Düşünce ve Kuram Dergisi

Dünya Savaşlarının Mantığı: Efendiyi ve Köleyi Eleştirmek

Mehmet Sezgin

Söz, hatırlanmayacak kadar eski bir bilgeliğe aittir. Şarkı, resim ve dansın ilk keşfedildiği zamanlara ait. Bu bilgelik, toplumu yarattı. Bu nedenle toplumsallaşmanın temelinde günümüz biliminden çok daha hakiki bir bilgelik ve anlam olayı vardır. Toplumsallaşmanın ilk aşamalarından biri olan dil devriminin başlangıcından beri kelimelerle şeyler, sözcüklerle varlık arasında, dolayısıyla her ikisiyle yaşam arasında hakiki bir ilişki olagelmiştir. İlk sözcükten günümüze toplumu ve insanlığı en çok meşgul eden bir kavram var: Hakikat.

İlk sözcüğün bir göstereni ve görme biçimi vardı. Hakikat, İlk sözcükten bugünün sonsuz söz ve kelam uzamına dek, dinmeyen ifade arzusuyla sürekli olarak tanımlanmayı bekledi. 

Hakikatin sonsuz varlığı, doğa ve evren anlayışlarımızdan tür olarak kurduğumuz inanışlara ve büyük devrimlere dek söz, niyetin ilksel bir beyanı olarak anlam arayışımızda kılavuzumuz oldu. Söz, kendiliğimize dair yaşamla buluşma arzumuzun ifadesiydi. Toplumsallaşan türümüzün özne haline gelişinin ilk aşamalarından biri söz yeteneğidir. İlk sözün, ilk felsefi girişim olduğunu söylemek fazla total bir yargı mı olur? Düşünceye bedenin-aklın ilk katılım biçimi olarak sözün ifade edilişi toplumsallaşmamız ve kendiliğimiz için büyüleyici bir anlama sahip olmalı. 

Tanrının İbrahim’e Wa Hew, Yah Weh (bu o’dur) seslenişinden kutsal kitaptaki “önce söz vardı” aforizmasına ve Cebrail’in Hz. Muhammed’e “İkra!” diye seslenişine dek sözün toplum, yaşam ve hakikatle bağı sonsuz içerikli ve çoklu karakterde oldu. Söz yani kavram, üzerinde en çok odaklanılan merkez olarak tanrıdır (theo). Theo da teori sözcüğünün Pre-modern karşılığı olarak antik Yunan’da felsefenin doğuşuna ebelik eden kavramlardandır. Arche, logos, emnonia ve doxa kavramları da öze, akla, temele gönderme yaparak modern düşüncenin ilk koordinatlarını verdi.

Sokrates’in gerçek felsefeyi kelimeler değil, şeyler üzerine düşünme olarak kategorize etmesiyle boyut kazanıncaya kadar söz ile birlikte ifade de anlam devrimimizde hatırlanmayacak kadar eski bir bilgeliğe aittir. Koordinatları belirginleştikçe felsefe, meşruiyetini kendisinden alan sonsuz bir hakikat olarak belirginleşti. En genel anlamıyla felsefede kavram, bilgiyle hakikat arasındaki “boşluğu” sürekli dönüşümle dolduran bir entitedir. 

Felsefede kavram dile bağımlı, dolayısıyla büyük ölçüde kültürler arası bağlam ve algı farklılığının engeline takılabilir. Birçok çeviri metinde böyle anlam kazaları bulunabilir. Felsefe hem yerel hem de evrenseldir ancak, kavramın kendisinin daha dolaysız ve ulusüstü bir yüklemi vardır. Kavramın temeli hakikate değmek zorundadır. Hakikatin ise insanlığın ve doğanın temel sorunsallarına ve erdemlerine temas edebilen bir içeriği var. Bilgi ile hakikat arasında kavramlar vardır, ama hakikat mutlak suretle bilgiyle dile gelmek, görünür ve yaşanılır olmak için kavramların “tahakkümüne” ihtiyaç duymaz. Sanat bu başka yollardan biridir. Yine politika ve kültür bu yöntemlerden başlıcalarıdır. Hakikat arayışında felsefe kesinlikle yalnız değildir.

Felsefenin kendisi de bu yüzden sanat, politika ve kültürle (Öcalan ve Badiou buna aşkı da ekler) yoğun bir ilişki içindedir. Felsefenin temel kaygısı hakikattir. Bu nedenle dil, felsefenin bir koşulu değil; onu bağrında taşıyan çocuğudur. Felsefe dili toplumsal kültürün düşünce dünyasını büyütmek için besleyebilir. Böylece ulusal ve toplumsal hakikat zenginleşir, anlam ve kültür dünyası çözüm üretecek ve kendisini yenileyebilecek bir kudrete ulaşabilir. Ama felsefe varlık koşulunu dilin göreceliğine terk etmeyecek kadar evrensel ölçekli bir hakikat bilimidir. Bu nedenle felsefe sanat, kültür ve politikayla yoğun ilişkili olmak zorundadır. Zira o hakikatle muhatap olmakta yalnız değildir.

Kavram fenomen değildir, tin, töz ya da bilgi değildir. Kavram anlamın ve yorumun yeni koordinatlarıyla özdeşleşen düşüncedir. Felsefi düşünmenin ağdalı bir dili ve güncelin dışında bir zorluğu olduğu bilinir. Ama bilimler bilimi olarak felsefenin kendisi olmadan toplumsal hakikat yavan ve köhne haline gelir. Gerçekliği itibariyle felsefe herkesin soru sorarak, tartışarak ve yaşamın en basit ayrıntısından bilgi ve hakikat öznesinin kamusal düşünceye eşik aştırmasına kadar her mertebede demokratiktir. Hiçbir koşula veya titre gönderme yapmaksızın kendisiyle en çok ilgilenenlerin başta olmak üzere toplumsal hakikatin kadim bir yöntemidir. Bu yüzden felsefe meşruiyetini yalnızca kendinden alır. Felsefe, politika ve demokrasi arasında bir korelasyon bulunur. Bu korelasyonu bizzat sağlayan ve geçişkenliği yenileyen mekanizma ise etiktir. Spinoza’dan Kant’a, Deleuze’e, Badiou’ya ve Öcalan’a günümüzde felsefenin krizini aşmak için de etiğe ihtiyacımız var. Bu düşünce ve eylem insanlarının dikkat çektiği gibi etik, felsefenin ve dünyanın sorunudur.

Etik yerine hukuku öne çıkaran Hegel, yetkince tartışılarak aşılmadan ne felsefenin ne de yaşamın bu güncel ve evrensel krizi aşılamaz. O, modern aklın veya bilincin düşünürüdür. Öcalan şöyle der: “Sadece Hegel’in değil, Kutsal Kitaptaki Tanrının yaratım serüvenine başlamasını “anlaşılmak” arzusuna, yani düşüncenin kendini düşünmeye başlamasına bağlaması önemli bir tespittir. Kendini düşünmeye çalışan düşünce, hakikatin özünü vermektedir.” 

“Felsefi düşünüş başlangıçta olağandışı gelebilir;- tasarımlarla düşünme kötü alışkanlığından ötürü rastlantısal bir şey, bir esin sanılabilir. Düşüncenin tek doğru ve en yüksek şey olduğunu anlamayan kimse, felsefi düşünüşü asla yargılayamaz.”

“Hegel felsefesi ‘kavram’ın ontolojisidir. Hegel felsefesinde yaşam, ‘kavram’ın olumsuzlanması ve yabancılaşması; bilinç ise, yabancılaşmış yaşamın olumsuzlanmasıyla yeniden kavramsallaşmasıdır. Olumsuzlamanın olumsuzlanması kavramda ‘olumlanma’dır. Her şey kavramdan gelir ve kavrama gider. Bu bağlamda Tin ve tarih, bütünlüğü sağlayan bilincin ve kavramın ‘zaman’ıdır. Evrensel zekâ “kavram”ın zamanı, ‘Tin’ ise ‘özne’dir.”

Fransız Devrimi’nin ardından, tüm modern düşünce ve politikanın üzerine Hegel’in karabulutu çökmüştür. Hegel, Tin’in Fenomenolojisi’nde Tin’in (Ruh) kendi kendisiyle çatışma ve savaş yürüttüğünü yazar. Ruh’un kendiyle savaşının geçtiği yer ve zaman ise, hiç şüphesiz “dünyayı kaplayan gece”den başkası olmayacaktır ki, artık hepimizin bildiği gibi o yer/zaman ontoloji öncesi, hiçten az, Tüm-olmayan varlığın zeminden yoksun zemini olabilir ancak (groundless ground of not-all being).

Doğanın tam burada, fantazmagorik temsiller içinde varolan bu iç-yüzü, saf benlik kendisini aşarak kendi etrafını kapayıveren o kapkara gecedir; içinde, bir yerde kanlı bir baş düşer, başka bir yerde ise ölü gibi bembeyaz bir silüet ansızın peyda olur, düşen başın dibinde yine ansızın bitiverir ve bir anda yok olur. Bu geceyi görebilmenin tek yolu, insanın gözlerinin içine, korkunç ve dehşetli bir karanlığa dönüşen bu kara geceye dolaysızca bakmaktır.

Hobbes’tan tevarüs edilen felsefede, olumsuzlama; özdeşlik, antagonizma veya negatif karşılaşma kavramlarıyla karşımıza çıkan modern teorinin ana omurgasını teşkil eder. Varlığı çatışmalı ve krizli bir ele alış, savaşa çok daha içkin ve doğal bir inançla anlam yükler. Savaşın Hegel’deki “dünyayı kaplayan gece”de kaçınılmaz ve gerekli bir ontolojisi vardır.

Hegel hepimizi düşünce ve eylemin geçerli tüm sapaklarının sonunda gülümseyerek bekler. Çünkü düzlem ve sistem kurarak bireyden, aile ve devlete tanımlamadığı entite neredeyse yok gibidir. Hegel’in aşılmasının çok güç olduğunu ama bunu yapmak gerektiğini sık vurgulayan Öcalan kavramsal tahakkümle düşünmez. Kavramlar yol gösterici pusulalar gibidir, ama hakikatin karmaşıklaştırılmasını ve perdelemesini de getiriler. Günümüzde felsefe gibi bir mutluluk etkinliğinin son derece sıkıcı bir iş olarak anlaşılması bu nedenledir. Modern filozof anlaşılmaz konuşur. 

Oysa kavramların esiri haline gelen bir özgürlükçü düşünce, hiçbir özgürlük vaadinde bulunamaz. Bu nedenle Öcalan’ın kavramlara takılmadan hakikatle daha dolaysız bir yöntem ilişkisi olduğunu öne süreceğiz. Yüz yıl önce Lenin de hakikatin yaşamla bağı üzerine felsefe ve politika yaptı. Ekim Devrimi bu tefekkürün ürünü değil midir? Ancak günümüzde kavramlarla tasarlanmış modern düşünce aşılmış değildir. Modernite de savaş, soykırım ve çevre felaketlerini aşacak yeğinlikte düşüncenin “upuygunluğu” henüz kendi sözünü tam olarak söyleyebilmiş değildir. Modernitenin söyleyecek sözü kalmamış gibidir. Günümüzde upuygun fikir ve eylem, modernitenin içinden konuşarak değil, onu aşacak bir anlam ve eylem demeti olacaktır.

Modern siyaset felsefesinin ulus-devlet, endüstriyalizm ve finans kapitalle somutluk kazanan geçerli aklı Hegel aklıdır. Hegel’in Hobbes’ten devraldığı “insan insanın kurdudur” düşüncesini teleolojiyle pekiştirdi. Teleoloji Stoa felsefesinden beri bize itaat etmeyi şöyle vaaz eder: Gerçek olan rasyoneldir, rasyonel olan gerçektir. Başka bir deyişle “gerçekleri arzularına uydurma, arzularını gerçeklere uydur.”

Varlığın kendindeki “boşluğu” ve “olumsuzluğu” başka bir varlığı temellük ederek, aşarak ya da ortadan kaldırarak (aufhebung) sağlayacağına dair inancı modernizmin ana düşüncesidir. Varlığı bu kusurlu, doldurulmaya muhtaç, arzularının kölesi ve olumsuz olarak kodlaması sonluluktur. Yani Descartes’ten beri varlığın ruh ve beden, özne ve nesne gibi ikilemler dolayımıyla ayrışması, yarımlığı ve eksik oluşudur. Varlıktaki bu eksiklik, arzu ve şiddetin diyalektiğiyle dönüşüm geçirerek aşılacaktır. Bu nedenle tıpkı bir yılanın fareyi yutarak yaşamını sürdürmesinin fare istilasından kurtarmasında olduğu gibi doğadaki örnek, insan toplumlarında da uygulanabilirdi. Oysa insan oluşun yegane ayrı noktalarından biri de doğadaki bu birbirini olumsuzlayarak aşmaya ve böylece hayatta kalmaya dayalı döngünün “dışına çıkabilmiş” olmasıdır. Bunu nasıl sağlamıştır insan? Çok açık ki toplumsallaşarak. Toplumsallaşma da bir olumlama ve birlikte çoğalma hakikati oluyor. 

Varlıkla ilgili çokça karikatürize edilse de Kuantum ve parçacık fiziğindeki kanaatler, daha fazla tatmin edicidir. Varlık, Parmenides’den doruğa ulaştığı Hegel idealizmine dek eksik ve düalist ise de Kuantum fiziğinde pek çok olasılık ve seçenek sunan renkli bir çokluktur. Siyahla beyazın kör döğüşü değil, çok seçenekli bir iletişim, bazen kavga ve savaş ama yoğun bir ilişki ve dönüşüm yoğunluğu var. Tıpkı yaşam gibi madde de canlı bir entite olarak yalnızca iki boyutlu ya da iki seçenekli değildir. Bir entitenin varlık koşulu, içindeki beyaz ve siyah öğelerin birbirini alt ederek boyun eğdirmesi ya da “köle” yapması değil; birlikte, sürekli alış veriş halinde olan sonsuz ufuklu bir olumlamaya sahip olmasıdır. Oysa Hegel olumsuzlama felsefesi demektir. Diyalektiği ve kritiği de böyledir. Böylece mutlak özgürlük ya da mutlak tin gerçekleşmez. Olumsuzlama, liberal ekolden Marksist ekole kadar politik felsefede savaş mantığının modern teorisidir. Bu da çok sayıda insanın ölmesine neden olan siyaset felsefesinin çözümsüzlük mantığının kuramsal temeli oluyor. Ölüm bazı hallerde hayatta kalmanın kaçınılmaz son durağı gibi görünse de yaşamın koordinatları için olumlama gereklidir. Ölümde olumsuzlama yaşamda ise olumlama kavramları gerçekleşir. Kaldı ki ölüm de yaşamın bir parçasıdır, aslolan ölüm (sonluluk) değil, yaşamdır (sonsuzluk). Modern siyaset felsefesi ölüm üzerine bir tefekkürdür. Bunun için sadece ulus-devletlerin “milli marşlarına” göz atmak yeterlidir. Oysa Spinoza özgür insanı tanımlarken onun “yaşam üzerine bir tefekkür” olduğunu vurgular.

 

Efendi ve Köle Diyalektiği

Kavramların düşünürü olan Hegel’in 19 ve 20. yüzyıla damgasını vuran tanımı hiç kuşkusuz Efendi-köle diyalektiği ve tanınma kavramlarıdır. Temellerini Descartes’in özne-nesne ayrımından alarak toplumsal hiyerarşiyi modernize eder. Hegel’de efendi-köle diyalektiği, iki varlığın veya öznenin çatışmasının ontolojisidir. Çatışmanın sonunda bir efendi ve onun efendiğilini tanıyan köle çıkacaktır. Spinoza’daki karşılaşma kavramını Hegel, “keder ya da sevinç üreten karşılaşmalar” olarak değil doğrudan çatışmacı bir temsille ele alır. Bu yüzden Spinoza’yı değil Descartes’i takip eder. Karşılaşma Hegel’de çatışmadır. Çatışma bir tarafın ölümüyle değil, boyun eğdirilmesiyle sonuçlanacağından bu hiyerarşik ilişkinin “kurumsallaşması” da tanınma kavramıyla mümkündür. Köle efendinin iradesine boyun eğecek ve hizmet edecektir. Hegel, varlığı temelden çelişkili ve kavgalı ele aldığından başka varlıklarla çatışmasını da kaçınılmaz olarak soyutlamaktadır. Olumlama, yan yana geliş, iş bölümü ya da arkadaşlık etiği değil, çatışma vardır burada. Hegel efendiyi değil köleyi olumlar. Köle “görevlerine” sadık kalarak kendi zamanını gerçekleştirinceye kadar köle olarak kalmalıdır. Sonunda mutlak özgürlük vardır. Bu arada bu kavramsallaştırmadan Marx’ın burjuva-işçi tasarımını anımsattığını hemen belirtmek gerekir. 

Hegel, varlığı olumsuz ve sonlu olarak kurar. Kendi kavramına fazla iyimserce yaklaşarak “tanınmanın” uzun vadede köle ve efendiyi ortadan kaldırarak mutlak özgürlüğü sağlayacağını söyler ama tanınma, insanlığımızın iki dünya savaşının ardından halen aşamadığı bir kavram ve olgudur. Köleyi olumlayarak özgürleşmenin gerçekleşeceğini tuhaf bulanlar, proletaryayı olumlayarak komünizmin gerçekleşeceğini söyleyen Marx’ı anımsamalıdır. Ulus-devleti ve modern “barışın” izleklerini tanınma kavramında bulabiliriz. Tanınma, siyaset felsefesinde çatışmanın yoğunluğunun azaldığı ve başka enstrümanlar dolayımıyla şiddetin yörünge değiştirdiği bir evredir. Takdim edilenin aksine tanınma, kimlik siyaseti özelinde modern siyaset felsefesinin liberal bir yöntemidir. Tıpkı Tony Blair’in meşhur “savaşı durdurmak için şeytanla bile pazarlık ederim” diye çıkış yaptığı “Hayırlı Cuma” anlaşmasında olduğu gibi bir “avantaj” durumuna gönderme yapar. Tanınma kavramında gerçek bir barış söz konusu değildir. Yalnızca iyice tahrip olan hegemonik kütle olarak devlet, barışa mecbur kalmıştır. 20. yy’da karşı kutuplar olarak ABD ve SSCB birer devletti. Molotov-Ribbentrop anlaşmasında, Gorbaçov-Reagan anlaşmasında ve pek çok “ihtilafın” sona erdirilmesinde bunu görebiliriz. Devletler kendi aralarında halklara karşı her koşulda anlaşma sağlayabilir. “Tanınma” kavramının hayat bulması halinde devlet, avantajlı olarak nefes alabilecek ve yıkımını önleyebilecektir. Nitekim Hegel’den 130 yıl kadar önce yaşamış olan Spinoza’da savaş ve barışın çok daha radikal ve adlı adınca ele alındığı bir tanım bulmak mümkündür. Spinoza tam da şöyle söyler:”Barış savaşın yokluğu değil ruhun kuvvetinden kaynaklanan bir erdemdir.”(Tractatus Politicus V4).

Oysa Hegel’deki barış tam olarak “savaşın yokluğudur”. Barışı tanınma etrafında zımni bir soğuk savaş gibi tanımlarsak savaş yegane hakikattir. Çünkü ona göre temelde varlığın kendisi fethetme arzusuyla dolu olumsuz bir entitedir. O halde var olabilmesi için mutlaka çelişkilere ve savaşa ihtiyacı vardır. Politik felsefede birbirinin nedeni ve sonucu olan iktidar ve muhalefet partilerinin birbirini sürekli dirilten ölüm siyasetlerindeki karşıtlık biçimlerine kadar bu temel açmaz modern çatışmacılığın özüdür. Mahkemelerinin, hapishanelerinin ve gardiyanlarının sürekli çalıştığı bir suç sistemi olarak devlet felsefesi modernizmin somut dispozitifidir (düzeneğidir). Uygarlık, aşkın evrensellik olarak suç üretmek zorundadır. Hegel felsefesinin her zaman istisnaya ihtiyacı olduğu söylenen olgu karşıtlıktır. Soğuk Savaş’ın ardından yeni düşmanlara ihtiyacı olan ABD hegemonyasından mahkeme ve suç sarmalıyla topluma varlığını “hatırlatmak zorunda olan küçük bir cumhuriyete kadar devlet entitesinin yakıtı çelişkidir. Devletin varlığını ve bekasını perçinlemek için her zaman “küçük çapta” ayaklanmalara ve huzursuzluklara ihtiyaç vardır. Yeter ki ucunda modernitenin koordinatlarını parçalayacak bir devrim görünmesin.

O halde bu tartışmaları yapmış olmayı bir kenara bırakırsak, dünyamızın sorunu nedir? Öcalan’ın sorduğu soruyu anımsayarak uygarlığımızın başarabildiği ne var? Uyguladığı en büyük filozofun eksik, gerilimli ve çatışmacı olarak ortaya koyduğu “varlığını” savaş kudretiyle büyüten bir mantalite, barış getirmediğinde neden şaşırıyoruz? Uygarlık topluma, doğaya karşı ve insanın başka ötekiler yaratarak düşmanlaştırdığı kendi türüne karşı amansız ve korkunç yıkımlarla dolu. Başka türlü olması beklenebilir mi? Barış olasılığını reddeden ve ona yalnızca savaşa daha etkin hazırlanılan bir “mola” gibi bakan yıkıcı diyalektik, yaşamla değil ölümle haşır neşir oldu. Tüm modern devletlerin ulusal mitlerinde rastladığımız o üzerinde en çok insanın kan döktüğü vatan ve ulus güzellemeleri, kapitalist modernist hayallerin inşasındaki temel itkidir. 

Modern vatandaşı bu hakikat üzerine inşa ettik. Modern vatandaş Öcalan’ın dediği gibi kireçlenmiş beyinli ve teneke yüreklidir. Modern vatandaşın düşünsel hakikatteki evi “dünyayı kaplayan gece”de ve kapkara bulutlar üzerine inşa edilmiştir. 

 

Düşmanlara Dair

Hobbes’daki “İnsan insanın kurdudur” belirlemesi çok naif ve demode bir söz olarak geçersizleşmiştir. Türümüze hiçbir canlı türünün birbirine yapmadığı kadar boyutlu, geniş kapsamlı ve total yok oluşlar reva gördük. İnsan, insanın kitle imha silahı üretenidir. Geçtiğimiz yüzyılda büyük kurtuluş önderlerinden Mao bile bu modern fasit dairenin içinden seslenerek “biricik barışı gerçekleştirmenin yolu savaşı yenmektir. Bunu da silah kullanarak ve savaşarak yapabiliriz” demişti. Uygarlık ezilen halklara savaşarak direnmek dışında hiçbir seçenek bırakmamıştır. Savaşın kaçınılmazlığı modernizmde böylesine geçerli bir hakiki yol olarak belirginleştikçe uygarlığın dışına çıkmamak için yüzyıl başında neredeyse tüm halklar silaha sarıldı. Uygarlık sanayi, teknoloji, bolluk, kent ve rahat yaşayan yurttaşlar demekti. Bunu tesis etmek de “güçlü uluslar” haline gelmekle mümkündü. “Her şey güç için” sloganı 20. yüzyılın faşist ve totaliter yıkımlarının temel motivasyonlarındandı. Birinci Dünya Savaşı’nın başlangıcında savaş halindeki uluslar “barışı” kendi ötekilerini yok ettikten sonra kendilerinin inşa edebileceğine iman etmişti: Büyük Sırp Ulusu, Büyük Japon Ulusu, Büyük Türk Blusu ve “büyük” diğer uluslar. 

Birbirini hiç tanımayan insan yığınlarının düşmanlaşmasını başaran “kavram-kuram ve kurumlarıyla” modernizm profesyonel ölüm çağıdır. Ucuz Roman (Pulb Fiction) filmindeki Harvey Keitel’ın “beceriksiz” katillerin işlediği cinayeti profesyonelce örtbas eden uzman katil rolündeki gibi şık, dakik, soğuk kanlı ve sevimlidir. Bu nedenle ölümün, kanın ve korkunun dehşetini hissettirmez. Filmde, Harvey Keitel cinayet izlerini ustaca sildikten sonra herkes gündelik “mutlu” yaşamına geri döner. Böylece ortada “olanları” unutmamak için bir neden görünmez. Ölen sadece bir “zenci”dir. 

“Tahakküme verilen liberal cevap tanınmadır (daha önce görmüş olduğumuz gibi, “liberal Hegelciler” arasında gözde bir temadır bu. Tanınma “çok kültürlü bir anlaşmada, çeşitli grupların ganimeti barışçıl bir şekilde ve seçim yoluyla bölüşmesini sağlayan bir bahse dönüşür.” Peki tanınma kavramı yalnızca liberal midir? Reel sosyalist bir tanınma biçimi de aynı düzlem içerisinde uygarlığın zararlarını giderme işlevi görmeyecek miydi? O halde tanınma kavramını Sol Hegelciler (Zizek, Jameson, Dupuy v.b) gibi değil, Öcalan ve Nancy gibi uygarlığın içinde kalmanın bir formülasyonu olarak okumak daha doğrudur. Çünkü mevcut anlaşmalar yine Hegel’in “tüm ineklerin siyah olduğu bir geceydi” deyişindeki “inekler” arasında yapılacaktır. Aynı gecede benzerlerin savaşında heba olan milyonların ardından anlaşmak daha fazla “avantaj” yüklüdür. Doğrusu milyonlarca insanın ölmesine gerek kalmadan da bu tip bir barış her zaman mümkündür ve örnekleri de var. Ama Hegel’de modernist düzlemin her zaman istisnaya ihtiyacı vardır, yeter ki -istisnai olarak da olsabu “istisnalar” devrime dönüşmesin.

Öcalan, biz ezilenlere uygarlığın sularından içmememiz gerektiğini söylüyor. Uygarlık burjuva egemenlik teorisi dışında düşünemez. Günümüzde solun krizi de budur. Uygarlığın barış anlaşması, silahların yağlandığı bir ateşkesten başka bir şey değildir. O halde hakiki barış için tanınma kavramı etrafında değil kökleri Spinoza’nın “ruhun kuvveti olan erdem” dediği durumdan çok öncelere dayanan gerçek barışı hatırlamalıyız. Hakiki barış, neden egemenlerin masasındaki anlaşmaya ihtiyaç duysun? Barışın muhatabı savaşılan Ötekiler ise bu, devlet odaklı olmadan da sağlanabilir. Öcalan, buna demokratik modernite dedi ve bunu düşünmeye cesaret etmeliyiz. Demokratik modernite de barış Versay (1919) , Lozan, Postdam, Sadabad Paktı ya da yeni savaşlara neden olan birçok barış anlaşmasından daha gerçekçidir. 

Hakiki barış ve özgürlük için tanınma kavramının geleneksel yorumlanışını aşmak kaçınılmaz görünmektedir. Muradımız sürekli çatışmayı anatagonistleştirmek değil, burjuva egemenlik teorisinin dışında bir tanıma ve tanınma üzerine düşünmektir. Katillerin barışı da bir tanınma olabilir ama erdem yoktur. O halde Demokratik Moderniteyi yaşamın, düşüncenin ve politikanın yeni bir düzlemi olarak inşa ederek geçmişin hatalarından ve kazanımlarından bir sentez oluşturabiliriz. Konumuz itibariyle dünya savaşlarının genel mantığını tartışmaya çalışırken; anlaşma etiğini yadsımadığımızı, tersine olumladığımızı vurgulamak istiyoruz. Elbette tanınma kavramının içerdiği korkunç şiddet ve kapatılmayı tartışmadan bu iddiayı öne süremeyiz. Buradaki hassas ayrım ortaya konulmadığından, kapitalist modernite 20. yy’da pek çok radikal düşünceyi savaş taraftarı ve gerilimden yana olarak takdim etti. Halen günümüzde ana akım sağ muhafazakar veya liberal partiler kendilerini akl-ı selimin ve huzurun partisi gibi takdim etmeyi başarırken solu, kadınları ve çevrecileri gereksiz gerilim ve kavgacılıkla suçlayarak seçmen nezdinde onaylanabiliyorlar. Tanınma kavramında bu yönlü doğru bir ayrıştırma ve politik pratik, solun temel açmazlarından biridir. 

Bugün demokratik özerk ve komünalist politikasıyla kapitalist sistemi “endişelendiren” Rojava devrimi yönetimi, devletlerin örgütlediği Cenevre ve Astana gibi toplantılara davet edilmiyor ve görmezden geliniyorsa, bunun sebebi programındaki demokratik modernite düşüncesidir. Kısa vadede diplomasiyle bazı bir araya gelişleri mümkün kılan esnek bir politika yürütse de gerçekte PYD ve Tev-Dem devletsiz, BM’siz, NATO’suz yerel, yerinden, çoklu ve komünal bir demokratik politikadan söz ediyor. Tanınmayı bizzat PYD istiyor olsa bile devletleşmeyi reddettiği sürece bu hiçbir çözüm yeteneği olmayan Cenevre ya da Astana gibi toplantılara davet edilmeyebilir. 

Tanınma “barış anlaşmaları”dır. Tanınma kavramının en soldaki çizgisi 20. yüzyılda sosyal demokrat partilerdi ve günümüzde liberal partilerdir. “Kurumu” da Lenin’in “Haydutlar çetesi” dediği Cemiyet-i Akvam ya da Birleşmiş Milletler (BM)’dir. Savaşların ardından “tarafların” geriye bir şey kalmayınca birbirini kabul ederek mevcudun bölüşülmesi üzerine kurduğu anlaşmalar, Hegel’deki tanınma kavramının göstergeleri değil midir? Tekil milletlerin ulus-devlet fanatizmi, yerelde baskı ve sömürü yayarken, ulusal devletin çatı örgütü BM, nötr kalarak evrensel olma ideasını gösterir. Başka bir Alman düşünür olan Kant’ın kast ettiği ortak dünya devleti ya da birleşmiş uluslar tam olarak bu değildi, ama “evrensel” olan tüm evrensel değerleri yadsıyan devlettir. Kant burada yalnızca iyi niyetlidir. Lenin ise Kantçı “bir arada yaşam” sloganını reddederek daha gerçekçi olmasına rağmen tanınmayı ve modernist düzlemi aşamadı. Lenin, savaşı çok sevdiğinden değil, modernist barışın daha katmerli bir savaş ve şiddet anlamına geldiğini biliyordu. Lenin “Barış İçinde Bir Arada Yaşamak” adlı kitabında evrenselleşenin insani ve barışçıl olan değil, kapitalist modernite olduğunu yazar. Uluslararasılaşan kapitalist örgütlere bu yüzden karşı çıkar. Lenin, aslında olan bitenin farkındaydı. Ama gelişmeler devletleşmeyi bir geçerli seçenek olarak dayatınca demokratik toplumu inşa etmekten vazgeçti. Günümüzde birçoğumuza yalnızca onu övmek kalmış gibi görünse de aslında Ekim Devrimi, Lenin için başlangıçtı. Daha fazlasına ise ömrü yetmedi ama genel olarak uygarlığa (moderniteye) müdahale etmek istedi. Birinci Dünya Savaşı’nı bitiren Brest Litovsk Anlaşması’nı dünyaya açıklaması, savaşın anlaşmasını başka güçlerin yapmasını önleyemedi. Savaşı durduran Lenin’di, ama ilgili “anlaşmaları başkaları sağladı. Böylece pek çok koşulun yanı sıra Versay “anlaşması” (1919) Hitler’i doğurdu. 

 

Dünya Savaşlarının Mantığı

Siyasetten en uzak insanın veya bir çocuğun bile dünya kavramını algılayışı kesinlikle devletler, paktlar, NATO, BM ya da G-8 değildir. Dünya kavramının siyaset retoriğindeki göstergesi paylaşım savaşlarındaki nesnel kütledir. Dünya devletlerin savaş alanıdır. Bir çocuğa göre ise içinde birbirinden farklı “çok fazla” insanın yaşadığı büyüleyici bir büyüklüktür dünya. Modernizm dünya imgelemimizi elimizden aldı.

Dünya savaşlarının çokça paylaşım savaşları olduğu söylenir. Oysa bu tanım toplumların kendi yaşamları hakkında fikir ve eylem geliştiremeyeceklerine hükmeden bir belirlemedir. Başka bir deyişle bize, toplumlar dünya savaşlarına sokuldular ve bu durum tekrar edebilir denilmektedir. Tersinden okursak; devlet tarihsel uzamda yokluğu mümkün olmayandır. Dünyayı paylaşacak bir devler muharebesinde insanlara düşen asker ya da kaçışan siviller olmaktır. Savaş dolayımıyla hız kazanan baskı ve sömürü çarkına müdahale etmek toplumların işi değildir.

  1. yüzyılın başında bir kutsallıktan, başka bir kutsallığa geçişler yapılırken evrensel zeka büyük bir darbe aldı. Hiç kuşkusuz bu darbe dünya savaşlarının gerekli olduğuna önemli ölçüde “ikna edilen” ulusların bedenine indirildi. Dönüşüm geçiren kutsallıklar da din ve milliyetçilikti. “Biz bu denklemin içinde olmalıyız” gibi laflarla ikna edilen üst sınıflar çaresiz milyonları savaş yakıtı olarak kullandı. Savaşla kastedilen “paylaşımın” gerçekleşmiş olması yeni bir savaş dalgasını önleyemedi. Bilinen Versay Anlaşması Alman savaş makinesini çalıştırdı. Modern bilim, sanayi, teknoloji ve ordu sistemiyle büyüyen her devlet ebedi huzurun istikametinin diğer uluslara hükmetmek olduğuna inandı. Sonuç kutsallık değil lanetliliktir.
  2. yy ideolojisi olarak milliyetçiliğin psikanaliz boyutuyla ilgili pek çok açmazı var, ama felsefi ve olgusal olarak büyük ve kötü düşmanların inşası, insan zihninde istatistiği tutulmamış bir tahribat yarattı. İnsanın karanlık güdülerinin ortalığa saçılmasıyla birleşen düşmanlık ideolojisi gözünü soykırımlarla açtı. Sonuçta kendi ötekisini yok etmenin bir görev olduğuna hükmeden modern akıl, 100 milyona yakın insanın yok olmasına neden oldu. 

Oysa bu da, ulusları liderlerin nesneleri olarak anlayan modern aklın nihai bir yargısıdır. Gerçekte liderin karşısına dikilerek ‘bu savaşa gitmiyoruz’ diyebilen bir toplumun zaten lidere ihtiyacı yoktur. Ekim Devrimi’nde savaş karşıtı politikasıyla Lenin buradan bir devrim çıkarmıştı. O halde siyaseti yeniden kurarak geleneksel ve geçerli kabuller bir kenara bırakılabilir. İmparatorluklardan kurtularak devrim yapan modern uluslar, İmparatorluklardan çok daha katı bir devlet sistemine eklemlenince kapitalizm daha rahat büyüdü. İmparatorluklardan kurtulmak yanlış değildi, ama milliyetçiliklere bölünerek dünyanın her yerinde sınırlar ve çitler örmek özgürleşme sorununa çözüm olmadı.

Dünyalar savaşı bir hakikat felaketinin başlangıcı olarak tanımlanabilir. Bir yığın koşulun, niyetin, güç ilişkilerinin ocağına kömür attığı bu felaket katarı daha da hızlanacaktı. Böylece Birinci Dünya Savaşı, tarih kitaplarında Sırp bir milliyetçi militanın Avusturya Veliahtını öldürerek başlamasına neden olduğu bir savaş olarak geçecekti. Ama buradaki ifade ve olayın takdim edilişinin birbirinden kötürüm yönleri var. Bütün ulusal tarihlere damgasını vuran bu mit halen dolaşımda. Eğer modern aklımız saf gerçekliği söylüyorsa ve türümüzün en gelişmiş kavrayışına sahipsek, bu bir milliyetçi cinayettir ve milliyetçilik savaş başlattığı için son tahlilde “kötü bir şey”dir. Bu arada olaydaki bir dizi ayrıntının (Veliaht Ferdinand’ın İmparator olamayacak olan oğul olduğu, suikastteki bir dizi tuhaflık v.s) ölen 70 milyon insanın ve iki dünya savaşının ardından hiçbir önemi yok. Ama eğer cinayeti işleyen Gavrilo Princip (Sırpçada Prensip Müjdecisi anlamına gelmektedir) “iyi bir şey” yaptıysa, o halde tüm ulusal anlatılarda adı bilinmeyen bu genç adamın itibarı iade edilmelidir. Tabi savaşı açıktan övme cesaretini de kabul ederek, başka bir deyişle kapitalist modernist siyasetin geçersizliğini ilan ederek. Çünkü ne sömürge arayışları, ne emperyalist kapitalizmin yeni pazar arayışları ve tekelleri, ne de Modernite’nin yaşadığı genel bunalımdan söz edilmezken, işaret parmağıyla göstererek bize savaşı Gavrilo Princip’in başlattığı söylendi. Milyonların öldüğü bir dünya savaşının “bir kişi yüzünden çıktığına” inandırılırken paylaşım savaşı sözünü “ideolojik ve propagandif” bulduk. Bugün ise tarihçilerin sıkıcı araştırmalarına terk edilen önemsiz bir konudur bu. Bu örnekte olduğu gibi Kapitalist Modernite’nin zihinsel sömürgeciliği işte böyle gerçekleşti.

Oysa zaten modernizm kökenlerinde varlığını içsel bir şiddet üzerine kurar. O yalnızca bu şiddet homurtularının adı ve görünen yüzeyi oldu. Gerçekte sömürgelerde toprak kaybeden ve büyük bir itiş kakış halinde olan İngiltere, Almanya, Rusya gibi büyük devletler zaten adına barış hali denilen bir “savaş” halindeydi. Bu savaş, kavramı hatırlarsak “efendi” olma savaşıydı. En güçlü olan, boyun eğdirecek ve “köleleri” yönetecektir. Tüm “hazırlıklar” da tamamlananınca, geriye yalnızca provokasyon gerekliydi. O halde bu “olay” felsefedeki olay kavramına tekabül etmez mi? Hakikat bazen “olayın” yarattığı bir dizi şokun ardından gün yüzüne çıkabilir. Felaket olarak Birinci Dünya Savaşı, bu cinayetle patlak verdi ama tarihte olumsuz ve olumlu sonuçlarıyla birçok önemli gelişmeyi birdenbire hızlandıran çok sayıda olay örneği mevcuttur. Sorunsalların karşısına çözüm arayışları ve daha fazla mümkün olan özgürleşme düşüncesini koyan bu derginin aslında bir sorunsal analizine ihtiyacı olmayabilir. Zira Demokratik Modernite fikri modernizmin krizine verilen bir yanıttır. Ezilenler, daha önce Marks ve Engels ile kendi dünyalarını kurma fikriyle uygarlığa bir müdahale etmek istedi. Bu da dünyalar savaşının bir diğer yönüdür.

 

Ve “Biz”ler…

Önce Fransız Devrimi, ardından Büyük Ekim Devrimi, daha sonra diğer devrimler ve kurtuluş hareketleri… Dünyamız modernizmin sağ ve sol diye konumlandıramadığı başka bir düzlemde eşitlik, özgürlük ve kardeşlik için bu devrimlerde yaşamını feda eden milyonlarca insanın anılarına bağlı kalarak kapitalizmi aşabilirdi. Ezilenler olarak dünyaya sahip çıkma ve müdahale girişimlerimiz yanlış değildi, ama hatalı sonuçları itibariyle daha iyisi üzerine düşünce ve eylem kaçınılmaz. Bunu konumuz itibariyle ulus-devlet, endüstriyalizm ve finans kapitaldeki tanınmaya yormak istiyoruz. Tanınma, Abdullah Öcalan’ın mahşerin üç atlısı dediği bu üç öğe üzerine inşa edildi. NATO’ya karşı Varşova Paktı gibi bir sosyalist devletler birliğinden söz etmiyoruz. Çünkü geçtiğimiz yüzyılda sağın da solun da çözümü devletti. Paris Komünü’nden 150 yıl kadar sonra ezilenlerin çoklu, yerel ve evrensel ölçekte devlet odaklı olmayan demokratik uluslar konfederasyonundan söz etmemiz de geleceğe dair ortak bir dünya tahayyülü değil midir? Dünyanın birleşmesi gerektiği ve tür olarak insanlığımızın kendi sorunlarına karşı aciziyeti halen orta yerde duruyor. Bir çözüm önerisi olarak Demokratik Modernite eskinin tekrarından daha kapsamlı bir formüldür. 

Çağımızda mümkün oluşlar üzerine bize bir dizi şey söylüyorlar: istediğimiz kıyafeti giyebileceğimizi, istediğimiz “şeyle” sevişebileceğimizi, yasal ya da ahlaki engellere takılmadan istediğimiz kadar biyolojik ve güdüsel tatmin peşinde koşabileceğimizi, bunları elde etmenin mümkün olduğundan söz ediyorlar. Buna karşın “ideolojilerin sonu” diyerek komünalizmi, Demokratik Modernite’yi imkansız gibi gösteriyorlar. Bunu başarmanın “imkansızlığını” bizzat birbirimize söylüyoruz. Her şey mümkün ama her şeyi değiştirecek özgür bir yaşam mümkün değil demek istiyorlar. “Her şey serbest ama özgür olmak değil” diyorlar. Çağımızın özgür olduğunu ve uğruna ayaklanmaya değecek bir baskı olmadığını öne sürerek ayağa kalkmanın geçersizliğini ilan ediyorlar. Dünya savaşlarına karar verenler ve birleşmenin gücünü iyi bilen devletler, bize “ben” olarak seslenir. Bizi yan yana düşünmek dahi istemezler. 

Adımlarımız henüz mütevazi, küçük, belirsizlikler ya da sakarlıklar içerebilir. Geçtiğimiz yüzyıldan, modernitenin genel bunalımından kalma hastalıklarımız veya teknoloji etkinliğimizi tahrip ettiği için dezavantaja da sahip olabiliriz; ama dünyalar savaşındansa dünyalar dolusu mutluluk, sevgi ve özgürlüğü mümkün kılabiliriz. İşte burada, “tüm ineklerin siyah olduğu geceyi” aşmanın da mümkün olduğunu yalnızca kendi eylemimiz belirleyecektir. Modernite’nin “seçeneklerini” değil, Demokratik Modernite’nin mümkünlüğünü hayata geçirebiliriz. Meksika ve ABD’deki ayaklanmalardan, Brezilya ve Paris varoşlarına; Yunanistan, Gezi, Mısır ve tüm dünyaya umut veren Rojava devrimine kadar bir gelecek iddiasında olduğumuzu göstermiş bulunuyoruz. Çünkü ne efendi ne de köle olmak istiyoruz. Özgürlüğün bu iki kavrama ve bunlardan birini seçmeye mecbur olmadığını artık çok iyi biliyoruz. 

 

 

 

Bunları da beğenebilirsin

Yoruma kapalı.