Düşünce ve Kuram Dergisi

1968 Gençlik Kültür Devrimi Ruhuyla Ahlaki ve Politik Topluma Doğru

Süleyman Aslan

1968 devrimci gençlik kültür devriminin 50. yıl dönümünde bu devrimci dönüşüme ruh veren başta Che Guevara olmak üzere Vietnam devrimcileri, Deniz Gezmiş, Mahir Çayan, İbrahim Kaypakkaya şahsında Türkiye devrimci gençlik hareketi önderlerini, tüm demokratik modernite yolcularını bir kez daha saygıyla anmak gerekir.

Devrim ve devrimcilik üzerine son iki yüzyıl içinde çok şeyler söylendi, ideolojik-politik değerlendirmeler yapıldı. Onun uğruna kendisini feda edebilecek insan çözümlemeleri gündeme getirildi, kutsandı… Bu kutsallığa atfen toplumsal kategoriler tanımlanarak ona denk düşen öncülük misyonları sunuldu. Bu misyona uygun olarak kapitalist modernitenin egemenliği altındaki dünyada devrimler, özgürlük arayışının yeni bir başlangıcı olacak tarihsel bir anlama kavuşturuldu. Bu konuda ütopik sosyalistlerden Marksistlere, anarşistlerden feministlere, Frankfurt Okulu’ndan ekolojistlere kadar birçok çevre-akım insanlığın gelişimine paha biçilmez katkılarda bulundu.

İşte böylesine güçlü katılımlar yoluyla anlam yüklenen ve insanlığın özgürlük umudunu karşılama misyonuyla donatılan devrimler gerçekleştikçe gerek teorik perspektif, gerek örgütlenme, eylem ve uygulama aşamasında ciddi sorunlarının olduğu da ortaya çıktı. Bu nedenle Avrupa’dan başlamak üzere dünyanın her tarafında devrim yoldaşlığında yan yana duranlar arasında hem de düşmanlık derecesine varan ciddi ayrışmalar yaşandı. En çok başarılı gibi görünen ve en güçlü durduğu sanılan devrimsel dayanaklar kâğıttan şatolar gibi birer birer yıkıldıkça artık ezberlerin bozulması gerektiği ortaya çıktı. Belki başlangıçta çok cılız olan ezber bozmalar, şatoların yıkımına bağlı olarak daha sistematik ve örgütlü hale gelme ihtiyacını hissetti. Çünkü “Sosyalizmde ısrar insan olmakta ısrar”[1] etme anlamına geliyordu. O nedenle, ya yıkılan şatoların enkazı altında kalınarak bir moloz yığınına dönüşülecek ya da “Umut zaferden daha değerlidir[2] denilerek özgürlük yürüyüşü inatla sürdürülecekti. İşte bu nedenle ülkeden başlayarak umudun sesi olma anlamında özgürlükteki ısrarın iddiasını ortaya koyan devrimcilik yeni boyutları ile insanlığın hizmetine girdi.

Adına ne denilirse denilsin sistem haline gelmiş toplumsal, siyasal ya da ekonomik – askeri kurumlaşmalar söz konusu olunca, insan faktörü temel sorun olarak karşımıza çıkar. Yani birey. Ve bireyler arasında var olan ilişkinin düzeyi… Neden birey? Çünkü toplum bireylerden oluşur. Neden ilişki? Çünkü toplum, bireylerin matematiksel toplamı değildir. Yine bireylerin bir araya gelmesiyle oluşur ama toplumu toplum yapan esas olarak bireyler arasında olduğu kadar birbirine yakın bireylerin içinde yer aldığı birimler ya da karşıt birimler arasındaki ilişkiler yumağıdır. Bu ilişkilere yön veren değerler toplamıdır. O nedenle de konumuzun çerçevesi bu birey ya da birimler arası ilişki kombinezonunun temel dayanakları olmaktadır.

İlkel topluluklardan günümüze kadar bireye ve ilişkilere yön veren ya da temel dayanak oluşturan faktörler ve bu faktörlerin geçirdiği değişimin ne ya da neler olduğunu doğru bir şekilde ortaya koymak bu anlamda çok önemlidir. Bunun için de insanlık tarihine yön veren zihniyet dünyasından işe başlamak gerekir. O nedenle insana, topluma ve tarihe bakış açısında zihni yapılanmanın önemini mutlaka görmek gerekir.

Belki de birey olarak insanın çok güçsüz olması ve doğal tehditler karşısında her an yok olma tehlikesini yaşaması onu bu zayıflıktan kurtulma arayışına itmiştir. Ve belki de insan bu nedenle düşünce edimine dayalı olarak gelişen bilime-bilimsel gelişmeye özel bir önem vermiştir. Düşünce ve bilim, kurgu-hayal dünyasının da gelişimine öncülük etmiştir. İnsanlaşma da zaten bu kurgu ve hayal dünyası içinde hızlı bir gelişim kaydetmiştir. Yani insan önce hayal edip- tasarlayıp eyleme geçerek gelecek dünyayı adım adım inşa edebilme becerisini gösterirken aynı zamanda toplumsallaşmıştır. Birey olarak doğa karşısında zayıf olan insan toplumsallaşarak bu zayıflığından güç üretmeyi başarmıştır. O nedenle de bilim ve toplumsallık insan yaşamının ayrılmaz parçaları olmuştur. Daha özgür ve mutlu bir gelecek için tasarla-hayal kur ve bunu gerçekleştirmek için de toplumsallaş yani örgütlü ol!. Elbette insanlık böylesi bir çıkarsamaya bilinçli bir şekilde varmamıştır. Adına tecrübe dediğimiz yaşamsal deneyimlerden süzülerek yararlı olduğuna inanılan kuramlar haline gelen ahlaki değer yargıları ile böylesi bir sonuca varmıştır. Yani zihinsel gelişim üzerinden kendini ifade eden entelektüel düzey, ahlaki kurumlaşma ile toplumsal yararlılık üzerine bir anlama kavuşmuştur. Zihniyet ve maneviyat dünyasında toplumsallaşma üzerinden böylesi bir gelişim seyri izleyen insan toplulukları, tüm üyeleri ile birlikte anlık yaşamın sürdürülmesi yani beslenme, güvenlik ve neslin devamı anlamında kararlar alarak adım atma zorunluluğunu hissetmiştir. İşte adına politika denilen düşünce ve ahlaki değerler üzerinden kendisini var eden bu anlık örgütlenme ve eylemsel süreçle birlikte bugün kendisine doğrudan demokrasi dediğimiz yaşam biçimi ortaya çıkmıştır. Uygarlık öncesi insan topluluklarına da damgasını vuran bu olmuştur.

Kısaca ahlaki-politik denilen bu topluluklar bugünün insanının da özgürlük arayışında yol gösterici bir geçmiş deneyimi ve gelecek perspektifini oluşturmaktadır. O nedenle insanlık tarihinin son beş bin yıl öncesinin esas kimliği olan bu yaşam biçimi, uygarlık süreci içinde de şu ya da bu şekilde ama giderek zayıflayarak da olsa varlığını korumuş ve özgürlük arayışına temel oluşturmuştur. İşte bugünün özgür bireyinin temel alması gereken kıstas da bu olmaktadır. Yani tarihe ve o tarihin açığa çıkardığı insani değerlere sürekli başvurmak…

Bu başvuru esas olarak entelektüel bir çabayı gerektirir. Toplumu parçalara ayırmadan ama bireylerden ve gruplardan oluştuğunu da göz ardı etmeden bilgi ve bilim üzerindeki her türden egemenlikçi-tekelci yaklaşıma karşı çıkan entelektüel bir çalışma zorunludur.

Burada uygarlık öncesi toplulukların temel özelliklerini ele alırken demokrasi çatısı altında toplayabileceğimiz bir üçayaktan bahsetmekteyiz. Hem birbirine bağlı ve hem de biri diğerinden bağımsız bu üçayak olmaksızın toplum-toplumsallık olmaz. Bu da bizi toplumsallık ve demokrasi ortaklığına ya da bir diğer anlamda aynılığına götürür. O nedenle klan-kabile- aşiret toplulukları esas olarak demokratik teamüller üzerinden ahlaklı-bilgili ve ortak karar alıp uygulayan, tartışan eylemli topluluklardır. Bu topluluklar maddi-manevi yaşamsal ihtiyaçlarını, güvenlik sorunlarını ve neslini sürdürmeyi iyi düşünüp, verimli tartışıp, doğru yaparak gerçekleştirmektedirler.

Bu şekilde ilk büyük entelektüel devrimini gerçekleştiren insanlık, MÖ 6000-4000 yıllarında Mezopotamya’da önemli bir bilimsel düzey açığa çıkarmıştır. Bu entelektüel devrimler Sümer-Mısır uygarlıklarından Greko-Romen’e oradan da aydınlanmacılara doğru bir seyir izleyerek bugüne ulaşmıştır. Yani toplumsallığın temelinde güçlü bir entelektüel bilginin olduğunu mutlaka görmek gerekir. Bu birikimin toplumsallığa hizmet edebilmesi ancak toplum için iyi şeylere hizmet etmesi gerektiği bilincinin yani ahlakın da oluşmasına bağlıdır. Çünkü bilim-düşünce belki yetenekli bireyler üzerinden daha yoğunluklu olarak kendisini ifade edebilir ama kesinlikle bir kişinin, kastın, zümrenin elinde ona hizmet eden bir egemenlik aracına dönüşmemelidir. Diğer yandan entelektüel birikim üzerinden gelişen bilim, küçük bir azınlığın ya da hanedanlığın gücüne güç katan, bu gücün emrinde sürekli iktidar üreten bir araç haline gelmemelidir. Bu tehlikeli duruma dönüşmeyi de ancak ahlaki-politik toplum engelleyebilir. O nedenle çağımızın özgür bireyi, demokratik modernitenin temel toplumsal formu olan ahlaki-politik toplumu inşa çalışmalarını devrimci dönüşümün esası olarak görmelidir. Çünkü;

“…yöntemin mutlaka toplumsal doğaya, özellikle bu doğanın temel varoluş hali olan, … ahlaki ve politik topluma dayanması”[3] gerekir…. ahlaki ve politik toplumla bağlantısı olmayan tüm düşünce ekolleri ile bilim, felsefe ve sanat akımlarının sakat doğdukları ve er ya da geç sakıncalara yol açacakları”[4] peşinen bilinmelidir…. O nedenle de [5]Bağlı kalınması gereken tüm yöntemlerin ve bilgi, etik ve estetik ürünlerinin mutlaka ahlaki ve politik toplumu esas almaları ilk koşul[6] olmalıdır. “Bu ilk koşul dışında oluşan tüm yöntem, bilgi, etik ve estetiğin güvenilmez ve sakat olduğuna, yanlışlıklarla yüklü, çirkin ve kötülüklerle dolu olacağına”[7] inanmalıyız.

Bununla bağlantılı olarak da “Uygarlık sisteminin toplumsal doğanın verili hali olan ahlaki ve politik nitelikteki toplumu sürekli aşındırarak, istismar ederek, üzerinde sömürü ve iktidar tekelleri inşa ederek geliştiğine…”[8] dikkat edilmelidir. Çünkü; “Uygarlıklar günlük olarak tekelci sömürü ve iktidar aygıtlarını çalıştırmak zorunda kaldıklarından hem ideolojik olarak son derece mücehhez ve örgütlüdür, hem de maddi yapılanma olarak birlik ve eylem halinde olmak zorundadır.”[9] Bu nedenle de;

Yeniden inşa her şeyden önce niceliksel çoklukları niteliksel bir güce kavuşturmayı hedeflemelidir. Küresel çaptaki ticari, sınai, finansal, ideolojik, iktidarsal ve ulus-devletsel tekel şebekelerinin ne kadar kapsamlı ve iç içe olduklarını, hedeflerine karşı da nasıl şaşırtıcı ve yok edici davrandıklarını bir an için unutmazsak, en azından aralarındaki muazzam dengesizliği gidermek açısından, demokratik modernite birimlerinin yeniden inşa edilerek çokluklarıyla orantılı bir güce kavuşmalarının çok açık ve ertelenemez görev olduğunu görürüz.”[10]

Bu gerçeklik üzerinden entelektüel çalışmalara özgürlük arayışı ve demokratik toplum inşa çalışmasının temel harcı olarak bakılması en devrimci tutum olmaktadır.

Özellikle uygarlık tarihi ile birlikte entelektüel çalışmaların, iktidarların güç aygıtlarını daha da sağlamlaştırmak ve kalıcı kılmak için kullanıldığı bilinmektedir. Yani insanlığın gelişiminin temelinde iyi şeylerin oluşmasında yer alan zihinsel çalışmalar, uygarlıkla birlikte kötülükle birlikte anılır hale gelmiştir. Bilimsel gelişmeler uygarlıkla birlikte iktidarların en gizemli silahına dönüştürülmüştür. Teknik gelişmelerle birlikte bu gizem en öldürücü-kıyıcı silahlara dönüşmüştür. Ve bilim-teknik kendi gücüyle güçlenen bu silahların kölesi haline getirilmiştir. Bu da gösteriyor ki ahlaktan ve politikadan yoksun kılınan zihniyet çalışmaları insanlık için en tehlikeli bela haline gelmektedir. Bugün gelinen aşamada devasa bir enerji açığa çıkaran nükleer reaktörler ve atomun sadece dünyayı aydınlatan, ısıtan bir güç olarak değil de aynı zamanda çok tehlikeli bir silah olarak kullanılması bunun bir sonucudur. O nedenle ahlakı salt gelenekle ilintilendirip etik çalışmalar derecesine indirgemek, büyük bir sapma ve insanlığı kandırmanın kocaman bir yalanı olmak kadar bilimcilik saplantısına da kapıyı aralamaktır. Zaten pozitivizmle beslenerek her türden ahlaki değer yargısından uzaklaşan bilimcilik, günümüz savaşlarının da acımasızlığının temel nedenidir. Çünkü bilim ahlaktan uzaklaştıkça insanlığın kıyım makinesi olmaktan kendisini kurtaramamıştır. İkinci Dünya Savaşı’nın kıyıcılığı ve yıkıcılığının düzeyi bunun en açık örneği olmaktadır. Şimdinin savaşlarının kıyıcılığı ve yıkıcılığı da pozitivist bilimcilik nedeniyle tüm savaş tarihlerinin hepsini aşmıştır. O nedenle ahlaksız bilim adeta bir savaş makinesi rolü oynamaktadır. Bugün Ortadoğu da yaşananlar da bunun bir sonucudur. O nedenle de yapılması gereken birincil entelektüel görev, bilimi ahlaksız olmaktan kurtarmak ve toplumla buluşturmak olmalıdır.

Tarihi gelişim içerisinde mitoloji karışımlı dinlerden felsefi devrime geçiş şüphesiz büyük bir entelektüel devrim… Tek tanrılı dinsel çıkışları önemli zihniyet devrimleri olarak yorumlamak mümkündür. Ayrıca Zerdüşti ahlaki devrim büyük bir entelektüel devrimdir. Çin’de Konfüçyüs, Hint’te Buda önemli entelektüel değerlerdir…”[11]

“19. ve 20. yüzyıllarda, toplumun her alanında ve birimlerinde olduğu gibi entelektüel alan ve birimlerde de tekelci sermaye ve ulus-devletin hegemonyası güçlü yansımasını buldu… Avrupalı entelektüeller anlamlı açıklamalar (manifestolar), bilimsel disiplinler, felsefi ekoller, sanatsal eğilimler ve etik öğretiler geliştirdiler. Fakat toplumun ahlaki ve politik karakterini koruyacak kadar başarılı olamadılar.”[12] Aksine toplumun ahlaki-politik karakterinin aşındırılmasında bilimciliğe dayalı entelektüel gelişmeler neredeyse belirleyici bir rol oynadı.

Bu nedenle de ahlaki politik toplumun biliminin yok edilmesine karşı bir direniş içinde olmak özgür insan için temel bir entelektüel görev olmaktadır.

Bu temelde bilimcilik anlayışı ile gelişen tüm disiplinler ve onların tekelleştirilerek kurumsallaştırılması karşısında bilimin özerk konumunu sağlamak ve buna uygun bir kurumsallaştırmaya kavuşturmak entelektüel çalışmaların olmazsa olmazları içinde yer almak zorundadır.

Direniş ve özerklik üzerinden “Geliştirilecek bilim öncelikle ‘sosyal bilim’ olarak düzenlenmek zorundadır. Sosyal bilim tüm bilimlerin ana tanrıçası olarak kabul edilmek durumundadır”[13]

“Özel veya genelevlere kapatılan kadın kendi özgür gerçekliğini, hâkikatini nasıl kaybediyorsa, resmi kurumlara kapatılan entelektüeller ve bilim de o kadar özgürlüğünü, gerçek kimliğini yitirir…”[14] Bunun için de “Sosyal bilim için kurumsal devrim, diğer deyişle yeniden yapılanma şarttır…”[15]

Bu temelde modernitenin kurumlarını taklit etmeden “Öğrencinin öğretmen, öğretmenin öğrenci pozisyonuna sık sık geçebileceği”[16], belirli süreler içine hapsedilmeyen örneğin “Dünya Kültür ve Akademiler Konfederasyonu inşa edilebilir”[17] ve “Demokratik siyaset ve kültür akademileri bu görevi üstlenecek uygun kurumlaşmalar olabilir…”[18]

İçinde yaşadığımız siyasal- sosyal, entelektüel-kültürel, ekonomik kaos ortamı düşünüldüğünde ve bu kaostan ancak demokratik modernitenin inşası temelinde çıkılabileceği öngörüldüğünde bilimsel ve entelektüel katkının olmazsa olmaz bir nitelikte olduğunu mutlaka görmek gerekir. Çünkü ulus devlet çatısı altında liberalizmin her türden rengi ile çeşitlendirilmiş bu 5000 yıllık uygarlık krizinin aşılmasında entelektüel-bilimsel çıkışlar esas rolü oynayacaktır. Aksi durumda tarihte ve son 200 yıl içinde yaşanan başarısızlıkların bir tekrarının yeniden yaşanması kaçınılmaz olacaktır.

Uygarlığı en iyi tarif eden ve uygarlığın insanlığa dayattığı temel kötülükleri en iyi özetleyen inanç- felsefe ve ahlaki liderlerden birisi de Buda olmaktadır. Buda uygarlığı kastederek insanlığa “Açgözlülük, cehalet ve öfke”[19] getirdi demektedir. Onun yerine de çözümü ortaya koyarken “Cömertlik, merhamet ve bilgeliği”[20] işaret etmektedir. Aslında bu durum uygarlık ile ahlaki-politik toplum arasındaki farkı ortaya koymaktadır. Büyük insanlık savaşının ve özgürlük arayışının hangi temel özellikler üzerinden gelişmesi gerektiğini göstermektedir. Buda’nın kastettiği çözüm, uygarlık öncesi tanrılara yüklenen sıfatlar oluyor aynı zamanda. Demek ki ahlaki-politik toplumun inancı ve tanrısı korkutucu, cezalandırıcı değil. O nedenle de Budizm ahlaki olma özelliğini taşımaya devam ediyor. Felsefe ve mitoloji karışımı bu ahlaki duruş Zerdeşt ve Tao’da da bulunuyor. İnsanlara ‘iyi yap, doğru konuş, güzel ol’ tavsiyesinde bulunan bu öğretiler, günümüzün birçok inanç ve tarikat grubunda ve hatta kırsal Hristiyanlığının simgesi olan manastırlarda da halen yaşatılmaya devam ediyor. İlk insan topluluklarında uygarlığa kadar hâkim olan ya da damgasına vuran ahlaki duruş, aslında iş yapmanın, ihtiyaç belirleme ve karşılamanın, ürün elde etme yol ve yönteminin belirlenmesi oluyor. Yani toplumun ekonomik ya da kültürel-inançsal ilişki ağını ortaya koyuyor. Araç yapma, kullanma, ürün elde etme, paylaştırma ya da takas koşullarının hepsi ahlaki değer yargıları kapsamı içine giriyor. Ve ‘Her şey topluluk içindir’ düsturu ile yola çıkılıyor. O nedenle pozitivist bakış açısından yola çıkarak ahlakı bir üst yapı kurumu ya da metafiziğe göre manevi dünya ile sınırlı tutamayız. Ahlak bu anlamda toplumsal maddi ve manevi ihtiyaçların karşılanmasını yol ve yöntemlerini gösteren bir değerler sistemi oluyor. Yani toplumu birbirine bağlayarak ayakta tutan harç oluyor. Toplumsal olan her şey iyi-doğru ve güzel sıfatları ile ele alındığı için de ahlak bunları temsil ediyor. İnanmayı, rıza göstermeyi içeriyor. Baskı, buyruk, cezalandırma ahlakın temel kriterleri olmuyor.

Bu özellikleri ile toplumsallığı bugüne taşıyan ahlak, halen toplumların varlığını korumasında temel belirleyici güç olmaya devam ediyor. Her ne kadar hukuk ahlaka karşı bir savaş içinde olsa da hukuku bile ayakta tutan ahlakın ta kendisi oluyor. Dinler de öyle. Bu iki kurum da önceleri ahlakın birer uzantısı ya da küçük bir bölümü iken, giderek onu tasfiye eden bir şekle bürünmüşler fakat buna rağmen yine de varlıklarını korumaları mümkün olmuyor. O nedenle ahlakın varlığını koruması aynı zamanda bir direniş kültürü anlamına da geliyor.

İşte bu ve benzeri özellikler temelinde demokratik uygarlık savunucularının ahlaki görevlerini yerine getirmesi demokratik modernitenin yapılandırılması çalışmalarında belirleyici bir rol oynuyor. Çünkü aynı Sodom ve Gomore’de olduğu gibi ahlaki çözülme toplumsal yok oluşun da gerçekleşmesi anlamına geliyor. O nedenle Lut peygamberin o tarihsel çıkışı bugüne de ışık tutarken, bugün yaşanan krizlerin temelinde ahlaki çöküşün olduğunu da gösteriyor. Belki efsane, ahlakı çok dar alan içine hapsederek tarif ediyor. Ama bugün yaşananlardan da görüyoruz ki başta kadın olmak üzere, doğanın ve tüm toplumsal alanların çökertilmesinin temelinde kapitalist modernitenin ahlaksızlığı yatmaktadır. Tüm soykırımların, çevre felaketlerinin, canlı cansız her şeyin metalaştırılmasının temelinde bu ahlaksızlık bulunmaktadır. Ekonomik, siyasi, kültürel kaosun sürekliliğinin altında bu ahlaki yozlaşma yer almaktadır. Bilimi de, politikayı da topluma değil piyasaya göre şekillendiren temel olgu kapitalizmin azami kar hırsından kaynaklanan ahlaki düşkünlüğü olmaktadır. Baskı, zor, yalan, istismar, cinayet ve komplo kapitalist modernitenin yaşamasının ve toplumsallığın çözülmesinin temel araçları olmaktadır. Dikkat edilirse kapitalist modernitenin temel ayaklarını oluşturan tüm kurumlar bugün ciddi bir krizi yaşamaktadır. Dünyanın her tarafında sistem çorap söküğü gibi sökülürken kendisini yeniden yapılandırmanın arayışı içine girmektedir. Tüm çirkinlikler anlık olarak internet üzerinden neredeyse tüm insanlığa izlettirilmektedir. O nedenle demokratik modernite öncüleri toplumun bu temel yapı taşını sadece bilmek değil bu taşlardan demokratik ulus örgüsünü örmek gibi bir görevle karşı karşıyadır. Çünkü;“Toplumsal olan her şey ahlakidir, ahlaki olan her şey de toplumsaldır. Örneğin ekonomi ahlaksal olduğu gibi din de ahlaksaldır. Doğrudan demokrasi olarak siyaset ahlakın kendisidir.”[21]

“Hem düşünüp tartışmanın, karar vermenin, hem de kararı yönetip işin başarısına dönüştürmenin demokrasinin en dolaysız biçimi olan katılımcı, doğrudan demokrasi olduğu açıktır. Bu ise aynı zamanda toplumun ahlaki yönetilişi, ahlaki yaşamı demektir. “[22]

“Belki ahlakın yetmediğinden, hukukun gerekli hale geldiğinden bahsedilecektir, ama böylesi bir yaklaşım yanlıştır. Sorun ahlakın yetmezliğe düşmesi değil, ahlaki toplumun aşındırılmasıdır… Bir yerde, kurumda ne kadar çok hukuk kuralı varsa, orada o kadar etkili bir baskı ve sömürü tekeli var demektir…”[23] Çünkü “hukuk, devlet zoruyla kanunların yürütülmesi biçiminde tarif edilir…”[24]

Hukuk için yapılan tespitlerin (uygarlık öncesi tarih hariç) yaklaşık bir benzerinin de din için yapıldığını görmekteyiz. Kısaca bu konudaki tespitleri de aktaralım;

Dinin henüz uygarlık damgasını yemediği koşullarda ahlak, din ve doğrudan demokrasi iç içe yaşanır… Ahlakın daha çok yasaklayıcı, sakınılması gereken hususlarını, merhamet ve bağışlayıcılık unsurlarını kapsamına alan dinin, uygarlık öncesi bir kurum olduğu tartışmasızdır. Süreç içinde çok daha katı bir gelenek haline geliyor. Bu anlamda ahlakın en katı kutsal emir ve kural düzenleyiciliği olan din, ahlakın içinden doğmasına ve başlangıçta bir parçasını teşkil etmesine rağmen bağımsızlığını ve başatlığını ilan ediyor…”[25]

İşte bu şekilde ahlaki-politik toplumla arasına mesafe koyan dinlerden İbrahimi dinleri “… modernitenin sosyal demokratları…”[26] olarak değerlendirmek mümkünken “Zerdüşt’ü ve bağlı olduğu öğretiyi büyük bir ahlaki devrim olarak”[27] ele alabiliriz. “Konfüçyüs, Sokrates ve Buda da kendi öğretilerini temelde ahlaki topluma dayandırmışlar, uygarlığın ahlakı tehdit etmesine karşı çok güçlü bir ahlaki savunuyu temsil etmişlerdir.”[28]

İşte bu özellikleriyle hukuk ve dinin uygarlık içindeki rolünü doğru değerlendirmek ahlaki-politik topluma karşı görevleri yerine getirmede bir ön koşul olmaktadır. Bugün yaşanan kaos ortamında ortaya çıkan pratiğin de gösterdiği gibi toplumdan değil de devletten aldığı zor gücü ile varlığını sürdüren hukuk kesinlikle bir çözüm gücü olacak durumda değildir. Aksine sorunların daha da derinleşmesinin temel nedenlerinden biri olmaktadır. Özellikle medeniyetler savaşı kuramını gerçekleştirmenin temel aracı haline getirilen dincilikle mücadele içinde, dini argümanlar üzerinden yaşanan krizi aşmak da artık mümkün görünmemektedir. O nedenle modernitenin soysuzlaştırma çabalarına karşı direniş içinde toplumsal doğanın ahlaki dokusunu eskisinden daha güçlü bir şekilde işleve kavuşturmak temel bir görev olmaktadır. 5000 yıldır yaşanan ve bugün artık sürdürülemez hale gelen devletçi uygarlığın krizinin aşılması ancak tüm toplum karşıtı güçlere karşı demokratik modernite bayrağını yükseltmekle mümkün olacaktır.

O nedenle de ahlaki çalışmalar ile entelektüel ve politik çalışmalar arasındaki kopmaz bağı akıldan çıkarmamak gerekir. Çünkü entelektüel ve politik çalışmalar ahlaki toplumla buluşturulmadıkça ciddi bir anlam ifade etmezler. Yani “Ahlak her iki alan görevlerinin pratikleştiği toplum gerçeğini ifade eder.[29] Bu temelde ahlaki görevlerin yerine getirilmesinde dikkat edilmesi gereken bir-iki noktaya işaret etmek önemli olmaktadır.

“Demokratik toplum kapsamı içinde din ve ahlak arasında özdeşlik vardır. Dolayısıyla ibadet yerleri en çok toplumsal ahlakın işlendiği kurumlar olmak durumundadır… camiler esas olarak ahlaki ve politik toplumun yeniden inşa edildiği merkezlerdi…”[30] ve bu rolün oynatılmaya devam etmesi önemlidir. Aynı durum cem evleri ya da cemaatlerin toplanma ve ibadet yerleri için de geçerlidir.

Diğer yandan “Tüm kutsallıkları ve ahlaki öğretileri yutmaya çalışan uygarlık ve modernite canavarlıklarına karşı Küresel Kutsallıklar ve Ahlaki Öğrenim Konfederasyonu….”[31]  gibi oluşumlar “medeniyetler çatışması” kuramına alternatif bir şekilde inançlar arası birlik platformlarına dönüştürülerek dünya barışı için kalıcı bir zemin yaratılabilir. Yaşanan Yahudi düşmanlığına ek olarak son dönemlerde ortaya çıkan İslamofobi ve buna karşı sık sık dile getirilen “Haçlı Seferleri” düşünüldüğünde inançlar arası buluşma-tartışma, ortaklaşma alanları yaratmak daha önemli ve kaçınılmaz olmaktadır. İnsanlığı ve doğayı büyük felaketlerden kurtarmanın yollarından biri de bu olmaktadır. Unutulmamalı ki “Toplumunu savunamayanın onurlu yaşam hakkı olamaz. Ama ahlak olmadan da toplumun savunması yapılamaz.”[32]

Bütün bu anlatılanlar ve yerine getirilmesi gereken görevlerin semeresini verdiği nokta politika alanı olmaktadır. Çünkü “kent yönetme sanatı” olarak toplum yaşamına giren “politikanın öz anlamı özgürlük sanatı”[33] olmasıdır. “Özgürlüğün kendisi ise hâkikate yakınlığı çağrıştırır…”[34] Özgürlük ve hakikat de örgüt ve eylemle kendisini ifade eder. Yani insanlaşma ve toplumsallaşma, varlığını koruma ve geleceğini kurmanın sırrı da örgütlü ve eylemli olmakta yatmaktadır. Ki insanlaşma yani toplumsallaşma ve demokratikleşme ancak böyle gerçekleşir. Yani politika öyle “adıyla neredeyse özdeşleşmiş savaş, çatışma ve sömürü…”[35] değildir. Ona bu anlamları devletçi uygarlık yüklemiştir. Diğer yandan Latinceden geldiği gibi “politika ile polis’in (devletin) de özdeş”[36] gösterilmesi de bir uygarlık çarpıtmasıdır. Çünkü;

“Devlete dayanarak politika yapılmaz, idare edilir.”[37] “Devlet ne kadar genişler ve yoğunlaşırsa, politika da o kadar daralır ve gevşer. Devlet kural demektir, politika ise yaratıcılıktır. Devlet hazırı yönetir, politika ise oluşturarak yönetir. Devlet zanaattır, politika sanattır.”[38]

Toplumun hayati çıkarlarını ilgilendirmeyen işler esas politikayı oluşturmaz.” “Toplumun hayati çıkarları kendi yaşamsallığı, güvenliği, beslenmesi, iktidar ve devletin engellediği özgürlükler, eşitlikler ve demokrasidir.”[39] Bu nedenle de “Özgürlük, eşitlik ve demokratiklikle bağlantılı olmayan işler politikayı esas olarak ilgilendirmez.”[40]

Bu kısa belirlemelerden de anlaşılacağı gibi bugün insanlığa, topluluklara politika gibi gösterilen hiçbir şey politikayla ilgili değildir. Onlar bugün erkek egemenlikli sistemin neredeyse simgesi olan azami karla, iktidarla, istismar ve her türden tecavüz kültürü ile bağlantılıdır. O nedenle de genel insanlık bu politikadan nefret ettiğini, uzak durduğunu bir biçimde ifade etmektedir. Dikkat edilirse toplumlar için politikaya en aktif katılım sahası olarak gösterilen seçimler bile insanların hiç ilgisini çekmemektedir. O nedenle sivil toplum örgütleri, sendikalar, dernekler, kooperatif gibi yerel toplulukların kendisini ifade etmesi gereken alanlar bile gereken ilgiyi toplamamaktadır. Bu alanlar da aynı devlet çalışmaları gibi ele alınmakta kandırma, yolsuzluk, çıkar, komplo, adamcılık vb. gibi namussuzluk kavramı içine konulacak en kötü tanımlamalarla eş değerde tutulmaktadır. Demokrasinin olması gereken en işlevsel hali olan politika o nedenle adeta insanlık tarafından lanetli bir uğraşı gibi görünmektedir. Bu da devletçi uygarlığın bireye kadar sinmiş bulunan iktidarcı yaklaşımı ile ilgilidir. Yani politika gerçek anlamının dışında bir yüzle karşımızda durmaktadır. Bu yüz ise insan-toplum düşmanlığını ifade etmektedir. O nedenle demokratik modernite öncülerinin temel görevlerinden birisi de politikayı gerçek anlamına uygun olarak toplumsal bir işleve kavuşturmaktır. Yani politikadan nefret eden toplulukları gerçek politikanın temsilcileri haline getirmektir. Bunun için de kapitalist modernitenin devletçiliğine olduğundan daha fazla iktidarcılığını açığa çıkarıp mahkûm etmek önemli olmaktadır. Çünkü;

İktidar devletten daha çok politikanın inkârıdır. İktidar her zaman devletten çok daha fazla toplumda yerleşiktir. Bu ise toplumda politika yapmanın ne kadar zor olduğunu ve politikanın ne kadar kısıtlandığını ifade eder. Sonuçta politika ile iktidar ilişkisi hep gergin ve eylemli geçer.”[41]

Bu tespitten de anlaşıldığı üzere, anlık olarak yaşamın her alanında sadece pratik olarak değil zihniyet olarak da karşımızda duran en tehlikeli unsur iktidar olmaktadır. Bu iktidar hastalığı toplumsallığı kemiren bir kanser gibi sadece sıradan toplulukların değil toplumsal oluşumların da baş düşmanıdır. Liberalizmin sahte özgürlükçülüğü, en çok iktidar limanına demir atar. Ve orada pusuya yatarak bireyle bireyciliği, oradan da iktidar ile özgürlüğü buluşturmanın yollarını arar ve bulur. Onun için iktidar hükümet binaları ya da benzeri kurumlardan çok her insanın hemen yanı başında durur. Bazen gözü olur, bazen beynini kemiren bir hastalık, bazen en kutsal anlamlar yüklenen değerler haline gelebilir. Reel sosyalizmin pratiğinde ortaya çıkan sorunların başında da bu gelmektedir. O nedenle iktidar hastalığının önüne geçilmezse ve onunla anlık mücadele içinde olunmazsa ve onun bireysel cazibe kaynaklarına karşı sürekli bir direniş içinde bulunulmazsa politika sadece toplumda değil en özgürlükçü olduğunu iddia eden ortamlarda ya da kişilerde sadece devletin idareciliğini üstlenir. Yani ahlak ve toplumsal entelektüellikle bağlarını koparır. Ortada sadece bir münafık ve onlardan oluşan münafıklar topluluğu kalır. Bu nedenle de Politika demokratik uygarlık birimlerinin direnişi olarak anlam bulacaktır. Çünkü direnme olmadan hiçbir özgürlük, eşitlik ve demokratikleşme adımı başarılamayacağı gibi, var olan ahlaki ve politik düzeyin daha da aşındırılması, parçalanması, çürütülmesi ve sömürgeleştirilmesi önlenemez, tekellerin sömürüsünün önüne geçilemez. Politikanın özgürlük sanatı olarak tanımlanması tarihte oynadığı bu rolden ötürüdür. Politika yapamayan, yapmaktan alıkonulan her sınıf, kent, halk, kabile, dinî cemaat ve kavim-ulusun söz ve irade gücü en büyük darbeyi yemiş demektir.”[42] Ve dünyayı bir ağ gibi saran iktidar hastalığına karşı politika da iktidar savar gibi bir tedavi gücü olmalıdır. “İktidar her toplumsal birime ve bireye dayandığına göre, politika da her birim ve bireye dayanmak durumundadır.”[43]

Bütün bu anlatımlardan da anlaşılacağı gibi politika, “Devlet, imparatorluk, hanedanlık, ulus, şirket, sınıf vb. büyük hacimli kavramlarla iç içe[44] değildir. Öyle düşünmek politikayı anlamsızlaştırır. Çünkü politika “Esas olarak ahlaki ve politik toplumun bu niteliğini veya varoluşunu her koşul altında sürdürebilmesi için yapılan özgürlük, eşitlik ve demokratikleşme eylemliliği demektir.”[45]

Bu belirlemelerden yola çıkıldığında devrimin ve devrimciliğin bir yaşam biçimi olduğu daha iyi anlaşılır. Yani günlük-anlık yaşam içinde kapitalist uygarlığın zihniyet başta olmak üzere bireye ve topluma yönelik geliştirdiği tüm işgal biçimlerine karşı anlık direniş içinde olmak ve anlık inşa çalışması yürütmek anlamına gelir. Ve tabi kapitalist modernitenin hedeflediği tüm toplumsal değerler, birimler ve katmanları da demokratik modernitenin inşa çalışmalarına ortak etmek gerekir. Aksi durumda reel sosyalist pratiğin ortaya çıkardığı bireyden birimlere oradan da kurumlara kadar yaşamın her alanında yeni iktidar adacıkları oluşarak toplumu tüketme görevini üstlenir. Dikkat edilirse politikayı iktidar olmanın aracı haline getiren anlayışlar nedeniyle reel sosyalist pratik ortaya çıktı. Diğer yandan politikayı egemenlerin işiymiş gibi gören anarşist anlayışlar da zihniyet yapısındaki devrimciliğe ve ahlakın rızasını esas alan yaşamsal duruşa rağmen politikleşememenin yani yaşamı direk yöneten toplumsal kurumları yaratamamanın sıkıntısını yaşadı. Yine feminist ve ekolojist hareketler de sorunların ne kadar önemli olursa olsun sadece bir yanını görerek toplumsal bütünlüğü yakalayamamanın sıkıntısını yaşadı. Hâlbuki toplumsal yaşam her birim ve sorunlar yumağı için federaldir. Tüm toplum için ise konfederal olmak zorundadır. Yani çokluk federal ve konfederal bütünlükler içinde bir anlam bulur. Dikkat edilirse demokratik uygarlığın inşa çalışmaları için temel üçayağı oluşturan entelektüel, ahlaki ve politik alanlar için de aynı durum geçerlidir. Her biri bir birim ama hepsi birbiriyle bağlantılı konfederal bir sarmal içinde gerçek işlevlerine kavuşmaktadır. Yoksa tek başına entelektüelden bir akademisyen, iyi-doğru güzel vaazları ile bir din görevlisi ya da etkin propaganda-ajitasyon çalışması içinde olan bir lafazan ortaya çıkar. Ama her üç görevin yerine getirilmesinden ise Demokratik Moderniteye anlam kazandıran demokratik toplum, eko-endüstri ve demokratik konfederalizm inşası gerçekleşir. Buradan da anlaşıldığı gibi “Ahlaki ve politik toplum derken tarih öncesinden bahsetmiyoruz. Toplumsal doğanın sürekli yaşanan ve varoluşu sona ermedikçe hep varlığını sürdürecek olan doğal halinden bahsediyoruz. Ne kadar aşındırılsa, çürütülse ve parçalansa da, ahlaki ve politik toplum hep var olacaktır. Toplumsal doğa var oldukça o da var olacaktır. Politikanın rolü ise bu varoluşu aşındırtmadan, çürütme ve parçalanmaya uğratmadan daha da geliştirmek için özgür, eşit ve demokratik kılmaktır”[46] . Bu anlamda da demokratik modernite savunucuları politikadan uzaklaşan değil ona gerçek anlamını kazandırma mücadelesini yürüten öncüler olma görevini mutlaka üslenmek zorundadır.

Unutmayalım ki Özgürlük, eşitlik ve demokrasi ancak toplumun kendi öz vicdan ve zihniyet gücüyle yaptığı tartışma, karar ve eylem gücüyle mümkündür.”[47]

 

[1] Ali Fırat, Sosyalizmde Israr İnsan Olmakta Isrardır
[2] Ali Fırat, Demokratik Uygarlık Çözümü, Cilt-1,2,3,4,5,
[3] Ali Fırat, Demokratik Uygarlık Manifestosu
[4] Age.
[5] Age.
[6] Age.
[7] Age.
[8] Age.
[9] Age.
[10] Age.
[11] Age.
[12] Age.
[13] Age.
[14] Age.
[15] Age.
[16] Age.
[17] Age.
[18] Age.
[19] Age.
[20] Age.
[21] Age.
[22] Age.
[23] Age.
[24] Age.
[25] Age.
[26] Age.
[27] Age.
[28] Age.
[29] Age.
[30] Age.
[31] Age.
[32] Age.
[33] Age.
[34] Age.
[35] Age.
[36] Age.
[37] Age.
[38] Age.
[39] Age.
[40] Age.
[41] Age.
[42] Age.
[43] Age.
[44] Age.
[45] Age.
[46] Age.
[47] Age.
Bunları da beğenebilirsin

Yoruma kapalı.