuz kullanımına açılırken, emekçilere sadece kredilerle bankalara borçlanma imkanının tanınması, deprem, salgın vb. durumlarda iktidarın hep yardım kampanyalarına başvurması ve her şeyin vergi konusu yapılması, anayasal vatandaşlık sözleşmesinin “eşitlik ilkesi” ne saldırı değil midir? Eğer öyleyse vatandaşlık bilinci hak ve özgürlükler üzerinden oluşur ve bunun ortak savunucusu üzerinden gelişir. Bu noktada direnç ve direniş yok ise, bilinçli ve örgütlü toplum ve vatandaş da yokluk sınırlarında demektir. Hal böyleyken yerlilik ve millilikle yakından ve uzaktan hiçbir ilişkisi olmayanların, hatta tarihsel ve toplumsal ölçeğe vurulduğunda fazlasıyla ecnebi kalacakları aşikar olanların, bugün “yerli ve milli” adı altında topluma ayar tutmaya kalkışması ve kendine muhalefet adı veren partilerin buna teşne olması, bambaşka bir akıl tutulmasının emareleri olsa gerek!

Demokratik muhalefet hakkını kullanan partilerin terörize edilerek sınırlandırıldıkları, gazetecilerin “terör propagandası” ve ajanlık iddialarıyla terbiye edilmeye çalışıldığı, demokratik eleştiri hakkını kullananların hapishaneyi boyladığı ve hapishaneyi boylayanların adil yargılanma ve yaşam haklarının yerle yeksan edildiği koşullar, sıradan koşullar değildir. Dolayısıyla bu koşullar sıradanlıkla karşılanamaz. Burada iktidarın bir iç ve dış savaş, topluma karşı bir savaş rejimine dönüşme durumundan söz ediyoruz. Böyle bir savaş rejimi, elbette ki korku ve şiddet uygulamaları eşliğinde topluma sürekli kriz ve savaş pompalamayı kendi sürdürülebilirliği açısından vazgeçilmez görecektir ve olan da budur. H. Lehman’ın vurguladığı gibi, günümüzde “güvenlik üzerine geliştirilen tüm söylemler şiddet üzerinden kuruludur, güvenlik için terörizme karşı mücadele söylemi de bir şiddetin, emeğin istismarı şiddettir, piyasa şiddettir, yolsuzluk şiddettir, sınıfsallığa dayalı adalet de bir şiddettir, işsizlik ve dışlama şiddettir.” Dayatılan bu şiddet karşısında eksik olan şey, kriz ve kaos anlarının beraberinde toplumsal dinamikleri de canlandırdığı, arayışlara yoğunluk kazandırdığı gerçeğinin yeterince farkına varılmaması, kendisini sosyal demokrat olarak tanımlayanların bu gerçeğin yaratacağı sinerjiyi toplumsal eyleme evriltmenin demokratik savunun bir gereği ve sorumluluğu olduğu bilincine sahip olmamasıdır. Böyle bir bilinç eksikliği veya bilinçli tercih, sadece sosyal demokratları değil tüm toplumu vuran kronik bir hastalığa dönüşmüş durumda. 2004’ten beri bu zihniyetin partisel öncülüğünün nasıl müzmin bir kendini çelmeleme ve tüm kritik aşamalarda iktidarın önünü açma refleksine dönüştüğünü ve sonunda Türkiye halklarını bir rejim değişikliğiyle karşı karşıya bıraktığını bilmeyenimiz var mı?

Toplumsal referansı oluşturan güçlerin Türkiye siyaset sahnesindeki durum ve konumlanışları bütün açıklığıyla ortadadır. Sol ve demokratik alanda var olan öncülük ve birlik sorununun, “ver mehteri” anlayışının karşısında “ver İzmir marşını” anlayışını koyarak ve iflas etmiş Kemalizm’e eski giysilerini giydirerek yeniden siyaset sahnesine çağırmakla çözülmeyeceği açıktır. Bu tarz tutumların sergiledikleri sıradanlık, bütün içerikleriyle statükocu-despotik rejime katkı yapmaktan, tepkisizliğin ve sıradanlığın toplumsal bir patoloji biçiminden yayılmasından başka bir işe yaramamıştır. Bunda ısrar, alternatif yaratma çabasının sonuçsuz kalması, tekrar ve oportünizm pandemisinin ruhsal ve bilinçsel gevşemeye-çözülmeye uğrattığı “tarih yapan insan” realitesinin tarihsizliğe gömülmesi ve toplumsallığını yitirmesi olacaktır.

Kendini “bekle gör” anlayışıyla, faşizmin kendiliğinden yıkılacağı hayaline kaptıranlara tavsiyemiz, faşizmin İtalya ve Almanya örneklerini, İran’da Humeyni’nin iktidarı adım adım ele geçirme süreçlerini incelemeleridir. Hitler ve Mussolini faşizmi, ikinci Dünya Savaşıyla durdurulabildiyse de yarattıkları ulus-devlet sistemi ve zihni yapısı kendini sürdürdü. Humeyni’nin İran’ı ise 40 yıldır kendini sürdürüyor ve bölgenin en güçlü aktörlerinden biri haline gelmiş durumda. Güçlerini korku ve sindirme politikalarından, örgütlü yalandan devşirenlere karşı demokrasi güçlerinin geçmişte yaptıkları, günümüzde yapmak zorunda oldukları ve gelecekte de yine yapmakla sorumlu olacakları şey bellidir. İnsanın kulluğu ve köleliği üzerinden neşetlenen faşizmler, nasıl ki varlıklarını korkan zihinlere ve korkan zihinler yaratma çabasına borçluysalar, demokratik siyasetin başlangıç noktası da burası olmalıdır: Korkutulan insanı korkudan kurtarmak! Spinoza’nın demesiyle “özgürlüğü sağlayacak olan şey güvenliğe verilen öncelik değildir. Asıl güvenliği inşa edecek olan şey özgürlüktür. Demokrasi her şeyden önce bunun bilincidir.” Faşizme karşı demokratik sol öncülük ve birlik, ancak böylesi bir demokrasi bilincinde buluşulduğu vakit gerçekleşebilir. Bu, aynı zamanda demokratik güç haline gelme anlamına gelir ki, doğrudan ve yerinde demokratik inşa olarak üçüncü yol alternatifinin sahne alması demektir.

Ne İçin?

İnsanla Anlam Bulan Demokratik Bir Dünya

ve Dünyayla Varlık Bulan Demokratik Bir İnsanlık İçin!

 

Öz Örgütlendikçe Kendini ve Tarihini Tanır

Bir ağacı köklerinden ayırabilirsiniz, ama gündüzü gökyüzünden koparamazsınız. Yarın güneş doğacak.
-Victor Hugo-

 

Üçüncü yol demokratik modernite kuramıyla yeniden canlılık kazanan demokrasinin, demokratik çözümün, yani doğrudan demokrasinin yoludur. Doğrudan demokrasinin, tabandan toplumsal dönüşümlerle ve alternatif örgütlemelerle devleti günlük yaşamda ihtiyaç duyulan bir mekanizma olmaktan çıkarması, özerk inşalarla kapitalist ulus-devlet düzenini toplum lehine bükmesi, etkisiz kılması pratiğine dayanır. Dayanışma ve komüne dayalı alternatif yaşam formlarını ve kurumlarını oluşturarak sadece devlete duyulan ihtiyacı ortadan kaldırmaz, bununla birlikte kapitalist moderniteyi ve iktidar ilişkilerini tarif eden her şeyden kopuşu, bu ilişki ağlarının dışına çıkmayı ifade eder.

Bu da, bilinen demokrasi tanımlarının dışına çıktığımız ve yeni bir tanım yaptığımız anlamına gelir. Burada ne ABD ve ortaklarının askeri iktidar aygıtına dayalı sınırlı burjuva-feodal demokrasisinden ve ne de Avrupa’da geçerliliğini sürdürmekte olan burjuvazinin oligarşik güdümü altındaki halkçı içeriği sınırlı bir sınıf demokrasisinden söz ediyoruz. Öcalan’ın belirttiği gibi, demokrasi özünde her varlıkta gözlemlediğimiz kendisine ilişkin inisiyatif ve yönelim, yönetim olgularıyla bağlantılıdır: “Bu anlamda demokratikleşme sınıf kökenli değildir. Tüm toplumsal bağlamları kapsar. Herhangi bir sınıf veya tabakanın damgasını taşımaz. İster azınlık ister çoğunluk, farklı dil, din, etnisite ve ulusallıkları ne olursa olsun, tüm toplumsal kesimlerin aynı ifade ve örgütlenme özgürlüğünün ve bireysel hakların devlete karşı güvenceye alınmasını ifade eder.”

Devletçi kuram, çözümü her şeyin devletleştirilmesinde, devletle ilişkilendirilmesinde ve böylece toplumsal sorunlara müdahale etmekte bulurken, aslında her şeyi oligarşik merkezi bir bürokrasinin hizmetine sokar ve toplumu soluksuz bırakır. Sosyal, siyasal, ekonomik ve kültürel sorunlar çözüm adı altında çözümsüzlüğe yatırılır ve her defasında katlanan, ağırlaşan sorunlar silsilesi yaratır. Devlet odaklı yaklaşım, tahakküme ve tahakkümcü güçlere dayandığından asla toplumsal özgürlüğün sağlayıcısı olan demokrasiyi doğurmaz. Tersine, demokrasi “halk için daimi bir kimlik bilinci, her düzeyde örgütlülük çalışması ve bu sürece önderlik etme” vasfını taşıdığından, devletçi kuram bunu kendisi için bir tehdit olarak görür. Çünkü devletçi kuram, kimlik bilincine sahip ve her düzeyde örgütlü insanı değil, düşünce ve davranışları sıradanlaşmış, yüzeysel ve derinlikten yoksun zayıf insanı gereksinir, ancak onunla kendini var eder.

Üçüncü yol olarak Demokratik çözüm kuramı ise, “sorunların sahibi devlet değil toplumdur” der, dolayısıyla çözümünde sorunların sahibi olan toplumun kendisinden gelmesi gerektiğini belirtir ve bunu esas alır. Çünkü kendisi ve kendi sorunları hakkında en yerinde gözlem ve değerlendirmeye sahip olan, ilgili toplumun kendisidir. Ne kadar kendine dair özgün ifadeye ve örgütlenmeye kavuşma imkanı bulursa, o düzeyde kendi çözümünü de geliştirebilme yeteneğini, iradesini ve inisiyatifini gösterir. Demokratik kuram, insan kalmakta ısrarın kuramı olduğu için, toplumun ve bireyin ahlaki, politik ve entelektüel derinlik kazanarak temel güç haline gelmesini esas alır. Bu nedenle devletçi kuramın toplumun önüne hep kural koyan yaklaşımının karşısına, toplumun demokratik örgütlenmeyle kendi inisiyatifini kendi eline alması, kendini belirleme ve inşa etme eylemini, özgürleşme pratiğini koyar. İnşayla toplumun devlet dışındaki demokratik özerk varoluşunu sağlamlaştırırken, özerklikten toplumun belirli mekansal sınırlara hapsolmasını anlamaz. Özerklikle tüm toplumsal bileşenlerin örgütlenmesine ve ortaklaşmasına vurgu yapar.

Demokratik kuram, ulus-devletlerin kendilerini Cumhuriyet kavramıyla tanımlamalarıyla da hesaplaşma içindedir. Kendine cumhuriyetim diyen her ulus-devleti cumhuriyet olarak kabul etmez. Cumhuriyet kavramının kendisi Arapça olup, anlam karşılığı da halk yönetimi, yani demokrasidir. Ulus-devlet ise: tek dilli, tek etnisiteli vatandaş homojenliğine dayalı faşizmi tanımlar. “Devlet, “millet” özdeşliğine dayanan ulus-devlet, özünde bir burjuva diktatörlüktür. Dolayısıyla iddia edilenin aksine, ulus-devlet ne kadar kendine cumhuriyet ibaresini yakıştırsa da, kuram ve uygulamalarıyla her zaman cumhuriyetin inkarını sergilemiştir. Bu çerçevede demokratik kuram çok dilli farklı din, etnisite, ulus ve kültürlerin, farklı grup ve bireylerin özgür, eşit ve demokratik birlikteliğini ifade eden demokratik ulus alternatifini ortaya koyar. “Devlet=Ulus” tanımını ret eden demokratik kuram, bir burjuva örtüsü olan devleti ulustan uzaklaştırır ve ulusların ulus olan demokratik ulus tanımıyla özgürlükleri güvence altına alınır.

Gerçek demokrasiye götüren yol olarak üçüncü yol için bir ana çerçeve belirlemek, bir özetleme yapmak, ya da güncel söylemle bir stratejik tutum belgesi hazırlamak gerekirse Öcalan’ın hazırlamış olduğu “Demokratik çözüm için yol haritası” başlıklı belge hem kuramsal hem de somut pratikleşme açısından oldukça güncel ve yapısal bir içeriğe sahiptir. Demokratik çözümlerin güncel ve konjonktürle olmanın da ötesinde yapısal, dolayısıyla kalıcı olmaları gerektiğine inanan Öcalan, bunun için ilkesel bir çerçeve belirlemeyi ve ilkeler eşliğinde pratiğe somutluk kazandırmaya öncelik verir. On madde halinde sıralanan söz konusu ilkeler, aslında üçüncü yolun demokratik çıkış ve hareket noktasının, yapısal inşasının koordinatlarını verir niteliktedir.

Bu ilkesel başlıklar, her ne kadar Türkiye koşullarında ve devlete rağmen devletle toplumun demokratik uzlaşı zeminine yönelik geliştirilmişse de, içeriğinden de anlaşılacağı üzere ulus-devlet ve toplum çatışmasının yaşam bulduğu her ülkeye uyarlanabilecek evrensel bir karaktere sahiptir:

1- Demokratik Ulus İlkesi: Demokratik Ulus ucu açık kimlik ve esnek ulus anlayışına dayalı, bütünlük sağlayıcı bir ulusallıktır. Ortak paydası demokrasi, eşitlik ve özgürlük olan birey ve toplulukların ulusudur. İktidar zoruna değil, demokratik gönüllülük temelinde inşa ve dönüşüm sağlamaya dayanır. Çok dilli, çok etnisiteli, sınıf ayrımına ve sınıf ayrıcalığına yer vermeyen, özgür ve eşit bireylere dayanan demokratik toplumun ulus halini ifade eder.

2-Ortak Vatan (Demokratik Vatan) İlkesi: Ortak demokratik vatan, hiçbir etnik ve gruba mal edilmeden, ötekileştirilmeye gidilmeyen, ekolojik, ekonomik ve demokratik toplumun ve özgür bireylerin demokratik yurttaş olarak yaşadıkları mekandır. Vatanseverlik duygusunun şovence ve ırkçı olarak değil, toprağa, ekolojiye, ekonomik ve gelişime duyulan bağlılık olarak yaşandığı yerdir.

3- Demokratik Cumhuriyet İlkesi: Devletin demokratik topluma ve bireye açık hale geldiği, tüm vatandaşların demokratik çatı örgütü olarak varlık bulduğu cumhuriyettir. Demokratik Cumhuriyet, kendini herhangi bir etnisiteye veya dini sıfata bağlamaz, bunun yerine bütünü ifade eden demokratik çatı örgütü olarak Demokratik Cumhuriyet vurgusunu önde tutar. Demokratik cumhuriyette vatandaşlık, salt hukuki-politik bir bağ olmaktan çıkıp daha çok toplumsal bir süreç olma özeliği kazanır. Toplumsal bir süreç olarak vatandaşlıkta, bireyler ya da gruplar haklarını hayata geçirmek için çabalar, mevcut haklarını genişletmek için mücadele eder ve tehdit edilen haklarını savunurlar.

4- Demokratik Anayasa İlkesi: Demokratik vatandaş ve toplulukları ulus-devlete karşı korumayı esas alan toplumsal konsensüsle oluşan anayasadır. Demokratikleşme siyasi bir hareket olmasına rağmen, toplumsal konsensüsle oluşturulmuş bir anayasaya dayanmadan kalıcı ve sistematik bir yönetim rejimi haline gelemez. Bu temelde Demokratik Anayasalar demokratik toplumla devletin uzlaşmasını ifade eder.

5- Demokratik Çözüm İlkesi: Demokratik çözüm ilkesi, daha çok devlet olmayı hedeflemeyen, devletin uzantısı da olmayan sivil toplumun demokratikleşmesini, yani demokratik toplumu esas alır. Devletin bünyesinde temel biçim değişikliklerine yönelmekten ziyade, toplum bünyesinde işleyen bir demokratik rejimi arayan çözümlere yönelir. Devlete ilişkin olarak en çok demokratik bir anayasa talep eder. İlke olarak demokratik çözüm iktidar paylaşımıyla uğraşmaz, hatta iktidardan uzak durur. Demokratik çözümlerin hedefi de iktidar veya devlet olanaklarını paylaşmak olamaz. Devlete tutunmak, devletin bir bloğunu teşkil etmek, demokratik çözümün hedefi olamaz.

Cumhuriyet kurumlarıyla demokratik toplum kurumlarının barış içinde birlikte var olmaları demokratik çözümün esasıdır. Bu tanım içinde ulus-devlet, kapitalizm ve endüstriyalizm tekelleri, demokratik toplumun demokratik konfederalist, ekonomik ve ekolojik komünalizm kurumlarıyla uzlaşıya dayalı barış içinde bir yaşamı kabul etmek durumundadır. Açıkçası demokrasisiz bir devlet ne kadar reddediliyorsa, devletsiz bir demokrasi de dayatılmıyor.

6- Bireysel ve Kolektif Hak ve Özgürlüklerin Birlikteliği İlkesi: Toplumlar kolektif oldukları kadar bireysel, bireysel oldukları kadar kolektif varlıklardır. İkisini ayırmak liberal safsatadır, sömürü ve baskı amaçlıdır. Bu oyunun önüne geçmek ancak bireysel ve kolektif hakların birlikte etle tırnak gibi yaşanmasıyla mümkündür.

7- İdeolojik Bağımsızlık ve Özgürlük İlkesi: Bu ilkenin temelinde daha çok kapitalist modernitenin dünya çapında egemen kıldığı kaba materyalist nitelik taşıyan, özünde ise idealist olup ‘pozitivist bilimci’ geçinen ideolojik hegomonyacılığından kurtulmadıkça demokratikleşmenin ve özünde var olan özgürleşmenin sağlanamayacağını kavramak yatar. Alternatif ideolojik seçeneklerin anlamlı olması için yerel, kentsel ve bölgesel, çoklu ulus ve ortak vatan kategorilerini içermesi gerekir. Aksi halde başka bir ideolojik hegemonya gelişim gösterebilir.

Geleneksel dinci ve ırkçı görüşler de en az kapitalist modernite ideolojisi olan pozitivist hegemonyacılık kadar hegemoniktirler. Bahsedilen ana kategorilerde özgürlükçülüğe dayanan ideolojik çıkışları özgürlük ideolojisi olarak değerlendirmek mümkündür. Ancak bu özgürlük ideolojileriyle demokratikleşme sorunları ve çözüm yolları anlaşılır kılınıp uygulanabilir. İdeolojik özgürlük toplumsal doğanın hakikatiyle bağlantılı olup, demokratik toplumun gerçekleştirilmesi ve yaşanmasıyla kendini daimi olarak ifade eder. Toplumsal hakikat, demokratik toplum gerçeklerinin özgürce ifadesidir.

8- Tarihsellik ve Şimdilik İlkesi: Tarih şimdiki anı koşulladığı kadar, şimdi de tarihi somutlar. Aradaki fark Şimdi’ye müdahale imkanının, dolayısıyla özgünleştirme şansını sunmasıdır. Şimdisiz tarih olmadığı gibi, tarihsiz şimdi de olmaz. Modernitenin tarihsizleştirme çabası, toplumu ve bireyi hafızasızlaştırma, ahlaksızlaştırma ve politikasızlaştırma yoluyla baskı ve sömürüye kolayca çekme ve alıştırma savaşıdır ki, hepten reddedilmelidir.

Bu anlamda tarih kavrandıkça en büyük güç kaynağımız olacaktır. Tarihini doğru kavrayamayan ve yazamayanların, Şimdi’yi doğru kavrayıp özgürleştirmeleri çok zayıf bir olasılıktır. El yordamıyla yaşanacak özgürlükler ve demokratikleşmeler kalıcı olamazlar; nasıl elde edilmişlerse öyle elden kaçabilirler.

9-Ahlak ve Vicdan İlkesi: Toplumsal sorunların çözümlenmesinde ve demokratikleşmenin sağlanmasında ekonomik yaklaşımlar kendi başına yeterli değildir. Toplum, varlıksal ve tüm tarihi boyunca hep ahlak ve vicdanla iç içe yaşamıştır. Modernitenin toplumsal ahlaka ve vicdana karşı açtığı savaş, baskının ve sömürünün meşrulaştırılması amacına yönelik olup bu yaklaşımdan kaynaklanan ekonomik ve politik çözümler özde mümkün olmadığı gibi toplumsal sorunları daha da ağırlaştırır ve demokratikleşme çabalarını boşa çıkarır. Sorunların demokratik çözümünde güç ilkesine yer vermeyen ahlak ve vicdan ilkesine mutlaka başvurma gereği vardır.

10-Demokrasilerin Öz Savunma ilkesi: Kapitalist modernite unsurlarının ekonomik, ekolojik ve demokratik toplumlarla özgür ve eşit bireyleri üzerinde yürüttüğü tekelci baskı ve sömürüsüne karşı öz savunma sorunları hayati konuların başında gelmektedir. Öz savunmasız yaşam sadece ücret köleliğiyle sonuçlanmakta, her türlü işsizlik, hastalık ve yozluklara da yol açmaktadır. Daha da kötüsü, çok sayıda fiziki ve kültürel soykırımları da beraberinde taşımaktadır. Modernite sistem olarak genelde toplumu ve bireyleri, özelde daha şiddetli olarak demokratik toplumları ve özgür bireyleri zorunlu olarak varlıklarını savunmakla karşı karşıya bırakmaktadır. Öz savunmayı başaramamaları halinde, sadece özgürlükleri değil, varlıkları da soykırım tehlikesine uğramaktadır. Modernitenin tekelci unsurları kendini sürdürebilir kılmak için toplumun ve bireyin özgürlüğünü ve varlığını tehdit altına almakla yetinmemekte, geç dönemlerinde yaşam için vazgeçilmez olan ekolojik koşulları da tüketmektedir. Ekolojik koşulların tüketilişi, uzun vadeye yayılmış ve tüm yaşam üzerinde yürütülen bir nevi soykırım olmaktadır.

Demokratik toplum ve özgür birey, devrimci ve evrimci gelişmeler kadar, onlarla birlikte öz savunma sorunlarına da çare bulmak zorundadır. Modernitenin yapısal krizinin son dönemi öz savunmayı tüm sorunların başına yerleştirmiştir. Her topluluk ekonomik, ekolojik ve demokratik bir birim olmak kadar, öz savunmalı bir birim olarak dayanışmak durumundadır. Aynı zamanda her eşit ve özgür birey ekonomik, ekolojik ve demokratik bir veya daha çok birimde yaşamak durumundadır. Tüm canlılar için geçerli olan beslenme, üreme ve korunma, en çok da insan toplumu için geçerli, vazgeçilmez üç yaşam koşuludur.

Bu ilkelere ek olarak belirtilmesi gereken husus, demokratik ulusal çözümün ekonomik-sosyal modelini komünal birimlerin oluşturduğudur. Ekolojik, sosyal ve ekonomik toplum birimleri kar gayesi taşımazlar. Temel ihtiyaçlar sıralamasını esas alırlar. Piyasa olsa da, tekelcilik sınırlandırılmış olup toplumun etik kontrolü altındadır.

Üçüncü yolun ittifaklar anlayışı da on temel ilke ışığında açığa çıkmış bulunuyor. Özgürlük, eşitlik ve demokrasi mücadelesi yürüten tüm örgütlü güçler, topluluklar, gruplar ve bireyler, üçüncü yolun doğal ittifakıdırlar. İlerlemenin ve gelişmenin ittifakları olarak değerlendirmek yerindedir. Bununla birlikte taktik ilişkiler boyutuna giren dolaylı ittifaklar, durdurmanın ve sınırlandırmanın ittifakları vardır ki bu da gelişen faşizm karşısında koşulların gerekli kıldığı zorunlu ittifaklar içinde yer alırlar. Yasal siyaset zemininde elde edilmiş mevzileri korumak ve büyütmek de kuşkusuz bu kapsamdadır. Neticede başarılı bir siyasetin sınırı, karşıtlarının zaferi elde edecek bir ittifak geliştirmesini engellemekte, kendi ittifaklarını ise beceriyle gerçekleştirmesinde yatmaktadır. Öcalan’ın 2019-Haziran yerel seçimlerinde işaret ettiği nokta tamda buydu. %20’lik bir oy potansiyeline sahip olanların ulus-devletin kanatları arasındaki mücadele de taraf olmak yerine %20’lik potansiyeline yoğunlaşmaları ve gerçek demokratik bir alternatif güç olarak kendisini dengeleri bozan bir konuma taşırmalarıydı.

Yerel seçimlerde ortaya çıkan sonuçlar bu bağlamda tüm taraflara iyi bir uyarı işlevi gördü, ancak gerçek bir demokratik ittifaklar ilişkisinin ve demokratik güç birliğinin sonucu olmaktan da uzaktı. Mevcut uygulamalar bütünü, HDP ve bileşenlerin yaklaşımı Türkiye’nin demokrasi kriteri haline getirmiş durumdadır. Kanımızca bu noktada kem küm etmenin herhangi bir manası kalmamıştır. Kim ki HDP ve bileşenleriyle açıktan demokratik ittifak ilişkisine girmekten itina ediyorsa, bilinmeli ki o unsurların demokratik değerlerle herhangi bir ilişkileri ve Türkiye’nin demokratikleşmesi gibi bir dertleri bulunmamaktadır. O halde üçüncü yol yolcularının bu kesimleri yerelde ve genelde iktidara taşıma gibi neden bir dertleri olsun?

Anlaşılacağı üzere üçüncü yol çözümü devletin dışında aramaktadır. Ne devleti yıkarak yerine yenisini kurmak, ne de mevcut devletin bir uzantısı haline gelerek içinde erimek gibi bir gayesi vardır. Devlete dair bir gayesi var ise, o da ulus-devleti toplumsallaştırma ve ulus devlet karşısında toplumu güçlendirme çabasıdır. En fazla, toplumu öz örgütlülüğü ile dönüştürücü bir güç haline getirme ve bununla toplumun ulus-devlet demokratik dönüşümüne yol açma ereğinden söz edilebilir. Bunun içindir ki toplumun çözümü kendi içinde, demokratik iradesinde araması esastır. Üçüncü yol olarak demokratik toplumun güvencesi, sahip olduğu öz örgütlülük düzeyidir. Öz örgütlülük ne düzeyde yaşama yaydırılmış ve yaşam bütünüyle örgütlü bir bildirim içindeyse, ortak varoluş da kendini o kadar mümkün kılacak ve aktive edecektir.

Başlangıçta vurguladığımız noktaya geri dönecek olursak, unutkanlık ve sıradanlık ilişkisini aşan bir uyanıklık ve sıradışılık, özgürlüğün kaynağı olan öz örgütlülükle mümkündür. Öz örgütlendikçe kendini ve tarihini tanır. Yeteneklerinin ve yetersizliklerinin ayırdına varır, kendini yeniden kurup inşa eder. Zerdüşt’ün işaret ettiği gibi, “İNSAN KÜÇÜK BİR DÜNYA, DÜNYA BÜYÜK BİR İNSANDIR.” Üçüncü yolda, insanla anlam bulan demokratik bir dünya ve dünyayla varlık bulan demokratik insanlıktır.

 

Bunları da beğenebilirsin

Yoruma kapalı.