Düşünce ve Kuram Dergisi

Zihinsel Ve Siyasal Sömürü Dünyasına Karşı Jineoloji

Asuman Ozan

Kadının kimlik sorunu, toplumsal tarih boyunca biriktirilerek inşa edilmiş bir sorundur. Toplumsal hafızanın temellerini oluşturan kadın değerleri, kadınlığın kıymetliliğini ifade eden özellikleri tarih boyunca silinmeye, örtülmeye, tersinden gösterilmeye çalışılmıştır. Uygarlığın iktidarcı devletçi zihniyet yapısı yaratılan bu boşluklara yerleşmiş adeta kadın etrafında şekillenen toplumu kemirerek kendini büyütmüştür. Günümüzde kadının kimlik sorunu zihinsel ve yapısal kölelikler yığını haline gelmişken, yapısal bunalım sistemin bütün alanlarında kendini hissettirmektedir. Artık alarm zilleri çalıyorsa, toplumun erkek egemeniktidarcı sistemi taşıyamayacak hale gelmiş olmasındandır. Kadının tanımlanma sorunu, toplumun tanımlanamazlığını doğurmuştur.

Toplumsal varlığın ana öğesi kadındır. O nedenle toplum dişil bir oluşumdur. Yaratıcılığı ve üreticiliği içseldir ve devamlılığı ifade eder. Toplum, değişen zaman ve mekanlardaki direngenliğiyle, akışkan enerjisiyle ve yapısal esnekliğiyle kadın gibidir. Bu temel yapı özelliklerine sahip olan toplumun erkek lehine cinsiyetçileştirilmesi, toplumsal kimliğin bulanıklaşmasını sağladığı gibi, sürekli gerilim üretir. Uygarlığın sömürü kanalları büyüdükçe, toplumsal dağılma ve şiddet artmıştır. Toplum ve özelde kadın sömürüle sömürüle en zayıf konumuna getirilmiştir. Zayıflamış olması umutsuz bir durumu ifade etmez. Toplumun ayağa kalkma gücü hala vardır. Zaten kadın değerleri ve toplumun ahlaki politik değerleri tümüyle bitmiş olsa geriye insanlık namına bir şey kalmazdı. Biten, toplumun sömürü düzenini taşıma gücüdür. Kadınlar ve toplum artık erkek egemen sistemi, onun bütün iktidar yapılanmalarını taşıyamıyor. Doğa da taşıyamıyor. Ciddi bir kaos durumu yaşanıyor. Bir yandan dağılan, giderek toplum olma özelliğini yitiren ve sistemin devamlılığını sürdürmeye aday olan bireyler yığını oluşurken ve toplumsal ahlaki değerlerini kısmen yaşatabilen ancak sistemin sömürü düzenine karşı farkındalığı gelişmeyen adeta sistemin kendine sömürü rezervleri olarak belirlediği toplumsallık alanları da saldırı altındayken diğer yandan dünyanın birçok yerinde Feminist, anarşist, emekçi, kültürel, ekolojik, hatta kendiliğinden kısa sürelerle örgütlenen sistem karşıtı hareketler, toplumun bilinçli direniş dinamizmi sağlıyor ve toplumsal varlığın öz savunma refleksleri giderek daha fazla gelişiyor. Yani insanlık tarihi boyunca yaşanan en ciddi toplumsal dağılma tehlikesiyle karşı karşıya olduğumuz gibi insanlık tarihinin en kapsamlı, bilinçli, örgütlü ve yaygın toplumsal direniş hareketleri de çoğalıyor. Toplumsallığın dağılması sorunu kadın etrafında sosyal birimleşmeyi oluşturamama durumu olarak ortaya çıkıyor. Buna karşılık toplumsal direnişin en radikal ayağının kadın özgürlük direnişi olması ve kadınların toplumsal yeniden inşayı gerçekleştirmesi anlayışı yaygınlaşıyor. Toplumsal dağılma durumu arttıkça toplumsal örgütlenme farkındalığı da artıyor. Bu diyalektik, uygarlık ile uygarlık tarihi boyunca kadın etrafında direnen toplumsallık arasındaki çelişkinin güncel ifadesidir. Büyük ihtimalle de uygarlık tarihi çelişkilerinin son aşaması olacaktır.

Sümerlerden bu yana beş bin yıldır uygarlığın sömürü düzeni ile ahlaki değerler sistemi olan ve bir arada yaşama kültürünün birikimiyle oluşan toplumsallık beş bin yıl nasıl bir arada yaşabildi.? Toplumsal yapıyı, iktidarcı ve devletli sistemin taşıcısı yapan ve kadınları, kendilerine düşman olan toplumsal cinsiyetçilikle bir arada tutan nedir? Gönüllü kabulleniş olamaz. İnsanın doğasında var olan kendilik, öz varlığının doğal akışına göre yaşama refleksi canlıların en temel özelliği olarak iç güdüseldir. Diğer canlılara nazaran duygu ve akıl birliği temelinde toplumsallaşan insan gerçeğinde doğal varlığını koruma ve geliştirme refleksi azalmamış, aksine pekişmiştir. Yani adını koysun ya da koymasın özgür yaşam toplumsallığın temel özelliklerinden biri iken bu kadar güçlü bir duygu, bilinç ve kültürden uzaklaşmak gönüllü olamaz. Çıplak zora karşı kadınların ve halkların direnişi her zaman çok görkemli olmuştur. Uygarlık tarihi, köleliğe karşı insanlığın ölümüne direniş efsaneleriyle doludur. Ama tarihin seyrine bakıldığında kesintisiz bir direniş halinin olmadığı da görülecektir. Uygarlık tarihi boyunca uygarlık ile toplumsallık arasında yaşanan gerilim sürekli olsa da kesintisiz bir başkaldırı ve çatışma halinin yaşanmadığı açıktır. Zaten tarih boyunca sürekli çatışma ve savaş halinde olmayı toplumsal bünyeler kaldıramaz. İnsanlık beş bin yıl boyunca aralıksız çatışma halinde olmamıştır. Bundan şu sonuç çıkıyor. Ataerkil anlayış temelinde örgütlenen devlet ve iktidar aygıtları kadınlara ve topluma karşı sadece çıplak zor yöntemiyle yönelmemiş başka yöntemlerde uygulamıştır. Her açık saldırı direnişe yol açtığından amacı gizleyen zihniyeti etkilemeyi esas alan yöntemler yoğunluklu ve sistemli olarak işlenmiştir.

Erkek egemenlikli anlayış ve kuralların giderek birikip, büyümesine rağmen kadınların sistemin hizmetine koşulmasını, iktidarın toplumun sırtında kambur gibi taşınmasını sağlayan şey, toplumun doğal yaşama dayalı zihniyet yapısının saptırılmasıdır. İnsanlığı diğer canlılardan ayıran ve en güçlü özelliği olan zihniyet dünyası aynı zamanda en zayıf tarafıdır. İnsan varlığının en önemli faktörü manevi dünyadır. Yaşam; duygu ve düşüncelerin anlama kavuşması, hafızalaşması geleceği hayal edebilme zemini oluşturması ve pratikleştirilmeleri üzerinden yaşanır. Özgür duygular ve özgür düşünceler yaşanan yaşamın da özgür olduğunun ifadesidir. Bunun tersi de doğrudur. Manevi dünyanın sömürülmesi ve kontrol edilmesi kadınların ve toplumun kontrol edilmesini sağlamıştır.

Toplumun duygusu, bilinci ve eğilimleri uygarlık lehine yönlendirilerek, çarpıtılarak, belleksizleştirilerek yani zihniyeti saptırılarak ataerkillik, devletçilik, iktidarcılık yapılandırılmıştır. Uygarlık zihniyeti ve yapıları doğanın ve insanlığın özünden sapmayı ifade eder. Arkeolojik kazılardan çıkan materyaller ve antropologların araştırmalarından da anlaşıldığı gibi kadın kimliği ve onun etrafında örülen özgür toplum gerçeği bıçakla kesilir gibi yitirilmemiştir. Uygarlık tarihi boyunca giderek yayılan, yöntemlerinde incelen, fırsat kollayan, çatışan, idare eden, katliamlarla korkutan ama uzmanlaştıkça daha çok sömüren bir gerçekliktir uygarlığın zihniyet savaşı. Ataerkil zihniyet, uygarlığın yani devletçiliğin ve iktidarcılığın garantisi olmuş, kadınlar toplumsal yaşamın dışına itildikçe toplum da var oluş değerlerini yitirmeye başlamıştır. Çok çeşitli yöntemlerle doğal toplum geriletilmiştir. Uygarlığın zihniyet yapılanmasının merkezinde kadın karşıtlığı vardır. İnsanlığın oluşum aşamasında toplum, kadın etrafında kurulmuş, ilk inançlar, ilk kullanım araçları, ilk ürünler kadın değerlerine sahip toplumlarda gelişmiş uygarlık bu değerlere karşı açık ve kapalı savaşlarla bu değerleri erkek egemenliği lehine gasp etmiştir. Mitolojilerden, felsefeye, dinden bilime kadar her zihinsel şekillenme aşamasında bu gerçekliği görmek mümkündür.

Arkeolojik bulgular insanlık tarihinin ilk ve uygarlık tarihiyle kıyaslanamayacak kadar uzun bölümünde tanrıların kadın olduğunu ve kadınların yaşamın çok değerli bir öznesi olduğunu gösteriyor. Bunu tümüyle yanlışlayacak bir bulgu çıkmadı ortaya. Büyük tanrıça dünyanın bir çok yerinde ağaç, yılan veya ejderha simgeleri ile bir arada bulundu. Mısır’da Hathor, Sümerde İnanna, Babil’de İştar ve Atina kültüründe tanrıçaların çoğu yılan simgesi taşır, uzak doğuda ejderha olur, Fenikelilerde Leviathan olarak denizin içinde yaşayan dev bir yılanla sembolleşirdi. Koruyan, bereket veren, aşkı yaşatan ve her zaman bakire kalan (bakirelik cinselliği dışlama olarak değil, ruhsal bir özerklik olarak anlamlandırılır, tanrıçaların cinselliğine de kutsallık atfedilirdi) tanrıçalardı. Yeri göğü yaratan, doğanın bereketinin olduğu kadar afetlerinin de yaratıcısı olan hem dişil hem de eril olan büyük tanrıçaların birden bire yok olmadığı biliniyor. Bilindiği kadarıyla ilk karşıt girişim Sümerler de yaşanmıştır. Tanrıçalara açıktan karşıtlık yerine tanrıçaların yanına ilk eril tanrılar çıkarılmıştır. İnanna’nın yanına babadan oğla geçen tanrılık sistemiyle önce En, sonra Enki ve Enlil tanrıları yerleştirilirken, ilk çatışmalar da zihniyet dünyasında yaşanmıştır. Uygarlığın kendini yaymasıyla birlikte bütün uygarlık merkezlerinde tanrıçaların yanına sayıları çok daha fazla olan erkek tanrılar yerleştirilmiştir. Bütün mitolojilerde tanrıçalara suikastler yapılmış, komplolar düzenlenmiş, zayıfladıkça kötülenmiş, kötülendikçe daha çok vurulmuştur. Öldürme becerisi gösterebilene birinci tanrılık sıfatı bahşedilmiştir. Babil tanrısı Marduk, annesi ana Tanrıça Tiamat’ı öldürdükten sonra diğer eril tanrılar tarafından baş tanrı olarak ilan edilmiştir. Tanrıçalık vasıfları çalınmıştır. Enki’nin Sümer mitolojisinde kadınların 104 ‘me’ sini çalması erkeğin ilk ama son olmayan gaspıdır. Ataerk sistem bu durumu inanılmaz düzeyde abartmıştır. Tanrıçanın doğurganlık özellikleri bile eril tanrılara bahşedilmiştir. Yunan mitolojisinde Zeus’un kızı Atena’nın doğumu Zeus’un kafasından doğma olarak betimlenmiştir. Zeus, kızını kendisi doğurabilmek için, tecavüz edip hamile bıraktığı tanrıçayı sineğe çevirip, yutmuş ve alnına yerleştirmiştir. Dokuz ay on gün sonra kızı Atena’yı babasının kızı olarak alnından doğurması, tanrıların tanrıçalar karşısındaki kompleksinin çarpıcı örneklerindendir. Buna antik çağın güzelliği erkek bedeniyle özdeşleştiren heykellerini de eklemek lazım. Havva’nın Adem’in kaburga kemiğinden yaratılması mitolojisi kadın ve erkek doğasını çarpıtmanın zirvesidir. Doğuran yaşatan kadın, doğuran hükmeden erkeğe evriltilmiştir. Tam bir zihin bulandırma savaşı. Geriye posası çıkmış, ne olduğu tam olarak bilinmeyen masallar kalmıştır tanrıçalar kültüründen. Uzak doğunun manevi dünyasında hala ejderhaların önemli bir yerinin olması, Kürdistan’da hala hemen bütün evlerde Şahmaran’ın resminin bulunması, dünya sağlık simgesinin ağaca sarılmış yılan olması gibi. Bu mitolojik zihniyet seyrinin kuşkusuz toplumsal yaşamın şekillenmesine ciddi bir etkisi olmuştur.

Erkek tanrıların daha tam hüküm kurmadığı ve tanrıçalık değerlerinin varlığını koruduğu uygarlığın ilk aşamalarında kadınların da toplumsal yaşama katılım düzeyi ve niteliği farklıydı. Sümerler de ataerkil ibadet yerleri tanrıça tapınaklarından daha değerli değildi. Tanrıça tapınak baş rahibesi kentin yönetiminde önemli sorumluluk sahibiydi. Kadınlar birden fazla erkekle evlilik yapabiliyor, erkek evli olduğu kadından çocuğu var olduğu halde onu terk ederse bütün mülkünü de bırakmak zorunda kalıyordu. Yine bir kadının kocası savaştayken başka bir adamdan hamile kalması halinde resmi evli kalmaya devam edebiliyorlardı. Günümüzün toplumsal cinsiyetçi zihniyetinden farklı bir noktadaydılar. Sümerlerin bazı yazıtlarında kadınların yazıyı bulduğu söylenir. Nitekim Sümerlerden günümüze kalan ilk yazılı tabletler (muhasebe işleriyle ilgili) Uruk tanrıçası İnanna’nın tapınağında bulunmuştur. Kadınlar entelektüel ve ekonomik yaşama oldukça faal katılıyorlardı. Bunlar ilk kent devletinin yasal kanunlarıydı. Yasalar bile tamamen erkek lehine düzenlenmemişti daha. Giderek yasalarda da değişiklikler oldu. Babil döneminde Tapınakta erkekleri cinsel ve yaşamsal alanda eğiten tapınak kadınlarının tek erkekle evli kadınlardan ayrıştırılması için başının kapatılması yasalaştırıldı. Kadınların erkeğe mal gibi satılması, bakirelik yasaları peşi sıra gelen kanunlar oldu. Tiamat tanrıçasının öldürüldüğü zamanların yasalarıdır bunlar. Asur imparatorluğunda bu durum daha da ileriye götürülerek bütün kadınların başının örtülmesi yasasına dönüştürüldü. Buna rağmen boşanma, erkek zulmüne karşı güvenceye alma, mal sahibi olma, ticaret yapıp sözleşmeler imzalama, hatta Kuzey Mezopotamya ‘da yargıçlık yapma, katip olma kısıtlanmış olsa da siyasal yaşamda rol oynama gibi hakları da vardı kadınların. Bunlara ilişkin belgeler günümüze kadar kalmıştır.

Tek tanrılı zamanlara doğru geldikçe yaşamda ki kadın karşıtlığı düşmanca söylem ve yaklaşımlar içermeye başlar. Yunan mitolojisinde baş tanrının Zeus olduğu dönemde kadınların siyasal, entelektüel yaşamdan koparılması oldukça ilginç bir yöntemle geliştirilir. Aynı zamanda felsefenin gelişim hatta altın çağlarıdır bu zamanlar. Atina’da kadınların erkeklere hizmeti sınıflandırılmıştı. Oğlancılık kültürünün yüceltildiği bu süreçte kadınlar fahişeler ve “karılar” olarak ikiye ayrılıyordu. “Karılar” çocuk yapma ve erkeğin rahat etmesinden ve ev hizmetlerinden sorumluydu. Erkeklerin cinsel dünyası çok çeşitliydi. “karılarıyla” ilişkileri soylarını sürdürme üzerinden geliştirirken, oğlanları da vardı. Bununla da sınırlı değildi. Antik çağ da 3 çeşit fahişe vardı. En kaliteli fahişeler Hetairalar diye adlandırılan entelektüel fahişelerdi. Hemen hemen her filozofun bir hetairesi vardı. Hetairalar ev kadınları gibi kapanmaz, kamu alanlarında göz alıcı dolaşırdı. Ama en önemli özellikleri çok entelektüel, düşünen, her konuda fikir üreten ve tartışan kadınlar olmalarıydı. Bütün filozoflar fikirlerini bu kadınların bilgelikleriyle besler ve filozofluk statüsü verilmeyen bu kadınların fikirlerini sömürerek kendi teorilerini oluştururlardı. Bilge kadın kültüründen kalan belki de esir alınmış bu kadınların felsefenin gelişimindeki ciddi katkılarına rağmen bu gerçeklik görmezlikten gelindiği gibi antik felsefe kadın karşıtı geliştirilmiştir. Dönem felsefesine kadın karşıtı yaklaşım oldukça yansımıştır. Pthgoras ”düzeni, aydınlığı ve erkeği yaratan iyi bir kaynak, karanlıkları ve kadınları yaratan kötü bir kaynak vardır.” Demosthenes “düşünme zevklerimiz için Hetairalarımız, duygu zevklerimiz için Pallakelerimiz, bize oğul vermesi için de karılarımız var” demiştir. Eflatun, Aristoteles ve ardıllarının; kadını eksik erkek olarak tanımlama, zayıf ve etkisiz görme, kadını beden, erkeği ruhla özdeşleştirme, erkeği aydınlık, kadını karanlık olarak tanımlama insan zihniyetinin ataerkil şekillenmesinde temel bir rol oynamıştır. Kadınların olmasa da olur, baş belası olarak algılandığı zihniyet bizzat filozoflar tarafından inşa edilmiştir. Çok kurnazca bir yöntemle entelektüel kadınlar ile düşünmemesi, erkeklerin diğer hizmetlerini görmesi gereken kadınlar birbirinden ayrıştırılmıştı.Hetairaların tamamen ortadan kalkmasıyla birlikte düşünme eylemi de tamamen erkeklerin işi olmuştur. Hetairelerden geriye bir şey bırakılmazken, bedensel zevkleri karşılayan metres, pallake gibi o dönemin diğer fahişelik statüleri devam ettirildi.

Antik çağ felsefesine karşı çıkan ve direnen kadınlar da vardı. Mitolojik bir anlatımla çarpıtılarak ifade edilen ve korkunç yaratıklar olarak gösterilen Sirenler, direnen kadınların simgesidir. O dönemde ataerkil zihniyete ve onun yaşamın tüm alanlarını işgal etmesine tepki olarak bazı kadınlar Lesbos adasına çekilmiş, erkekleri aralarına almadan yaşamışlardı. Kendilerini eğiten ve örgütlenen kadınların oğlancılığa tepki olarak kadın seviciliğini geliştirdikleri düşüncesiyle adanın isminden yola çıkılarak Lezbiyenler denilmiştir. Sirenler, günümüzde bile kandırarak erkekleri öldüren canavar yaratıklar olarak anlatılır, işlenir.

Yunan felsefesinin bu zihniyet kalıpları tek tanrılı dinlerin temel argümanları olmuştur. İlk tek tanrılı din olan Yahudiliğin kadın anlayışı ana hatlarıyla Hristiyanlık ve İslamiyet’te de devam etmiştir. Adem’in yaratılan ilk insan olması aslında ikinci denemedir. Yahudi mitolojisinde ilk yaratılış eylemi kadın ile erkeğin birlikte yaratılması biçimindedir. Adem ile Sümer mitolojisinden kalan tanrıça Lilith birlikte yaratılmıştır. Ancak Lilith çocuklarına rağmen ne tanrıya ne de Adem’e boyun eğmemiş bırakıp gitmiştir. Buna karşılık Lilith lanetlenip, korkunç, çocukları yiyen, tehlikeli bir kadın olarak lanse edilmiş, yerine Ademin türevi olan Havva yaratılmıştır. Tek tanrılı dinlere göre kadınlık bir özgünlük, orijinallik değil, bir türevdir. Boyun eğmeyen ve hep suç işleyendir. Türev olan Havva bile itaatsizlik etmiş ve bilgelik meyvesini yemiştir. Dolayısıyla hayatı boyunca cezalı olarak erkeğin buyruğu altında olması, doğumda acı çekmesi, gerektiğinde dövülmesi ya da recm edilmesi emredilmiştir. Tarihte ilk recm olayını İbranilerin dini liderleri olan Levi kabile öncüleri gerçekleştirmiştir. Günümüze kadar şeriat kanunları olarak bu yasa devamlılığını sürdürüyor. İslamiyet’te kadınların miras hakları yoktur, mahkeme önündeki şahitlikleri bile iki kadın olursa ve o da ancak bir erkeğin şahitliğinde kabul edilir. Kadının ekonomik geliri haramdır. Yani tek tanrılı dinlerle birlikte kadınlar ekonomiden, siyasetten, entelektüel yaşamdan, toplumsal çalışmalardan yasalar yoluyla tamamen uzaklaştırılmış ve dört duvar arasına alınmıştır. Ortaçağ da bu yasalara uymayan ve kadın bilgeliğini sürdürmeye çalışan kadınlar cadı diye canlı canlı yakılmıştır. Öyle büyük bir kadın katliamı yaşanmıştır ki, bazı köylerde kadın kalmadığına dair bilgiler vardır. Tek tanrılı dinlerde kadınla ilgili çok fazla örselenmeyen yan analık olgusudur. Ne de olsa ataerkil sistem soy sürdürme üzerinden varlığını devam ettirebilecektir.

Dinin ve felsefenin ördüğü taşlar üzerinden ilerleyerek gelişen bilim ataerkil ve iktidarcı karakterde şekillendi. Hatta bu karakteri daha da derinleştirip, incelterek yorum ve kanıtlanamazlıkların ötesine geçti ve deneye dayalı kalıcı, mutlak düşünce kalıplarını oluşturdu. Bilimin geliştiği sınıfsal zemin de önemlidir. Bilimsel çalışmalar aristokrat ve burjuva sınıfın işiydi. Alt sınıfların bilimsel çalışma yürütmeye ne zamanları ne de imkanları vardı. Bilimin ataerkil ve iktidar eksenli gelişmesinde bu gerçeğin de payı vardır. Bilimin Kapitalist düzende toplumsal ahlaki değerlerden kopuk, mutlak sonuçlara dayalı ve parçalı olması da bu anlamda anlaşılırdır. Bilimsel çalışmaların ana dalının matematik olarak kabul edilmesi, ne kadar toplum dışı olduğunun ifadesidir. Kesinliği tartışılmaz sonuçlara gitmenin yolu matematiktir. Newton fiziğinin mekanik yapısı, Darvin’in güçlüler dünyası, Descartes’in neden-sonuca dayalı değişmez yasaları, Adam Simith’ in devlet ekonomi bilimi, Freud’ un yaşamın merkezine fallus-vajina komplekslerini koyan birey psikolojisi ve Etimolojinin erkek dili üzerine inşa edilen sosyoloji, kadın ile toplum özüne aykırılığın ve erkek egemen zihniyetin kapsam kazanmış halidir. Aynı zamanda günümüzün sosyal, ekolojik, siyasal, ekonomik, ekolojik, psikolojik sorunlarının da sorumlusudur. İktidar eksenli bilim, zihinsel ve siyasal sömürünün meşrulaştırılma aracı rolünü oynamaktadır. Doğaya ve yaşama bakış açısı, evrensel bütünlükten yoksundur. Bilimin her dalının ahlaki değerlerden kopuk olarak derinleşmesi insanlığın ne kadar yararına olduğu sorularıyla sürekli karşı karşıya bırakmaktadır. Bu anlamda bilimsel deney için her yol mubahtır anlayışı oturmuştur. Dünyanın en büyük ilaç sanayine sahip olan Almanya’nın bilimsel birikimini, esir Yahudiler, Çingeneler ve Komünistler üzerinde Hitlerin yaptığı deneylerle edindiği gerçeği, Kapitalist sistem paradokslarının vahşi bir örneği olarak çarpıcıdır. En büyük bilimsel keşiflerden biri olan atom çekirdeğini parçalama buluşunun tarihin tahrip gücü en yüksek bombaya dönüştürülmesi, günümüz teknolojilerinin öncelikle istihbarat ve silah sanayinde kullanılıyor olması, sanayi atıklarının ve gazlarının kârı kısıtlamaması adına ekolojik dengeyi bozmasına devam edilmesi bilim adına yaşamı tüketmenin verileri.

Çağımızın zihniyet yapılanmasının temelini oluşturan İktidarcı bilimin hiçbir ahlaki sınır tanımaması toplumsal ve siyasal yaşama da yansıyor. Sömürmek için el atılmadık hiçbir şey kalmamış gibidir. Toplumsal birimler dağılırken, sistemin her türlü hizmetine giren bireyler yığını oluşuyor. Liberalizmin bireyciliğe dayalı vaat ettiği özgürlükler toplumu bir arada tutan ahlaki değerleri büyük oranda aşındırmış ve toplumu dağılmayla yüz yüze bırakmıştır. En kötüsü de bireyciliğin hortlattığı ego, toplumun doğasına aykırı olan özgürlük yanılsaması oluşturmuş, toplumun sistem karşısındaki savunma mekanizmalarını felç etmektedir. Kadınlar açısından durum daha da vahimdir. Her alanda metalaştırılmış ve yaşamın her alanına katılımı çok boyutlu sömürü malzemesi yapılmıştır. Sistem içi bütün yollar sömürülmenin farklı kanallarına götürmüştür.

Kapitalist sistemin kadını kamu yaşamına katmak gibi bir amacı yoktur aslında. Amaç azami kar için kullanılabilecek her şeyi ve herkesi kullanmaktır. Kadınların ekonomik yaşama katılması tamamen daha fazla kâr amacı üzerinden başlamıştır. Nitekim en ucuz emek olarak korkunç bir emek sömürü alanı yaratılmıştır. Sistemin temel değer ölçüsü para olduğundan analık emeğinin hiçbir değeri yoktur. Kapitalist sistem toplumun tüm özgünlüklerini silikleştirmektedir. Tarih boyunca hiçbir çağda toplumsal özgünlükler bu kadar aşındırılamamıştı. Kâra hizmet ettiği sürece herkes sistemin ortağı haline getirilmiştir. Ataerkil sistem de kadınlar, çocuklar, gençler, yaşlılar, erkekler bütün toplumsal kesimlere rekabet dünyasının figüranları olma kapısı açık tutulmuştur. Ne kadar çok katılım olursa sistem o kadar kendini güçlendirmiştir. Tüm toplumsal kesimler egemen eril karaktere yönlendirilmektedir. “Yaşayabilmek için bütün gücünle çalış, sistemde bir yerlere ulaşabilmek için herkesle savaş ve oluşan gerginliği çılgın, sarhoş edici boşalma yöntemleriyle üzerinden at” sloganı etrafında dönüyor insanlar. Kadınlar, metalaştırılmanın merkezine alınmış ama metalaşma kadınlarla sınırlı bırakılmamıştır. Çocuklar, erkekler kadar doğa ve insanlığın tüm değerleri de metalaştırılmıştır.

Tüm bu durumlara rağmen Kadınların ekonomik ve sosyal yaşama katılmasının iki karşıt getirisi olmuştur. Birincisi çok vahşi bir sömürüye tabi tutulmasıdır. İkincisi ise kamusal alanda daha fazla kadının bir araya gelmesinin de etkisiyle sömürü düzenine başkaldırma ve hakkını arama olmuştur. En uç noktasına varan uygarlığın sömürü düzeni istemeyerek de olsa karşıtına zemin hazırlamıştır. Kadınlar bu gün tüm sömürü çarkına rağmen bazı hakları elde etmişlerse bu yine kadınların kendi direnişlerinin ürünüdür. Kadınların eğitim, sosyal yaşamın her alanına katılımı, yasalar önünde eskiye nazaran daha eşit haklara sahip olması gibi hususlar sistemin sunumu değil, kadınların büyük direniş ve bedellerle kazandıkları mevzilerdir. Sonuç; İdeolojik alt yapısı oluşmuş, bilinçli ve örgütlü ilk kadın hareketleri son iki yüz yılımız da ortaya çıkmıştır.

Ancak bütün kazanımlarına ve çok değerli olan mücadele birikimlerine rağmen Feminist ideolojinin ataerkil bakış açısı etrafında örülen iktidarcı, devletçi zihniyeti ve yapılanmalarını aşma düzeyinde olmadığını, karşılayamadığını, yetmediğini de belirtme gereği vardır. Durumun toplumsallığına yeterince odaklanamama sorunu yaşandığı kadar kadın özgürlük sorununun kapsamlı bilimsel bir yaklaşımla ele alınmamasının da etkisi vardır. Artık kadınların özgürlük sorununu toplumsallıkla birlikte ele alabilecek, bütün bilimsel disiplinleri bütünlüklü bir yaklaşımla içerecek, özgün bir kadın bilimi disiplinine ihtiyaç vardır.

Uygarlık tarihi boyunca çarpıtılan zihniyetten köklü bir kopuşun ve bilinç düzeltmesinin sağlanması gerekiyor. Ataerkil uygarlığın zihinsel ve siyasal sömürü sistemine karşı bilimin bütün kollarını bütünlüklü bir yaklaşımla ele alarak mücadele etmek gerekiyor. Kadın özgürlük direnişi yeni bir paradigma ile ele almayı ifade eden Kürt Halk Önderi, adını da Jineoloji olarak önermiştir.

“Feminizm yerine jineoloji (Kadın bilimi) kavramı amacı daha iyi karşılayabilir. Jineolojinin ortaya çıkaracağı gerçekler herhalde teolojinin, eskatalojinin, politikolojinin, pedagojinin, velhasıl sosyolojinin birçok bölümlerine ilişkin lojilerden daha az gerçeklik payı taşımayacaktır. Kadının toplumsal doğanın hem fizik, hem de anlam olarak en geniş bölümünü teşkil ettiği tartışma götürmez. O zaman neden çok önemli olan bu toplumsal doğa parçası bilime konu edilmesin? Pedagoji gibi çocuk eğitim ve terbiyesine kadar bölümlenmiş sosyolojinin jineolojiyi oluşturmaması, egemen erkek söylemli olmasından başka bir hususla izah edilemez. Kadın doğası karanlıkta kaldıkça, tüm toplum doğası aydınlanmamış olarak kalacaktır. Toplumsal doğanın gerçek ve kapsamlı aydınlanması, ancak kadın doğasının kapsamlı ve gerçekçi aydınlanmasıyla mümkündür. Kadının sömürgeleşme tarihinden ekonomik, sosyal, siyasal ve zihinsel sömürgeleştirilmesine kadar konumunun açıklığa kavuşturulması, tarihin diğer tüm konularının ve güncel toplumun her yönüyle açıklığa kavuşmasında büyük bir katkıda bulunacaktır…Etik ve estetik bilimi kadın biliminin ayrılmaz parçasıdır… Ekonomi biliminin de kadın biliminin bir parçası olarak geliştirilmesi daha doğru olacaktır. Ekonomi baştan beri kadının asal rol oynadığı bir toplumsal faaliyet biçimidir… Feminizmi de kapsayan kadın bilimine dayalı kadının özgürlük, eşitlik ve demokratik hareketi, açık ki toplumsal sorunların çözümünde başat rol oynayacaktır.”

Kadının kültür, dil, sanat, din gibi temel toplumsal dokularla olan bağı, bu bağlamda kadın-çocuk ilişkisi, kadın-erkek ikilemi, ilişki ve çelişkileri, cinselliğin gelişim tarihi, cinselliğin etik-estetik, siyaset ve ekonomi ile bağları, kadının toplumsallaşmadaki rolü, aile olgusu, ekonomi, etik-ekoloji-estetik gibi toplumsal alanların tarihsel seyir içerisindeki örgüleri, zihniyet yapılanmaları ve günümüzdeki etkileri bilimsel olarak incelenmek durumundadır. Kadın eksenli toplumsallığın anti-tezi konumundaki devletli-ataerkil uygarlık yapısallığının temel kuruluş dayanakları olan din-devlet-iktidar-hanedanlık-kâra dayalı üretim-sınıf-savaş ve toplumsal cinsiyetçilik gibi konular da çözümlenmelidir. Kadının sömürgeleştirilme tarihi ve mekanizmalarını araştırmak insanlık tarihinin yeniden yazılmasını gerektirecek kadar aydınlatıcı olacaktır. Merkezi uygarlık içerisinde kadına içerilen derin köleliğin kapsamlı ve derinlikli değerlendirilmesiyle birlikte, kadına “içerilmiş olan kölelik kodlarının” da çözümlenmesi önemlidir. Bununla birlikte kadın özgürlüğünün felsefik-teorik ve bilimsel çerçevesi, kadın özgürlüğünün ve direnişinin tarihsel gelişim çizgisi, feminizm, egemenlikli sosyal-bilim anlayışının ve bilgi yapısının kadın eksenli eleştirisi, demokratik aile olgusu ve özgür birlikteliğin esasları ve alternatif sosyal-bilim anlayışının kadın özgürlüğü ekseninde değerlendirilmesi de gerekir. Duygusal-analitik zekanın dengeli birlikteliğine ve sentezine dayalı bilgi yapısının gelişimi, bilim-etik bağının kurulması, bu temelde kadın anlambilim ve yorum biliminin geliştirilmesi gibi kapsamlı konular jineolojinin inceleme alanları olacaktır.

Dolayısıyla jineoloji bir anlamda yeni bilim anlayışının bilimler-arası bütünlüğünün ve ortaklaşmasının da zemini olmak durumundadır. İktidarcı bilimcilik ve egemenlikli sosyal-bilim anlayışından Jineolojiyi ayırt eden en temel özellik onun aynı zamanda etikle birlikte bir mücadele ve özgür yaşam projesinin temellerini atmasıdır.

Sayın Öcalan’ın “en eski sömürgenin başkaldırısı” olarak tanımladığı feminizmin, kapsamlı ve derinlikli değerlendirmesi jineolojinin kapsamındadır. Feminizmin ortaya çıkardığı değerlere kapsayıcı yaklaşılacak ve kadın bilinçlenmesi ve sorunun ortaya çıkarılmasında sergilediği direniş jineolojinin de mirası olarak görülecektir. Bununla birlikte feminizmin toplumsal cinsiyetçi çözümlemelerinde pozitivizmi aşamayan, egemen erkek ve devletli uygarlığı güçlü sistemsel bütünlük içerisinde çözümleyemeyen yönleri, bunun nedenleri, verili kadın tanımlamalarıyla bağları da jineoloji tarafından kapsamlı ve radikal bir şekilde çözümlenmek durumundadır. Kadın Akademisyen çevrelerde yoğun bir tartışma ve çok sayıda kadın araştırma grupları ve merkezleri oluşmuş durumdadır. Kendi içerisinde elit ve toplumsal dayanakları zayıf kalmış olsa da, zihniyet anlamında egemen paradigmayı ve sistemi çözümleme, ekonomi ve politikayı kadın eksenli ele alış çabaları küçümsenmeyecek düzeydedir. Jineoloji bünyesinde kadın akademik çalışmalarının ortak tartışma, ortaklaşma zeminlerini oluşturması önemlidir.

Kadın varlığını bütün boyutlarıyla bilimsel bir ifadeye kavuşturmak; tarihe, topluma, doğaya ve evrene dair bütün bilgi yapılarını kapsamlı ve sistemsel bir eleştiri ve yorumdan geçirmeyi gerektirir. Çünkü kadın evrensel, toplumsal, tarihsel ve kaynağını doğadan alan bütünsel bir varlıktır. Fizik-bitki-hayvan ve kültür gibi varoluşların hepsi kadın varlığında iç-içe ve bütünlüklü bir varlık halinde özetlenmektedir. Kadın varlığının tanımlanması çok köklü ve radikal bir bilgi ve zihniyet değişimini gerektiriyor. Jineoloji bu çerçevede kadının sömürgeleşme tarihinden ekonomik, sosyal, siyasal ve zihinsel sömürgeleştirilmesine kadar konumunun açıklığa kavuşturulmasını esas alacaktır. Jineoloji; tarihi ve güncelliği içerisinde kadının sistemli bir bilinç örgüsüne kavuşmasıdır. Bu anlamda sorunun bilimsel ifadeye kavuşmasını sağlayacaktır. Sorunu görünür kılmak önemli bir boyutunu oluşturmakla birlikte Önderliğimizin de belirttiği gibi kurtuluşunu da gerçekleştirmek jineolojinin diğer önemli boyutunu oluşturmaktadır. Çözüm açısından kadının başta bilgi yapısı olarak epistemoloji olmak üzere psikoloji, fizyoloji, antropoloji, etikestetik, ekonomi, demografya alanlarında daha ayrıntılı ve bilimsel veri ve değerlendirmelere ihtiyaç vardır. Jineolojinin bu kapsamda geliştirilmesi halinde sadece kadın kurtuluşu değil toplumsal kurtuluşunda zemini oluşturulmuş olacaktır.

Bunları da beğenebilirsin

Yoruma kapalı.