Düşünce ve Kuram Dergisi

Liberalizm ve Bireyin Gelişiminden Bireyciliğin Yuttuğu Topluma

Ramazan Morkoç

“En zor ve en tehlikeli eleştiriler yarı doğru, yarı yanlış argümanlarla bezenmiş eleştirilerdir. Zordur çünkü yanlışı işaret ederken doğru argümanın değerini azaltma riskiyle baş başa kalırsınız. Tehlikelidir zira doğru olan argümanlar yanlışın üstünü kesif bir sis perdesi gibi örterek anlaşılmasını engeller.”[1]

Kapitalizm ve liberalizm eleştirileri çoğu zaman bu kapsamda kalmaktadır. Oysa Kapitalizm eleştirisi yapmak, her gün liberalizmi yeniden-yeniden analiz etmek, diyalektik bir düşünce sistematiğini, derinlikli ideolojik bir bakış açısını ve yaşanan değişim düzeyini tahlil etme gücünü zorunlu kılar. Bunlardan yoksun her çaba sadece bir laf kalabalığı ve demagoji sanatının icrası olur. Çünkü kapitalizm diğer hiyerarşik toplumlardan daha fazla, insanın beynine-ruhuna hükmederek bireyin sorgulama ve muhasebe gücünü ortadan kaldırmıştır. Liberalizmin bundaki rolü ise belirleyicidir.

Kapitalist modernite, kendisinden önceki toplum biçimini çözüp-atomize etiği oranda sistem haline gelip-kendini inşa etmiştir. Önceki sistemi çözme ve tahrip etme sadece ideolojik, kurumsallaşma ve yaşam biçiminin tasfiyesiyle sınırlı değildir. O güne kadar insanlığın toplumsallık adına kazandığı tüm değerlerin tahrip edilmesi, yok edilmeye tabi tutulması düzeyindedir. Birey toplumdan, toplumun farklı katmanları ise birbirinden koparılmıştır. Karşıtlaştırma temelinde bir gelişim diyalektiği esas alınmıştır. Sömürü sistemi ile bireyin başka kişilerin felaketinde mutluluk araması yaşam kanunu halini almıştır. İlk toplumsallaşmada tamamlayıcılığa dayalı dayanışmanın aksine kişilerin birbirlerinin yüreğine-bedenine basarak güçlenmesini zorunlu kılmıştır. Önceki toplum biçimini çözmede birey ve bireysel haklara dair söylemler ise sihirsel bir işlev görmüştür. Feodalizmin inanca dayalı zihniyetinin yerine aklı, statik ve durağan yaşam biçiminin yerine ise kent harmonisi ve dinamizmini ikame ettikçe kapitalizmin gelişimi hızlanmıştır. Gelişip-güçlendikçe ulus devlet biçiminde kendini örgütleyerek hegemonik bir karakter kazanıp halkları cendereye almıştır. Sonrasında toplumsal ilişkileri yeniden düzenlemiştir. Toplum köylü, İşçi, burjuvazi biçiminde kategorize edilmiştir. Emek gücüne duyulan ihtiyaç sonucu,  önceki dönemin aksine kişinin bir sahibe ait olma ve ikamet etme zorunluluğu kaldırılmıştır. Bireye dayalı ilişkilerle kentlerde yeni bir toplumsal ilişkiler ağı şekillendirilmiştir. Laiklik uygulaması ile kilise-devlet ilişkileri yeniden düzenlenmiştir. Tüm bunların zirvesini ise bireyin-bireyle ve toplumla ilişkisinin yeniden düzenlenmesi izlemiştir. Bu nedenle kapitalizm gelişip-hegemonik özellik kazandıkça halkların özgürlük ve eşitlik arayışı ile karşılaşmıştır. Toplumların bağrında gelişip-şiddetlenen mücadeleler kapitalizmi hem ideolojik dayanakları, hem de kurumsallaşma düzeyi ile ciddi anlamda zorlamıştır. Bundan dolayı sistem zorlandıkça ideolojik tahakküm ve kendini farklı biçimde topluma kabul ettirme çabalarına yenilerini eklemiştir.  Sistem olarak sermaye birikim aşamasında, rijit bir milliyetçiliğe dayalı içe kapanmacı ve korumacılığı esas alırken, serbest rekabet döneminde bunun zıddı arayışlara girmiştir. İdeolojik olarak liberalizmi, idari alanda devletin sınırlandırılmasını, üretim-üleşim[2] ve tüketim ilişkilerinde ise metanın tanrısallaşmasını, anarşik üretimi ve yıkıcı rekabeti ikame etmiştir.

Sistem öncelikle kendini zihinsel alanda inşa etmiştir. Sınıflı uygarlığın bir önceki aşamasının dinsel, felsefik kökenli zihniyeti yerine pozitivizme dayalı bilimciliği ve pragmatizmi ikame ederek, bu kapsamdaki her gelişmeyi kendisi için yükselen değer haline getirmiştir. Bu gelişimin zirvesini ise bilimsel ve teknolojik devrimlerin sonuçlarını,  çıkarlarıyla örtüştürmesi oluşturmuştur. Liberalizmin ortaya çıkışı, daha sonra neoliberalizme evirilmesi, kapitalist modernitenin bu gelişim diyalektiğinin sonucudur. Gelişim ve şekillenmesi bu gerçeklikle sıkı-sıkıya bağlantılıdır.

Liberalizm kelimesi, etimolojik olarak Latince özgür anlamındaki Liber kavramından türemiştir. Liber ise kaynağını, Latince ’de “cömert, soylu, özgür insana layık” anlamındaki Liberalis kök kavramından almaktadır. Aynı biçimde eski Yunandaki eleutherios, köle olmayan, özgür kavramı ile de kökteştir. Kavram aynı anlama gelen Liberty, liber vb. biçimde Fransızcaya geçmiş, Fransızcada cömertliği, özgürlüğü ve serbest ticaretten yana olmayı tanımlamıştır. Türkçe ‘ye de aynı anlamıyla Fransızcadan geçmiştir. Kimi kuramcılar liberallizmin kökenlerinin M.Ö. 5. yüzyıldaki Protagoras, Gorgias, Antiphon, Kallikes vb. gibi eski Yunan düşünürlerine uzandığını iddia etmektedirler. Fakat bu gerçeklikten uzak bir yaklaşımdır. Bu tür yorumlar,  sınıflı uygarlığın bir hastalığı olarak açığa çıkan,  insanlığın ve uygarlığın gelişimini kendisi ile başlatma yaklaşımın yansımalarıdır. Gerçek olan bu akımın kapitalizmin sermaye birikim aşamasında, serbest rekabetçi döneme geçişte ortaya çıkıp güçlendiğidir. Bu konuda farklı görüş ve iddialara rağmen herkesin üzerinde birleştiği husus,  siyasal liberalizmin fikir babasının John Locke, ekonomik kuramcısının ise Adam Smith olduğudur. Çıkış ve şekillenmesi bu tarzda olan liberalizmin gelişim süreci ise aydınlanma dönemine tekabül etmektedir. 17. yy ’da İngiltere’de başlayıp,18.yy’da Almanya ve Fransa’da gelişim gösteren, sonrasında ise akıl ve bilim çağı olarak tüm dünyaya yayılan aydınlanma, öncelikle kilisenin aklı devre dışı bırakan ve hayatı çepeçevre kuşatan uygulamalarına itirazla başlamıştır. Devamında doğa ile toplumsal gelişmelerde dinsel doğmaları, kilisenin yönlendiriciliğini ve akıl dışılığı ret etme düzeyine ulaşmış ve tüm inancın, aklın süzgecinden geçirilmesini savunmuştur. Bu düşünceler üzerinde boy veren aydınlanma temelde reform ve rönesans hareketlerine dayanmaktadır.  Aydınlanmanın öncüleri olarak tarih sahnesine çıkanlar aynı zamanda yaptıkları -yaratıkları ile reform ve rönesans sürecine hayat verenlerdir.  Newton ve yerçekimi kanunu ile fizik; John Locke ve Siyasi liberalizm; Bacon ve Bilimsel yöntem; Descartes ve Akılcı beden, ruh; Adam Smith ve ekonomik liberalizm; Kant ve İdealist felsefe; Galileo, Kopernik vb. bilim insanları, felsefeciler ve iktisatçılar hem sürecin yaratıcısı olmuş,gelişimini hızlandırmış, hem de döneme damgalarını vurmuşlardır.  Bu sürecin bireyin gelişimi ile ilişkisi hem zihinsel, hem de iktisadi alanda kendini göstermiştir. Zihinsel olanı Reform ve Rönesans biçimde somutlaşmıştır. Reform hareketi, kilisedeki çürümüşlüğe karşı ilk olarak 1500’li yıllarda başlamıştır.  Reform hareketleri ile inancın gölgesindeki aklın rolü ön plana çıkarılmıştır. Almanya’da Martin Luther, İrlanda’da Calvin vb.’nin öncülük yaptığı bu hareket özet olarak günahların satın alınmasına karşı çıkıp Papa ile karşı karşıya gelmiştir. Bu çerçevede sürdürülen mücadele kilisenin etkinliğini önemli oranda geriletmiştir. Bunun sonucu, Milli kiliseler dönemi başlamıştır. İbadet’de ulusal dillerin kullanılma dönemine geçilmiştir.  Bu zeminde boy veren Rönesans ile birey öne çıkmış, bireycilik başlamıştır. Martin Luther öncülüğünde dinlerin millîleştirilmesi, inancın kişiselleştirilmesi ve gelişen Protestan ahlakı bireyi güçlendirmiştir. Bu gelişme Rönenansa temel teşkil etmiştir. Rönesansla birlikte gelişen bireycilik düşünsel dünya kadar, yaşamada yansımıştır. Giyim ve kuşam alanına kadar derinleşmiştir. Böylece İtalya’da başlayan Rönesans 14. ve 15. yy’da sınırları aşarak yayılmaya başlamıştır. Bunu iktisat alanındaki gelişme takip etmiştir. Bu alanda Kapitalist sistemin sermaye birikim dönemi yerini serbest rekabet dönemine bırakmıştır. Bu durum bireyin gelişimini iktisat alanına da taşıyarak, hızlandırmıştır. Nihayetinde 17. yüzyıl düşünürü John Locke,  düşüncesinin merkezine bireyi koyarak, Siyasi liberalizmin hem kurucu ideoloğu, hem de liberal devlet düzeninin teorisyeni ve öncüsü haline gelmiştir. John Locke, kuramını hayat, mülkiyet ve özgürlükten oluşan 3 temel hak biçiminde formüle etmiştir. Devletin bu hakları savunmak için gerekli ve görevli olduğunu söylemiştir.

Adam Smith ise bu alanda ekonomik liberalizmin kurucusu ve ideoloğu olarak boy göstermiştir. Adam Smith’de düşüncesinin merkezine bireyciliği koymuştur. Bireyciliğin özgürce gelişme ve yaşamasını savunmuştur. Bireyin dilediği gibi mülk edinmesini, devletin bu alana karışmamasını, belirtilen hususları ödev olarak kabul etmesini ve yerine getirmesini savunmuştur. Adam Smith ulusların zenginliği isimli eserinde, liberalizme dair görüşlerini ayrıntılandırıp, liberalizm kavramını ihracat-ithalat sistemini tanımlama da kullanmıştır. Daha sonra bu kavramın tanımladığı düşünce sistematiği yaygınlaşarak ‘bırakınız yapsınlar, bırakınız geçsinler’ söylemi ile  kapitalizmin serbest rekabet döneminin temel dayanağı ve ruhu haline gelmiştir. Bundan dolayı Liberalizm en şaşalı dönemini kapitalist modernitenin 1750’ler ile 1900’lı yılları arasındaki serbest rekabet döneminde yaşamıştır. Bu dönemde liberalizm aydınlanmacı filozoflar ve iktisatçılar arasında hızla yayılmıştır. Özellikle monarşiye, kalıtsal ayrıcalıklara, devletle bütünleşmiş dine karşı bireyi ön plana çıkarması, bireyin feodal cendereden çıkışını sağlayarak,  emeğini bir meta olarak pazarlayıp kent dinamizmi içinde yerini almasına zemin teşkil etmiştir. Böylece dini dogmalar, feodalizmin çoraklaştırdığı hayat ve statizme karşı yaşam, mülkiyet ve çalışma hakkını koyarak sınıflı uygarlığın feodal aşamasının tasfiyesinde rol oynamıştır. Bu dönem boyunca bireycilik, özgürlük ve eşit haklar liberallerin ellerindeki bayraktır. Onları önceki sisteme karşı güçlü kılan temel argümanlardır. Bu argümanlara dayanarak eski sistemi çözmede ciddi avantajlar elde etmişlerdir. Sistemin ruhu haline gelen liberal anlayışa göre yeryüzünde kurulmuş doğal bir düzen vardır. Dış etkenlerce bu düzene müdahale edilmemelidir. Yapılacak bir müdahale bu düzenin bozulmasına neden olur. Bir liberal düşünür “mademki bütün kötülükler, insanın tabii düzene müdahale etmesinden ileri geliyor, o halde yapılacak şey hadiseleri kendi çıkışına terk etmektir”[3] demektedir. Genel olarak liberalizme göre; bireyin doğuştan kazandığı hakların başında özgürlük hakkı gelmektedir.  Her şeyi yapabilme olarak tanımlanan bu hakkın sınırları ise,  başkasına zarar vermeme olarak çizilmektedir. Özgürlük hakkını Mülkiyet edinme hakkı takip etmektedir. Buna göre mülkiyet hakkı kutsal, dokunulmaz ve vazgeçilmezdir. Son olarak bunları güven içinde yaşama hakkı tamamlamaktadır.

Gelişme süreci içinde farklı akımlara dönüşmüş olsa da uygulamalara damgasını vuran klasik liberalizmdir. Klasik liberalizm; genel liberalizmin dayandığı, ‘insanlar seçimlerinde haz ve acı ilkesinden hareket ederler’ biçimindeki pragmatist ahlak ve iktisat kuramına ‘insan bencil ve çıkarları peşinde koşan bir varlıktır’ düşüncesini ekleyip, gelişim sağlamıştır. Böylece bireyin kendi çıkarlarının peşinde koşan bir varlık olduğuna dair düşünce klasik liberalizmi biçimlendirmiştir. Buradan hareketle Adam Smith,  liberalizmin temel argüman olarak kullandığı devletin sınırlandırılması anlayışına ulaşmıştır.

Liberalizmin Neoliberalizme Dönüşme Süreci

Birey kilisenin zihin sınırları ile derebeyin hayatı çepeçevre kuşatan çitlerini aştıkça ‘özgürleşen’ emek sahibi olarak, yükselen kentin karmaşık ilişkileri içinde yerini almıştır. Kapitalizmin sermaye birikim döneminden, serbest rekabet dönemine geçişte liberalizmin yaygınlık kazanması ve bireyle özdeşleşmesinde bu durumun payı belirleyicidir. Rönesans’ın oluşturduğu yeni zihniyet dünyasında kimlik ve kişilik kazanan birey, sahiplik ilişkilerine dayalı feodal bağlarından kurtulup- emeğini pazarlayacak imkan elde ettikçe büyüyüp-gelişmiştir. Kapitalizmin somutlaştığı meta üretimi fabrikayı koşullayıp geliştirmiştir. Büyüyen fabrika ise bir yanda daha fazla eski toplumu çözüp, ‘özgürleşen’ emek sahibi yeni bireyleri zorunlu kılmış, diğer tarafta hızla etrafında büyüyen kentleri yaratmıştır.  Bu iki gelişme bir önceki dönemin düşünce-yaşam biçimini hızla çözmüştür. Kilisenin zihni kalıpları ve derebeyin kuşatıcı çitleri dışına çıkabilmiş ‘özgürleşen’ emek sahibi bireyi daha da büyütmüştür. Fabrika sömürgelerin yağmalanması kadar bu bireyin sömürülen emeği üzerinde yükselmiştir. Yükselen-büyüyen fabrika devasa kentlerin doğuşuna zemin teşkil etmiş, bunun üzerinde önce kapitalist kent devletleri, daha sonra ise peş-peşe ulus devletler kurulmaya başlanmıştır. Dönemin özgürleşen bireyi sadece kas gücünün sahibi ile sınırlı değildir. Süreç aynı zamanda Aydınlanmacı filozoflar, devasa buluşlara imza atan bilim insanları, iktisatçılar, ütopistler vb. güçlü bireylerin çıkış yaptıkları bir zaman dilimidir. Liberalizm bu gelişmeleri açığa çıkaran-yaratan değil, güçlenmek-yayılmak için istismar edendir.  Fakat tüm şatafatlı demagoji sanatı ve albenili söylemlerine rağmen 1900’li yıllarda kapitalizmin tekelci aşamaya evrilmesi, liberalizmin beyni uyuşturan büyüsünü önemli oranda bozmuştur.  Tüm argümanlarını anlamsızlaştırmış ve temelden sarsmıştır. Kapitalizmin tekelciliğe evirilmesi, ilk küresel krizle tanışması ve bu durumun tetiklediği işsizlik, yoksulluk, sefalet liberalizmi ideolojik dayanaklarından yoksun hale getirmiştir. Özellikle Kapitalizmin sistemsel krizleri, bu durumun tetiklediği savaş, işsizlik, yoksulluk ve sefalet, liberalizmin temelini oluşturan yaşam, mülkiyet ve çalışma hakkını kökten darbelemiştir. Çokça savunduğu özgürlüğün sadece kişinin emeğini pazarlama ile sınırlı olduğunu daha fazla görünür kılmıştır. Kapitalizmin bünyesindeki süreklileşen krizler ve üretimin otomasyonlaşması, ‘özgürleşen’ emek gücü için işsizliği kadere dönüştürmüştür. Böylece liberalizmin temelini oluşturan çalışma ve mülk edinme hakkı söylem düzeyine düşmüştür. Kapitalizmin 1929’da başlayan büyük bunalımı bu gidişatı hızlandırıp-derinleştirmiştir. Bundan dolayı çözülen, kendi içinde ayrışmalara uğrayan liberalizm 20. yüzyıl ortalarında neoliberalizm olarak kendini ‘yenilemiştir’. Neoliberalizm; ekonominin, devlet işlerinden ayrılmasını, piyasayı rekabetin ve özel teşebbüsün yönetmesi gerektiğini ileri sürmüş, dengelenmiş bütçe, serbest piyasa ve serbest ticareti savunmuştur. Devletin sadece kriz anında acil ve keskin müdahalelerde bulunmasını, bunun dışında piyasadan tamamen çekilmesini dile getirmiştir.

1970’lerden sonra Keynesçi devlet müdahaleciliğinin içine düştüğü krizlerle klasik liberalizm ciddi anlamda gerilemiş, buna karşı neoliberalizm güçlenmeye başlamıştır. Günümüzde ise binbir sorunla boğuşup, her gün yeni krizlerle yüz yüze kalsa da etkinliğini sürdürmektedir. Özellikle tekelleşmenin küreselleşmesi, yağmalama biçiminde geliştirilen özelleştirme, üretimde her geçen gün güçlenen otomasyon ve büyüyen işsizler ordusu,sosyal refah devleti, birey-toplum ilişkisi ve özgürlükler konusu neo liberalizmin temel handikaplarını oluşturmaktadır. Bu köklü sorunlara karşı neoliberalizm birçok yönüyle serbest rekabet dönemindeki kapitalist uygulamaların tekrarını öngörmektedir.  Fakat sistem 20. yüzyıldan itibaren rekabetçiliği geride bırakmış ve tekelleşme dönemine girmiştir. Tekellerin gelişimi, işletmeler arası birleşmeler ve bunların küreselleşmeleri,  liberalizmin bayraklaştırdığı serbest rekabetçiliği öldürmüş ve  ‘bırakınız yapsınlar-bırakınız geçsinler ’in son sınıra dayanmasına neden olmuştur. Sistemin bağrında boy veren ideolojik ve ekonomik krizler ise liberalizmi süreklileşen bir açmazla karşı-karşıya bırakmıştır. Bunun sonucu liberalizmin gelişim sürecinde merkezde yer alan ve temel özne olan güçlü birey,  sistem için gittikçe salt tüketim aracı haline gelmiştir.

Bilim ve teknik alanındaki gelişmelerin üretimde tam otomasyona geçişi hızlandırması, kapitalist sistemin yapısal krizini derinleştirerek bireyin sistemle ilişkisini sadece tüketici düzeyine indirgemiştir. Makinanın-makine ürettiği, robotların üretimde rol aldığı ve yapay zekânın günlük hayatın her alanında işlev görmeye başladığı bir zeminde birey ancak tüketici olabildiği oranda hatırlanmaktadır.  Bu çerçevede bir gerekliliğe sahip olmaktadır. Her geçen gün hızlanan bilimsel-teknolojik gelişmeler bireylerin yaşam standartlarını artırma, refah içinde daha mutlu yaşamalarını sağlama yerine insanlığın felaketine neden olmaktadır. Kapitalist tekellerin hakimiyetindeki bilimsel-teknolojik gelişmelerin yarattığı zihinsel çölleşme, biyolojik-kimyasal tehdit, çevre-ekoloji sorunları, yıkıcı savaşlar ve her geçen gün büyüyen işsizler ordusu ile insanlığın felaketi haline gelmektedir. Bu gerçeklikle karşı-karşıya olan günümüz insanı üzerindeki tahakküm ise daha fazla bedensel olmaktan çıkıp, zihinsel, ruhsal düzeye taşınmaktadır. Geliştirilen iletişim vb. ‘kontrol-komuta’ mekanizmaları ile insanların beyinleri ve bedenleri daha fazla denetime alınmaktadır. Bunun yarattığı yabancılaşma sonucu insanların tercihleri kendi akılları -iradeleri ile değil, medya tekelleri ve reklam sektörü tarafından belirlenir hale gelmektedir.

Öncelikle Rönesans döneminin aksine, günümüzde bireyin gelişimi toplumu ilerletme, geliştirme özelliğini önemli oranda yitirmiştir.  Newton, Descartes, Adam Smith, Kant, Galileo, Kopernik vb. kişiliklerle özdeşleşen bireyin yaptıkları, ürettikleri ile insanlığa çığır açma dönemi geride kalmıştır. Düşünsel-felsefik ve yaşamsal yaratıcılık,  sınırlı düzeydeki devrimci-toplumcu hareketlerin bağrında hayat bulanlar dışında ölmüştür. Sistem, Post modernizm, karmaşa, ekletizm ve kozmopolitizm üzerinde kendini var etmeye çalışmaktadır. Fakat ürettiği, yarattığı her şey sabun köpüğü gibi anlık ömre sahip olmaktan kendini kurtaramamaktadır. Düşünsel-edebi, ideolojik alanda kalıcılaşan bir üretimin sahibi olamamaktadır. Daha öncekilerin temcit pilavının ıstılması gibi tekrar tekrar piyasaya sunulmasını esas almaktadır.

Geçmişteki  güçlü birey esasında kilisenin zihin ve yürekler üzerinde kurduğu tahakküme karşı mücadele ederek, can bedeli bir kavga ile özellikle Rönesansla birlikte tarih sahnesine çıkmıştır. Burada zihin ve yürek üzerinde kurulan tahakküme karşı amansız bir mücadele söz konusudur. Akılcılık şaha kalkmıştır. En kutsal değerler akıl süzgecinden geçirilmeli denilerek akılcılık hayatın temeli haline getirilmiştir. Liberalizm bunun yaratıcısı değil, bu zemini kullanarak yayılım gösterendir. Fakat günümüz dünyasında bunun tersine bir gidişat vardır. Hayatın her alanında akıl devre dışıdır. Bireyin sorgulama ve muhasebe gücü felç edilmiştir. Bunların yerini tekellerin hükmettiği ve tek merkezde yönetilen basın-yayın ve iletişim araçları almıştır. Tek-tek bireylerin neleri beğenip-neleri ret edeceğini iletişim araçları ve reklam sektörü belirlemektedir. Bu nedenle Özgür ve demokratik bir toplum yaratabilecek tarihsel birikimler, toplumsal ilişkiler ve değer yargıları giderek tahrip olmaktadır. Bu da, bireyin giderek toplumsallıktan uzaklaşması, asosyalleşmesi, güçsüzleşmesi, güdülerinin tatminini esas alan bir yaşam sahibi olması ve kendi içine hapsolmasını yaratmaktadır.

Günümüzde tahakküm ve sömürü son derece görünmez hale getirilmiştir. Ustaca bir ilizyonla sömürü ve faşizan yasak-baskılar görünmez kılınmıştır. Hayatın tüm anı ve zamanı denetlenmektedir. Her kes-her şey gözetlenmekte, denetim altında tutulmaktadır. Beyin ve yürek üzerinde kurulan kontrol mekanizmaları ile birey ‘şartlı refleksle’ yaşayan bir varlığa dönüştürülmektedir. Güdülerin esiri bir bireyciliğin kişilerin genlerine kadar hükmettiği bu sistemde, her geçen gün derinleşen sadece insanın kendisine ve doğaya karşı yabancılaşmasıdır. Bu zeminde özgür bireyden ve Liberalizmin özgürlük olduğundan bahsetmek geçmişte de, güncelde de büyük bir yalandır.  Medya tekellerinin, şatafatlı reklamların, neon ışıklarla donatılmış avm’lerin,baş döndüren vitrinlerin,maniple edilmiş beyinlerin, tahrip edilmiş duyguların ve şahlandırılmış güdülerin gölgesindeki birey-insan nasıl özgür olabilir ki? İnsan zihninin ve toplumsal ilişkilerinin tüm gözeneklerine kadar manipüle edildiği, sorgulama ve muhasebe iradesi felçleştirilip-ortadan kaldırıldığı ve yabancılaşmanın derinleşip- yayıldığı bu zeminde,  ancak bireyin kendini yitirme ve ölme özgürlüğünden bahsedilebilir.

Bu gerçeklikten dolayı toplumsal dayanışma, tamamlayıcılık, kardeşlik, arkadaşlık, yardımlaşma gibi bireyi insan yapan değerlerin beslediği toplumsal ilişkiler gün be gün eriyip silikleşmektedir. Bu dünyaya özgür toplumlar değil, sınırsız tüketimde yarışan ve birbirine yabancılaşan bireylerin ilişkileri egemendir. Toplumsal ilişkilerin yerine ruhsal-düşünsel ve yaşamsal olarak birbirine yabancılaşmış bireyler ve birbirinin felaketinden mutluluk arayan ilişkiler temel kanundur. Bu zeminde dayanışma-paylaşım, tamamlayıcılık  tamamen tedavülden kalkmıştır. Bu değerler yerini,  kişilerin toplumdan kopuk olarak özgür olabileceğine inanan egoist bir bireye bırakmıştır. Oysa ancak özgür bir toplumda, birey özgür olabilir. Özgürleşmeyen bir toplumda bireylerin özgür olacaklarını savunmak, insan aklı ile alay etmektir.

Günümüzde insanlığın toplumsal ilişkilerden kopmuş, asosyal- egoist bireylere değil, toplumsal ilişkiler içinde kendini yaratan, yetenek-birikiminin kaynağı olarak burayı gören ve özgürlüğü gerçek bir tamamlayıcılıkta arayan bireylere ihtiyaç vardır. Çünkü karşılıklı yardımlaşma, tamamlayıcılık, dayanışma gibi değerler olmadan toplum olmaz. İnsanları bir araya getiren, mutluluk üreten, toplumsal ilişkileri etkileyen ve biçimlendiren bu değerlerdir. Gerçek bir toplumsallaşma,  her yönüyle dayanışmaya ve bireylerin birbirini tamamlamasına, biri olmadan diğerlerinin yarım kalmasına dayanır. Bu iki özellik toplumsallaşmanın temelini oluşturur. Bu nedenle toplum geliştikçe toplumsallaşma derinleşir. Bireylerin birbiri ile olan ilişkileri kopmaz bağlara dönüşür. Her şeyi sorgulama, daha iyiyi arama, özgür bir akılla muhasebe yapma, özgürleşmiş düşünce, çocuk saflığındaki duygular, sınırsız paylaşım ve ilkeli yaşam temel kanun halini aldıkça da güçlü birey ve kopmaz bağlara sahip toplum şekillenir.

 

 

 

 

 

[1] https://bianet.org/bianet/siyaset/9472-imparatorluk
[2] Bölüşmek, paylaşmak
[3] https://rehber.ihya.org/yenirehber/liberalizm.html

 

Bunları da beğenebilirsin

Yoruma kapalı.