Düşünce ve Kuram Dergisi

Tarihte Son Sözü Hep Direnenler Söyler, Neden?

Hatip Dicle

Şair Adnan Yücel bir şiirinde, şu dizeleri sıralar:

Düşlerin sonsuza koştuğu yerde, Sabrın çiçeklerinin açtığı yerde, Asla kapanmaz yaşanan defter. Çünkü tarihin en güzel yerinde, Son sözü hep direnenler söyler…

‘’Tarih, yazının icadıyla başlar’’ denir; ama tarih sadece yazılı kısmıyla tarih olmaz. gerçek tarih, toplumsal doğa halimizin milyonlarca yıl öncesindeki durumunu hesaba katmadan anlam bulamaz.Yine insanı, evrenin en zeki varlığı olarak tanımlamak mümkündür. Hatta insan, bilimsel anlamda evrensel tarihin özeti olarak da tanımlanabilir. Birçok felsefi ekolde, insanın evrenin bir maketi olarak sunulmasının, temel nedeni de budur.

İnsan toplumundaki zekâ düzeyi ve esnekliği, toplumsal inşanın gerçek temelini oluşturmaktadır. Özgürlüğü bu anlamda toplumsal inşa gücü olarak da tanımlamak yerindedir. Buna ilk insan topluluklarından itibaren, ahlaki tutum denildiğini biliyoruz. O halde toplumsal ahlak, ancak özgürlükle mümkündür. Daha doğrusu özgürlük, ahlakın kaynağıdır. Eğer toplumsal yaşamın kuralları demek olan ahlaki seçim, özgürlük kaynaklı ise; özgürlüğün zekayla, bilinç ve akılla bağı göz önüne getirildiğinde, ahlaka toplumun kolektif bilinci yani vicdanı demek, anlaşılır olmaktadır.

Tarih boyunca insanlar, toplumlar hiç bir dönemde baskı, zulüm ve haksızlıklar karşısında alışkanlık göstermemişlerdir. Açlığa, yoksulluğa, acılara, savaşlara ve daha birçok sıkıntılara zamanla alışabilen insan, aynı tahammülü, adaletsizlik ve haksızlıklara karşı göstermemiştir. İşte onu diğer canlılardan ayıran ve insan yapan özellik de budur; onur ve özgürlük sahibi olması, haksızlığa ve adaletsizliğe karşı tepki göstermesidir. İnsanın doğasında var olan bu tepkiyi söküp atmak mümkün değildir. İnsan, yeri geldiğinde ölmeye de razı olur, fakat haksızlığa ve adaletsizliğe asla razı olmaz… Bu nedenle; insanın baskı, zulüm, adaletsizlik ve haksızlıklara karşı tepki göstermesi, yani direnmesi onun doğal hakkı, insan olmasının gereğidir.

Zaten ‘’direnme’’ kavramı, herhangi bir düşüncede, bir istekte veya bir durumda karşı koyma, ayak direme, inat etme, ısrar etme veya mukavemet gösterme anlamına gelir. Bir başka deyişle de direnme, bir başkasının eylem ve iradesine karşı psikolojik veya fiziki, her türlü muhalefeti kapsar ve zorlanmanın karşısındaki savunma hareketidir. Ya da Amed Zindanında PKK tutsaklarının bayraklaştırdığı şekilde, direnmek yaşamaktır!…

Dikkat çektiğimiz bu konuların tarihsel, sosyolojik ve felsefik temellerine inmeden önce, günümüzden binlerce yıl önceki bilimsel gerçeklere uzanmamız gerekmektedir. Zira direnmenin özüne ve kaynaklarına inmeden, başlıktaki soruyu, ikna edici tarzda yanıtlamak mümkün değildi.

 

Köleliğe Karşı Direnişler

Son buzul çağının, günümüzden 20 bin yıl önce sona ermesine kadar, insan türünün 25-30 civarında niceliklerden oluşan ve adına klan dediğimiz toplumsal formu aşamadığına ilişkin, ortak bilimsel bir tespit vardır. İnsanlık, tarihinin yüzde 98’ini, bu tip toplumla yaşamıştır. Klan, toplumun oluşumunda ana hücre rolündedir. Toplayıcılık ve avcılık gibi çok basit iki işi vardır. Bu işler üzerinde belki de bin kez tartışarak, danışarak ve deney alışverişi yaparak, toplayıcılık ve avcılık politikalarını oluşturup uygulamaya çalışırlardı. Şüphesiz ki klan’daki bu politika, en basit anlamdaydı. Hatta sorunlarını kendileri tartışıp karar verdikleri için en ilkel ve basit bir demokratik toplum karakterindeydi. Bir gün politika yapmazsa ölürdü. Zaten konuşma ihtiyacını hızlandıran unsur da, işin yapılmasına ilişkin tartışma ve karar olduğunu hiç unutmamalıyız. Öte yandan klan, politik olduğu kadar ahlaki bir toplumdur. Çok basit konumda da olsa ahlak, toplumun yaşam kurallarını belirlemektedir. Ahlakını yitiren klan, yok edilmiş klandır. Yaşam kurallarının işlememesi, topluluğun sonu demektir. Klan toplumunu, bu özellikleri ve ahlaki-politik toplum olmaları gerçekliği nedeniyle, demokratik uygarlık sistemi tarihinin baş köşesine oturtabiliriz. M.Ö 10 binlerde, köy-tarım devrimi’nin, esas olarak tarihte ‘’verimli hilal’’ olarak da adlandırılan Toros- Zağros dağ silsilesinin iç kavislerindeki eteklerinde geliştiği, antropolojik ve arkeolojik çalışmalarla kanıtlanmaktadır. İnsanlığın evrensel tarihinde, adına neolitik devrim denilen bu aşama, önemli bir temeli teşkil etmektedir. Muhteşem neolitik devrim, aynı zamanda bir kadın devrimi’dir. Ana-kadın düzeni işlemektedir. Kadın, herhangi bir erkeğe ‘’karılık’’ ilişkisiyle bağlı değildir. Erkek de kadın üzerinde ne eğemenlik kuracak, ne de ‘’benim karım’’ diyebilecek durumdadır. Erkeğin çocuklarının olması gibi bir durum da, toplumda gelişmiş olmaktan uzaktır. Çocuklar ana-kadınındır. Ana-kadının sadece üreme amaçlı, sadece her canlı kadar bir doğal cinsellik durumu vardır. Çocuklar için emek harcaması, çocukların ana-kadına aidiyetinin temel nedenidir. Hem doğurması, hem de besleyip büyütmesi, kendisine bu hakkı vermektedir. Yalnız ana-kadının kardeşleri önemlidir. Dayılık ve teyzelik, gücünü bu en eski ana-kadın hukukundan alır. Hatta günümüzde dengbejlerin Kürtçe kılamlarında, dayı figürünün güçlülüğünün kaynağı, muhtemelen bu gerçekliğe dayanır. Neolitiğin baş köşesine oturan ana-kadın ve ondan esinli ana-tanrıça kültürünün, toplumsal ifadesi böyle yorumlanabilir. Dayılar dışında, erkek siliktir. Kocalık ve babalık, henüz inşa edilmemiştir.

Neolitik devrimle toplum, uzun süreli klan toplumu aşamasından, klanların bileşiminden oluşan heterojen kabile sistemleri aşamasına geçmiştir. Yarı-göçebe kabile sisteminde, köy oluşumlarına geçildiği Urfa-Göbeklitepe tapınağı üzerinde yapılan bilimsel çalışmalarda kanıtlanmıştır. Her ortak tapınak yerleşikliğin, ilkel alışverişin, hediye etme kültürünün, ortak duygu ve düşünce devriminin de temelini teşkil etmektedir. Bu kültürün yarı-göçebe niteliği; onun çok esnek ve hızlı yayılma karakterinde olmasını sağlamıştır. Zaten Tarım ve Köy Devrimi de, hayvanların evcilleştirilmeye başlaması da yarı- yerleşik kabile sistemine dayanarak gelişmiştir. Klandan kabile sistemine geçiş, normal bir toplumsal evrim sonucunda oluşmuştur. Zor, baskı ve hegemonik eğilim, henüz toplumun gelişmesini etkileyen bir konumda değildir. Bu konudaki diğer önemli bir husus da, M.Ö 7000’ler sonrasında gelişen çanak çömlekli neolitiğin, daha üst bir aşama olarak, kentlerin eşiğine kadar gelen bir gelişmeyi mümkün kılmasıdır.

Verimli Hilal’de M.Ö 6000-4000 döneminde, uygarlığa geçiş için gerekli olan belli başlı tüm maddi ve manevi kültür unsurlarının oluşmuş bulunduğu, tarihçilerin ortak kanısıdır. Kıtlık ve çeşitli felaket dönemlerinde kullanılmak üzere, toplumsal artıklardan birikimler yapılabilmektedir. Ticaretin temeli atılmıştır. Hediye etme kültüründen, karşılıklı ihtiyaçlar için takas sistemine geçiş yapılmıştır. Manevi kültürün birçok unsuru din, tanrı, sanat, bilim ve tekniğin ilk orijinal hallerinde büyük gelişmeler sağlanmıştır. Tekerlek kullanılmaktadır. Daha da önemlisi, kadının öncülüğünde ve çevre ile çelişmeyen ekolojik bir yaşam söz konusudur.

Ne var ki M.Ö 5000’lerden itibaren hanedanlık, ideoloji ve uygulama olarak, o döneme kadar olan düzeni tersyüz etme sonucunda gelişecektir. Ataerkillik olarak da adlandırılan bu düzende, tecrübe sahibi ‘’yaşlı erkek’’, askeri maiyeti bulunan, avcılıkta uzmanlaşmış ‘’güçlü adam’’ ve bir nevi rahip öncesi kutsallık lideri olan ‘’Şaman’’ın ittifakıyla, ataerkil yönetim kök salacaktır. Ana-kadın düzeni köklü bir dönüşüme uğramakta; adeta bir karşı-devrimle yüzyüze kalmaktadır. Kadın üzerindeki sahiplik, ilk mülkiyet düşüncesinin de temeli olmaktadır. Erkek bu düzen altında hem çocukların sahibidir, babasıdır; hem de çok çocuk sahibi olmak ister. Hanedanlık, ataerkillik ve babalık, sınıflı topluma yaklaşıldığının da kanıtı, göstergesidir.

Ayrıca bu süreçte, KENT ve ona dayalı uygar topluma geçiş, Verimli Hilal’in binlerce yıllık toplum geleneklerinde biriken maddi ve manevi kültür değerlerinin niteliksel sıçramasıyla gerçekleşir. Tarih ilk kentin Dicle ve Fırat nehirlerinin denizle birleştiği alüvyonlu sahada, Sümer’lerce inşa edilen Uruk şehri olduğu konusunda hemfikirdir. Evrensel tarih için Uruk dönemi (M.Ö 3500-3000) UYGARLIĞIN başlangıcını teşkil etmesi açısından önemlidir.

Uruk kültürünü yansıtan şehrin tanrıçası İnanna Destanı’nda, kadının binlerce yıllık üretken yaratıcı eylemi ile oluşan, 104’e kadar sayılan toplumsal kurum ve kuraldan (ME’ler), teknikten söz edilmektedir. Kurnaz ve güçlü ‘erkekleşen tanrılar’ın, bunları ellerinden almak için nasıl hileye ve zorbalığa başvurduklarını anlatmaktadır. Tanrıça İnanna şahsında kadınların bu ihanete karşı DİRENİŞİ, tarihin destansı mücadelelerinin anası durumundadır. Ancak Babil döneminde (M.Ö 1700’ler) kadın, kesin bir yenilgiye uğramış gibidir. Kadın artık KÖLE olduğu kadar resmi, genel ve özel fahişe muamelesi görmektedir. Hatta Ziggurat tapınaklarının bir kısmında, kadınların aşk nesnesi olarak rol oynadıkları da bilinmektedir.

Bu aşamadan itibaren kadının gittikçe derinleşen köleliğiyle, tanrı-kral’ın iktidarsal çıkışları, uygarlığın ilk büyük diyalektik çelişkisidir. Nitekim uzun yıllar tarihin gündemini oluşturan köle-efendi çelişkisi de, bu temel çelişkiden kaynaklanmaktadır.

Yeri gelmişken belirtebiliriz ki; iktidar kavramı,insan çabası üzerine kurulu, özünde artık-ürün ve değer olanaklarını sızdırmak amacıyla inşa edilen ‘’zor aygıtları’’ olarak tanımlanabilir. Çok çeşitli ve kapsamlı olarak inşa edilen iktidar aygıtları, son tahlilde insan emeği üzerine kurulu baskı düzenekleridir.

Bu dönemde, büyük birikim arzeden toplumsal artıklar üzerine yürütülen mücadele ve savaşlarla, kente dayalı sınıflaşma ve nihayet bundan sonra tarih sahnesine çıkan devletleşme safhası, gittikçe kırsal ve kentsel emekçilerle, tüm kabile sistemleri için büyük bir tehlike haline gelir. Çünkü özgürlükleri tehlikededir. Binlerce yılın ahlaki ve politik toplum geleneği, yok olma felaketiyle karşı karşıyadır.

Uygarlık toplumlarında hiyerarşi’nin sürekli iktidar ve devlet üretmesini, doğru çözümlemek gerekir. İktidar adeta kanser hastalığı gibidir; yayılmadan, yoğunlaşmadan ayakta duramaz. Sonuç, kendini sürekli üreten savaş ve devlet, iktidar parçası olma arayışıdır. Tıpkı avının peşindeki avcı gibidir iktidar elitleri ve kurumları… devletler ise bu işin meşrulaştırılmış biçimleri olmaktadır.

Şüphesiz ki devletlerin meşrulaştırılmasında, toplumların genel yönetim ihtiyaçları da tam bir maske olarak kullanılır. Hatta bazı toplumsal yönetimler, gerekli bir ihtiyaç olarak meşru görülebilir: Güvenlik, büyük sulama ve endüstri girişimleri, adalet işleri gibi…Fakat devlet yönetimlerinde bu toplumsal işler, hep ikinci planda tutulur ve kendilerini meşrulaştırma temelinde kullanılır.

İktidarlı,devletli toplumların bir diğer niteliği; erkek egemenlikli oluşlarıdır. Neolitik toplumda kadın ağırlıklı yönetimler, esas olarak üretim, güvenlik ve üreme amaçlıyken; uygarlık toplumlarında iktidar yönetimleri içte ve dışta, sömürü ve savaş amaçlıdır.

Devlet kavramının kökü ise Arapçadan çıkmadır. Devletin kelime anlamı, ele geçirilen bir kadınla yaşanılacak gece anlamına gelen sözcükten türemedir. Devletin kelime olarak bile tecavüz ve köleleştirmeyle ilişkisi, oldukça ilginçtir. Üstelik Arapça’da iktidarı çağrıştıran tüm kavram ve kurumların da anlamı çıplaktır: Keyif çatma ve sürdürmeyi çağrıştırır. Beş bin yıllık devlet oluşumlarının, ilk kaynağının da köleci devlet modeli olması; zaten gerçek yüzünü ortaya koymaktadır.

Şu hususu önemle belirtmeliyiz ki, Toros-Zağros dağ silsilesinin eteklerine dayalı toplumsal kültür, hiç bir dönemde orijinalliğini kaybetmemiştir. Kendi içinden çıkan askeri ve siyasi, hatta rahip merkezli dini hegemonlara da asla teslim olmamıştır. Büyük direnmiştir. Kuşkusuz ki bunun özünde, yaşadığı ve derin köklere sahip, M.Ö 15000’lerden günümüze kadar varlığını koruyan kabile sistemi ile tarım ve hayvancılık ekonomisinin rolü daima belirleyici olmuştur.

Köleci devletlerin hegemonya ve saldırılarına rağmen, kendilerini kölelik sisteminin dışında tutabilmiş ve sürekli sistemin talan ve köleleştirme seferleriyle yüzyüze kalan ve kabile sisteminde yaşayan aşiret ve kavim isyanlarının ardı arkası asla gelmemiştir. Süreç içinde demokratik uygarlığın bir parçası olarak, tıpkı devletli uygarlık sistemi gibi süreklilik kazanmayı başarmıştır. Egemen sistem ise insanlığın özgürlük özlemi ve tutkusunu temsil eden bu direniş hareketlerini ‘’barbarlık’’ olarak tanıtmak istemiştir. Aslında ‘’barbar’’ olan köleci ve talancı uygarlık sistemidir. İnsancıl yaşamdan kopmak istemeyen ise direnişçi kabile-komün düzenidir. Bu çok açıktır. Çünkü bunlar doğayla iç içe, ana ile çocuk gibi kucak kucağa yaşam sürdüren toplumlardır. Gerçek insan olanlar, doğayla ve kendi içlerinde ana-çocuk gibi sevgiyle yaşayanlardır. Kadının ağırlıklı rol oynadığı toplumlardır. Çevreyi yıkmadan, kirletmeden yaşayanlardır. Baskı, sömürü, gasp ve talanı, kendilerine yabancı sayanlardır.

Öte yandan özellikle kadın icat ve keşifleriyle; çiftçi- çoban-zanaatkar keşif ve icatları, neredeyse neolitik dönemdeki keşif ve icatların tamamı oldukları halde, tarih hiç de bu gerçekliği teslim etmemektedir. Ayrıca köleleştirmeye karşı Semitik, Hurri (proto- Kürt) ve Ural-Altay kabilelerinin direnişi, gerçekten destansıdır. Örneğin bu direniş güçlerinden olan Hurri kabilelerinin M.Ö 4000-3000 döneminde birleşerek aşiretleşmelere doğru evrim gösterdikleri, tarihsel kayıtlardan anlaşılmaktadır. Aşiretler çoğunlukla, kabilelerin ortak savunma ve yönetim ihtiyacı için zorunlu bir aşamadır. Köleci uygarlıklara karşı yok olmamak için birleşme ve direnme ihtiyacı, aşiret örgütlenmesini doğurmuştur. Zaten kendiliğinden bir ordu ve politika gücüdür. Ulus kültürlerinin de ana kaynağı durumundadır. Aşirette komünal ruh güçlüdür. Aşiretlerin özgürlük, komünalizm, demokratik gelenek uğruna görkemli direnişleri olmasaydı; insanlık bir kul, sürü kitlesi olmaktan kurtulamazdı. Nitekim demokratik uygarlık tarihi de, bu güçlerin direniş, isyan ve ahlaki-politik toplum yaşamında ısrarlı tutumlarının tarihidir.

M.Ö 3000-2000 dönemi aşiretlerin konfederasyon tipi gevşek bağlı toplumsal oluşumlara girdiğini göstermektedir Asur güçlerinin köleleştirme saldırılarına karşı, destansı direnişler yaratmışlardır. Yine Mitanni ve Hitit (Proto-Kürt) Konfederasyonları, Hurri kökenli aşiretler oluşumu olarak, güçlü direnişler göstermişlerdir. Hurrilerin M.Ö 2000’lere doğru, yaklaşık olarak bugünkü Kürtlerin yaşadığı Kürdistan topraklarına sahip veya hükmedebilecek konuma geldikleri görülmektedir. Zaten Hurrice dilinin Proto-KÜRTÇE (Ön Kürtçe) olduğu, etimolojik çalışmalardan da tespit edilebilmektedir. M.Ö 1200’lerde Asur belgelerinde, Dicle-Zap kıyılarında Nairi halkı ve aşiret konfederasyonundan söz edilmektedir. Yine aynı kültürden olan Urartular (M.Ö 900-600) bir demir uygarlığı olarak, Asur Köleci- Devleti karşısında ayakta kalan tek güçtür. Medya beylikleri, sürekli direniş içinde olmalarına rağmen, Demirci Kawa efsanesinde gördüğümüz gibi, ancak M.Ö 612’de Asur Köleci İmparatorluğu’na karşı zafere ulaşırlar. Med Aşiret Konfederasyonunun direnişi de yine çok önemlidir; 300 yıl gibi bir zaman dilimine yayılmıştır.

Tarih boyunca kabile direnişlerinin, yaşadıkları tüm ihanet ve yenilgilere rağmen, tarihin motor güçlerinden oldukları, Demokratik uygarlığın eşit, özgür yapılanmalarını sürekli yaşadıkları kesindir. Kabilenin kendisi, demokratik komünalizmin bitmeyen kaynağıdır. Kabile algımızı geliştirirken, sadece geleneksel yapılanmalara da takılmamak gerekir. Sadece kan bağları, kabile olmak için yeterli ve gerekli de değildir. Kabile özünde, toplumun anlamlı yaşamının temel örüntüsüdür. Örneğin bu yaklaşımla, anarşistler tipik kabileci örgütlenmelerdir. Çevreci ve feminist hareketler, bu sıfata daha da yakındır.

 

Dinsel Nitelikli Direnişler

Köleliğe karşı ikinci direniş eğilimi, dinsel niteliği ağır basan, ideolojik kökenli olan direnişlerdir. Bunlar aşiretler-üstü direniş hareketleridir. Özellikle Mitracılık, Hıristiyanlık, Musevilik, İslamiyet ve Manicilik, başlangıç ve doğuş aşamalarında, köleciliğe karşı çıkan inanç akımlarıdır. Zerdüştiliğin devamı niteliğindeki Zerdestçilik, Ezidilik, Alevilik ayrı bir direniş kolu niteliğindedir; daha çok da yoksulların saflarında etkilidir. Sonuç olarak Ortadoğu’da kabile ve din direnişçiliği, günümüzde bile hala canlılığını koruyorsa, bu durum tarihsel temellerinin ne kadar eski ve güçlü olduğunu göstermektedir.

Önemle vurgulamamız gereken gerçek şudur: Tarih sadece devletli uygarlık yürüyüşü değildir. Daha fazlasıyla demokratik uygarlık, yani komünal yürüyüşlüdür. Teorisi ve yeniden yapılanması gereken de, tarihin bu soylu yürüyüşüdür. M.Ö 3500- 3000 yılları, tarihsel yürüyüşün çatallaştığı, ikili bir yürüyüşün başladığı yıllardır. Kentleşme, sınıflaşma ve devletleşme ile nitelenen devletli uygarlık sisteminin yürüyüşüyle, tarihin derinliklerinden gelen demokratik uygarlık sisteminin yürüyüşüdür. Temelinde devlet-toplum çelişkisi bulunan, bu iki yürüyüş kolu arasında, o dönemde başlayan mücadele, özünde aydınlığın karanlığa karşı mücadelesi olarak günümüzde de sürmektedir.

Tarih, M.Ö 3500-3000 yıllarında ilk kentin, Dicle- Fırat nehirlerinin denizle birleştiği alüvyonlu sahada Sümerlerce inşa edilen Uruk şehri olduğu konusunda hemfikirdir. Hatta bugünkü Irak adı da, Uruk’tan kaynaklanmış olabilir. Evrensel tarih için Uruk dönemi, uygarlığın başlangıcını, diğer bir deyişle çatallaşmasını, teşkil etmesi açısından önemlidir. Etrafı surlarla çevrili olan bu kent, üç katlı tapınağı olan Zigguratların da tarih sahnesine çıkmasının sembolü olmuştur. Sümerlerde Zigguratlar, öncelikle ideolojik bir karargahtı. İdeolojik kölelik, ilk adımda bu tapınaklarda inşa edilirdi. Orada hem insanlar köle olarak çalışır hem de üretim ve siyaset planlanırdı. Hatta inanç da orada inşa olunurdu. İnançla zihniyet fethedilir ve kölelik meşrulaştırılırdı. Eşit ve özgür kabile insanından, her bakımdan farklı bir toplumsal inşa söz konusuydu.

Bir kere ana-tanrıçalı dinden, baba-tanrılı, erkeğin egemen olduğu dine; yerdeki totemden gökteki tanrıya; her kabilenin tanrısından kent tanrısına; kentlerin birliğini temsilen, yerin ve göğün genel tanrılarına doğru bir dönüşüm gerçekleşmektedir. Aslında Sümer Panteonu, yükselen yeni sınıfın tanrısallaşmasıdır. Zigguratlar üç katlıdır. En üst kat, tanrıların panteonudur. Orası zihinlere hükmeden tanrı mekanı olarak düşünülür. Orta kat Rahiplerin, yani tanrı elçilerinin, politik yönetim karargahlarıdır. En alt kat ise çalıştırılan kul-kölelerin, yani en alttakilerin, ezilenlerin yeridir. Bu model, günümüze kadar özde değişmemiştir.

Hatta tüm dinlerde, şu üçlüyle karşılaşmıyor muyuz? Tanrı-elçi-kullar düzeni… Peki temel sınıf düzeni de şöyle değil midir? Asker+siyasi yönetici+rahip, üst tabakayı oluştururken; orta tabakayı orta sınıf + bürokrasi + meşrulaştırma kurumları (üniversite, mabed, medya) oluşturur. En alttakiler ise ilk iki sınıfın dışında kalan herkestir: Proleter, köylü, memur, öğrenci, kadın, çocuk, işsiz v.s

Merkezi uygarlık sistemi’nin beş bin yıllık bu öyküsü, gerçeğe en yakın bir tarih kurgusudur. Daha doğrusu ampirik olarak gözlemlenen bir gerçekliktir. zigguratı çözümlemek, merkezi uygarlık sistemini çözümlemektir; dolayısıyla günümüzün kapitalist dünya sistemini, gerçek temellerine oturtarak çözümlemektir. Kapitalizmde, sermaye ve iktidarın kümülatif olarak sürekli gelişimi madalyonun bir yüzü iken, diğer yüzünde korkunç kölelik, açlık, yoksulluk, vahşet ve belki de en kötüsü sürüleşme vardır.

Devletli uygarlık sistemi içinde Akad, Babil ve Asur köleci imparatorluklarına geldiğimizde, çok tanrılı panteondan giderek bir tanrının yükselmeye, diğerlerinin üstüne çıkarak, onları kendisine yardımcı kılmaya başladığını gözlemliyoruz. Çok açık ki İKTİDAR gücü merkezileştikçe, panteon da merkezileşiyor. Her dediği kural, kanun olan tanrı- krallara sıra gelince, mutlak tek tanrılı inançlara da kapı aralanmış oluyor.

Özcesi neolitik toplumda, her klan ve kabilenin bir totemi yani tanrısı vardır. Toplum büyüyüp birleşik hale gelince, sınıflaşıp üst yönetimler oluştukça, hatta tek kişilik yönetimler ortaya çıktıkça, tanrıların sayısı da çokluktan bire doğru azalmaya başlamaktadır. Ayrıca KADIN toplumda etkisini yitirdikçe, tanrıların cinsiyeti de değişmekte; kadın tanrıçalar yerine erkek, ata, baba-tanrı peydahlanmaktadır.

Bu kapsamda Mısır, Akad, Babil kralları kendilerini binlerce yıl, Firavunlar, Nemrutlar, yani tanrı-krallar olarak meşrulaştırmışlardır. Buna sistemli bir biçimde karşı çıkan İbrahimi gelenektir. Hz. İbrahim’in (M.Ö 1700’ler) Urfa’daki Nemrut’a karşı geliştirdiği direniş eylemi, en az 3000 yıllık bir tanrı-kral ideolojisiyle mücadele etme gerçekliği açısından büyük önem arzetmektedir. İlk defa kullar, ‘’tanrı’’ya karşı çıkmaktadır. Bu durumun, o dönemde çok büyük bir ideolojik devrim olduğu açıktır. Yeni anlayışa göre, Tanrı-Krallar da basit insanlardır. Tanrı ise insan değildir. Her şeyi yaratandır. Eşi görülmemiş, mucizevi olay budur. Hem maddi eylem, put kırımı vardır; hem de yeni ideolojik arayışlar söz konusudur. İnsanların asla tanrı olamayacakları, İbrahimi dinlerin (Musevilik, Hıristiyanlık, İslamiyet) temel ilkesidir. İnsanlar ancak Peygamber (Tanrı Elçisi) olabilirler. İbrahimi dinler, bu çok köklü olan köle-tanrı ilişkisini tümden yıkmamışsa da, önemli ölçüde yumuşatıp reformdan geçirmiştir. Her üç dinin de sonradan saptırılıp, uygarlık dinlerine dönüştürülmeleri, farklı bir olgu olarak değerlendirilmelidir.

Köleliğe direniş, her üç İbrahimi dinde de meşrudur ve teşvik edilir. Ekonomide de ciddi reformlara yol açmışlardır. Daha eşitlikçi bir yapı hedeflenmiştir. Sadaka, zekât, vakıf önemli araçlardır. Siyasi alanda demokrasi ve cumhuriyet hedeflenmese de, tanrı- kral otoritesi yumuşatılmıştır. İnsanın tanrının vekili, elçisi olabilme sıfatı, teolojik bir devrimdir. Evrensel tarih üzerindeki etkileri büyük olmuştur.

Unutmamalıyız ki, M.Ö 3500-1500’ledeki iki bin yılda, tarihin derinliklerinden gelen ahlaki ve politik toplum, büyük darbe yemiştir. İbrahimi geleneğin oluşturduğu yeni paradigma da, elbette metafiziktir. Ama yine de çok önemli bir tarihsel çıkıştır. Yeni dönemde, ‘’AHLAK’’ın tamamen ‘’din’’ olarak sunulduğu anlaşılmaktadır. Bu yeni durum ortaya şu soruyu çıkarmaktadır: Dinselleştirilmiş ahlak ve politika, acaba ne derece devletli uygarlık karşıtıydı? Veya bu adımın kendisinin, bir yeni uygarlık oluşturup oluşturmadığıdır. İbrahimi dinlerin bugüne kadar geçirdikleri evrim dikkate alındığında, bu soruyu iki yönlü yanıtlamak mümkündür: Üst tabakada yansımasını bulan birinci eğilim; bizzat tanrı olmak yerine, tanrı elçiliği örtüsü altında yerel krallık ve beylikler oluşturma peşindedir. Mesela Hz. Musa’nın, kavmiyle Mısır’dan çıkması, yıllar sonra yeni bir beylik kurmasıyla sonuçlanır. Nihayet bu ütopya, M.Ö 1000’ler civarında, bugünkü İsrail-Filistin alanında Samuel, Davut ve Süleyman peygamberlerce gerçekliğe ulaştırılmaktadır. İkinci eğilim, daha yoksul ve radikal kesimin anti-uygarlık eğilimidir ki, Hz.İsa’nın çıkışında da, bu gerçeklik vardır.

Özellikle belirtmek gerekir ki; Museviliğin peygamberi olarak Hz.Musa’nın yoksul, yarı-kölelik koşullarında yaşayan ibranilere dayanarak, Mısır’da Firavun’a isyan etmesi ve kırk yıllık çöl öyküsü, baskıya ve zulme karşı büyük bir direniştir.

Yine tarihte etnik temelli olmayıp, ilk ciddi sosyal hareketlerden biri olan Hıristiyanlık dininin çıkışı da, yine büyük bir önem taşımaktadır. Çıkışında özgürleşme ve eşitlik hedefi ağır basar. Ortadoğu’da yaklaşık 3500 yıllık merkezi uygarlık sisteminde oluşan alt-sınıf ve tabakalaşma sürecinin, Köleci Roma İmparatorluğu’nda doruk noktasına varmasına bir tepki olarak gelişir. Tam da o dönemde Roma’da yaygın bir çarmıha germe cezalandırması uygulanmaktadır. Büyük köle ayaklanması olarak Spartaküs Hareketi’nin direniş anıları hala çok tazedir. Bu direniş sırasında, Roma yollarında beş bin kölenin çarmıha gerildiği rivayet edilmektedir. Hz.İsa’nın o dönemde KUDÜS Eyaleti’nde, bir Yoksullar Hareketi olan Musevi Essenİ tarikatından etkilendiği ve dönemin üst din adamlarına tepki duyması nedeniyle çarmıha gerildiği (M.S 34); İhbarın ise 13.Havarisi Yehuda İskaryot tarafından yapıldığı söylenmektedir. Hz.İsa’nın katledilmesinden sonra, Hareketi asıl toparlayan Havarisi Tarsus’lu Paul’dur. İlk Hıristiyanlar 300 yıl yeraltında açlık, işkence ve arenalarda aç aslanlara yem edilmeyi göze alarak destansı bir direniş sergilemişlerdir. Günümüzdeki Kapadokya yeraltı şehri o dönemin direniş mevzileridir. Ancak daha sonraları, politikleşen üst yönetim Rahipler konseyi, Bizans’ta inşa edilen yeni imparatorluğun ideolojik organı haline gelerek, Hz.İsa’nın çizgisine ihanet etmişlerdir. Hıristiyanlığın direnişçi yanı törpülenerek, devletli uygarlık güçlerinin silahına dönüştürülmüştür.

Ayrıca bu dönemde, Mani ve Mitra hareketleri de önemli bir çıkıştır. Sistem tutunabilseydi, erken bir Ortadoğu Rönesansı olabilirdi. Ancak yine de toplumun ahlaki gelişiminde önemli bir rol sahibidirler.

Merkezi uygarlık sistemi’ne karşı ideolojiler arasında, Zerdüştiliğin de özel bir yeri ve anlamı vardır. Uygarlık sisteminin sinsi ideolojik hegemonyasına karşı, ahlaki toplum direnişiyle yanıt vermek istemiştir. Eski Aryen inancı olan Ahura Mazda geleneğinde reform yapmıştır. İbrahimi dinleri de en çok etkileyen bir kaynak olan Zerdüşti gelenek, Zağros dağ kökenli ziraat ve hayvancılık toplumunun ahlaki ve politik, yarı-felsefe, yarı-din ağırlıklı öğretisidir. Greklerin özellikle Med’ler kanalıyla, Zerdüşt geleneğine çok şey borçlu olduklarını, Heredot tarihinin büyük kısmında, MED’lere ilişkin anlatımlardan da çıkarsamak mümkündür. Köleliğin fazla gelişmediği, özgür toplum yaşamının güçlü olduğu bir toplumun, ahlaki ve politik gerçekliğini ifade etmesi anlaşılır bir husustur. Halen bu gelenek Zerdeştler, Aleviler ve Ezidi toplumu içinde yaşamaktadır. Özellikle sosyal yaşama ilişkin net ilkeleri vardır. Sağlam bir eş ilişkisine büyük önem verilir. Eşler arasında kökleşmiş hiyerarşiden ziyade, eşitlik ve özgürlüğe yakın bağlar geçerlidir. Yalan söylemek, en büyük ahlaksızlıktır. Kulluk ilişkilerinden uzak sosyal yaşam önemsenmektedir. Ziraat ve hayvancılığı gözde ekonomik faaliyetler olarak belirler. Hatta hayvanlara karşı, tam bir çevreci yaklaşım vardı. Et yemekten uzak durulurdu. Ziraat işleri ibadetle eşdeğerdi. Nitekim Filozof Nietzsche’nin Zerdüşt hayranlığı önemli ve öğreticidir. Aslında günümüze çok cılız yansıması, insanlık adına büyük bir kayıptır.

Mazdek, Hürrem ve Babek gibi ünlü komünalistler tarafından, devletli uygarlık güçlerine karşı yapılan isyan ve direnişler, alan ve karakter unsurları nedeniyle, Zerdüştiliğin son temsili gibidirler. Her üçü de, hem İran-Sasani çürümüş monarşizmine, hem de sefahat içindeki Abbasi Sultanlarına karşı direnişiyle, kahramanlığın simgesi oldular. Bu nedenle demokratik uygarlığın, Ortadoğu kültüründe sahip çıkılması ve beslenmesi gereken ana damarlarından birinin, Zerdüşti gelenek olduğu gözardı edilmemelidir.

Üçüncü İbrahimi din olan İslamiyet de, Musevilik ve İsevilik ile Sabilik ve Zerdüştilikten etkilenmiştir. Bu dinin doğuşu döneminde Mekke, Arap Aşiret Konfederasyonunun yönetimi altındadır. Köleci sistemin yaygınlığı, kadınların daha da derinleşmiş köleliği, kız çocuklarının diri olarak toprağa gömülecek kadar değersizliği, aristokratik yönetimin kölecil karakterini açığa çıkarmaktadır. Ayrıca Mekke panteonundaki üç büyük putun (Laat,Menaat,Uzza) Kabe’deki varlığı, geleneksel uygarlık sistemindeki tanrısal üçlünün Mekke kolunun da oluştuğunun işaretidir. Aristokrasinin paganizmi resmi din olarak yaşaması, Peygamber Hz.Muhammed’in neden çok şiddetli bir anti-putçu olduğunu da izah etmektedir.

Hz.Muhammed, eşi varlıklı Hatice sayesinde, Mekke’deki orta ticaret sınıfının öncüsü konumundadır. Bu nedenle Mekke’deki paganist üst aristokrasi ile bu yeni orta-sınıf tüccar arasında, şiddetli bir çatışma vardır. Medine kentine zorunlu olarak hicretinden sonra, burada yeni bir sosyal ve siyasal sözleşme gerçekleştirmiştir. Bu Medine Sözleşmesi’ne Arap Aşiretlerini ortak etmek, Hz.Muhammed’in ilk büyük başarılarından biridir.

Ustalığının daha da önemli bir yanı, dönemin maddi gerçekliğini, muhteşem bir dinsel söylemle, manevi bir gerçekliğe yani İslam dinine dönüştürmesidir. Kabile yoksulları İslamiyetin inanç sistemine gerçekten inanmış ve aktif eylemde idiler. Fakat aynı şeyi kabile aristokrasisi ve komuta kademesi için söylemek mümkün değildir.

Hz. Muhammed’in Medine’deki çalışma tarzı, konumuz açısından büyük önem taşımaktadır. Cami denilen yer, aslında demokratik meclis işlevindedir. Başlangıçta tüm sorunlar camide tartışılmakta ve karara bağlanmaktadır. Herkes söz alıp, düşüncesini dile getirmektedir. Toplantı bileşimi ve işleyişi, kesinlikle demokratiktir. Kadınlardan, kölelerden ve Araplar dışındaki diğer etnik gruplardan, bu tartışmalara özgürce katılım olabilir. Örneğin, Bilal-i Habeşi bir Afrikalı siyah köledir. Selman-ı Farisi, Fars kökenli bir sahabedir. Kadınlar erkeklerle ortak namaz bile kılabilmektedir. Başlangıçta cinsiyet ve kavim şovenizmi kesinlikle yoktur. Demokratik katılımcılık ilkesi yürürlüktedir. Hatta yönetici ve komutanların belirlenmesi, yine bu tür toplantılarda kararlaştırılmaktadır. Hz.Muhammed’in örgütlenme anlayışı, zor temelinde değil, Allah aşkı adına ikna temelli bir örgütlenme yaklaşımıdır. Hatta dört halife döneminde bile, işleyişte henüz bir saltanat emaresi yoktur. Cumhuriyet ve demokrasiye yakın bir dönem yaşanmaktadır.

Ne var ki M.S 650-660 yılları arası Hz.Ali, Osman ve Muaviye arasında rekabet kızışır. Ardından Ali ve Osman öldürülür. Kureyş aristokrasisi Muaviye şahsında, sadece devrimci islamdan intikam almakla yetinmez; ŞAM merkezli EMEVİ saltanat rejimini de hızla inşa eder. İslamgörüntüde ad olarak korunmakta; fakat özde büyük bir ihanete uğramış bulunmaktadır. Zaten islamiyetin asıl talihsizliği, Musevi ve İsevi hareketten çok daha kısa sürede, uygarlıkçı güçlere alet edilmesidir. Doğuşunun üzerinden daha elli yıl bile geçmeden, Şam’da Muaviye sülalesi ile birlikte, karşı – devrimin silahına dönüştürülmüştür. M.S 681’de Ehli Beytin katledilmesiyle, aslında İslamiyet de Kerbela’da öldürülmüştür. Geriye kalan islam değil, artık ‘’karşı-islam’’ dır. Emevi, Abbasi, Selçuki, Osmani, Safevi dönemlerine, Hz.Muhammed’in yaklaşımı açısından islam demek mümkün değildir. Böylece son İbrahimi din de, çok kapsamlı bir ihanete uğramıştır. Hatta günümüzde El-Kaide, Daiş vahşetine dönüşmüş ve adına kapitalizm denilen merkezi uygarlık sistemi’ne eklemlenmiştir. Bu ‘’islam’’ın diğer bir adı ‘’Sünni’’ islamdır. Geleneksel, sağ, aristokratik islamdır. Özcesi, ‘’karşı-islam’’dır.

İktidar gücü olan bu kabile aristokrasisine karşı, kabile yoksulları, giderek ihanete uğradıklarının bilincine vararak, çok köklü bir iç savaşa yöneldiler. İlk direniş örneği, ‘’Hariciler’’ hareketidir. Muaviye- Hz.Ali çelişkisine tepki duyarak eyleme geçen ilk büyük fraksiyondur. Hepsi yoksul bedevilerdir. Daha sonraları On İki İmam Hareketi, İsmaili ve Fatımi hareketleri, ehli beyt adına yola çıkmakla birlikte, Sünni İslamı iktidardan etmeyi başaramadılar. Bunların 16.Yüzyıl başlarındaki İran kolları, ‘’şia’’ adı altında resmi uygarlık gücü haline geldiler. Yani Fatımi Devleti gibi bir sağ sapmaya uğradılar. Ancak yoksullar, Aleviler ve bunların benzerleri olan Karmatiler, Murabitonlar ve Hasan Sabah yandaşları, daha radikal direnişçiler olarak, iktidarlara karşı dikilmeyi sürdürdüler.

Özetlersek;      Ortadoğu’nun  Toros-Zağros sıradağlarınca çevrilen Verimli Hilal’inde, yaklaşık on bin yıl yaşanan ve son beş bin yılını Merkezi uygarlık merkezii olarak sunabileceğimiz bu tarih, insanlığın ana nehridir. Diğer uygarlıklar, sonuçta bu ana nehire katılmaktan kurtulamazlar. Ancak en son temsiciliğine İslam adı altında soyunan hegemonik güçler, Merkezi Uygarlığın Ortadoğu coğrafyasından kayacağını hiç düşünmediler. Çünkü değişmez kader anlayışı, onlarda bir iman meselesi gibiydi. Hem manevi kültürün, hem de maddi kültürün yani üretim, ticaret, para ve pazar olarak ekonominin de ana vatanıydı Ortadoğu. Ve hep öyle kalacağını düşündüler.

 

Uygarlığın Kökü Ortadoğudur

Miladi 1000’li yılların başında İtalyan yarımadasında kıyı kentleri, ilk defa tarih sahnesine çıkarken, Avrupa halen uygarlığın çok uzağındaydı. Ortadoğu kültürünün bir parçası olan Hıristiyanlık tarafından fethi, henüz yeni tamamlanmıştı. Kent devrimleri ilk adımlarını atıyorlardı. O dönemde Avrupa, Doğulu hegemonlar tarafından işgale bile değmez addediliyordu. Hatta gerçekte işgalin masrafına değmeyecek kadar, yoksulluk içindeydi. Ancak tam da o dönemde, başta İtalyan kentleri, Ortadoğu ile önce bilgi ticareti; sonra da maddi ürün ticaretine başladılar.

M.S 1250 yılına kadar, bu taşıma işi bütün hızıyla devam etti. Bu tarih, aynı zamanda Ortadoğu’nun kısır döngüye girdiği tarihtir. Oysa Avrupa, o aşamada dinden felsefeye çıkış yapıyordu. Ortadoğu ise deyim yerindeyse, felsefeyi boğmakla meşguldü. Mesela İmam Gazali, din adına felsefeyi mahkum etmişti. İslamda içtihad kapısının bu şekilde kapanışı, dini bir doğmatik yapıya dönüştürmüştü. Oysa Avrupa, tam tersine maddi ve manevi kültür devrimine kapılarını sonuna kadar açmıştı.

Uzun sözün kısası; uygarlık merkezi artık Ortadoğu’dan Avrupa’ya kayma süreci içindeydi. Sonuçta Avrupa Modernizmi, üç sacayağı üzerinde yükselmeye başlamıştı: Kapitalizm, ulus-devlet, Sanayi Devrimi… ve son 500 yıldır da, uygarlık sisteminin merkezi artık Avrupa’ dadır.

 

Ulus ve Demokratik Ulus İkilemi

Klan, kabile ve aşiretler halinde gelişme kaydeden toplum doğası, daha yerleşik hale gelip, ortak dil ve kültürünü geliştirdikçe, kavim(milliyet) ve ulus olarak şekillenmeye başlamıştı. Daha doğrusu, orta çağda kavim ve yakınçağda da ulus kimliğine çok daha fazla yaklaşmışlardır. Kavim, ulusun bir nevi kimlik malzemesiydi. Yakınçağla birlikte iki yoldan uluslaştıkları görülmekteydi. Biri devlet-ulusu’dur. Hakim bir etnik grup, temel çekirdek rolünü oynar; farklılıklar bu pota içinde eritilir. ‘’vahşi uluslaştırma’’ denen yol da budur. Türkiye Cumhuriyeti devletinin, bu zihniyet temelinde, başta Kürtler olmak üzere tüm farklı etnik kimlikleri Türklük potası içinde asimile ederek, kültürel bir soykırım gerçekleştirmesi, ‘’vahşi uluslaştırma’’ ya en somut örnektir.

İkinci yol uluslaşma, ahlaki ve politik toplum kapsamındakiayrıveyabenzerdilvekültürgruplarının, demokratik siyaset temelinde, demokratik topluma dönüştürülmesiyle gerçekleştirilir. Demokratik ulus olarak kavramlaştırdığımız oluşum da budur. Kürt uluslaşması, Rojava’da yarattığı demokratik ulus modeliyle, buna en çarpıcı bir örnek olmuştur.

Diğer bir tanımla, Merkezi uygarlık sistemi’nde devlet, ulus’u zor temelinde tek tipleştirmekte ve farklılıkları bir potada eritmektedir. Adına ulus- devlet dediğimiz olgu da budur. Ancak kökleri tarihin derinliklerinden gelen, ahlaki ve politik toplumu esas alan demokratik uygarlık sistemi ise farklılıkları zenginlik ve insanlığın ortak mirası kabul ederek, özgür yaşamalarını ve varlıklarını korumayı güvence altına almaktadır. Beş bin yıldır, çatallaşarak ikilemsel bir süreç halinde ilerleyen iki uygarlık sisteminin niteliksel farkı, bu kadar net ve açıktır. Biri ‘’öl-öldür!’’ ; diğeri ‘’ yaşa-yaşat !’’ felsefesini temel almaktadır. Biri hegemonik, diğeri demokratiktir. Biri militarist özlü, diğeri barışçıl ve hümanisttir. Biri ezen, diğeri baskıya, zulme ve adaletsizliğe karşı direnendir…

Bu nitelikleri nedeniyle ulus-devlet, kapitalizmin toplumu fethetme ve sömürgeleştirme eyleminin, en temel araçsal formu olmaktadır. Her şeyden önce ulus- devlet, iktidarın azami formu olarak düşünülmelidir. Bu aşamada ticari, sınai ve finans tekelciliği, iktidar tekelciliği ile azami ittifak kurmuş durumdadır. Sermayenin devlet olarak örgütlenmesinin en tipik ve en kestirme halidir. Tüm toplum, ulus-devlet içinde adeta eritilir. İktidar her şeyleşir; toplum ise hiçleşir. Tam da bu nedenle, ulus-devlet aslında cumhuriyetçiliğin inkarıdır.

Nitekim katı ulus-devletçilik, politik toplumun ortadan kaldırılması anlamında, Hitler faşizmi ile özdeştir. Politik ilkesi işlemeyen bir toplum, ancak ve ancak bir kadavradır. Zaten modern demokratik toplum, bu olumsuzluklara direnen, kendi toplumsal işleri üzerinde hem düşünen, söyleyen, hem de kendini kararlaştırarak eyleme geçiren toplum olarak farklılaşmayı, çok kültürlülüğü, bu temelde eşitliği yaşamsallaştırarak üstünlüğünü kanıtlar. Cumhuriyet ve demokrasi, ancak ulus-devlet tekelciliğine karşı çoğulcu demokratik siyaset oluşumlarıyla gerçek anlamına kavuşurlar.

Bir diğer yaklaşımla ulus-devlet, özünde askeri bir sistemdir. Savaşların ürünü olmayan, tek bir ulus-devlet düşünülemez. Toplumu tamamen askerileştirir. Ekonomiyi dahi militaristleştirir. Sivil kurumlar da esas olarak, bu askeri zırhı örten perde durumundadır. Nitekim Türkiye’de çok duyduğumuz asker-millet denilen olgu da, kaynağını buradan alır. Zaten süreç içinde de FAŞİZME evrilir. Günümüz Türkiye’si işte böyle bir belayla yüzyüzedir. Bu nedenle, özsavunma boyutu, toplumlar için kimliğini koruma, politikleşmelerini sağlama ve demokratikleşmelerini gerçekleştirme olgusuyla iç içedir.

Özsavunma konusunda, iki yanlışa düşmemek önemlidir: Birinci yanlış, kendi özgüvenliğini tekelci düzene teslim etmektir. Halk arasında buna kuzuyu kurda teslim etmek denir; anlamlıdır. Bunun yıkıcı sonuçları, binlerce örnekle ortaya çıkmıştır. İkinci yanlış, devlete karşı hemen devlet gibi olmak parolasıyla, iktidar aygıtı olmaya çalışmaktır. Reel Sosyalizm deneyleri de, ders çıkarmak açısından, bu konuda yeterince aydınlatıcıdır.

Göz önünde tutmamız gereken bir diğer gerçeklik, ulus-devlet’in temel ideolojik formunun, milliyetçilik olduğudur. İkinci sıradaki eklektik ideolojisi pozitivist bilimciliktir. Üçüncü ideolojik formu toplumsal cinsiyetçiliktir. Kadının çok amaçlı sömürgeleştirilmesi; erkeğin ise azami iktidarlaşmasıdır. Dördüncüsü ise dini miliyetçilikle iç içe kullanmaktır. Zaten faşizm de, bu dört eklektik ideolojinin hegemonik kullanımını şart kılar. İdeolojik hegemonyasız faşizm sürdürülemez.

Ulus-devletin zirvesi olan faşizmin, politik toplumu ortadan kaldırma hedefinde yoğunlaşması, toplumsal politika üzerinde biraz daha durmamızı, gerekli kılmaktadır.

 

Devlet Toplum Çelişkisindeki Direniş

Toplumsal politika ile özgürlük bağlantısı çok güçlüdür. Toplumsal politika geliştiremeyen her toplum, bunun karşılığının özgürlükten yoksunluk olarak kendisine döneceğini mutlaka görecektir. Politikasını geliştiremeyen her toplum (klan, kabile, aşiret, kavim, ulus, sınıf hatta devlet ve iktidar aygıtları) kaybetmeye mahkumdur. Zaten politika geliştirememek demek, kendi vicdanını, hayati çıkarlarını ve öz kimliğini tanımamak demektir. Herhangi bir toplum için bundan daha ağır bir düşüş, kaybediş söz konusu olamaz. Özgürlük talebi bu tür toplumlar için ancak öz çıkar, kimlik ve kolektif vicdanları için ayağa kalktıklarında, direndiklerinde, diğer bir deyişle politik mücadeleye atıldıklarında söz konusu olabilir. Varlıkları için bedel ödeyip direnemeyenlerin ebediyen kaybedecekleri kesindir.

Tarihte tanıktır ki, iktidar ve devlet olgusunun kendileri, toplumsal politikanın inkarının sağlandığı aşamada vücut bulurlar. Toplumsal politikanın bittiği yerde, iktidar ve devlet yapıları iş başında olur. Yani iktidar ve devlet, politik sözün ve dolayısıyla özgürlüğün bittiği yerdir. Orada sadece idare etme, söz dinleme, buyruk alma ve verme söz konusudur; kanun, tüzük, yönetmelik ve kararnameler vardır. Yani ‘’ne kadar devlet, o kadar az özgürlük…’’ ilkesi işlemektedir. Hatta kapitalist dünya sisteminde ve özellikle de ulus-devletin zirvesi olan faşizmde, politikanın gerçek ölümünden de bahsetmek mümkündür. Bu nedenle ille de özgürlük diyorsak, en başta toplumun kolektif vicdanı olarak ahlakı ve ortak akıl olarak politikayı, tüm yönleriyle ve entellektüel gücümüzle yeniden ayağa kaldırıp, işlevsel kılmak kesinlikle zorunludur. Politikleşmeyi özgürleşmenin ana biçimi olarak kabul edersek, toplumu politikleştirdikçe özgürleştirebileceğimizi, tersi olarak da toplumu özgürleştirdikçe daha fazla politikleştirdiğimizi bilmek durumundayız.

Toplumsal politikayı aynı şekilde demokrasi ile de bağlantılandırabiliriz. Zaten toplumsal politikanın en somut hali demokratik siyasettir. Demokratik siyaset yürütmeden, genelde toplumun, özelde de her halkın ve topluluğun, ne politikleşmesi, ne de politik yoldan özgürleşmesi mümkündür. Özcesi, demokratik siyaset özgürlüğün öğrenildiği, yaşandığı gerçek okullardır. politika işleri ne kadar demokratik özneler yaratırsa, demokratik siyaset de toplumu o denli politikleştirir, dolayısıyla özgürleştirir.

Yine özgürlükle eşitliği bağdaştırmak, toplumsal politikanın gerçek hedeflerindendir. Özgürlüğün farklılaşma kavramına çok bağımlı olduğunu belirlediğimizde, ancak eşitliğin de farklılaşmaya bağlanması halinde, özgürlükle anlamlı bir bağı kurulabilir. Ve de gerçek adalet, ancak farklılıkları temel alan bir eşitlik anlayışı içinde gerçekleşebilir.

Bu gerçeklikten hareket ettiğimizde, demokratik toplumun bireysel özgürlüklerle, kollektif özgürlükleri uyumlulaştırmada en elverişli zemin olduğu, 20.Yüzyılın büyük yıkım getiren bireyci (vahşi liberalizm) ve kolektivist (firavun sosyalizmi) modellerinin denenmesinden sonra, iyice açığa çıkmış bulunmaktadır. Buradan da hareketle, demokratik toplumun, bireysel ve kolektif özgürlükleri dengelemek kadar, farklılıkları esas alan eşitlik anlayışını gerçekleştirmede de, en uygun politik rejim olduğunu saptamak mümkündür.

 

Demokratik Uygarlık, Bir İnşa Yürüyüşüdür

Detaylarına girmeden dikkat çekmek isteriz ki, kapitalist modernite için temel, özgün nitelikler olarak düşünülen kapitalist üretim toplumu, endüstri toplumu ve ulus-devlet toplumuna karşılık; demokratik uygarlığın (Uygarlık,çağ kelimesinin öz türkçe karşılığıdır ve modernite anlamına gelmektedir) ahlaki ve politik toplum (yani Demokratik Toplum), eko-endüstriyel toplum ve demokratik konfederalist toplum boyutları öne çıkar ve alternatif oluşturur. Demokratik modernite, devletli uygarlık ile ikilem halinde, devlet oluştuğundan beri de her yerde, her zaman vardır ve bundan sonra da var olacaktır. Zira bu yürüyüş, insanılğın özüyle yüklüdür. İnsan ve insani değerler yaşadığı müddetçe, o da varlığını hep savunacak ve koruyacaktır.

Demokratik uygarlık (Modernite); hem bir düşünce sistematiği, hem de ahlaki kurallar ve politik organların bütünlüğüdür. Böyle tanımlanabilir. Resmi dünya sisteminin tüm baskı ve sömürüsüne rağmen, toplumun öteki ve aydınlık yüzü, yok edilememiştir.

Özetlersek; demokratik uygarlık sistemi’nin ana birimine ilişkin özelliklerini de şöyle sıralayabiliriz: Ahlaki ve politik toplum, insan toplumunun başlangıcından, bitimine kadar devamlı aranması gereken temel özelliğidir. Kent-sınıf-devlet üçlüsü üzerinde yükselen uygarlık sistemlerinin karşı kutbunda yer alır. Toplumsal doğanın tarihi olarak, demokratik uygarlık sistemi ile uyum içinde gelişir. En özgür toplumdur. Ahlaki ve politik toplum, aynı zamanda demokratik toplumdur. Devlet olgusuyla karşılıklı diyalektik çelişki içindedir. Bu iki sistem arasındaki barış; ancak her iki gücün silahsız, öldürmesiz bir arada yaşama (yani demokratik uzlaşı) iradeleriyle mümkündür. Unutulmamalı ki komünal ve sosyalist sistemler, demokratik oldukları oranda, ahlaki ve politik toplumla özdeşleşebilirler. Devlet hali olarak özdeşleşme,mümkün değildir. Ve nihayet güncel tartışma ve kararlar kadar, stratejik kararları da, toplumun ahlaki-politik irade ve ifadesi belirler. Esas olan tartışmak ve karar gücü olabilmektir.

 

Kutsallık Baskıya Karşı Direnme Hakkıdır

Devletin ilk doğuşundan günümüze kadar varlık sürdüren tüm devletlerde, hep ahlaki toplum yerine hukuki toplum ikame edilmektedir. Şüphesiz ki adil olmak kaydıyla, toplumda hukukun da yeri vardır; bu anlamıyla vazgeçilmezdir. Ne var ki pozitif hukuk adı altında, devletçe topluma dayatılan adil hukuk değil, hukuka içerilmiş hakim sınıf tekelciliğidir. Günümüz devletlerinde de ulus tekelciliği ve ulus- devlet kuralcılığıdır. Ret ettiğimiz de budur…

Ancak egemenlerin ve onların baskı gücü olan devletin tüm kısıtlamalarına rağmen; tarihsel süreçte insanın ve toplumun direnme hakkı, hukuk dışı eylem ve davranışlarıyla, baskı ve zulüm aracı durumuna gelen iktidara karşı başkaldırma hakkı olarak , evrensel hukukta kabul görmüştür. Şüphesiz ki bu hak, insanlığın ödediği büyük bedeller sayesindedir. Ve yine şüphesiz ki bu hak, kaynağını doğal hukuktan almaktadır. Doğal hukuk ise, doğuştan kazanılan haklar varsayımına dayanır. Bu haklar, adalet kavramı içinde yer almakta, eşitlik ve özgürlük esasları üzerine temellenmektedir. Doğal hukuka göre, insan hakları devletten önce gelir; çünkü bunlar bireyin insan olması nedeniyle sahip olduğu özgürlüklerdir. Zaten direnme hakkı da, insanın doğuştan sahip olduğu tüm hakların, son aşamada korunması anlayışına dayanmaktadır.

Bu yaklaşımdan hareketle, birçok tarihsel Bildirge’de yer bulmuştur. Örneğin 1789 Fransız İnsan ve Yurttaş Hakları Bildirgesi’nde ; ‘’Her siyasal kuruluşun amacı, insanın zaman aşımına uğramayan doğal haklarının korunmasıdır. Bu doğal haklar özgürlük, mülkiyet, güvenlik ve baskıya karşı direnme hakkı’dır.’’

Amerikan Bağımsızlık Bildigesindedeşöylebirhüküm vardır: ‘’ Yönetenler, bireylerin yaşam, özgürlük ve mutluluğa erişmek gibi doğal, devredilmez haklarını sağlamak içindir; halk bu amaçtan sapan yönetimi, değiştirmek ve devirmek hakkına sahiptir.’’

1948 BM İnsan Hakları Evrensel Bildirgesi’nin başlangıç kısmında ise; ‘’İnsanın zulüm ve baskıya karşı, son çare olarak ayaklanmaya mecbur kalmaması için, insan hakları hukuk rejimi ile korunmalıdır’’ ibaresi yer almaktadır.

Ancak tüm bu hukuki ilkelerin dinamosunun da, tarih boyunca demokratik uygarlık güçlerinin sürdürdüğü direniş’ten kaynaklandığı apaçıktır.

 

Son Söz

Velhasılı işlediğimiz konunun başlığındaki soru hayli çarpıcıydı: ‘’Tarihte son sözü, hep direnenler söyler, neden?” sorusuydu. Artık net olarak biliyoruz ki, direnenler, tarihin derinliklerinden günümüze kadar büyük bedeller ödeyerek ulaşabilen demokratik uygarlık güçleridir. Baskıya, zulme ve adaletsizliğe karşı direnerek, insani değerleri yaşatanlar, tarihe hep son sözleri söyleyenlerdir. Sonuçta kazananlar hep onlardır. Son söz bazen eğemenlerin zindanlarındaki Kemal Pir’ler, Hayri Durmuş’lar, Avukat Ebru Timtik’lerin ölüm orucundaki son nefesleridir; Bazen Mazlum Doğan’ın, bir Newroz gecesinde yaktığı üç kibrit ve Amed zindanındaki Dörtlerin meşale haline gelen fedai ruhudur; Bazen Seyid Rıza’ların, Şeyh Said’lerin, Kadı Muhammed’lerin,Deniz Gezmiş’lerin idam sehpasındaki son haykırışlarıdır. Tarihe söylenen son söz, bazen sömürgeci zalimlere karşı sıkılan bir gerilla kurşunudur; Bazen Arin Mirkan’ların, DAİŞ’in beyninde patlayan atom gücündeki öfkesidir. Son söz bazen, bilim ahlakının tarihsel abidesi Bruno’dur, Hallac-ı Mansur’dur. Son söz bazen de İmralı Adası’ndaki tek kişilik hücresinde, 22 yıldır merkezi uygarlığın küresel güçlerine karşı sebatla direnen Abdullah Öcalan’dır.

Hiç şüphe yok ki, sömürgeci, hegemonist devletli uygarlık güçlerinin baskı ve zulümleri sürdükçe; demokratik modernite’nin direngen güçleri, bin bir yolla, insanlığın son sözlerini tarihe kaydetmeye devam edeceklerdir. Karanlık aydınlığı; vahşet, insani değerleri; baskı-zulüm, özgürlüğü; adaletsizlik, haklılık ve meşruluk direncini, asla yok edemeyecektir. Tarih, sonuçta hep direnenlerin kazanacağına, tanıklık yapmayı sürdürecektir.

Bunları da beğenebilirsin

Yoruma kapalı.