Düşünce ve Kuram Dergisi

Komünün Doğuşu ve Tür Olarak İnsanlaşma

Metin Yamalak

İnsan ve toplum doğadaki diğer varlıklar gibi, salt doğanın oluşturduğu varlıklar değildir. Doğadan gelen bir temelleri olmakla beraber, insanın gelişen zekâsı ve kültürleşmeyle bağlantılı oluşan varlıklardır. “İnsan türünün zekâ düzeyi toplumsallığını belirlemiştir. Toplumsallık da bu zekâ düzeyini zihniyet halinde çalıştırmaya, geliştirmeye zorlamıştır.”[1] İnsanlaşma ve komünü-toplumu ele alırken birbirini oluşturan ve hep simbiyotik ilişki dengesinde var olabilen iki olgudan bahsettiğimizi belirtmeliyiz. İnsan, tarihi boyunca hep sorular sorarak anlamları bulmaya ve çoğaltmaya çalışmıştır. Kürt Halk Önderi Abdullah Öcalan da; “Evren ne için vardır sorusu tam bir metafizik anlayışı çağrıştırır ama yersiz olduğu söylenemez. Fakat unutmayalım, bu soruyu soran insandır; o da toplumsaldır.”[2] diyerek soruyu insanda odaklaştırır. O halde insanı çözümledikçe bütün diğer sorulara cevap bulmak da kolaylaşacaktır. Evren, insan ve toplum birbirinden koparılarak tanımlanacak olgular değildir. Aralarındaki ilişki çözümlendikçe anlamları da görünür hale gelecektir. Pozitivizmin şekillendirdiği sosyal bilimin her bir olguyu, varlığı birbirinden bağımsız ele alma yaklaşımı insanları, toplumu, mana yoksunu okumuş cahillere dönüştürmüştür. Ayrıntılarda boğulan ve bütünü göremeyen aklın ve kavrayışın hiçbir olguyu doğru anlayıp kavraması mümkün değildir.

İnsanın ve toplumun neredeyse her bir filozofa, düşünüre göre bir tanımı vardır. İnsandan başka bir varlığın evreni, toplumu, insanı tanımama çabası olmamıştır; varsa da henüz bilinmemektedir. İnsan ise sanki bütün varlıkları anlamlandırıp tanımlamak için evren tarafından görevlendirilmiş bir varlıktır. Biyolojik türler arasında farklılaşıp, özel bir tür haline gelmesi de açığa çıkardığı anlamlarla bağlantılıdır. Ne zaman bir şeylere anlam vermeye başlanmışsa insanlaşması da başlamıştır.

 

Evrensel Bütünlük İçinde Anlam Bulan Varlık: İnsan

İnsanı ve toplumu-komünü birbirinden ayrı anlatmak zor olduğu gibi, birini diğerinin önceli olarak tanımlamak da zordur. Çünkü oluşumun biçimi sarmaldır, her ikisi de eş zamanlı olarak hem oluşan hem oluşturandır. Ayrıştırma yapsak bile anlatmada ve anlamada kolaylık olsun diyedir.

Bütün evrende, “Hakikat aşktır aşk özgür yaşamdır,”[3] özdeyişi bir gerçekleşme devinimi içindeyken, Tao düşüncesindeki gibi, dünyada; “Taşta, suda, bitkide, hayvanda ve son insanda“ en üst seviyede kendini gerçekleştirmiştir. İnsan bu gerçekleşmede zirvedir. Bütün varlıklar içerisinde anlamın ve hissin en çok kendisinde yoğunlaştırdığı varlıktır. Fiziki yapısını metafizikle aşmış bir varlıktır.

Eğer kaba materyalistler gibi insan salt fizik yapısıyla tanımlanmaya çalışılırsa; insanın ne kadar etten, kemikten, kandan, sudan vs. oluştuğu; bu maddeler de kimyasal analize tabi tutulursa ne kadar kalsiyum, karbon, oksijen, hidrojen, fosfor vs. maddelerin olduğu net olarak bulunabilir. Bu kadar “netliğe” rağmen bu analiz bize insanı tanımlamış olmayacaktır. Çünkü insan etten, kandan, kemikten oluştuğu kadar; sezgiden, duygudan, ruhtan, anlamdan, düşünceden oluşmuştur. Maneviyatı oluşturan bu düşünsel varlıklar bir fiziki yapıya sahip değildirler. Onlar etin, kemiğin oluşum ve gelişim tarihi incelenip analiz edildiği gibi incelenip analiz edilemiyorlar. Bu yüzden yorumlar spekülatif kalıyor, bundan sonrası ise, yorumun hakikati ifade etme düzeyine bağlıdır. Bu sebeple insan daima yorumlanmaya muhtaç bir varlıktır. Her şeyin çok sıkı bir şekilde birbirine bağlı olduğu evrende ve doğada hiçbir şeyin tesadüfen ve amaçsız gelişmediği reddedilmesi zor bir gerçekliktir. Bu amacın nasıl geliştiğini ve neden kaynaklandığını bulacağımız yer de kuşkusuz yine doğanın en gelişkin varlığı olan insan üzerinde düşünüp farkındalığı geliştirmekle mümkündür. Mikro evren olarak insan, evreni kavramada yegâne kaynaktır. Roger Lewin, “Modern İnsanın Kökeni“ adlı kitabının önsözünde; “Copernicus ve Darwin’in devrimsel kuramları insanı evrenin merkezi konumundan uzaklaştırdı. Ancak insan diğer türler gibi evrimsel bir sürecin ürünü olarak kabul edilse bile yine de Homo Sapiensler bu sürecin özel bir ürünü, onun nihai bir amacı olarak görülebilir.“ demektedir. “Nihai amaç “ çözümlendikçe adeta bir kitabın yapraklarının tek tek açılması gibi evrenin hakikati kendini insan gözü ve beyninin algılayabileceği şekilde gösterebilir. Bunu günlük yaşamda sağlayan da toplumdur. Fizik, kimya, biyoloji bilimlerinin gelişmesiyle insan, doğa, evren hakkında yeni tanımlamalar gelişmiştir. Tanrının devreden çıkarıldığı, atomal biyolojik çeşitlenmenin evrimine bağlı bir tanımlama geliştirilmiştir. Bu evrim zincirine bağlı tanımlama insanı tekrar doğanın bir parçası yapmıştır; ancak, özgünlüğünü göz ardı ederek, bütün diğer türler gibi, herhangi bir tür olarak doğaya dahil edilmiştir. İnsanın özgünlüğü ve farkı görülmediğinde haliyle hakikati de açıklanamamaktadır. Protagoras; “İnsan her şeyin öncüsüdür!“ diyor. Her şeyin öncüsü olan insanı salt evrim zinciri ile açıklamak yetersiz kalacaktır. İnsanın bir yanı maddi yapılar iken, diğer (onu “insan” yapan) yanı manevi, metafizik özellikleridir. Bu doğru çözümlenmeden insanı tanımlamak mümkün değildir. Lamarck’ın öncülük ettiği, Darwin’in geliştirip tanımladığı evrim kuramı, biyolojik doğayı ve türleri kavramada engel olan büyük boşlukları doldurmuştur. Ama maneviyattan oluşan diğer yanı boşlukta kalmaya devam etmiştir. Newton fizik kuramına dayanan pozitivist sosyal bilim tanrıyı kovarken, boşalan tahtına ise insanı oturtarak; bireyci, hiyerarşik, “insan merkezci“ yeni bir teoloji üretmiştir. Bu kurama karşı ise, “doğa merkezci“, doğayı özne olarak gören ve insanı diğer canlılar gibi sıradan bir varlık olarak değerlendiren, zihinsel, kültürel farkını inkâr eden bir konuma düşen kuram gelişmiştir. Aslında bu bilim çağı kuramlarından çok önce, ahlaki ve politik toplum geleneğinin düşünce kuramları olan tasavvufi, mistik, heretik inanç ve düşünceler, insan hakikatine en yakın biçimde tanımlamışlardır. Zerdüşt’e ve Terzi Hermes’e atfedilen; “insanlar ölümlü tanrılar, tanrılar ölümsüz insanlardır.“ tanımı, insan ile diğer varlıklar arasındaki farkı, insanı tanrı seviyesinde tanımlamakla açıklamışlardır.

Bu tanımda insan ölümlü de olsa diğer türlerle arasındaki farkı, tanrı ile tanrının yarattığı şeyler kadardır. Hallac-ı Mansur’un “hak“ kı ararken “en-el hak“ kavrayışına varması da, tanrıyı ararken insanı bulması, insana varmasıdır. Sokrates, ömrünü insanların kendilerindeki bu farkı anlayıp kavramaları için harcamıştır. “Kendini bil!“ deyimi, insan var oldukça hep geçerli olacak bir uyarı ve davettir. Çünkü insan daima keşfettikçe, keşfedilecek şeylerinin çoğaldığı bir varlıktır. Bu nedenle Sokrates sorduğu sorulara verilen cevapların hepsini yanlışlayıp yeni cevaplara yönlendirmiş, insandaki hakikati hep aramaya ve açığa çıkarmaya zorlamıştır. Mevlâna ise; “Taştım kaya oldum, at oldum, çiçek oldum, süründüm, uçtum, balık oldum ve en sonunda insan oldum.“ diyerek insanda yoğunlaşmış atomal, biyolojik zirve olmayı bir cümlede anlatmıştır.

İnsan diğer türlerden farklı olarak iki özellik üzerinde şekillenmiştir. Birincisi; maddi yönü, bir tür olarak biyolojik oluşumudur, ikincisi; manevi yönü, zihinsel, kültürel, toplumsal oluşumudur. Kürt Halk Önderi Öcalan, insanı evrenin oluşum tarihinde bir “zirve” olarak tanımlayıp özelliklerini beş ana başlıkta özetlemektedir:

  1. “Maddenin yapı taşları olan atomlar hem sayı, hem diziliş olarak insanda en zengin bir varlığa ve bileşime sahiptir.
  2. İnsan biyolojik dünyanın tüm bitkisel ve hayvansal yapılarını temsil etme avantajına sahiptir.
  3. Toplumsal yaşamın en gelişkin biçimlerini gerçekleştirmiştir.
  4. Çok esnek ve özgür bir zihniyet dünyasını temsil etmektedir.
  5. Metafizik yaşayabilmektedir.”[4]

Evrenin bütün oluşumlarında ve oluşumların kendi içinde uyum gösteren bütün bileşenleri aniden gelişen olaylarla değil, uzun bir evrim süreci içinde çok küçük değişimlerle zayıf ve uyum göstermeyen yanlarını aşarak, uyum gösteren, olgunluk kazanmış özelliklerini biriktirip, devamlılığını sağlayarak oluşmuşlardır. İnsanı böyle bir süreç içinde milyonlarca yıllık evrim sürecinden çıkmış bir varlık olarak düşünmek gerekir. Bilim bugün bütün fiziksel varlıklar gibi, insanı da fiziksel olarak hem kimyasal, hem biyolojik, bütün materyallerini kesin olarak ölçüp ayrıştırabilmekte, farklarını tanımlayabilmektedir. Biyolojik türler içerisinde ise, insanın en gelişkin türler arasında bir adım önde olduğu görülmektedir. Belki insan zihnini kullanarak bir adımlık mesafeyi kilometrelere çevirmiştir, ama biyolojik olarak en yakın tür olan şempanzeden sadece beş DNA farklıdır. Bu “küçük“ farklılık zihinsel-kültürel yetenekle birleşerek büyük farklılıklara yol açmıştır. Fiziksel organların çok daha fonksiyonel özellik kazanması bununla bağlantılıdır. Özellikle eller, adeta her şeyi yaratan çok fonksiyonlu organ özelliğini kazanmıştır. İnsan her türlü sanatsal, teknik, teknolojik yaratımla sürekli kendi sınırlarını aşarak yeni sınırlara ulaşmaktadır. Beş duyunun senkronize bir şekilde, beyinle koordineli işleyişi ve reflekslerin, içgüdüsel tepkilerin çok ötesinde öğrenilmiş davranışlarla hareket etmeleri, eylemlerini bir plan ve stratejiye göre gerçekleştirmeye başlaması, %1’lik farkın bile nasıl sınırsız bir potansiyel barındırdığını göstermektedir. Ancak insanda en farklı organ beyin ve dildir. Eylediği kadar düşünen ve söyleyen insan, toplum ve “Toplumsal Doğa“ dediğimiz yepyeni bir doğa yaratmıştır. Bu sadece insanın kendi yeteneği ile kendini geliştirmesi olayı değildir, çünkü başlangıçta buna olanak tanıyan genetik zenginlik ve dizilim olmazsa herhangi bir tür olarak mutasyon devam ederdi. Bu genetik zenginlik ve farklılık, iki ayak üzerinde dik yürümekten tutalım, beyin sığasının büyümesine ve gırtlakta çok sesli konuşmaya olanak verecek dönüşümün gerçekleşmesine kadar belirleyici bir etkisi vardır. Yakın zamana kadar insanın kendi zihnini daha üst düzeyde kullanarak beynini fiziksel olarak büyüttüğü varsayılıyordu. Ancak bunun böyle olmayıp, genetik farkla oluştuğu artık araştırmalarla açığa çıkarılmıştır. “Şempanzeler ile insanların genetik kod zinciri yan yana koyulduğunda aradaki fark sadece %1.5’dir. Ancak bu yüzde birlik oran bile genlerdeki 30 milyon farklı mutasyona işaret eder. Örneğin, insanlarda FOXP2 adlı genin ürettiği bir protein konuşmayı sağlar. Şempanzelerde bu protein üretilmez.”[5] İnsanlar 2 milyon yıl kadar önce beyni sıkıştıran çene kaslarından kurtuldu ve beyni şempanze gibi türlerin iki katı kadar büyüdü. Ama insanın beyin büyüklüğünü tek dayanak olarak ele almak yeterli olmayacaktır. “Modern Homo Sapiens’in ortalama beyin sığası 1.350 cc kadardır. Neandertallerde bu oran ortalamanın yaklaşık 1.550 cc’ lik bir sığa ile bugünkü insanınkinden daha büyük olduğu unutulmamalı.”[6] Araştırmacılar Neandertal’ in (M.Ö. 200.000-28.000) modern insandan hiçbir farkı olmadığını söylemektedirler. Tıpkı modern insan gibi klan düzeyinde komünal ilişkileri, komünal kültürle şekillenmiş insan türüydü. Ama gırtlak yapısı Sapiens’inki gibi dönüşmedi, sesi burnundan konuşan, hırıltılı, boğuk bir ses düzeyinde kaldı. Yok oluşu da Sapiens’in vücudunun direnç kazandığı bir hastalığı Neandertallere bulaştırmasıyla gerçekleştiği kabul edilen güçlü bir hipotezdir. Homo Sapiens’teki genetik fark, zenginlik, mutasyon ve uyum birbiriyle bağlantılı olarak ondaki farklılığı açıklamaktadır. Bütün bu özelliklerin uyumu insanı yaratmıştır.

Evrenin, insanı bütün bitkisel, hayvansal yapılar içinde bir zirve olarak yaratması bir varsayım olsa da, zaman geçtikçe bu varsayım yeni veriler ve keşiflerle daha da güçlenmektedir. Bu, zirve olma özelliği ve farktan dolayıdır ki, sadece insan doğanın bağrında toplumu (ikinci doğa) oluşturabilmiştir. Hiçbir türün başaramadığı en karmaşık sosyal ilişkileri örgütleyebilmiş, toplumsal yapıda sürekli bir gelişmeyi sağlayabilmiştir. Toplumla komünal ilişkilerle birlikte insandaki zihinsel gelişme bilinç, kültür olarak kurumsal özelliğe kavuşmuştur. Toplumun temel oluşum nitelikleri olan ahlak ve politika, zihinsel kurumlaşma olarak hem insanın kapasitesini büyüten, hem de zihinsel esneklik sınırlarını genişleterek, özgür seçim yapabilme olanaklarını artırmıştır. Başlangıçta sadece çevresindeki varlıklara anlam vermeye çalışan, çözmeye çalışan insan bugün, evrenin neden genişlediğinin, paralel evrenlerin olup olmadığının vs. cevabını arıyor. Doğanın en esnek zekâlı varlığı olan insanın temel kavrayış biçimi metafiziktir. Ahlak, din, sanat, edebiyat, politika, seziler, duygular… Bu metafizik kavrayışın oluşturduğu yapılardır ve bunlar toplumun, komünün, komünal kültürün harcı olmuştur.

Kürt Halk Önderi Abdullah Öcalan; “Ben insanın bilimce açıklandığı kadarıyla zaman bakımından en azından on beş milyar yıl öncesi gerçekleştiği iddia edilen büyük patlamadan (Big-Bang) bu yana tüm evrene yayılmış gerçekliğin toplamı olduğuna inanıyorum.” demektedir.[7] Bu insan-merkezli bir tanımlama değildir. İnsan ile evren arasında (bilim, nesnellik adına inkâr edilen ) bağı ve amacı dile getirmektedir; yani, “ evrenin kendini görünür kılma”[8] ve özgürleşme amacı! Böyle bir amaç insanın bütün özellikleriyle neden oluştuğuna cevap oluşturuyor. Madde-enerji-düşünce döngüsü, doğadaki hiçbir varlıkta kıyaslanmayacak düzeyde insanda yaşanmaktadır. İnsanda gerçekleşip açığa çıkan düşüncenin adeta yeni bir evren yaratacak düzeyde etkili bir varlık olduğu tartışmasız bir gerçektir. İnsan kendisinin ve çevresinin farkına varıp keşfettikçe ve yarattıkça evrenin saklı olan potansiyelini görünür hale getiriyor, “Hakikat aşktır, aşk özgür yaşamdır.” ilkesini yaşamsallaştırıyor. İnsanın yaşama arzusunun temelinde de bu arayış ve keşfetme gerçeği vardır. Her durumda insanı evrenden, onun tarihinden, kendini oluşturma süreçlerinden bağımsız ve kendi başına tanımlamak mümkün görünmemektedir.

 

Ahlaki ve Politik Toplum ya da Komün

Doğal Toplumun kabile, aşiret kültüründe toplum, birbiriyle uyumlu, birbirini tamamlayan tek bir beden olarak düşünülürdü. Bu toplum üyelerinin bilinci buna göre şekillenmiş olduğundan, örneğin, bu toplumların üyelerinden birine yapılan yardım, iyilik veya kötülük bütün kabile veya aşirete yapılmış bilinir, öyle kabul edilirdi. Komünal yaşamın sloganı olan “birimiz hepimiz için, hepimiz birimiz için” doğal toplumların başat zihniyeti ve yaşam biçimiydi. Uygarlığın gelişimiyle bu anlayış tersyüz edildi.

Mitolojilerde, tek tanrılı dinlerde toplum “sürü” olarak tanımlandı. Tanrı ve tanrı adına yöneten krallar ise bu sürünün çobanı olarak belirlendi, toplum üzerinde sınırsız tasarruf yetkisiyle donatıldı. Bu anlayış modern çağların kuramlarında da kendini sürdürdü. T. Hobbes, toplumun doğasını, “herkesin herkese karşı savaşı” olarak sonsuz çatışma, savaş hali olarak, bencil, rekabetçi, fırsatçı, zora dayalı olarak tanımladı. Darwin’in evrim kuramında, doğa, güçlü olanın hayatta kaldığı yapı olarak tanımlanınca, bunu toplum tanımına, sosyal yaşama uyarlayan birçok kuram gelişmiştir. Sosyal Darwinistler, Öjenikler, Malthusçuluk gibi, güçlü olanın yaşam hakkı olduğu, zayıfların boyun eğmesi veya yok edilmesi gerektiği biçiminde bir toplum ve toplum doğası tanımı geliştirmişlerdir. Komün ve komün anlayışı bu iktidarcı uygarlık anlayışı ve yaşam biçimine karşı, ahlaki ve politik toplumun doğasının savunulması ve temsilidir.

İnsanlaşmanın eko-sistem olan toplumun (komün) oluşumu da, evrenin özgürleşme amacından bağımsız değildir. Toplum insandaki özgürleşme düzeyini çok daha derinleştirmiş, ileri boyutlara taşımıştır. Toplum olmadan insan bilincinin kurumlaşması, kültürleşmesi mümkün değildir. Zihninde anlamı oluşturan insan olsa da, bu anlamların yoğunlaşması, sentezi ve yeni anlamlara dönüşümü toplumla mümkündür. Ki, bu anlamlar, birikip insanda kültüre dönüşmeden insan oluşmaz. İnsanın tek başına düşünmesi, bir şeylere anlam vermesinin bir sınırı var, eğer toplum gibi kolektif zihin ve eylemlere dahil olmaz. Orada yeni boyutlara akmazsa kısırdöngüye düşer, anlamsızlaşır. İnsanın bir topluma dahil olmadan düşünceyi yaratması mümkün olsa bile, bu düşünce kendi kendini doğrulayan ama anti-tezi olmayan, hiçbir zaman doğrulanamayan bir kısır döngü olurdu. İnsanda oluşan anlam ve düşüncelerin insanı biçimlendirmesi toplumsal ilişkilerle mümkündür. Çünkü her düşünce toplumsal ilişkilerle yoğruldukça yaşama katılır, onu biçimlendirir. Bu yüzden insanın analitik olarak varlıklara anlam vermesi, onları tanımlayan bir niteliğe sıçraması ile ilk bilinçli toplumun oluşması eşzamanlı gelişmiştir. İlk klanın oluşumu, ilk toplumun oluşumudur. İlk insanın oluşumu ile ilk toplumun oluşumu, metaforik benzetmeyle, bir sarmaldır, eşzamanlı bir oluşum vardır. Bu sarmala ahlak, politika, dil, sanat ve kültürün bütün unsurları dahil olmuştur. Zaman ilerledikçe bu oluşturucu sarmalın bileşenleri artmıştır. Bu sarmalı oluşturan bileşenlerin bütünü toplumu ifade eder, toplum onların yaşam bulduğu doğasıdır. Öcalan, toplum ile zekâ, zihniyeti eşleştirmekte; “Toplumsallığın kendisi zekânın potansiyel olmaktan çıkıp aktifleşmesi sürecine etkince girmesidir.”[9] demektedir. İnsanda gelişen analitik zekâ toplumun oluşumuna yol açarken; toplum, insandaki bu analitik zekânın kontrolsüz gelişmemesi için ahlakı geliştirmiştir. Ahlak ilkeli, kurallı yaşamın ölçüleridir. “Her topluluk kendi üyelerini müthiş ahlaklı yetiştirmeyi ilk görev bellemişti.”[10] Afrika yerli halklarının tarihsel tecrübeden süzülmüş bir deyimleri vardır: “Bir çocuk büyütmek için bir kabile insan gereklidir!“ Yani öyle sadece anne babanın var olmasıyla bir çocuğun yetiştirilemeyeceğini söylemektedirler. Doğan bir çocuğu en az anne babası kadar sahiplenen bir toplumun olması gereklidir, ancak bir toplumla insan olarak şekillenir, tamamlanır. Bu imkânlardan ve toplumsallıktan yoksun büyüyen bir insan analitik zekânın kontrolsüzlüğüne kapılıp her türlü çılgınlığı yapabilir. Onu biçimlendiren, terbiye eden bir toplumu ve komünü olmak zorundadır.

Doğada bütün canlı türleri topluluk olarak yaşarlar, insanlar ise yaşamı zekâ ve bilinçleriyle örgütleyerek topluluktan topluma dönüşmüştür. Bilinçli insan olmadan toplum olmaz ama toplum da insanların toplamından ibaret değildir. Kürt Halk Önderi bunu; “İnsan gibi toplumu da niteliksel bir farka sahiptir. Toplumun kendisi belki de üst-insandır veya üst-insanı yaratmış, yaratacak olan organizasyondur.”[11] şeklinde açıklamaktadır. Doğada yok olmamayı zar zor becerebilen, diğer türlere göre birçok dezavantajı bulunan Homo türünün, toplumlaştıktan sonra bütün doğaya hükmeden bir zihinsel, pratik güce ulaşması, toplumun salt insanlar toplamı olmadığını doğrulamaktadır. Bu “organizasyon”un bir doğası vardır, bu doğayı oluşturan özellikler ve yapılar onun niteliğini ifade etmektedir. “Komün”de, doğal halini korumuş toplumsal yapının kendisidir. Toplum ilk klanın oluşumundan, iktidar, devlet yapılarının doğuşuna kadar “doğal toplum”dur ve komün karakterlidir. Komün, toplumun oluşturucu unsurları olan ahlak ve politikayla var olabilir. Ahlak ve politika olmadan bir toplumdan ve komünden de bahsedilemez. Komüne niteliğini kazandıran eşitlik, paylaşımcılık, dayanışmacılık, özgürlük, demokratiklik, adaletlilik, karşılıklı saygı, sevgi, savunma… gibi tutum ve ilkeler, ahlak ve politikanın kapsamında oluşan meziyetler, erdemler ve tutumlardır. İlk insanların kendilerini ve çevrelerini kendi zihinlerinde kavramaya başlamalarıyla oluşan bilinç tekrarlanarak, sınanıp elenerek kural ve ilke haline gelmiştir. Bu kural ve ilkeler bütünü ahlak demektir. İnsan, hangi yaptığının iyi, hangi yaptığının kötü olduğunu ahlaki bilinçle ayrıştırmaktadır. Toplumsal tarihte, ilk ahlaki ilkelerin “birlik ilkesi” olduğunu söyleyebiliriz. Bir toplum olmak için önce “bir” olmaya, bir beden olmaya karar vermeleri gerekir. Buna karar verip, bu ilk ve esas ilke olarak konduktan sonra, bu birlikteliğin hangi karakterde olacağının ahlaki ilkeleri de peşinden oluşturulmuştur. Toplumun yaşadığı değişimlerle oluşturulmuş ilkeler, ihtiyaç olmaktan çıktıklarında toplum tarafından terk edilip, yeni ihtiyaçlara göre yeni ilkeler oluşturulmuştur. Böyle dinamik, ihtiyaca göre değişebilen ahlaki ilkeler, komünü ayakta tutan ve devamlılığını sağlayan hukuku olarak işlem görmüştür. Bütün yapıp etmeler, tutumlar, tercihler buna göre belirlenmiştir. Toplumun, komünün her üyesi bu ilkeler ve kurallarla sorumlu kılınmıştır. Örneğin, birlik ilkesi gereği her komün üyesi, komünü, birliği geliştiren, yaşatan eylemler ve tutumlar içinde olmak zorundadır. Aykırı davranış ve tutumlar içine girdiğinde toplumsal ahlakı ve politik ilkeyi çiğnemiş olur. Toplum buna karşı birliği savunmak ve bir yaptırım uygulamak zorundadır. Böylece komün, kendi ahlakını her üyesinin şahsında temsile kavuşturarak onu biçimlendirir, işlevselleştirir ve denetler. Komün keyfiliği, salt bireyselliği kabul etmez. Ki, zaten salt bireysellik diye bir şey yoktur. Toplum olmadan birey olamaz, insan bireyi kendi toplumu tarafından belirlenmekten kurtulamaz.

Dolayısıyla bireysellik de sınırsız olamaz, komün ahlakının belirlediği ölçülerle sınırlanmıştır. Örneğin, insanları aldatamaz, hırsızlık yapamaz, başkalarının hakkını yiyemez, cinsiyetçi yaklaşamaz… vb. Ben özgür bireyim istediğimi yaparım, kimse karışamaz derse toplumsal vicdan ve ahlaki gereklere göre bir tavırla karşılaşacaktır. Toplumsal beden kendi sağlıklı işleyişine zarar veren bir organı kabul etmez. Kabul ederse eğer bu sefer kendisi sağlıklı toplum olmaktan çıkar. Politika ise, toplumsal yaşam hakkında yapılan tartışmalar ve bu tartışmalar sonucunda alınan kararlardır. İnsanların, yaşam, olay ve olguları hakkında edindikleri bilinç, yükledikleri anlam, bireyin kendi kendisiyle sınırlı kalırsa, o, toplumsal bir bilinç olmaz. Onun toplumsallaşması için toplumun diğer üyeleriyle paylaşılması gerekir. Bu paylaşım; bilinci, fikirleri, anlamları birbiriyle tartıştırır, sınar ve ortaklaştırır. Politika iktidarcı yapılardaki gibi, özel bir uğraş, dar, elit bir grubun işi değil; her komün üyesinin dahil olduğu, fikirlerini tartıştırdığı, ihtiyaçlar ve olması gerekenler hakkında karar almada belirleyici özne olduğu ve doğrudan katıldığı faaliyettir. Doğal toplumda politika radikal demokrasi karakterlidir. Toplum kendi kaderini kendisi belirler, iradesini kimseye devretmez, bizzat pratikleştirir. Özgür irade toplumsal doğanın bir unsurudur, toplumun her üyesi birer özgür irade olmak ve onun gereklerini yapma sorumluluğuyla davranmak zorundadır. “Ben karışmam ne karar veriyorsanız verin.“ demek bir komün üyesinin tavrı değildir, bir şeyi onaylayabilir ya da reddedebilir ama bunu toplumsal işleyiş içinde bizzat kendisi söylemek, yapmakla yükümlüdür. Politika ile toplum üyeleri arasında hiçbir aracı unsuru, doğrudan katılımı engelleyen hiyerarşik, iktidarcı, sınıfçı mekanizmaları kabul etmez. Politika yaşam sorunlarına çare arama, bulma, nasıl yapılacağına dair karar alma olduğundan hiç kimsenin bu tartışmalara katılmama, fikir belirtmeme lüksü yoktur. Ya yaşamaktan vazgeçmek ya da yaşamı planlamak, ahlaki ve politik toplum bireyinin cevaplandırmakla yükümlü olduğu bir konudur. Doğal toplum, komün, bu gerekliliklere göre şekillenmişken, günümüzde insanlar, siyaset yapmayı iktidara, aracı birey ve sınıflara bırakacak kadar komünal yaşamdan kopmuş durumdadır. Bizzat siyaset yapmak yerine şikayet etmekle yetinmektedir.

Özgür bir irade olmayı, kendi kaderini tayin etmeyi başkasına terk etmiş birey, toplumu-komünü tahrip edilmiş, dağıtılmış bireydir. Bu da bir şekillenme, belirlenmedir ancak toplumsal, komünal şekillenme değil, iktidar güçleri tarafından belirlenme, köleleştirilmedir. Dolayısıyla ahlaki ve politik toplumun-komünün bireyi olmak ile bunların dışında kalmak, özgürlükle kölelik arasında bir tercih ve durumdur.

Tarihsel süreç içerisinde klan, kabile aşiretin doğal toplum formları; dini gelenek içindeki mezhep, cemaat, tarikat gibi devlet dışı toplum formları; devlet, sermaye tekelleri karşıtı olarak örgütlenmiş sosyal, sınıfsal, ekonomik, kültürel her türlü toplumsal örgütlenme ahlaki ve politik karakterli yapılardır, birer komün niteliğindedirler. Toplumun oluşturucu unsurları olan ahlak ve politikanın kuşatıcı şemsiyesi altında eşitlik, paylaşımcılık, dayanışmacılık, özgürlükçülük, demokratiklik, kadın özgürlükçülüğü, doğaya ekolojik yaklaşım, her türlü iktidar, sömürü karşıtlığı, adaletlilik… gibi komün değerleri ve erdemlerinin karşıtı olan bütün tutum, eylem ve anlayışların karşıtlığı, komün üyesinin anlayış, tutum ve eylemleridir. Komün, özgür toplumdur, sadece maddi varlıkların paylaşımını hedefleyen bir yapı, komün değildir. Komün yaşamı maddi ve manevi olarak, ahlaki ve politik toplum esaslarına göre örgütleyen; bütün üyelerini buna göre biçimlendiren, eğiten; buna göre olmayanlara karşı tutum ve tavır takınan; kendi değerlerine saldırı olduğunda ihtiyaç duyulan düzeyde özsavunmasını yapabilen toplum örgütlenmesidir. Kapitalist modernitenin, dünyanın her tarafında toplumsal yaşamı hızla parçalayıp dağıttığı günümüzde komünal örgütlenmeyi geliştirmek, insan olarak kalabilmenin de şartıdır. Demokratik modernite, bir komünler komünü sistemi olarak, insanı ve toplumu yeniden kendi doğasının niteliklerine kavuşturma mücadelesi ve programıdır. Bu, aynı zamanda evrensel hakikate dönüş ya da ona doğru yöntem ve anlayışla katılmaktır, ya da insanın ve toplumun evrensel amacı gerçekleştirmek, yani sürekli özgürleşmek üzere üstlendiği misyona geri dönmektir.

 

 

 

 

[1] Öcalan, Abdullah. (2009). Demokratik Uygarlık Manifestosu [4. Cilt]. İstanbul: Aram Yayınları. s.211
[2] Öcalan, Abdullah. (2009). Demokratik Uygarlık Manifestosu. [2. Cilt]. İstanbul: Aram Yayınları. s.25
[3] Öcalan, Abdullah. (2009). Demokratik Uygarlık Manifestosu. [1. Cilt]. İstanbul: Aram Yayınları. s.40
[4] Öcalan, Abdullah. [1. Cilt]. a.g.e. s.40
[5] Noonan, James. [2013]. İnsanlıkla İlgili Merak Edilenler. Özgür Gündem.
[6] Lewin, Roger. (2015). Modern İnsanın Kökeni. İstanbul: Tübitak Yayınları.
[7] Öcalan, Abdullah. Demokrtik Uygarlık Manifestosu. [3. Cilt]. İstanbul: Aram Yayınları
[8] Öcalan, Abdullah. [1.Cilt]. a.g.e. s.43
[9] Öcalan, Abdullah. [2. Cilt]. a.g.e. s.28
[10] Öcalan, Abdullah. [2. Cilt]. a.g.e. s.31
[11] Öcalan, Abdullah. [1. Cilt]. a.g.e. s.49
Bunları da beğenebilirsin

Yoruma kapalı.