Düşünce ve Kuram Dergisi

Radikal Demokratik Bir Siyasette Türklüğün Yeri*

Nazan Üstündağ

Kimlik kategorilerinin insanları sıkı sıkıya belirlediği bir dünyada yaşıyoruz. Kimlikler kime oy verdiğimizden, nasıl giyindiğimize, kimlerle arkadaşlık ettiğimizden, nelere onay verdiğimize, neyi sevip neden hoşlanmadığımıza kadar bir çok konuda bizi önceden verilmiş cevaplarla donatıyor. Üstelik bu cevaplar çoğu zaman bizim iktidar adına iş görmemizi sağlıyor. Kadınca, erkekçe, heteroseksüel, Türk veya Müslüman olarak davranarak, bu kimliklerin hazır cevaplarını üstlenerek ve kendimizin yaparak, kontrol edilebilir, hesaplanabilir ve öngörülebilir oluyoruz. Bu kimlikler ile iktidarın yanına, ötesine, karşısına çağrılıyor, kimlikler arası geçişkenlikler azaldıkça daha da bilinebilir ve yönetilebilir hale geliyoruz. Kimliklerimiz hem nelerden zevk aldığımızı, hem nelere bağlandığımızı, hem de iktidarla mesafemizi belirliyor. Gerektiği zamanlarda kimliklerimiz iktidar tarafından mobilize edilerek ya da atıl bırakılarak toplumsal ve siyasal hayattaki dolaşımımız biçime kavuşturuluyor ve düzenleniyor.

Toplum bilimlerinde oluşan eleştirel düşünce, kimliklerin oluşumu ile iktidarın oluşumu arasındaki ilişkiyi gün yüzüne çıkarttığından beri ise, bu harikulade büyük sorunsala çareyi, kimlik kategorilerini yapı-bozuma uğratmakta buldu. Ulusal kimlikten cinsiyet kimliğine kadar tüm kimliklerin toplumsal olarak oluşturulduğunu, verili değil icra edilen kimlikler olduğunu söylüyor eleştirel sosyologlar. Yani kadın doğulmaz kadın olunur, Türk doğulmaz Türk olunur. Bu olma süreci Türklük ya da kadınlık olarak tanımlanan ölçütleri tekrar tekrar icra ederek gerçekleşir. Böylelikle bir yandan bu kategorilerin içerikleri sabitlenir ve doğallaştırılırken bir yandan da en kendimize ait, en biz olduğumuzu sandığımız zamanlarda, tahmin edilebilir, üstelik de iktidarı yeniden üretir bir biçimde davranırken buluruz kendimizi. İktidarla kimlik arasındaki sıkı ilişkiyi bozmanın temel çaresinin kimlikleri “aşmak” ve kimlikleri yapı bozuma uğratmak olarak gösterildiği bu eğilimde, kendimize aitlik ancak ve ancak kimliklerden uzaklaşmak, geçişken, ikilikleri aşan ve benliğe değil icraya (performatif) dayalı bir toplumsallığı benimseyerek gerçekleşebilir.

Örneğin Judith Butler’a göre kimlikler ancak icra sayesinde gerçekleştikleri için icra sayesinde de alt edilebilirler. Ona göre icranın iktidarı bozguna uğratmasının yolu kimliği ve kimliğin ölçütlerini üstlenmemekten geçer. Yani kadın doğulmaz olunursa, o zaman iktidarla aramıza mesafe koymanın en iyi yolu kadın olmamak, kadın kimliğini üstlenmemek, hatta hatta ikili bir yapıya dayanan kadın ve erkek kategorilerini topyekûn ret etmekten geçer. Böylelikle kimliklere referans yapmayan yeni icra biçimleri ortaya çıkar. Her ne kadar kimileri bu icra biçimlerine yeni isimler vermeye kalksa da (eşcinsel, queer, dünya vatandaşı vs.), Butler’a göre esas olan, merkeze kimlik isimlerinin değil, farklı icraların, ve bu icraların etik ve estetiğinin alınmasıdır. Öte yandan önceleri birer kimlik bozguncusu olarak ortaya çıkan farklı kimlikler, sabitlenir, tahmin edilebilir, denetlenebilir, ve dolaşımları belirlenebilir oldukça muhalifliklerini kaybederek, bir başka iktidar mekanizması haline gelir ve aşılmaları gerekliliği ortaya çıkar. En fazla cinsiyet çalışmalarında alıcı bulan bu fikriyatın her gün yeni cinsel ve cinsiyet kimliklerini doğurması bu bozma ve sabitlenme diyalektiğinin yansımasıdır.

Butler ve ona benzer düşünenlerin kimliğin belli ölçütleri esas alarak icra edilen ve böylelikle sabitlenen bir şey olduğunu söylemeleri kanımca çok kıymetli bir bakış açısı. Ancak buradan yola çıkarak kimlikleri bozguna uğratmanın yolunun kimlikleri aşmak ve üstlenmemek olduğu sonucuna varılmasını sorunlu görüyorum. Kimlikler icra edilmekle kalmaz ve sadece iktidarın işini görmez. Aynı zamanda bedenimize, taşa, toprağa kazınır. İçinde çelişkiler, farklı duygulanımlar, hafızalar, bağlanmalar ve bağlılıklar taşır. Kişiyi toplumsal olanla ilişkilendirir, toplumsal olan içinde hareket etmesini, borçlar ve hediyeler dünyası içinde yer edinmesini sağlar. Kimlikler bizi cemaatlere bağlar ve bu sayede toplum kırıma yönelen devlete ve kapitalizme karşı isyan etmemizi kolaylaştırır.

Abdullah Öcalan’ın cinsiyet ve ulusal kimlikle ilgili yazını benim açımdan tüm bunlara ışık tuttuğu için aydınlatıcı. Abdullah Öcalan her ne kadar Michel Foucault ve Judith Butler’ın kimlikle ilgili eleştirilerini hesaba katsa da, anti-sömürgeci bir düşünür olarak onların izledikleri yolu büküyor, değiştiriyor ve karşımıza kimlik-iktidar ilişkisini yeniden düşünmenin farklı yollarını çıkartıyor. Böylelikle sadece kadınlık ve Kürtlük için değil aynı zamanda erkeklik ve Türklük gibi egemen kimliklerin de sağıltılması, köksüzleşmeden ve ret etmeden iktidarla arasına mesafe koyması konusunda düşünmemizi kolaylaştıracak izlekler sunuyor.  Pratik bir sorunsala indirgeyecek olursak bu yazıda şu soruyla ilgileniyorum: Türklükle baş etmenin yolu, Türklüğün iktidar üretici, ırkçı, sömürgeci ve erkek egemen bir kimlik olmasının bozuma uğratılması, Türklükten vaz geçerek mi olmalı? Türklük üstten atılarak, üstlenilmeyerek, Anadolu topraklarında demokratik bir varoluş düşlenebilir mi? Buna cevabım yine Abdullah Öcalan’ın yazılarında yola çıkarak hayır olacak.

Türklüğün devlete ait kılınarak içi boşaltılmış, yağmalanmış ve iktidarla tam uzlaşıya uygun bir hale getirilmiş olduğunu yadsımıyorum. Tam tersine, Türklük sömürgecilikle iç içe gelişen bir kimlik ve kamusal alanda adına talep ürettiği ilk andan itibaren bu özellikle birlikte gelişiyor. Büyük ölçüde devlet tarafından ve farklı etnik arka planları unutturarak oluşturulmuş, bu sebeple de içeriği devletlu bir biçimde doldurulmuş bir kimlik. Ancak günümüzde milyonlarca insan tarafından da üstlenilmiş olduğu gerçeği ile karşı karşıyayız. Yine de yakın tarihe kadar Türklüğün herşeye rağmen bir diyalektik içinde oluştuğunu iddia ediyorum. Türklük sadece egemenlik değil aynı zamanda ezilmişlik, mahcubiyet ve müteşekkirlik duygularından da beslenen bir yerin üstlenilmesini de mümkün kılıyordu. Popüler kültür bu halin çeşitli çehrelerini hikayelendirmekte, kendine ağlamak ve gülmekte oldukça nitelikli hikayeler de üretiyotdu. Bu diyalektiğin Türlüğün hem sömürülen hem sömürgeci, hem iktidarda olan hem de bir türlü iktidarda olamayan, hem haksızlığa uğrayan hem de talepte bulunan bir kimlik olmasından ileri geliyordu. Nitekim 90’larda Kürdistan’da yaşanan felaketleri bilemeyen, bilmeyen, bilmezden gelen bir kimlikten söz ediyoruz.

Bugün ise devletin emperyalizme eklemlenmesi ve emperyalist zevklerin ve arzuların Türk kimliğinin merkezine yerleştirilmesi bu kimliği eskisinden de daha fazla yağmalanmış, içeriksiz, ideolojisiz, diyalektiği olmayan bir egemenlik kimliğine büründürdü. Yine de önümüzdeki ekonomik, toplumsal ve siyasi krizin Türklük için dahi bazı olasılıklar barındırdığı kanısındayım. Burada bu olasılıkları tartışmak için etnik ve ulusal kimliği ayıracağım. Çünkü Türklük kimliğini hala sahip çıkılabilir hatta sahip çıkılarak dönüştürülmesi mümkün bir şey olarak görmemin iki analitik boyutu bulunuyor. Birincisi ben kimim sorusunun yanıtı olarak etnik kimlik, ikincisi ise ben nasıl yaşamak istiyorum sorusunun cevabı olarak ulusal kimlik. Yağmalanmış bir kimlik olan Türk kimliğinin içinin yeniden doldurulması etnik kimliğe denk gelirken, bu kimliğin başkalarıyla beraber eşit ve adil yaşama sorunsalı ise ulusal kimliğe denk geliyor.

 

Etnik Kimlik    

Etnik kimlik de cinsiyet kimliği gibi verili değildir elbette ve aynen Judith Butler’ın dediği gibi üstlenilerek ve icra edilerek oluşur. Bu kanımca etnik kimliği boşa çıkartmaz. Nihayetinde insan toplumsaldır ve her türlü varlığı toplumsallıkla uyumlu ya da çelişkili ancak toplumsallık içinde gelişir. Etnik kimlik insanı tarihsellikle donatır. Ona kök verir. Kendini belli bir devamlılık içinde bulmasını ve borçlar ve hediyeler dünyasının içinde kendini yuvalamasını sağlar. Öcalan’a göre, etnik kimlik aynı anda hem üstlenilmesi hem de yeniden yapılandırılması, çelişkileri açığa çıkartarak çözümlenmesi gereken bir kimliktir. Kişi ancak ve ancak etnik kimliğinin ona verdiği ölçütlerle yüzleştiği, bu ölçütleri bilince çıkardığı ve demokratik topluma katkı sağlayacak şekilde yeni ölçütler belirlediği oranda etnik kimliği onun kendi hakikati haline gelir.

Kimlikten vazgeçilerek bireysel ölçütler yaratmanın demokratik toplumun oluşmasına bir katkı sunmayacağı, bunun liberal bir özgürlük anlayışının ötesine geçemeyeceği ve bu özgürlüğün toplumsallaşmadığı ölçüde öyle veya böyle tekrar iktidarın hizmetine gireceği açıktır. Yani kimlikle ilgili yukarıda bahsettiğimiz süreçlerin dönüşüm getirmesi için bir toplumsal hareketlilik içinde tartışılması ve icra edilmesi gerekiyor. Nitekim Kürt hareketi başta olmak üzere birçok toplumsal hareket bunu yapma çabası içinde. Bizim sorunsalımız ise bu çerçevenin egemen bir kimlik olan Türklük açısından da gerçekleşip gerçekleşmeyeceği.

Bir diğer deyişle soracak olursak Türkler, Türklüğü üstlenenler, Türklükle ilgili olarak kendilerini yeniden inşa edebilecek ölçütler geliştirilebilirler mi? Bunun bir milliyetçilik hareketi içinde olamayacağı da açık. Çünkü milliyetçilik tam tersine var olan ölçütleri, yani egemen olan ölçütleri kutlayarak ve ona sahip çıkarak işleyen bir ideoloji. Yani kişiyi kendi olmaktan uzaklaştıran, biz kimiz sorularına hazır cevaplar üreterek onu iktidarın manivelası haline getiren bir düşünce biçimi. Bizi ilgilendiren ise Türklerin biz kimiz sorusuna kendilerini tarihselleştirerek farklı cevaplar verip veremeyecekleri. Egemen bir etnik kimliğin devletten kopması ancak böyle bir izlekle mümkün.Tarihsel olarak Türklerin böyle bir izlekle hareket ettiği oldu. Bunların başında 68 kuşağı geliyor. 68 kuşağı birçok açıdan milli bir kuşak ancak milliyetçi değil. Halihazırda bizleri hala bu kadar etkiliyor olması, hala kendine Türk diyenlerin kafasını meşgul ediyor, dilinden düşmüyor olmasının en önemli sebebinin bu olduğunu söyleyebiliriz. 68 Kuşağı sadece işçileri ve köylüleri değil aynı zamanda Türklüğü de devletten özgürleştirmek için yola çıkmış bir kuşak olarak tarihe damgasını vuruyor. Bir ölçüde Gezi hareketinin de benzer bir hareket olduğunu söylemek mümkün. Türklüğün devletten koparak bir etnik kimlik olarak muhalifleşebileceği ve var olan oligarşik düzene ulus egemenliği bakış açısıyla karşı çıkabileceğinden yola çıkan ve bugün bu bağlamda hareket eden bir gruba örnek verecek olursak o da Yurtseverce hareketi. Okuyuculara manifestolarını okumalarını öneririm. Tüm bu hareketler elbette sadece biz kimiz sorusuna değil, Kürtlerle ilişkilerinde başta olmak üzere, tüm dünya ile ilişkilerinde biz nasıl yaşamak istiyoruz sorusuna da cevap arıyorlar. Ona da birazdan geleceğim.

Kısacası etnik kimlik, Hikmet Kıvılcımlı’nın yazılarında bahsettiği muhalif ve dönüştürücü asabiyeyi temsil eden, iktidarı sorgulayabilecek ve tarihten örneklerle yeni demokratik ölçütler geliştirebilecek, duyguları ve duyuları harekete geçirebilecek bir potansiyel. Ortaya çıktığı dönemi ele alacaksak, İlker Cörüt’ün yazılarında çokça belirttiği gibi millet fikri bir eşitlik fikrini içinde barındırıyor ve bu sebeple de yapısal olarak sürekli hiyerarşiler oluşturan devletle çatışma içinde. İktidarlar ise milletin değerlerini, eşitlik arzusunu ve kimliği içinde olan olumlu ölçütleri yağmalarayak kendilerini gerçekleştiriyorlar. Bundan Türklüğün de muaf olduğunu düşünmek yanlış olur. Ancak Türklüğün bugün tekrar eşitlik ve özerklik talep eden reel bir ihtimal olabilmesi için Türklük kimliğinin tekrar Türk solu tarafından kurulması, solun Türklüğü sakınmadan ve tüm bagajlarıyla sahiplenmesi, yeni ölçütler geliştirerek, Türklüğü bir isyan, bir talep, devlete karşı bir hareket alanı olarak kurgulaması gerekiyor. Türklüğün sağa bırakılmaması, devletten kopartılarak bir etnik kimlik olarak yeniden canlandırılması ise ne yazık ki bugün solun gündemine giremiyor. Oysa ki hatırlamamız gerekir ki Mısır’dan Venezuela’ya tüm kitlesel halk hareketleri bu kimlikle ortaya çıktı.

 

Ulusal Kimlik

Etnik kimlik kişiyi köklerine, topluma ve toplumsallığı kuran hediye ve borç ilişkilerine dahil ediyorsa, ulusal kimlik ise gelecekle bağları kuruyor. Birbirimizle ve başkalarıyla olan ilişkilerimizi hangi zeminde ve hangi ölçütlerle gerçekleştireceğimiz sorusunu gündeme getiriyor. Yani nasıl yaşamalıyız sorusunun cevabı oluyor. Bu ölçütlerin demokratik olarak tanımlandığı durumlarda demokratik ulustan bahsetmek mümkün. Benim anladığım kadarıyla demokratik ulus etnik kimliklerin ötesinde, birlikte ve belli bir demokratik hukuk çerçevesinde yaşamayı kabul eden tüm farklı kimlikleri kapsıyor.

Türklük etnik bir kimlik olarak devletten ayrıştığında dahi ulusal bir birlikte demokratik olabileceğinin garantisi yok. Bunu kabul etmek gerekir. Türkiye Cumhuriyeti’nde ulus (Nejat Ağırnaslı’nın olağanüstü tespitine göre) bir hadler dağılımı. Kimin neyi ne kadar yapabileceği, kiminle nasıl ilişkileneceği meselesinin son derece hiyerarşik olarak belirlendiği ve bu hiyerarşinin temelini cinsiyet eşitsizliğinin belirlediği bir toplumsallıktan bahsediyorum. Başka topraklardan bir örnekle açayım: Siyah bir kadının yazdığı bir kitabın önsözünden geliyor örneğim. Bir park yerinde çocuğu ile arabada beklerken, onun yerini almak isteyen ve bu sebeple parktan çıkıp çıkmayacağını soran bir beyaz kadınla muhabbetini anlatıyor önsözde. Beyaz kadın ona teklifsiz bir samimiyetle davranıyor, kişisel sorular soruyor, hatta onu azarlıyor ve akıl öğretiyor. Hadler dağılımı derken kastettiğim bu. Kimin neye haddi var, hangi sınırlar çerçevesinde hareket ediyor? İşte burada devreye Türklüğün ayrıcalığı ve elbette kendi içindeki ayırımları işin içine giriyor. Bir Türk erkeğinin hadleri ile bir kadının, bir Kürdün, bir yoksulun hadleri eşitsiz bir biçimde dağılmış ve bu dağılım sorgulandığında, Türk sadece ayrıcalığını yitirdiğini değil basbayağı haysiyeti ile oynandığını düşünüyor. Bunu değiştirmek ve Türkü sadece devletten kopmuş bir etnik bir kimlik değil, alelade bir etnik kimlik haline getirmek siyasetin ve bilinçlenmenin ötesinde toplumsal bir devrim gerektiriyor. Bu toplumsal devrimin ise başta kadınlar ve gençler olmak üzere Türklük karşısına görecelendirilmiş tüm halkların ve kimliklerin kendi hadlerini aşmalarıyla mümkün olacağını söylemek gerek.

Bir diğer deyişle Türk kimliğinin hadler dağılımındaki ayrıcalığından kopartılması, hadler dağılımının temelinde yatan cinsiyet, yaş ve başka eşitsizliklerin bozulması ile mümkün. Bu ise şu anda öncelikle çok güçlü ancak kendi kimliği içinde hareket eden bir kadın hareketi ve gençlik hareketi ile mümkün diye düşünüyorum. Barınamayanlar hareketi örneğin böyle bir hadsizlik hareketi olmaya aday.

Var olan dünyada etnik sınırlara çekilmeden gerçekleşen her hareket ve her konuşma, kendisini evrenselmiş gibi konumlandırmaya mahkum. Böyle konuşma ve var oluşlar bugünkü Türkiye’de iki, üstelik ikisi de birbirinden tehlikeli sonuç doğuruyor. Ya tüm kimlikleri göreceleştirerek ve marjinalleştirerek kendini etnik üstü, cinsiyet üstü bir yere yerleştiriyor, ya da ezilenlerle “dayanışma” dışında her türlü sözden kendini mahrum kılıyor. Birinci konum devletlikten kopamazken, ikinci konum ise muhatap olmaktan çıkıyor ve kendi hareket alanını, özerkliğini daraltıyor.

Türklüğün tüm bagajları ile ve yeniden kurgulanmak üzere üstlenilmesi her şeyden önce Türklüğe de haddini bildiren bir yer. Türklüğü evrensellikten çıkaran ve kendini sadece dayanışma üzerinden kurarak sorumluluktan ve çatışmadan kaçan öznelliklere meydan okuyan bir yerin kurulması ancak böylelikle mümkün. Aslında Öcalan’ın Türk tarafında muhatap alınabilecek bir lider olmadığını söylemesi de bu bakış açısından düşünüldüğünde daha da kolayca anlaşılıyor.

Öte yandan Türkleri Türklüğe davet etmenin, Türklüğü siyasileştirmenin, Türklüğü milliyetçi olmayan bir kimlik siyaseti içinde yeniden kurgulamanın, pragmatiklikten oldukça uzak olduğunu da belirtmek gerekir. Bu basbayağı Türkleri devletle kendileri için, kendi özerklikleri için, kendi eşitlikleri için bir savaşa davet. Her cephede sürdürülen ve toplum kırımı esas stratejisi olarak belirlemiş olan iç savaşta saf tutmalarını istemek demek. Ancak halkların başkaları için dayanışma için değil ancak kendileri için, kimlikleri ve nasıl yaşamak istedikleri için bu savaşa katılacağını bildiğimize göre Türklerin yağmalanmış kimliklerine yeni ölçütler geliştirerek sahip çıkmaları gene de barış ve demokrasi için tek çare gibi görünüyor.

 

*Bu yazı İlker Cörüt’le sohbetlerimiz sayesinde kaleme alınabilmiştir.

 

Bunları da beğenebilirsin

Yoruma kapalı.