Düşünce ve Kuram Dergisi

Ulusal Sorunun Çözümünde Reel Sosyalist Deneyimler ve Sonuçları

Suat Gökalp

“Toplumsal sorunlar zihnen çözülmedikçe yapısal olarak da çözüme kavuşmazlar.” Çağdaş insanlığın önündeki en temel güncel problem, çeşitlenmiş ve çoklu hal almış kimliklerin hangi ilkeler temelinde ortak bir yaşamı örebileceğine ilişkindir. Demokratik toplum ile devletçi toplumun tarihten güncele değin süren çelişki ve çatışması günümüzde bu problem özelinde vücut bulmuştur. Kapitalist modernite güçleri ulus-devlet modelini revize ederek sürdürmek istemekte; işbirlikçi yerel ulus-devlet yapıları ise bu revizyona da karşı çıkarak tek dil, din, mezhep, kültür, etnisite ulus vb. zihniyetinde ısrar etmekte, statükodan taviz vermemekteler. Kuşkusuz buna karşı demokratik toplumun tarihten güncele akan direniş geleneğini temsil eden hareketler şahsında sürmekte olan çoklu kimliği zenginlik olarak görüp kabul etme temelinde eşitlik, demokrasi ve özgürlük esaslarında bir arada yaşam modelinin arayışı içinde mücadele etmektedirler. Açık ki, bu iki çizgi arasındaki çelişki ve çatışma geleceği büyük oranda belirleyecektir. Konu bu denli stratejik önemdedir. Her çevre kendi ideolojik referanslarıyla çözüm arayışındadır.

Kürt Halk Önderi Abdullah Öcalan’ın bu soruna yanıtının demokratik ulus modeli olduğu, bu dergi okurlarınca artık bilinen bir husustur. Bu çözümün nedenli isabetli olduğunu anlamada reel sosyalist uygulamaların açığa çıkardığı deneyimlerin incelenmesi, eleştirilerek sorgulan ması yararlı olabilir.

Doğal toplumun, devletçi sisteme karşı çıkışından bugüne değin yürüttüğü her özgürlükçü direniş, özü itibariyle toplumun, demokratik-sosyalist arayışı, direniş geleneğini ifade etmektedir. Bu yönüyle sosyalizmin tarihi, insanlık tarihiyle özdeştir. Doğal toplum değerlerinin savunulmasına dair sosyalist gelenek her çağ ve mekânda kendi temsilini değişik formlarla somutlaştırmıştır. 19.yüzyılda bu gelenek bilimsel sosyalizm olarak Marks ve Engels tarafından geliştirilmiştir.

Bilimsel sosyalizmin (oluşum sürecinde) ulus sorununa yaklaşımına etki yapan değişik faktörler söz konusudur. İçinde şekillenip doğduğu 19. yüzyıl kıta Avrupa’sının sosyo-politik ikliminde içerik ve biçim kazanmıştır. Bu noktada Avrupa’nın 1500-1800 yılları arasında yaşadığı çatışma, kamplaşma, karşıtlaşmaları ve 1800’li yıllara yansıyan etkileri önemlidir. Çözüm amaçlı gerçeklik kazanan 1648’in Westphalia Anlaşması[1] görece bir durulmayı sağlamış, “çözüm” üretmiş gibi görülse de; etkileri bugünlere taşan ulus-devletçi tohumları temellendiren, etnik-inançsal ayrışmaları yaratıp Avrupa toplumlarının o çatışmalarda oluşan kültürel parçalanmasını yeni sınırlar çizip kalıcılaştıran sonuçlarıyla apayrı bir etken olarak Avrupa zihin dünyasında yer edinmiştir. Verili toplumsallığı “zorunlu toplumsal yasalarla” izah edip de facto olarak “kaçınılmaz” görüp kabul eden pozitivist-olgucu bilgi yapısı, ayrı bir etken olmuştur. Erişim ve iletişim olanaklarının sınırlılığı, Mısır-Mezopotamya’ya ait verilerin açığa çıkmayışı ve bu gibi nedenlerle dünya toplumlarına dair yeterli inceleme olanağını bulamayışları, “Asyatik toplumlar” genellemesiyle muzdarip bir “diğer toplumlar” algısını aşamayışları, diğer bir etkendir. Daha da çoğaltılabilecek ve fakat böylesi asli nedenlere dayalı sorunlar, bilimsel sosyalizm kavramının da uluslar sorununa yaklaşımı ve çözüm arayışına son derece yanılgılı bir tutumu içsel kılmıştır. Yapısal, zihinsel sorunlar, bir anlamda, bu kuramsal zayıflıktan beslenip reel sosyalist gerçekleşmelerde daha da derinleşerek yıkıcı sonuçlara kapı aralamıştır.

Marks ve Engels’te ulus sorununun nedenlerinden çok sonuçları üzerinden çözüm üretme çabası görülebilmektedir. Kapitalizmin ulus eksenli kamplara bölüp parçalayıcı toplumsal modeline karşı, reaksiyoner bir tutum olarak değerlendirebileceğimiz genellemeci yaklaşım “Tüm dünya işçileri birleşin” sloganıyla öne çıkmıştır. Toplumsal parçalayıcı ve sınırlar ören tutuma karşı “işçilerin vatanı yoktur, işçiler kardeştir” gibi sloganlar söz konusudur. Ahlaken bu tutum elbette son derece doğrudur, yerindedir. Birleştirici ve ortaklaştırıcı içerik taşımaktadır. Bununla birlikte, bu söylemler salt romantik kulvarda kalmaya mahkûm durumdadırlar. Çünkü salt isteme ile birer gerçeklik haline almış zihinsel ve yapısal toplum bozulmalar çözümlenememektedir. Gerçekçi ve pratik-politikada çözüm değeri taşıyan analizler, ancak toplumsal hakikat ile verili toplumsallığı objektif gerçekliği içinde ele almayı, sorunu nedenleriyle görebilmeyi gerektirir. Bu çağı, koşulları ve dönemin gelişmelerini gözettiğimizd maalesef yapılamamıştır.

Birkaç temel boyuta vurgu yaparak buna açıklık getirmek mümkündür. Kuşkusuz kutuplaştırıcı, parçalayıcı tutumu “ulus-devlet” modeli yaratmıştır. Buna karşı “tüm dünya işçileri birleşin” demek, bir iyi niyet beyanı olarak anlamlıdır. Ancak, dünya halklarını parçalayarak yükselen ulus-devlet sistemini önleyemezdi, çünkü nasıl “bir araya gelinebilir” in sosyo-politik analizleri güçlü, bütünlüklü konmamıştı. “Ulus” formu ile ulus adına istismar ve saptırma olan “ulus-devlet” formu karıştırılıp temel ret ile sınırsız, belirsiz bir “ortak kimlik toplumu” vaat ediliyordu.

Bu sosyolojik realite olarak çağa kendini uyarlayan, bir ihtiyaç olarak beliren “ulus” formunu, toplumsallığı görmeme anlama gelmekteydi. Madem bir sosyolojik form ve kimlik olarak bu toplumsallık açığa çıkmış, o halde sosyalistler bu formdaki değişik toplumları, özgün kimliklerini görmezden gelerek değil, bunu insanlık algısının zenginliği sayıp uluslararasında özgürlük, eşitlik ve demokratik birlik esaslarında bir model formüle edip alternatif model önermek gerekliliktir denmeliydi. Bu yapılmadığından, tüm söylemler kapitalist ulus-devlet formu karşısında sonuç alıcı olamadı. Evrensel olan ile yerel olanın kendi özgünlüğü içinde birliğinin-hakikat ışığında-izahı yapılıp sisteme kavuşturulamadı. Yerel, evrensel hakikatte iskân olan “çeşitlenerek çoğalıp birlikte anlamlaşma” prensibi bağlamında bir zenginlik olarak görülüp tanımlanmadı; “evrensellik” adına kaba bir genellemesiyle kurban edilip ötelendi. Böylece ulus formu, doğru ele alınmadı. Salt sınıf merkezli toplum okuması, toplumlarda ifade bulan manevi-kültürel gerçekliğin bütünlük içinde görülüp anlaşılmasını önledi. Bu yanılgıyı Engels’in “tarihsel olan ve olmayan toplumlar” tespitinde de görebilmekteyiz. Ağırlıklı olarak L. Henry Morgan’ın “Eski Toplum”[2] adlı eserinin okunması üzerinden gelişen bu tespitte “tarihsel toplum olma ”kıstası “merkezi hukuk devleti kurma ve üretici güçler geliştirme yetişine sahip olma” biçiminde konmuştur. Bu, bir yandan devlet kurmayı ki bu toplumsallıkta bir sapma halidir, onu meşru kılmakta, hem de özünde anti-toplumsallık olan “devletli-toplumu” asıl yerine koyup, bu sistemle buluşturarak toplumsallığın doğasına daha yakın yaşayabilmiş toplumları “tarihsel toplum olamayan” kategorisine ötelemiş olma anlamını taşımaktadır. Doğal/tarihi toplumun bir ana nehir gibi bütün olduğu unutulmuş, doğru tahlil edilememiştir. Dolayısıyla toplumsallığın tanımında yanılgılar üretmiştir. Reel-sosyalist ülke deneyimlerinde toplumları bu ölçüye vurup ittifak kurma veya dışlamaya yol açmış, pek çok sorunlu politikalara kuramsal temel teşkil etmiştir.

Böylesi ana esaslara dayanan sorunlar, ulus mevzusuna net bir tanım ve politika üretmeyi önlemiş, belirsiz, genellemeci söylemlerle sınırlı kalmayı doğurmuştur. Paris Komünü deneyiminde belli düzeylerde bu görülse de, aşma yaşanamamıştır. Sonrası süreçlerde Marks’ın aşma çabası (Asyatik toplum analizleri v.b.) görülse de, ömrü vefa etmemiştir. Engels ise, ifade edilen çerçevenin ötesine geçmemiştir. 18501900 yılları arasında meseleye yaklaşım, böyle özetlenebilir.

Bu kuramsal-zihni yapı üzerinde politikleşen reel-sosyalist hareket, çevre ve ülke deneyimleri, farklı aşamalarda benzer sorunları yaşamıştır. Örneğin Engels’in tespitine dayanarak, “Ulusların Kendi Kaderini Tayin Hakkı” (UKKTH) tartışmalarında tutum alınmış ve İtalya, Macar, Leh milliyetçiliği desteklenmiştir. Aynı tutum Avusturya-Macaristan imparatorluğu bünyesindeki Güney Slav ulusal hareketlerine (tıpkı 1920’lerde Şeyh Said direnişine 3. Enternasyonal’de sergilenen tutumda olduğu gibi) “öncülük geri” denilerek köstek olunmuştur. Bu dönemler adına en anlamlı ve kalıcı tespit Marks’a aittir. Marks, “başka bir milleti baskı altında tutan millet, kendi zincirlerini yaratmış olur” diyerek, önemli bir ilkeyi miras bırakmıştır. Bu, böylesi şartlar altında olan bir milletin direnişinin meşru olarak kabul edilmesini getirmiş, 2.Enternasyonal’in bunu benimsemesini sağlamıştır. “Ulusların tam özerkliği” prensibi böylece kabul edilmiş, hak olarak tanınmıştır. Bu bağlamda “Polonya” örneği üzerine yapılan tartışmalarda konumuza ışık tutar mahiyettedir, değinmekte yarar vardır. Polonya o dönem Almanya, Avusturya ve Rusya arasında üçe bölünmüş durumdadır. Özgürlüğü nasıl sağlanacaktır, tartışma budur. Polonya “bağımsız” mı olmalı, “tam özerk” mi? Rosa Luxemburg “tam özerkliği,” Polonya Sosyalist Partisi (PSP) ise “tam bağımsızlığı” savunmaktadır. Bu yüzden Rosa PSP’yi “şoven tutum almak” ile suçlamıştır. Bir hak olarak bağımsızlığı kabul eder Rosa. Ancak, o günün koşullarında emperyalistlerin “ulus-devlet”i hangi amaçla kullandığının unutulmaması gerektiğini, ”ulus kavramının emperyalist arzuları saklayan bir örtü olduğunu” belirtir. Bu yolla emperyalistlerin halklar arasındaki dayanışma ve birliği zayıflatıp parçalamak istediklerini izah eder ve ısrarla hatırlatır. Rosa Luxemburg’un meramı anlaşılır olsa da, ifade etmeye çalıştığımız gibi, “ulus” un, sosyolojik açıdan toplumsal gerçekleşmede bir form olma boyutunu görmemesi/yadsıması, ulus-devlet istismarı ile özdeş tutması onun yanılgısını oluşturmuştur. Yadsıma yerine, bu formu, kapitalist modernitenin istismarcı ulus-devlet politikasının etkisinden kurtarıp alternatif çözüm modeli halinde ele alıp formüle eden tutum alabilseydi, çok daha çözümleyici olabilirdi. Yapılamayan bu olmuştur. “Bağımsızlık”, “tam özerklik” tespitlerinin arasına çok keskin sınırlar koymuştur. Çözüm olarak ısrarla “tam özerklik” demesinin mantığını burada aramak gerekir. Yine dönemin önde gelen sosyalistlerinden olan Otto Bauer de “tam özerkliği” savunur. Ona göre UKKTH salt bağımsızlık veya federasyonla izah edilemez! Ulusal veya kültürel özerklik de bir tür bağımsızlıkçılıktır. Bu yönüyle Bauer aradaki bağı klasik tanımlardan kurtarmaya, özgürlüğü ve bağımsızlığı, esas itibariyle bunları teminata alacak olan ilkelerin netleştirilmesinde aramak gerektiğini inandırmaya ve ikna etmeye çalışmıştır. Tuhaf olan (izahını yapmaya çalıştığımız dogmatik-mekanik kuramsal algı açısından anlaşılır olan), Bauer’in ön yaklaşımının Enternasyonalce “milliyetçilik” ile karşılanıp suçlanmış olmasıdır. Özetle, Ekim Devrimi öncesinde yaşanan tartışmalar, öne çıkan çözüm modelleri böyle olmuş ve ulusal soruna kalıcı bir model üretilememiştir.

Ekim Devrimi sürecinde uluslar sorunu -bu nedenlerle- yoğun olarak gündemde olmuş, üzerinde durulmuş, çözüm aranmış bir konu oldu. Bu amaçla, uluslar sorununu çözmekle yükümlü kılınan bir kuruma, “Milliyetler Halk Komiserliği”ne (NARKOMNAC) gidilmiştir.[3] Bu kurumun yönetiminde Stalin, Felix Edmundoviç Dzerjinski[4], Sultan Galiyev gibi kişiler bulunmaktadır. İlk pratikleri Litvanya, Letonya, Estonya gibi Doğu ve Orta Avrupa ülkelerinde gelişir. Oralarda Sovyetik Hükümetler kurulması şartıyla uluslara “bağımsızlık” tanınmıştır. Polonya ve Finlandiya’da ise burjuva Hükümetler olsa da, SSCB olarak onların da özgürlükleri (UKKTH’ya binaen) tanınmıştır. Yine, dini ve etnik olarak Rusya’ya yakın olan Beyaz Rusya’da Slavlara ve Ukrayna ya da “SSCB’nin ittifak temelli birlikçilik” kapsamında özgürlükler tanınmıştır (burada Anarşist köylü lider Nestor MAHNO’nun[5] “Sovyetik dış baskı” ya karşı direnişi olsa da, bastırılmıştır). Böylesi ittifaklar ile kapitalist modernitenin ulus-devletçiliğine karşı alternatif model oluşturulmaya çalışılmıştır. Tüm bu dönemlerde SSCB açısından sorunlu ve zorlu bölge Trans Kafkasya’dır.

Dönemin 140 milyonluk SSCB’sinde Trans Kafkasya 30 milyonluk nüfusuyla önemli bir bölgedir. Tümüne yakını Müslüman toplumlardan oluşmaktadır. NARKOMNAC, uluslar sorununun Trans Kafkasya’da salt dini-inanç okumasına dayandırarak çözmek ister. Bu temelde “devrime sadakat” şartı ile “ulusal-dini özerklik” tanır. Esas itibariyle din esaslı total bir çözümdür bu. “Trans Kafkasya Federasyonu” olarak SSCB’de konumlanmayı önerir. Bu “çözüm” ün yanılgısı, bölge toplumlarının din odaklı ortaklığını görüp etnik-kültürel çeşitliği göz ardı etmiş olmasıdır. Etnik-kültürel farklılık ve çeşitlilik içeren kimliklere gözünü kapayıp homojenleştiren, bu temelde dini-üst kimliği zoraki giydirmeye çalışan bir dayatmadır, nihayetinde toplumsal tepki ve isyanlara yol açmıştır. Türkistan, Tataristan, Azerbaycan, Gürcistan, Dağıstan’da yoğun eylem ve isyanlar gelişir. Talep özetle şudur; “eşit koşullarda ve özgün kimliklere dayalı ayrı özerk yapılar olarak SSCB’de yer alalım!”. Böylesine makul, realist talep kaba ve baskıcı uygulamalarla karşılanır. Din eksenli özerklikler dahi kısıtlanır, “emperyalist oyunlara alet olma” suçlamasıyla yaftalanır. Merkeziyetçi uygulamalara ağırlık verilir Sibirya sürgünü uygulamaları devreye konur. Politikanın sorumluları Stalin ve Cerjinsky’dir. Lenin yatakta ve hasta olduğu için politika belirlemede fiziki lider Stalin’dir. Onun da ideolojik-felsefi donanım, böylesi derin, çetrefil sosyolojik sorunlara çözüm üretebilecek formasyondan çok uzaktır. Bilgi yapısı, ulus-devlet sınırlarında seyreden sosyalist sosa bürünmüş çözüm ile makuldür. Kaba uygulamalar, böylesi zayıflıkların kaçınılmaz sonucu olarak öne çıkmıştır. NARKOMNAC’da yer alan Sultan Galiyev, özgün bir tutumun sahibi olur. Galiyev öncelikle “Almanya’dan devrim beklentisi” içinde olma yanılgısını eleştirmiştir. Dünya devrimi mücadelesinde yeni bir stratejik perspektif olarak “sömürge devrimlerini” önerir. Sömürgelerdeki devrim mücadelelerine destek verilerek yükseltilmesi gerektiğini savunur. Bu amaçla “sömürgeler enternasyonalini toplayalım” der. Dönemine göre özgün bir çözüm perspektifidir. Uluslar sorununa farklı açıdan bir bakışı içermektedir. Ancak bu teklif Stalin tarafından hiç tartışılmadan kabaca ötelenmiş, Galiyev de tasfiye edilmiştir. Özetle, NARKOMNAC’da ifade bulan ulus çözümü, çözümsüzdür. Kabaca tanımlanıp çerçevesi çizilen bir “özgürlükler” görüntüsü altında şekillendirilmiş bir bağımlılık statüsüdür. Sosyalist devrim adına, toplumların kimliksel özgürlüklerinin tanınmayıp bitirilmesinden öte bir anlam içermemiştir. Toplumsal realite ve ihtiyaçları görüp ona göre bir özgürlük ile ilkeler bütünlüğüne dayalı model geliştirmek yerine, özünde Rus ulusu merkezli bir üst kimliğe biat, sosyalizm adına dayatılmış ve çoklu-çeşitli kimlikler yadsınmıştır. Kimliklerin eşitlik-özgürlük-demokrasi kutularında özgür kimliklerini zenginlik sayıp ortak yaşam zihniyeti ve modeli bu nedenle oluşturulamamıştır. Bunda Stalin’in rolü belirleyicidir. Sonuçta çatışma, kargaşa, devrimden toplumları soğutma gelişmiştir. Toplumsal kimliklere üstten kimlik dayatmanın sosyolojiyle gerçeğe çarpacağı anlaşılamamıştır ya da anlaşılmak istenmemiştir. Gönüllü birliğin oluşması zeminini yaratmak yerine, zoraki üst kimlikle zorunlu bir aradalığı dayatma, baskın politika olmuştur. Özgür bir politika Lenin’de vardır. Daha devrimin ilk günlerinden başlayarak uluslar sorunuyla ilgili olmuş, anlamaya çalışmıştır. Pratik-politik gelişmeleri doğru okuyup sorunun çözümünü pratik deneyimlerin eleştirel analizinden çıkarma ve alternatif politikasını böyle şekillendirme çabasındadır. UKKTH’yi böyle oluşturmuştur.

Lenin, o döneme dek açığa çıkan yaklaşımları ve dönem tartışmalarında öne çıkan politik tutumlara hep eleştirel yaklaşmıştır. Örneğin Bernstein “Sosyalist Bir Sömürge Siyaseti” anlayışını geliştirdi. Bu fikrin esasta “emperyalizmin sömürgelere uygarlık taşıdığı” yönlü sapkın anlayışın bir türevi olduğunu söyler ve reddeder. Yine, Stalin ve Dzerjinski’nin (NARKOMNAC’ da irdelemeye çalıştığımız) Rus şovenizmine dayalı anlayış ve politikalarını da aynı şekilde eleştirmiş, yanlış bulmuştur. Lenin, “bir tercih olarak siyasal bağımsızlık, her koşulda özgürlük anlamına gelmez” demiş, bu yönüyle Rosa Lüksemburg’un tutumuna yakın bir yaklaşıma sahip olmuştur. Ancak Lenin, Rosa’nın Polonya özgün örneğinden hareketle “kültürel özerklikçi” politikayı tümden olumlayıp her koşulda geçerli olabilecek mutlaklaştırıcı tutumunu yanlış bulmuş, ayrı durmuştur.

Lenin’in ulusal soruna yaklaşımının ana ilkelerini şöyle özetlemek mümkündür: Öncelikle SSCB korunup güçlendirilmeli, ancak bu SSCB’ye üye olan toplum ve devletlerin bağımsızlık haklarının tanınması temelinde olmalıdır, der. Bu yaklaşımının SSCB Anayasasında-UKKTH ilkeleriyle birlikte –yer aldığı için, reel sosyalist çözülme sürecinde yaşanan ayrışmalar görece “kansız” olmuştur. Lenin, “hangi coğrafyada hangi etnik veya inançsal topluluk yaşıyorsa, o bölge/coğrafya, o toplumun belirleyici ismiyle adlandırılmalıdır, demiştir. O dönemde Kurdistana Sor bu temelde oluşmuştur. Ulusal sorunda ezen-ezilen ulus milliyetçiliğin ayrıştırılması, çarkın bir kıstas olarak ezen ulus sosyalistlerinin ulusların ayrılma özgürlüğünden yana, ezilen ulus sosyalistlerinin ise ulusların birlikte yaşam seçeneğinden yana tutum almaları gerektiğini belirtmiştir.

Tüm bunlardan şu sonuç çıkmaktadır; Lenin, toplumsal hakikatte ifade bulan çoklu kimliklerin varlığı ve çeşitlenmesinin dinamik bir seyir izlediğini görmektedir. Bununla birlikte, kapitalist sisteme karşı güçlü bir özgürlük mücadelesi yürütebilmenin ancak toplumların birlik ve dayanışması ile olabileceğinin bilincindedir. Kimliklerin çoklu-çeşitli oluşun, onları özgürlük ve kendilerine saygı temelinde eşitlik sağlayabileceğinin arayışındadır. Lenin çözüm aramaktadır ve esasta çözümün ana parametrelerini yakaladığı görülmektedir. Maalesef onun ömrü de bu projesini çok da derinliğine ve yaygınlığına bir formülasyona kavuşturabilmesine; UKKTH politikasının eksik kalan yönlerini bu temelde tamamlamasına yetmemiştir. Yine de Lenin’in bu soruna temel prensipler anlamında kattığı çok şey olmuştur; anlamlıdır, değerlidir. Reel-sosyalist deneyimlerde dikkat çeken bir diğer örnek Yugoslavya’dır, Tito’nun geliştirdiği çözümdür. O, Stalin SSCB’sinin saptığı kulvarla arasına mesafe koyup özgün bir arayışa girmiştir. Yaşadığı dönemde Yugoslavya’da (her türlü iç ve dış müdahale ve engellere rağmen) etnik ve dini çeşitliliği özgürlük, eşitlik, demokrasi kutularında bir arada tutabilme başarısı gösterilebilmiştir. Kuşkusuz, çözüm politikalarının eksiklikleri ve zayıflıkları vardı ve bu Yugoslavya modelinin kalıcı çözüm haline gelmesini önlemiştir. Fakat bu modelin bir süre yaşamış olması dahi kapitalist modernite güçleri için tehlikeli bulunmuştur. Reel-sosyalist çözülüş sonrası emperyalist böl-parçala-yönet politikasının ilk hedefleri arsında yer alması, “Balkanlaştırma” politikası adıyla bugün sembolize olmuş ayrıştırıcı, karşılaştırıcı derin kirli politikaların hedefi haline getirilip paramparça edilmesi, bununla ilgilidir. Böylece bir tür intikam alınmış, sisteme alternatif bir modele geçit verilmeyeceğinin mesajı verilmeye çalışılmıştır. Sonuç itibariyle, reel-sosyalist deneyimlerde ulusal soruna yaklaşım 1950’lere değin böyledir. SSCB özelinde ise, Stalin’in yaklaşımı başat olmuş, Lenin’in UKKTH ilkesine zarar veren sonuçlar doğurmuştur. Özgürlük isteyen, kendi kimliğini koruma temelinde birlikten yana olan halklar, topluluklar, inanç grupları baskılanıp sürgünlere tabi tutulmuştur. Çoklu kimliklere eşitlik, özgürlük, demokratik esaslarda katılım seçeneği bir model olarak oluşturulamamıştır. Merkeziyetçi yapıya biat “sosyalizm” adına dayatılmıştır. Toplumsal talepler “SSCB çıkarı” için denerek kurban edilmiştir. Sınırlar fetişleştirilmiş, “ulus” adına devlet öne çıkarılmıştır. Sosyalizm adına, ulus-devlet fetişizmine sapılmıştır. Böylesi kaba uygulamalar dünya toplumlarında olumsuz etki yaratmıştır, kapitalist modernitenin ulus-devletini dahi “kabul edilebilir” hale getirmiş; ölümü gösterip sıtmaya razı etme kabilinden sonuçlar yaratmıştır halklar nezdinde. Sonuçta ulusal soruna demokratik çözüm üretilememiştir. Sorun daha karmaşık hale getirilmiştir.

Böylece 1950’ler sonrasında, soğuk savaş denkleminde, Varşova ve NATO paktları etrafında yaşanan kamplaşmada, iki blokun yeni (ve ayrı ayrı) “ulus-üstü” formatta çözüm arayışları gündeme girmiştir. Bir başlık halinde bu konuyu da ele alıp çalışmayı sonlandırabiliriz.

 

Bloklar Şahsında “Ulus-Üstü” Çözüm Arayışı

Ulus-üstü çözüm arayışında genelde 1800-1950, özelde ise 1914-1944 arası yıllarda yaşanan savaşların caydırıcılığı rol oynamıştır. Böylesi amaçlar için yürütülen savaşların maliyeti savaşan güçler açısından son derece ağır olmuştur. Buna Doğu ve Batı bloklarının güç olma mücadelesini de eklemek gerekir. Bu mücadelede üstün hale gelmek için “birlik platformları” oluşturma ihtiyacı doğmuştur. Bloklar bu ihtiyaca binaen özgür bir arayışa koyulmuşlardır. Bahse konu bloklar basit koalisyonlar değildir. Bu bloklarda yer alma kıstası toprak esasına toprak birliğine dayanmaz. Ortak siyasi, mali, askeri ve hukuki kurumlar yaratma asıl hedeftir. Toprağa dayalı yurttaşlık yerine yatay-seçkin kültürlerin birliği esas alınmaktadır. Teorik planlı öngörülen budur. İcraatta ise esas olan blok öncülerinin (Rusya, ABD) çıkarlarının her şeyin önüne konmasıdır. Bu anlamda yatay kültürlerin gelişimi önlenmiş olmaktadır. Bu kültürlerin özgürlük ihtiyaçları göz ardı edilmiştir. Dolayısıyla bloklar şahsında denenen ulus-üstü birlik formları, özü itibariyle kendilerine münhasır daha üst düzeyde/çapta birer ulus-devlet halini almıştır. Yerel iradeler ötelenmiş ve zayıf kılınmış, “büyük” güçlerin tekil çıkarları merkeze konmuştur. Ulus-devlet sınırı gibi, bu kez Doğu ve Batı Bloğu “sınırları” fetişleştirilmiştir. Toplumlar boğuntuya getirilmiş, kendilerine demokratik ortak yaşam alanları bırakılmamış; sınırlı düzeyde var olan zemin dahi iyice geriletilmiştir. Nihayetinde böylesi negatif uygulamalar dünya toplumlarında büyük öfke yaratmıştır. Farklı mekânlarda ve fakat benzer içerikte olan talepler etrafında dünya ölçeğinde dalgalanmalar, isyanlar baş göstermiş, 1960’ların protesto ve (“1968 direnişleri” simgesel adıyla bilinen) başkaldırı direnişleri devreye girmiştir. Gençlik hareketleri; anarşist, feminist, ekolojik akımlar “daha iyi bir yaşam mümkün” şiarıyla uluslar arası toplumda yeni bir arada yaşam arayışları olarak öne çıkmıştır. Bu hareketlerin doğal toplumun direniş geleneğinin çağa uyarlı tezahürleri olduğunu söylemek abartı olmayacaktır.

1970-80’li yıllar her açıdan yenilikler içeren bir dönem olmuştur. Teknolojide patlamalar yaşanmıştır. Sanayileşmeyle at başı giden bu süreçte mikro elektrik kullanıma sokulmuştur. Uydu sistemleri gelişmiştir. Fiber optik/görsel cam devreye girmiş, iletişim ve telekomünikasyon alanında kullanılır olmuştur. Böylelikle büyük ölçekli veri işleme olanağı doğmuş, bu durum nano-teknolojiyle zirve yapmıştır. Bu gelişme daha bütünsel sonuçlara ulaşma olanağı sağlamıştır. Teknolojik gelişimin toplumlar açısından sonuçları da büyük olmuştur. Nesnel olarak toplumlar birbirlerine daha çok yakınlaşma olanağı bulmuşlardır.

İletişim ve ulaşım olanakları sayesinde mesafeler kısalmış; etnik, dini, kültürel kimliklerin karşılıklı (oluşturulmuş bulunan) önyargıları kırılıp tanışma imkânlarını artıran sonuçlar açığa çıkarmıştır. Göçler de bu ilişkilenmelerde etki yapmıştır. Bugün büyük oranda ulus-devletçi şoven, milliyetçi etkiler zayıflatılabilmiştir. Fetişleştirilen ulus-devlet sınırları fiilen etkisizleşmiş, eski önemini yitirmiştir. Sosyal planda asimilasyon ile eritilmek istenen etnik-inançsal-kültürel kimlikler, artık siyasal olarak karar alma süreçlerine “katılımcı demokrasi” anlayışı temelinde dâhil olma istemleri ve bu yönlü mücadeleleri artmıştır. Merkezi ve yerel idareler arasındaki ilişki ve çelişkiler çatışma moduna girip değişimi dayatır hale gelmişlerdir. Şöyle bir durum açığa çıkmıştır; Teknolojiye dayanarak uluslararası pazarlarda daha etkili olma amaçlı, azami kar hedefiyle uluslararası yeni tekel organizasyonları “küreselleşme” emperyalist tekelci küreselleşmeye karşı, demokrasi çabasındadır. Diğer yandan bu ratik toplum güçlerinin “küresel demokrasi” hedefli birlik organizasyonları da belirginlik kazanmıştır. Böylesi koşullarda her iki blok da 1980’den itibaren değişim arayışına koyulmuştur. SSCB’nin değişim amacıyla gerçekleştirdiği Perestroyka ve Glasnost (Ekonomik yenilenme ve Açıklık) politikaları sonuç almamış, reel-sosyalist blok dağılmıştır. ABD öncülüklü blok ise, yeni ulus-ötesi kurum ve organizasyonlarla (G-7’ler, Davos Kulübü, Bilderberg Toplantıları, ulus-ötesi korporasyonlar, Dünya Bankası, İMF) yine, YDD, PAX Americana gibi politikalarla, ekonomik alanda neo-liberalizm ile küresel pazarlara açılarak bu süreci karşılamak istemişlerdir. Fakat bunlar da kapitalist modernite sistemi açısından çözüm üretmemiştir. Gelir adaletsizliği artmıştır. Sanayide nükleer enerjinin kullanımı ekolojik felakete davetiye çıkarmıştır. Küresel pazarlara açılma istemi ise, küresel sermaye sahipleriyle klasik ulus-devlet sahiplerini karşı karşıya getirmiştir. Toplumsal çelişkilerin derinleşmesi ise sonuçta neo-liberal çıkarların bekçiliğini yapan cunta hükümetlerinin baskılarına karşı toplumsal isyanları çığ gibi büyütmüştür.

Reel-sosyalist bloğun yıkılması sonuçta küresel sorunları tümden emperyal sistemin üzerine yıkmıştır. Bir anlamda kapitalist modernitenin 1950’lerden bu yana sancısını yaşadığı sorunların zirvesi 1970’ler olmuştur. O tarihten itibaren baş aşağı iniş söz konusudur. Sistem bu gidişatı durdurma çabasındadır. Kapitalist modernite 1990’larla birlikte şöyle bir ikilemle karşı karşıya kalmıştır. Ya kendi sistemini dünya çapında yayıp oturtacak, ya da yok oluşu yaşayacaktır. Bu ikilemin bilincinde olan sistem sahipleri iktidarlarını küresel imparatorluğa dönüştürerek saldırganlık politikasına yönelmişlerdir. SSCB eski etki alanlarını, Doğu Avrupa, Balkanlar, Trans Kafkasya (ve genelde Kafkasya) Asya, Pasifik gibi alanlara uyarlı politik-askeri konseptlerini pratize ettiler, önemli sonuçlar aldılar. Son plana Ortadoğu’yu (genelde büyük Ortadoğu’yu-BOP projesiyle) gündemlerine aldılar. Bugün bölgede yaşanan fetih savaşının böylesi tarihi arka planlı hedef ve amaçları bulunmaktadır.

Sonuç

Genelde bilimsel sosyalizmin, özelde reel-sosyalist ülke deneyimlerinin kapitalist modernite ulus-devletçiliğinin açmazlarına dönük çözüm amaçlı arayışları, olumlu-olumsuz sonuçlarıyla önemli birer öğretici değer taşımaktadır. Bundan sonrası için nelerin yapılması, nelerin yapılmaması gerektiğine dair en canlı yanıtları birer veri olarak bizlere sunmaktadır. Demokratik toplumun çağsal direniş mirası ve izdüşümleri olarak gerçeklik kazanan bu deneyimleri eleştirel analizle ele alıp irdelemek, bir de böylesi kazanımlara vesile yapılabilir. Kürt Halk Önderi Abdullah Öcalan’ın “süzülmüş bal kıvamında” formüle edip ortaya koyduğu Demokratik Komünalist Paradigma, ulus sorununa çoklu kimliklerin kendi iradeleri ve renkleriyle eşitlik-özgürlük-demokrasi ve kendilikleriyle içinde yer alıp ifade olabilecekleri demokratik ulus modelini bir çözüm olarak sunmuştur. Bunda Abdullah Öcalan’ın reel-sosyalist deneyimlerini eleştirel okuması önemli bir yer tutmaktadır. Bölgede bugün sürmekte olan küresel sistem çatışmasının, yarattığı kaos ve keşmekeşin tam ortasında da ulus sorununun nasıl çözümleneceği durmaktadır. Demokratik ulusun pratik-politik temsile kavuştuğu Rojava’nın öğrettikleri, bu modelin ne denli çözüm değeri yüksek bir model olduğu her geçen gün daha net görülmektedir. Gelecek demokratik ulus çözümündedir.

 

 

 

 

[1] Birkaç antlaşmayı da içine alan (Münster Antlaşması ve Osnabrück Antlaşması) Westphalia Barışı, Otuz Yıl Savaşları ve Seksen Yıl Savaşları’nın sonunda Ekim ve Mayıs 1648 tarihlerinde imzalanmıştır. Antlaşma, 24 Ekim ve 15 Mayıs 1648’de Kutsal Roma İmparatorluğu, diğer Alman prensleri, İspanya, Fransa, İsveç ve Hollanda Cumhuriyeti temsilcileri arasında imzalanmıştır. Fransa ve İspanya arasında 1659 yılında imzalanan Pyrenees Antlaşması’nı da bu antlaşmanın içine dahil edebiliriz. Bu barış tarihçiler tarafından modern çağın başlangıcı olarak gösterilmektedir.
[2] Lewis Henry Morgan, Amerikalı bir antropologdur. Amerika’da İrukua yerlilerinin arasında yaptığı araştırmalarla modern antropolojinin ve Marksist tarihsel materyalist düşüncenin gelişiminde ciddi bir katkısı olan, F. Engels’in yazdığı “Ailenin Özel Mülkiyetin ve Devletin Kökeni” adlı kitabın temel referansını oluşturduğu 2 ciltlik “Eski Toplum”(Ancient Society) kitabının yazarıdır.
[3] Bakan görevi görüyor ve bir Halk Komiserliğinin başı oluyordu.
[4] Sovyet Sosyalist Cumhuriyetler Birliği’nin ilk istihbarat ve gizli servisi ÇEKA’ nın kurucusu ve ilk önderi. Dzerjinski, sınıf düşmanlarına karşı uzlaşmaz tavrıyla, soylular, Kazak subaylar, din adamları, fabrikatörler ve toprak aristokratlarına karşı müsamaha göstermeden sert mücadelesiyle dikkat çekmiş ve bu sayede Rusya’da devrimci politikanın güçlenmesinde etkili olmuştur.
[5] Nestor Mahno: Ekim Devrimi’nde Bolşevik çizgiyi kabul etmeyen Ukraynalı anarko-komünist devrimci. Anarşist ilkeler ve değerleri gerçekleştirmek üzere giriştiği yoğun çaba Bolşeviklerin iktidarını pekiştirmesi ardından kesintiye uğramıştır. “Liberter Komünistlerin Örgütsel Platformu” isimli, anarşizm için önemli tartışmalar açan metnin yazarlarındandır. Ayrıca, Ukrayna’daki anarşist hareket Mahnovşçina’nın da fikir babasıdır.
Bunları da beğenebilirsin

Yoruma kapalı.