Düşünce ve Kuram Dergisi

Devletin Hali, Özellikleri ve Türklerin Otoriterizmi

Musa Şanak

Carl G. Jung’a göre toplumda da bireyde olduğu gibi bir bilinçaltının var olduğudur. Türk ırkçılığı vakaları ile karşılaştığım zaman, kendime hep şu soruyu sormuşumdur: “Ne tür bilişsel ve bilinçaltı mekanizmaları ırkçılığı üretiyor?”

Mesela ırkçı Türkler İngiltere, Avrupa ve Amerikadan gelen bir turistle karşılaştıkları zaman, ayaklarına kapanırcasına hayranlıkla karşılıyorlar. Başka bir tarafta annesi ile telefonda Kürtçe konuşan bir Kürt genci ile karşılaştıklarında, insanlıktan çıkıp linç girişiminde bulunabiliyorlar.

Yıllar önce İstanbul’da Azad adında iki buçuk yaşındaki bir çocuk, annesi ile birlikte gözaltına alınmıştı. Gözaltında ikiside işkenceye maruz kalmıştı. Annesi tutuklanmak üzere Özel Gebze Hapishanesi’ne getirildi. Ve Azad’ı da annesinden ayırıp Şirinevler Çocuk Esirgeme Kurum’una teslim etmişlerdi. Azad bir aya yakın orda kaldı. Avukatların başvuru ve talepleri sonucu mahkeme kararı ile annesinin yanına getirildi. Azad burda günlerce insanlardan kaçtı. Kim adını sorarsa, korku içinde koşarak annesinin arkasına saklanırdı. Daha sonra öğrendik ki esirgeme kurumunda onu görenler ismini soruyorlarmış. “Benim adım Azad.” dediğinde herkes üstüne toplanıp dövüyorlarmış. Bundan dolayı uzun bir süre korkudan kimseye ismini söyleyemedi. Bir isme dahi beslenen bu kin ve nefret, mahsum bir çocuğa yapılan işkence ve zulüm ile son bulmayacaktı elbette. Bu bilinçaltı mekanizması nasıl salgılandı?

Her gün bu gibi olaylar ile karşılaşıyoruz. Son olarak orman yangınlarındaki süreçte, ırkçı Türkler Kürt avına çıktılar, otoban yollarını kestiler ve kimlik kontrolü yaptılar. Televizyon haberlerinde günlerce Muğla, Antalya, Adana, Hatay, Osmaniye gibi şehirlerde orman yangınlarının görüntüleri yayındaydı. Türkiye’nin birçok şehrinde yüzlerce yangın çıktığını ve bu şehirlerin arasında Dersim, Bingöl, Siirt ve Diyarbakır’ın da olduğunu söylüyorlardı. Akdeniz bölgesindeki ormanlarda çıkan yangını söndürmek için bir seferberlik başlatılmıştı. Helikopter, uçak, yangın söndürme timi ve binlerce orman çalışanı devreye sokulmuş, diğer taraftan da birçok gönüllü grup yardıma koşmuştu. Hükümet ve muhalefet bir olup bütün imkanlarını ortaya koymuşlardı. Bunları yayınlayan ulusal haber ajansları, Kürdistan’daki Orman yangınları ile ilgili haber yapmak şurda dursun, bir görüntü bile yayınlamadı. Çünkü Dersim, Bingöl ve Diyarbakır’daki orman yangınlarını çıkaranların kimler tarafından yapıldığının gayet iyi farkındaydılar. Kürdistan’da halkın yangına müdahale etme çabasına izin  bile verilmiyordu. Bu ötekileştirme temelinde nasıl bir bilinçaltı ve bilişsel mekanizma işliyordu?

Türkiye’de kadınlar hergün erkekler tarafından katlediliyor. Bu katliamların temelinde nasıl bir bilinçaltı ve bilişsel mekanizma var?

Türklük, devlet ve otoriterizm egemen Türk sınıfın kültürüdür. Irkçılık ve muhafazakarlık da bu sınıfın ferasetidir. Bu sınıfın diğer durum ve özelliklerine değineceğiz. Tarih süresince Türklerin ezilen sınıfı olan Türkmenler de bu egemen sınıfın feraseti altında mağdur olmuşlardır. Çoğu zaman bu egemenliğe karşı baş kaldırmışlardır. Baba İlyas, Şeyh Bedreddin ve Celali isyanları gibi.

Türklüğün kolektif bilinçaltı mekanizması, nasıl bir şekilde bir renk geni gibi devletin ve otoriterizmin temel yapısı haline geliyor? Bu mekanizma nasıl bir bilincin yolunu açıyor?

Türklerde, devlet ve otoriterizm bir sistem gibi ne zaman işlemeye başladı? Hangi uygarlıkların etkisi altında gelişti? Zamanla nasıl değişti?

Aktarabildiğim kadarıyla, Türklerin devlet ve otoriterizminin başlıca birkaç özelliklerini sıralayacağım. Böylece yukarıdaki sorulara cevap niteliğinde genel bir bakış açısı oluşturmak istiyorum.

 

1) 

Kolektif bilişsel/hafıza ve bilinçaltı mekanizması uzun süreli tarih süreci ile ortaya çıkar. Bu anlamda bir sistem olarak Türklerin devlet ve egemenliğinin tarihi de milattan birkaç Yüzyıl öncesine dayanmaktadır. Türkler kabileciliğin son evresinde hiyerarşik bir düzen kurmuşlardır. İlk emirliklikleri de bu temel üzerine inşa edilir. Bu dönemdeki Türk hükümdarları yetenekli totemlerini ve şamanizmin kavram ve figürlerini putlaştırmışlardı.

Çin medeniyetinin etkisi altında inşa edilmiş olan bu hiyerarşi ve emirlik, Türk devleti ve egemenliğinin başlangıcını ve temelini oluşturur. O tarihten bugüne değin İran, Hindistan, Abbasi, Roma, Mısır ve son olarak sömürgeci Avrupa devletleri etkisi altında varlığını sürdürmüştür. Herkesten bir şeyler almış ve kendini bir ulus-devlet biçimine çevirmiştir. İmparatorluk döneminde egemen sınıflar ve İmparatorluk sınırları içindeki diğer halklar gibi kültürel kimlikleri ile sistem içinde yer almışlardır. Ancak ulus-devletin inşası ile birlikte bu durum değişti ve bütün halklara Türklük dayatıldı. Tarih boyunca işler çoğunlukla dramatik bir şekilde değişti. Ancak doğası gereği kısalık, genişlik ve mükemmellik anlamında da bir gelişme olmuştur.

“Emirlik/Beylik egemenliğinde at, kadın ve silah en kutsal değerler olarak görülür, hatta hayatın tamamında yer alırlar. Hükümdarlığın en temel dokusu bu üç esas gen ile örülmüştür.“ 
A. Öcalan

Egemenlik sistemi bu üç stratejik sütun üzerinde kendini inşa eder. Bu esaslardan herhangi birinin hasar görmesi, bütün yapının temelden sarsılması anlamına gelmektedir. Irkçı Türklerin at ve bayrak sevgileri de bu başlangıç noktasına dayanmaktadır. Bu hastalığın kaynağı, şamanizmin kavram ve figürlerinin putlaştırmasıdır.

 

2) 

Kadın, egemenliğin esas dokusunu oluşturan geni ve sistemin üzerinde kendisini inşa ettiği temel üç sütundan birisini ifade etmektedir. Açıkça görülmektedir ki: Türklerin egemenlik sistemi erkek egemen sistemidir. Bu sistemde kadın bir araçtır. Ancak ana ve stratejik bir araçtır. Yine de tek başına sarsılabilme ihtimali olan tek sütun da bu araçtır. Kadın özgür irade sahibi olur, kendini örgütleyip kendini araç halinden kurtarırsa, bu katil ve talancı sistemi yener ve temelden değişimler yaşanır.

Bir sistem olarak toplumsal cinsiyet, ekoloji ve demokrasi özgürlüğü paradigması kadının kendisini örgütleme, yaratıcılık ve özgürlüğünü kazanma yolunda güç sağlar.

Bu güç aynı zamanda Türk egemen sistemi karşısındaki en büyük tehdit edici güçtür. Sistem herşeyden önce özgür kadından korkar. Bundan dolayı kendisini özgür ve demokratik kadın hareketi karşısında bir düşman olarak gösterir. Eş başkanlığa karşı barbarca saldırıları, kadınların kazanımlarına ve kurumlarına karşı saldırıları bu düşmanlığın kanıtı niteliğindedir.

Kadın özgürlüğü ve eşitliği egemen sistem için ölüm kalım meselesi olarak kabul edilmektedir. Kadın cinayetlerinin her geçen gün daha fazla artış göstermesi bu durum ile ilişkilendirilebilir.

 

3) 

“Din özellikle de İslâm dini egemen Türkler için sadece Otoriterizmin bir aracıdır. Onlar için İslam bunun ötesinde bir anlam taşımamaktadır.” 
A. Öcalan 

Zamanla İslam, şamanizmin yerini aldı ve aşırılık yanlıları tarafından ulusal bir diktatörlük ve sömürge ideolojisi olarak kullanıldı. Özellikle hakim ve baskıcı Sunni yorumundan ilham alındı.

Türk emirlikleri eskiden askerlik hizmeti sıfatı ile Abbasilere katılırlardı. Zamanla güç kazandıkça bağımsızlıklarını ilan ettiler. 1517 yılında Mısır’ın fethi ile birlikte İslam hilâfetini ele geçirirler. Otorite ile Tanrı arasında gizli bir ittifak olarak ilişki kurdular. Devlet ve iktidara büyük anlam ve kutsallık yüklediler.

Her şeyi ganimet gibi görme ve yağmalama dürtüsünün özünde bu bilinç vardır. Bu bilinç bugün hala Batı(Rojava)’da ve Güney(Başur)’de, Suriye ve Libya’da, Afganistan’da ve dünyanın farklı yerlerinde iş başında ve aynı şekilde işliyor.

Efrîn, Serêkaniyê ve Girê Spî saldırıları sırasında doksan bin Camide hep birlikte fetih dualarını okumaya başladılar. Kars Belediye Başkanını görevden alıp valiyi kayyum atadıklarında da aynı durum gerçekleşti. Vali belediye binasının önünde önce fetih duasını okudu, daha sonra belediye binasına girdi. Bu durumların hepsi bahsettiğimiz bilincin yansımalarıdır.

 

4)

“Türklüğün içinde olmadığı bir Türklük tarihsel, ideolojik bir oluşumdur.” 
A. Öcalan 

19.Yüzyılda geliştirilen bu Türklük tanımı da egemen sınıfın kolektif bilişsel ve bilinçaltı mekanizması ile salgılamıştır. Bu mekanizmanın amacı her zaman Türklerden çok hem Balkan ve Kafkaslardan gelen göçmenleri hem de bölgede olagelen kadim halkları din, mezhep ve kültür yönünden asimile etmek ve Türkleştirmek olmuştur.

İlk olarak İttihat Terakki Cemiyetinden doğma beyaz Türk faşizmi daha sonrasında bu cemiyetten kopma yeşil-siyah Türk faşizmi, oluşturulan bu Türklük tanımı doğrultusunda homojen bir toplum oluşturma çabasına girdi.

Bunun için barbarca her türlü yol ve yöntemler denendi. Halk terörize edildi. Egemen güç hala bu barbarlığını sürdürmektedir.

Bir zamanlar halkların ortak bahçeleri olarak bilinen Anadolu ve Mezopotamya coğrafyaları, Türklük tanımı gereğince devreye konulan toplum mühendisliği karşısında halkların mezarları hâline geldiler. Birçok dil ve kültürün yok olmasında Türklüğün rolü büyüktür.

Bu toplum mühendisliğinin İslamlaştırma-Sünnileştirme ve Türkleştirme ideolojisi, Türk-İslam sentezinin bir ürünüdür. Bu yapıya karşı çıkanlar ya katledildi ya da sürgüne gönderildi.

 

5) 

Son derece işgalci, soykırımcı, talancı ve tahripkar bir egemenlik ile karşı karşıyayız. İnsanlık değerleri karşısında olabildiğince saygıdan yoksundur. Eğer bir eser işine gelir, kendi çıkarı doğrultusunda kullanabiliyorsa korur ve savunur. İnsanlığın kültür mirası olarak kabul edilen ve korunan ürün ve yapıların çoğu Roma dönemi ve sonrasına aittir. Bu yapı ve ürünlerin korunmasındaki amaç, tamamıyla turizmin gelişmesi ve ekonominin güçlenmesi ile açıklanabilir.

Bu bölgenin yerlileri olan ve şimdiye kadar hala az çok varlıklarını sürdüren, bu coğrafyayı kendi ülkesi gibi gören kadim halka ait tarihi bina ve yapılar, çoğunlukla yok edilmiştir. Hala ayakta kalan yapı ve binalar ise çürümeye terk edilmiştir. Tarihi bina ve yapılar, halkların kimlikleri ve varlık işaretleridir. Bu coğrafyanın veri ve hafızasıdır. Bu bina ve yapılar, en etkili ve eski tapu kayıtlarıdır. Bu bina ve yapıların yıkılması ve yok edilmesi, bu coğrafyanın kimliksizleştirilmesi ve hafızasızlaştırılmasıdır. Amaç bu etkili ve tarihi tapuların yok edilmesidir. Bu tapuların yok edilmesi ile Türklüğe ait yeni bir tapu ve hafıza oluşturmayı amaçlamaktadır.

Hasankeyf örneği ilginçtir. En az on ila on iki bin yıllık insanlığa ev sahipliği yapan ve bu bölge halklarının ve insanlığın kalıcı bir hatırasına sahip olan mağaralar sular altında bırakılmıştır. Ancak Selçuklu ve Artuklu dönemlerine ait bazı türbe ve camiler de kaldırılarak korunmuştur. Unesco tarafından insanlığın kültürel mirası olarak kabul edilen Diyarbakır Sur ilçesindeki Surlar ve Hevsel Bahçeleri de özyönetim ve demokrasi alanı haline geldiği için yıkılmıştır.

Roma ve Ermeni mezarlıkları yıkıldı. Ölülerin kalıntıları binaların altında kaldı. Şeyh Said, Seyit Rıza ve arkadaşlarının mezarları da betona gömüldüğü söyleniyor. Mezarlıkların üzerine okullar, gökdelenler, apartmanlar ve askeri alayların inşa edilmesi Türk devletinin normu haline geldi. Şehit ve şehitlerin mezarlarına yapılan saldırılar da Kürt halkının maddi ve manevi değerlerine saygısızlığın bir göstergesidir. DNA testi için alındığı iddia edilen şehitlerin kemikleri yolların altına gömüldü. Bundan daha büyük saygısızlık olur mu?

 

6) 

Baskıcı Türklük ikiyüzlüdür. Koyun postundaki kurt gibidir. Güçten düştüğünde yardıma ihtiyacı olduğunda, arkadaşça düşmanlığını gizleyerek size arkadaşça yaklaşır. Kendini toparladıktan sonra, yere değecek ayağa ve güce kavuştuktan sonra gerçek yüzünü de gösterir. Yok etmek veya teslim almak için bahaneler arar. Her türlü hileye başvurmaktan çekinmez. Sebepsiz yere dememişler: “Türkün vicdanı yoktur”. Osmanlı’da çok oyun vardır. Türklük bir savaş lordu ama kendini bir pasifist olarak gösteriyor. Onlara göre Suriye’deki vahşi çeteler özgürlük savaşçısı; Türkiye’de özgürlük ve demokrasi için mücadele eden, insan haklarını korumaya çalışanlar da “terörist”tir. Filistinli çocuk ve gençlerin İsrail güçlerinin saldırılarına karşı kendilerini taşlarla savunması bir direniş ve gurur göstergesidir. Ama kendilerini gaddarca saldırılara karşı taşla savunan Kürt çocukları da “terörist”tir ve öldürülmeyi hak etmektedir. Yüzlerce yüzleri ve maskeleri olduğu için kavram olarak ikiyüzlülük bu geniş ve bariz durumu açıklamaya yetmeyebilir. Onlar aldatıcıdır. Onları aldatıp maskelerini çıkarıp yüzlerini ifşa edenler onların ezeli düşmanları olur. Çok kindardırlar. İmralı’daki tecrit sistemi de bu kindarlığın bir göstergesidir.

 

7)

Hakim Türklük, daha büyük güçler karşısında başını eğer ancak kendisinden daha zayıf güçlere karşı da saldırgandır. Güçlüye karşı kedi, zayıfa karşı aslandır. Algıları şu şekilde: “Bükemediğin eli öp”.

 

8)

Hakim Türklük kibirlidir. Ona göre tek bir Türk bile dünyaya bedeldir. Kendisini herkesten üstün görse de durum aynı değil. Bugün bir dolar dokuz TL’den fazla, bir Euro onbir TL’den fazla. Günümüzde herkesin parası kadar değerli olduğunu unutmamak gerekir!

 

9) 

Hâkim Türklük tarihten ders çıkarmak ve ilham almak yerine ondan yararlanmakta ve övünmekte. Tarih boyunca Türkler adına yapılan işgaller, fetihler, soykırımlar ve baskılardan gurur duyar. 1071 Malazgirt ve Konstantinopolis’in fethi vb. Hayal ürünü bir neşeyle bayram olarak kutlar. “Muhteşem Yüzyıl”, “Kuruluş”, “Diriliş” vb. Dizi ve filmlerle ırkçılığı şaha kaldırmak ve toplumu tasarlamak istiyor. Sanatın aynı zamanda toplum mühendisliğinin de etkili bir aracı haline geldiğini görebiliriz.

 

10) 

Egemen Türklük kendisini devletin ve gücün tek sahibi olarak görmektedir. Ona göre halk ordudur. O kafa, insanlar bacaktır. Bu mükâfatı onlara bizzat Allah vermiştir. Emirlerine karşı gelen haindir ve halkından nefret eder. “Hainleri” ve “düşmanları” etkisiz hale getirmek için her türlü yola başvurur. Teslim alabilmek ve “itirafçı” diyebilmek ve kullanabilmek için; ya ortadan kaldırır ya da ülkeden çıkmaya zorlar. Güçlü, sivil ve demokratik bir topluma izin vermez.

Son yıllarda sistemin hakimiyeti bir şirket gibi yönetilmektedir. Yani emir himayeye devredildi ve ordu işçi ve köleliğe çevrildi. “Tipik Türk Başkanlık Sistemi” olarak da adlandırılmıştır. Sözüm ona yerli ve milli bir sistemdir! Adına yakışmadı da değil. Gerçek şu ki: Hükümet tüm sivil toplum örgütlerini ve derneklerini, tüm meslek örgütlerini ve sendikaları birleştirmek ve denetimi altına almak istiyor. Bu amaçla, seçilmiş yetkilileri görevden almak ve valileri atamak için yeni bir yasa çıkarılmıştır

 

11) 

Egemen Türklük, kendisini anayasanın ve yasaların üzerinde görmektedir. Dolayısıyla bütün yüksek mahkeme kararları, yargıtay ve danıştay’ın tüm kararları hatta diğer mahkemelerin kararları hoşuna gitmediği takdirde kulak arkası yapabilir, görevini yerine getirmeyebilir. Mahkeme ve hakim onun ağzına bakar ve öyle karar verir. Anayasa ve kanun sadece halk için geçerlidir. Demokrasi, özgürlük, adalet ve eşitlik kağıt üzerindedir. Aynı zamanda uluslararası kamuoyunu aldatmak için bir kılıf olarak kullanılmaktadır.

 

12)

Türk egemen kültüründe diyalog ve barış kültürü, uzlaşma kültürü gelişmemiştir. Tarih boyunca tüm iç ve dış sorunlarını savaş yoluyla çözmeye çalışmıştır. Savaş ve işgal onların geçim kaynağı olmuştur. Savaştan başka bir yola başvurmadığı için bütün gücünü her zaman savaşta kullanmıştır. Sonuna kadar savaşmıştır. Ya başarısız olup ve teslim olmuştur ya da başarılı olmuştur. İsyan ve baskı bir kader gibi görülmüştür. Bu olumsuz diyalektik Kürdistan’da da 200 yıldır işliyor. Bu nedenle diyalog ve barış çağrıları bugün cevapsız kalmaktadır. Son yıllarda zaman zaman diyalog süreçleri geliştirse de tahakkümün amacının aldatmak olduğu ortaya çıkmıştır. Bu şekilde zaman kazanmak, bazı küçük avantajlar elde etmek ve daha da zorlu bir saldırıya hazırlanmak istediği açığa çıkmıştır.

 

13)

Egemen Türklük, kendisini insanlığın en kutsal değerlerinin temsilcisi olarak görmekte ve muhaliflerini en kötü suçlular ve günahkarlar olarak tanımlamaktadır. Yalan, manipülasyon ve sapkınlık ile toplumu bölmeye çalışır. Çıkarlarını halkın ve ulusun çıkarları olarak ifade ve empoze eder.

 

14) 

Egemen Türklük doğayı da ganimet ve talan edilmesi gereken bir şey olarak görmekte ve onu her türlü araç ve yöntemle gasp etmektedir. Dağlar kör fareler gibi kazıldı, her nehirde birkaç baraj inşa edildi, hidroelektrik santrallerin inşası, ormansızlaşma, zehirli su ve kirli hava… Şehirler kanser gibi bakıma muhtaç hale geldi. Gittikçe artan bu doğal afetler, seller, yangınlar, o derin kuraklıklar, hepsi bu yıkımın sonucudur. Hükümdarlar herkesten çok doğayı soyuyor ve herkesten daha çok çevre propagandası yapıyorlar. Demagoji yapıyorlar.

Böyle giderse, onların cehaletleri ve açgözlülükleri insanlığa son vermek olacaktır. Elbette bunlara birkaç özellik daha eklenebilir. Örneğin: Hakim Türklük gençlerden korktuğu kadar özgür kadınlardan da korkuyor. Onları her zaman kontrol altında tutmak istiyor. Örneğin: Göçmenleri silah olarak kullanılıyor. Suriyeli göçmenleri yıllardır hem Avrupa ülkelerine hem de Suriye rejimine karşı, ek olarak da işçilere ve sendikalara karşı da ucuza çalıştırarak kullanıyor. Son olarak Afganistan’daki durumu da aynı şekilde kendi çıkarları için kullanmak istiyorlar. Hakimiyet darbe girişimini, kabus sürecini, doğal afetleri fırsat olarak görür ve kullanır.

Söylediği üzere; yedisinde neyse yetmişinde de odur. Aynı şey devlet ve hükümet için de geçerli. Sistem başlangıç olarak ne amaçla kurulduysa, yüz bin yıl sonra da aynı amaçla çalıştırılır. Bu nedenle devleti ve gücü değiştirmek çözüm değildir. Bu, gerçek sosyalizm çağında zaten test edilmiştir.

 

  • Kürtçeden Çeviren: Ferhat Bayhan

 

Bunları da beğenebilirsin

Yoruma kapalı.