Düşünce ve Kuram Dergisi

Ahlaki-Politik Topluma Doğru; Rıza Şehri ve Aleviler

Nesimi Aday

“Kime göre ahlâk?”

Postmodern çağda ahlak gibi göreli bir kavram üzerine konuşmak, yazmak mayın tarlasında yürümek kadar zor.

Özünde iyilik ve kötülük, doğru ve yanlış gibi özneye göre pozisyon alma bilgisini barındıran ahlak, kimine göre ‘değer’ iken, ötekinin terazisinde kıymetsizlik arz edebilir. Sizin toplumsal kültürünüze göre etik görünen bir söz veya eylem, öteki sosyal tabakalarda etik dışı olabilir.

Günümüzde insanların üreme organlarından utanmaları, onları gizlemeleri ne kadar ahlâki ise, geçmişte de tersine sergilenen övünç kaynakları (Kibele örneği) olduğunu, yanı başımızdaki Anadolu arkeolojisinden öğrendik.

 

Devletin Araçsallaştırdığı Kavram…

Çocukluktan itibaren benliğinize dayatılmış olan kimi kalıpları ömrünüzün sonuna kadar taşımak zorunda kalırsınız. Ahlak da öyle… Bu sübjektif ve soyut kavram, başta dinler ve dinsel öğretiler olmak üzere, eğitimden siyasal örgüt-partilere kadar hemen her alanda hayatımızı emir kipiyle yaşamımıza biçim vermeye çalışır. Birine ‘’Ahlaklı ol!” dediğinizde, kendi siyasal, inançsal, töresel değerlerinizin cümleleşmiş kipiyle söylemiş olursunuz.

İnsanın eylem ve seçimlerine, çoğunlukla pozitif biçim veren ahlak; evrensel olmayıp beslendiği kültürel kodların izlerini de taşır. Bu kodlar aile, cemaat, aşiret nüveleri taşıyacağı gibi, sosyalistlerin sıkça kullandığı ‘’devrimci ahlak’’ kavramı örneğinde olduğu gibi, siyasal mekanizmaların davranış özelliklerini de bireye taşırlar.

Devletin yönetimindeki halkı siyasal iktidarı için, ahlâk kavramını araçsallaştırıp yeniden yapılandırdığı da sıkça görülmüştür. Devletin, halkı inanç ve ritüeller aracılığıyla, bekası için çok kez domine etmiştir. Ortadoğu’nun despotik rejimleri bu toplum mühendisliğinin örnekleriyle doludur. Nietszche, ‘’Ahlak, törelere itaat etmekten başka şey değildir’’ demekte haklı mıydı acaba?!

 

Kimin Ahlakı?

Devlet ve onun kurumsal aygıtlarına sahip olan egemenler, tarih boyunca heretik akımları düşmanlaştırıp her türlü şiddet pratiğini sergiledikleri hafızalarda canlılığını koruyor hala. Türkçe’ye de hakaret ve küfür yüklemleriyle geçen ‘’Gavur’’, ‘’Dürzü’’, ‘’Kavat’’, Kızılbaş’’ gibi deyim kelimeler, iktidarda bulunan yöneticilerin elinde kırbaç görevi görmüştür. İktidar elitleri, yandaşlarını domine etmek için etnik, dinsel ya da siyasi rakiplerini küfre dönüştürdükleri bu isimlerle itibarsızlaştırma operasyonları yapmışlardır.

Dersim Soykırımı’ndan önce bölgeye giden sosyal bilimci ajanlar egzotik bir coğrafya profili çizip ‘çağdaşlaştırılması’ gereken vahşi Kızılbaş kabilelerden bahsediyorlardı. Barbaros Baykara gibi kerameti kendinden menkul kişiler yazdıkları romanlarda (‘’Dersim 1937’’, ‘’Tunceli 1938’’) özgürlüğüne düşkün Dersimli kadınları erotik imaj olarak sunuyorlardı.

Aleviler, Osmanlı İmparatorluğu’ndan Türkiye Cumhuriyeti’ne kadar uzanan geniş bir zaman aralığında hep ötekileştirildiler. Osmanlı belgelerinde çoğunlukla ‘’Rafızi’’ ya da ‘’Kızılbaş’’ kelimesiyle şiddet, hatta ölümle yan yana kullanıldı.

Sünni İslam tandanslı iktidarların ontolojik sakatlık yaratan pervasızlığı günümüzde de görülmektedir. Rousseau, “Politikayı ve ahlâkı ayrıştırmamak gerekir” demekte çok haklı!

Bizanslılar, kendileri gibi yaşamayan Pavlikanları, Osmanlılar, Muhammed Peygamber’den sonra yaşanan dogmatik İslam’ın kalıplarına uymayan Alevileri inanç farklılıklarından dolayı orgia (törensel ayin) yapan ‘’ahlaksızlar’’ olarak suçlayıp katledilmelerini emretmişti.

Alevilerin kadınlı erkekli ibadet gelenekleri ile Pavlikanların dinsel ayinleri, merkezi otoritenin hışımından nasibini almıştır. Hristiyanlık dışı bir inanç sistemleri olmalarından kaynaklı Pavlikanlar, katliamlardan kurtulmak için tıpkı Aleviler gibi dağları mesken tutmuşlardı. Bu arada Bizans’ın doğu sınırında yaşayan bu topluluğun zamanla Ezîdî ve Alevilere dönüştüğü iddiası da mevcut.

İktidarın egemenlik alanında, kendi dışında varoluşları, gayrı ahlaki olmakla suçlamaktan çekinmediğini görüyoruz. Genel bir ahlak tanımı yapılsa da her topluluk bulunduğu mekan ve zamannın rengini taşır. Bu durum ahlaki edimlerin ahlak tanımını da değişken kılmasına götürür. Dolayısıyla burada ‘’Kimin ahlakı, kime göre ahlak?’’ soruları sorulabilir.

 

Rıza Şehri ve Sûfî

İmam Ali’nin torunlarından Caferi Sadık 8 Aralık 765’te, Abbasi Halifesi Ebu Cafer el‐Mansur tarafından zehirlenmeden önce, ütopik bir şehir ve düzen önermesinde bulunmuştu.

İmam Cafer, T. Campenella ve Thomas More’un ünlü Ütopya eserinden çok önceleri düşünsel ütopyası olan Rıza Şehri’ni ‘’Buyruk’’ isimli kitabında hikayeleştirmişti.

Sınıfların ve sömürünün olmadığı, ortak mülkiyetin toplumsallaştığı, güzel ahlakın kurumsallaştığı bir yeryüzü cennetini tasvir eden Caferi Sadık ne yazık ki More’un ulaştığı üne ve entelektüel itibara kavuşamadan diğer Ehli Beyt canları gibi katledilmişti.

Cafer Sadık, Rıza Şehri isimli ütopik kent devletini özetle şöyle anlatır: “Bir zamanlar bir sufi dünyaya seyahate çıkar. Bir gün yolu bir şehre düşer. Bu şehir, şimdiye kadar gördüklerinden farklıdır. Sabah herkes işine gücüne gitmekte, sessizlik içinde yaşam sürmektedir. Şehrin alışılmamış bir düzeni vardır. Sufi bu düzeni görünce şaşar kalır. Öyle ki yaklaşıp birine bir şey sormaya cesaret edemez. Karnı acıkınca bir fırına girer, parayla ekmek satın almak ister. Fırıncı hayretle paraya bakar. ‘Nedir bu? Biz bunu kaldırmak için yıllarca uğraştık, büyük savaşlar verdik. Anlaşılan sen rıza şehrinden değilsin? Sen dünyalı olmalısın’ der.”

Sufi sonra bir kadınla tanışır. Onunla buluşmaya giderken bir nar bahçesinden birçok nar koparır ve aceleden ağacın bazı dallarını da kırar. Kadın narları görünce, “Beni düşündüğün için sağ ol. Ama o bahçenin yerini, varlığını ben de biliyorum. Canım isteseydi gidip ben de alabilirdim. Şimdi benim canım istemiyor. Bu narlar burada boşuna çürüyecek. Başkalarının hakkını boşuna çürütmüş olacağız. Narları koparırken bahçeye de büyük zarar vermişsin. Acelen ne, burada senden kimse bir şey kaçırmıyor ki?” der.

Sufinin şehre ayak uyduramayacağını anlayan kadın, onu Ulular Meclisi’ne götürür. Sufi, ihtişamlı bir binaya götürüleceğini sanırken küçük bir yapıya götürürler. Yerlere basit kilimler serilmiştir. Ak sakallı ulular, bağdaş kurmuş şehrin sorunlarını tartışmaktadırlar.

Sufinin karnını doyurup onu konuk ederler. Rıza Şehri’nde her şeyin rızalıkla yapıldığını, paranın, pulun geçmediğini, rızalıkla istediğini alıp istediğini yapabileceğini söylerler ve dünyalı misafiri rıza şehrinden yollarlar…

Sokrates, ‘’Herakleitos’u anlamak için Delos’lu bir dalgıç olmak gerekir’’ demiş.

 

Hakikat ile Sınanan Yol

Kuran-ı Kerim, Hucurat Suresi’nde ‘’Mutlaka ki Allah’ın yanında en değerli olanınız, O’ndan en çok korkanınızdır’’ der. İslam’ın akide kitabında korku içerikli benzeri sözlere sıklıkla rastlanır.

Yine Mısır Firavunlarının zulmüne uğrayan Musa ve İsrailoğullarını kurtarma uğraşı veren Tanrı’nın, bir gece evlere ölüm yağdırıp bütün çocukları öldürdüğü rivayet edilir.

Çocukları öldüren “Musevilerin Tanrısı” ile kavimleri helak eden “İslam’ın Allah’ı” (keza Hıristiyanların) bu korkutucu buyruklarına rağmen, Alevilerin inanç önderleri insanları sadece vicdana çağırır ve hakikati gösterme uğraşına girer. Çünkü arif isen zaten göreceksindir o hakikati. Değil isen bir yol’a girip bu yolu da batın ile görüp zahir ile yürümelisin. İşte o vakit “Arifler bir dükkân açmış, ne ararsan var içinde’’ diyen Pir Sultan Abdal’ı gönül gözüyle görmüş olursun.

Alevi inanç felsefesi, İslam’ın ve diğer semavi dinlerin aksine korku ve emirle değil gönüllülük ve akıl esasları üzerine bina edilir. İslam’da topluluklar emir ve korku ile “terbiye” edilmeye çalışılırken Aleviler, Rıza Şehri hikayesinde olduğu gibi varoluşlarının esasını “rızalıkla” açıklarlar. Keza, gönüllü gerçeklikle vardıkları üstün insan (İnsanı Kamil) merhalesine de, dört kapının sonuncusu ve aslı olan Sırrı Hakikat kapısından geçtikten sonra ulaşacaklarına inanırlar.

Alevilerin kutsalları olan ziyaret ve evliyalara (Hızır dahil) atfedilen hikaye ve mesellerde ise insanın öldürülmesi bir yana kurdun kuşun, börtü böceğin de hakları gözetilip doğada yaşayan tüm canlılar yad edilip eşitlikçi bir düzene “hu” çekilir.

Çeşmeden su içerken bile helallik alan Alevilerin tüm canlı ve cansız varlıklara saygısı eşit mesafede olagelmiştir. Günümüzün kapitalist modernist sistem içerisinde diğer topluluklar gibi bu geleneksel değerlerini yitirmeye başlayan Aleviler, diğer topluluklara oranla şanslı sayılabilirler. Çünkü geleneksel öğretilerini sözlü olarak genç kuşaklara aktaran az sayıda piri fanileri yaşıyor daha.

‘’Yaradan ‘Ya Musa kendinden daha aşağı bir mehluqat getır’ dedi. Musa şehre geldi, ‘Tüccarı götırem, taciri götırem, baqqalı götırem, bilmem neyi götırem.. Orada bir köpek vardi. Binanın kenarına uzanmiş. Helqayi tağdi boynıne, sürikledi. Köpek dile geldi. ‘Ya Musa ben ğızmetımi yaptım’ dedi. ‘Gündız ağanın malıni, dewarıni qoridım, gece de sebehe qeder deyağ yiyidım ben. Sen seni götır. Ben ğızmetımi yaptım.’’ [1] *

Kuran-ı Kerim’in Zuhruf Suresi’nde ‘’Biz onların dünya hayatındaki geçimliklerini taksim ettik ve bir kısmının diğerlerine iş gördürebilmesi için, bir kısmını bir kısmından derecelerle üstün kıldık’’ diyerek insanlar arasındaki eşitsizliği meşru görürken Aleviler, Şeyh Bedreddin’in sözüyle “yarin yanağından gayrı her şeyi ortak” görmüşlerdir.

Yedi Ulu Ozan’dan biri olan Fuzuli, eşitlikçi toplum felsefesini şu dizelerle pekiştirir; “Fanilik köyünde akıllı ile deli birdir / Denizin dibinde inci tanesi ile taş birdir / İyilik ve kötülük ortadan kalkınca / Mescid de meyhane de birdir” der.

Musa Peygamber meseli ve benzerleri Alevi halk hikayelerinde ve Kürt fabllarında sıkça çıkar karşınıza. Sadece insanları değil bu alemde yaşayan her şeyi (melekler dahil) eşitlerler. Mazdeklerden, Karmatilere oradan Alevi topluluklarına (örneğin Tokat Sıraçları) kadar sirayet eden ortakçı ahlak yaşanır bir dünya için umut vaat etmeye devam edecek gibi.

 

Eline, Beline, Diline Sahip Olmak

İnançlarından kaynaklı hakaretamiz tanımlamaları saymazsak, Alevilerin ahlaklı insanlar olduklarına dair örtük bir içtihat vardır. Bu toplumsal yüklemi de hiç kuşkusuz ki yaşamsal deneyimler yaratmıştır. “Eline, beline, diline sahip ol!” ontolojik önermesi, bu toplumun gündelik yaşam davranış kodlarını da yapılandırmıştır.

Benzer düsturları Zerdüşt Peygamber olmak üzere diğer Ortadoğu dinlerinde de (örneğin 10 emir) görmek mümkün. Zerdüşt: “Ey insan doğru yolu terk etme! İyi düşün, iyi yap, doğru söyle. Kötü ruhun değil, iyi ruhun yanında ol. Bizde yemeden içmeden gün geçirmek haramdır. Bizde oruç elle, belle, dille tutulandır.” der.

Aleviliğe tekrar dönersek; elinle çalmayacaksın, belinle cinsel arzularını kontrol edeceksin, dilinle yalan söylemeyeceksin. Nefsi terbiye amaçlı söylenmiş olan bu üç “emir” Marifet Kapısı’nda Pir yardımıyla sınanacaktır çünkü. Çoğunlukla sözlü kültürle (beyitlerle) aktarılan bu yapısal önermeler, Alevilerde grupsal belleğin inşasının temel yapı elementleri niteliğindedir.

Birçok din ve ideoloji rakip gördüğü insan ve toplulukları ötekileştirirken Mevlana sadece “gel” der. Bu çağrıyı felsefesinin “büyüklüğünü” bilerek yapar. Gelecek olanın orada biçim alacağından emindir. “İster kafir ol, ister mecusi, ister yüz kere tövbe etmiş ol, umutsuzluk kapısı değil bu kapı” diyerek, ‘düşkün’ olanı dahi Alevilerden esinlenerek ‘yol’a katmak, şahlanmış olan nefsi büyülü gerçek içinde zerreye tahkim etmek ister.

‘’Dünya bir penceredir her gelen baktı geçti’’ diyen Yunus Emre’nin nefsini köreltip Tapduk Emre’nin dergahına girmek için kırk yıl sırtında odun taşıdığı rivayet edilir.

 

Şarkın Sosyalistleri Mazdekçi Komünarlar

Toplumsal mülkiyeti savunan Mazdekler, kadınları da elit tabakanın haremlerinden kurtarıp kamusal ve toplumsal hayatta eşitlikçi bir hayata taşımışlardı. Araştırmacı T. Nöldke “Şark Sosyalizmi” derken A. Christensen ise “Mazdekçi Komünizm” diye tanımlar bu ortakçı yapıyı. Mazdeklerin komünal sistemi daha sonra Karmatiler’de de vücud bulacaktır. Onlar da namazsız, oruçsuz, hacsız laik bir yönetim kurarlar.

Alevi topluluklar kadın ve erkekleri ibadet ve gündelik hayatlarında, çoğunlukla eşit statülerde tutmuşlardır. Bu seküler inanç topluluğu, sarıklarının altında yüzyıllarca dogma taşıyan adamları çok rahatsız ettmiştir. Başta Ebu Suud ve Hamza olmak üzere, çoğu Şeyhülislam, Alevilerin, kadınları kamusal alana taşımalarından büyük rahatsızlık duymuş, bu eşitlikçi sosyal pratiği ‘’ahlaksızlık’’ olarak fetvalarına gerekçe yapmışlardı.

Hubyar Ocağı’ndan Anşa Bacı 1887 yılında, Tokat kadısı tarafından yargılanırken ‘’İslama ve şeriata karşı gelip insanları dinden çıkartmak, Mezdek inancına yakın bir mezhep ortaya çıkartmak, yarin yanağından gayrı her yerde ve her şeyde ortak olmak’’ ile suçlanır.[2]

Görüldüğü üzere aradan binlerce yıl geçse de mülkiyet sahipleri ve onun korucu neferleri, ortakçı bir yaşamdan korkmaktadırlar. Korktukları için de ortakçı bir yaşam düzenini savunanlara karşı, hiç de Allah’tan korkmadan, iftira ve pogrom yapmaktan çekinmiyorlar.

 

‘’Kavaz’’ İsmi ‘’Kavat’a’’ Dönüşüyor…

Mazdeklerin her türlü egemenlikçi ve mülkiyetçi ilişkinin reddi üzerine kurulu sosyal düzeni, dönemin ünlü yöneticilerinden Sasani Kral 1.Kavaz’ı da aurasına alır.

Mazdeklerin kendi sosyal yaşamlarını görmesi için Kral Kavaz’ı komünlerine çağırdığı, komün hayatından çok etkilenen kralın, ziyaret sonrası, yoksulları çağırıp sarayın buğday ambarlarını kendi elleriyle ‘yağmalattığı’ (H. Rezi) söylenir.

Kavaz’ın komünarlarla birlikte hareket etmesi, bazı tarihçilere göre eşiyle birlikte orgia ayinlerine katılması, mülkiyetçi tabakayı ve ruhban sınıfı rahatsız eder. Geleneksel sistem yanlılarının “düşmanı” durumuna düşen Kavaz, isim olarak lanetliler safına itilir ve ismi günümüzdeki hali olan “Kavat”a dönüşür. (M.Anter)

 

Hallac-ı Mansur’dan Nesimî’ye ‘’Enel Hak’’ İtirazı

Tanrı’yı insanın cisminde gören Aleviler, binli yıllarda ‘’Enel Haq’’ (Tanrı insan) diyerek O’nu gündelik hayatın bir parçasına dönüştürmüşlerdi. Madem Tanrı insanı kendi suretinden yaratmıştı Aşık Daimi’nin nefesiyle söylersek; “Ona eğilsin(di) melekler.’’ Aynı bin yılda Ortodoks İslam bu fikri “şirk” olarak görmüş, itiraz etmiş ve itirazını da ölümle fetvalandırmıştı.

Hak ile hak olan Hallac-ı Mansur “Beni gören, O’nu görür, O’nu gören ikimizi birden görür” derken yaklaşık bin yıl sonra ortaya çıkan Kuantum Fiziği de ‘’Uzaklık da mesafe de sadece görüştedir. Zerre ne ise kül de odur’’ diyecekti. Hallac-ı Mansur’dan Baba Tahir Uryan’a, ondan Seyyit Nesimi ve diğer yol erkanlarına kadar birçok yol ereni bu fikri yüzyıllarca taşıdı.

İnsanı, felsefesinin temeline oturtan Hurufi şair Seyyid Nesimi “Bende sığar iki cihan, ben bu cihana sığmazam, Cevher-i lâmekan benem, kevni mekâna sığmazam’’ diyerek insanı iki cihana sığdıramayacak kadar yüceltir.

‘’Enel Hak’’ diyen Nesimi, şiirlerinde Aleviliğin temel düsturlarından biri olan Sırrı Hakikate ulaşmış insanı tarif eder. Güzel ahlâk sahibi üstün insan Tanrı’yı bedeninde eritmiştir artık; Tanrı insan, insan tanrı olmuştur.

“Zerreye aşina olanlar” der Hallac-ı Mansur. Onlar için her şey zerredir, noktadır, sıfırdır. Sıfırı ve zerreyi görenler de İnsan-i Kamil mertebesine yükselmişlerdir. “On sekiz bin alemi bir zerrede gördüm” diyerek yol’u yürümüş Muhiddin Abdal.

Musevilik, Hristiyanlık ve İslamiyet gibi üç büyük dinde Tanrı ulaşılmaz olan, işine karışılmayan, her şeyi mükemmel şekilde bilenken Alevilerde Hızır (Xızır) Tanrı mertebesinde olup gündelik hayatının bir parçasında maneviyat bulur. Tanrı korkulan, kul olunması gereken ilah değil; anne, baba, kardeş, hatta dost canlısı bir arkadaştır. Işıklar saçarak gelmekten öte, atına binip gelmektedir. Sırdır aynı zamanda. İhtiyaca göre hazır ve nazırdır.

 

Hakikatle Sınanan Yol…

Aleviler, parça iken bütün olmak, bütün iken de parçayı görmek için inanç ve toplumsal yaşamlarını koordine eden bir sistem kurmuşlardır.

Alevilik “din adamı” üzerine kurulu bir Yol da değildir. Alevilik Talip üzerine kurulu bir Yol’dur. Aleviliğin kaynağı ocaklardır. Ocak, dede ve talip birlikteliğine dayanan sosyal bir yapıdır. Dede ve talip neredeyse ocak da oradadır.

Alevilik’te Talip Pir’e, Pir Ocağa taliptir. Talip’in Dedesi, Dede’nin de Dedesi vardır. Dede’nin Dedesi talibin Mürşididir. Mürşit ise Yol’un talibidir. Yol’a talip olmak turab olmaktır.

Mürşit, Pir, Rehber, Talip, Yol’un talipleridir. Yol, Hakk’a giden Yol’dur. Hakikat, Yol’un sonundadır. Yol’un sonu Işığa açılmaktadır. Işık ki yer gök yok iken var olandır.’’ (Ü. Öztürk, Alevilik Sır İçinde Sırdır)

Mürşid, Pir/Dede, Rehber, Talip, Müsahip ve Kirvelik gibi kategorik kurumlar oluşturmuştur.

Dört Kapı, Kırk Makam Aleviliğin temel yasa ve ilkeleri olarak inanç dünyasını düzenler. Bu kapı makamlar Aleviliğin adeta yol haritalarıdır. Bir insanın Alevi olabilmesi (kan bağı dışında) ve Yol’un üzerindeki sır perdesini aralaması için bu dereceleri layıkıyla alması/aşması gerekir.

Yol’a girmek isteyen bir Alevi öncelikle bir Müsahip edinmeli ve İkrar Cemi’nden geçmelidir. Böylece Dört Kapı’ya ulaşmak için yolculuğa çıkılabilir.

Aleviliğin temel yapı taşı olarak görülen Dört Kapı ve Kırk Makamı İnsanı Kamil olmak için yürünecek yolun anahtarlarıdırlar.

Bir Alevi ilk olarak Şeriat Kapısı’na varmalı. İçsel enerjisini burada sınamalıdır. Kişi ilk yol bilgisini Şeriat Kapısı’ndan alacaktır. Buradaki “şeriat”ın İslam şeriatıyla ilişkisi yoktur.

İkinci olarak Tarikat Kapısı’nın eşiğine varmalı kişi. Bu kapı ikrar verip Yol’a girme kapısıdır. Burada Pir, talibi Yol için sınayacaktır.

Aleviliğin üçüncü kapısı Marifet Kapısı’dır. Bu kapıya ulaşan insan bir mürşid eşliğinde dervişan olmuştur artık. Bu kapıdan geçen can İnsanı Kamil olarak itibarlandırılır.

Son ve en manevi kapı Hakikat Kapısı’dır. Sırrı Hakikat da denilen bu kapıya varan canların, Tanrı’yı kendi özünde bulma yetileri oluşmuştur. Bu aşamaya varmış canların gözlerindeki sır perdesi kalkmıştır. Batını da zahiri de görüyordur insan.

Hünkar Bektaşi Veli’nin “Hararet nardadır saçta değildir, akıl baştadır taçta değildir, her ne arar isen kendinde ara, Kudüs’te, Mekke’de, Hacc’da değildir.” sözleri tarikat kapısındaki bireyin iç dünyasına ışık tutar.

Aleviliğin felsefi yapısını oluşturan bu dört kapının da kırk makamı vardır. Bu kırk makamın manasına erişen kişi, sırrı hakikate erişen kişi olmuş, insan Tanrı’nın içinde erimiş, Tanrı da insanın içinde erimiştir. Dört kapı, kırk makamın bilgisine nail olan insan Enel Hakk’a ulaşmış sayılır.

İnsan bu içsel ve düşünsel yolculuktan sonra edindiği güzel ahlakla Rıza Şehri’nin kapılarını çalabilir…

 

Köyden Kente Göçler ve Alevilerde Yabancılaşma

Aleviliğin yapısal değişime uğramasını iki ana kategori altında görebiliriz. Birincisi, küçülen aileler ve büyük aileden miras alınan davranış ve ibadet geleneğinin sekteye uğraması, küçülen ailenin yani çekirdek ailenin de gelenekleri sürdürebilme motivasyonundan yoksun olması. İkincisi de dağlarda (kırsalda) yaşayan Alevilerin kapitalist hegemon güç tarafından kendi “modernist şehirlerine” sürülüp dejenere edilmesidir. Kapitalist modernite üretim ağı içerisinde etkisizleştirilen kişi, kültürel dünyasına da yabancılaşmaya başlar.

Köylerde ev ev dolaşıp manevi dünyalarını besleyen pir/dedelerin, kapitalist modernist kentlerde “gerici ve çağ dışı” olarak gösterilmesinden sonra toplumun direnç noktalarının kırılmasına sebep olmuştur.

‘’Evrensel bütünlüğü bozucu davrandığımızda ahlak bir dereceye kadar zarar görür. Kendi dışımızdaki bütünlüğe zarar verdiğimizde ahlak iyiden iyiye zarar görür. Kendi bütünlüğümüze zarar verdiğimizde ise ahlak tamamen çöker.” [3]

Kişinin kendine ve geleneksel çevresine yabancılaştığı kent yaşamıyla birlikte, Pir ile olan birebir ilişki kurulamaz olur. Tipik bir semavi din mekanını andıran cemevlerinin görece ‘resmi’ yapısı da eskiden yaşanan o samimi ilişkinin (pir-talip) tekrardan kurulmasını bir anlamda engellemiş oldur.

Kişinin kendine yabancılaşması, bağlı olduğu topluluk ya da inanç grubuna yabancılaşmasını da olanaklı hale getirir. Yabancılaşan kişi, sosyal yaşam ilişkileri içinde dejenerasyona neden olurken ahlaki deformasyona da uğrar. Doğal yaşam alanlarından koparılan kişinin eline de, beline de, diline de sahip olmasını frenleyen bir mekanizma yoktur çünkü. Marx bu duruma, ‘’bireylerin birbirlerinden ve kendi türsel varlıklarından soyutlanması’’ diyor.

Sosyal dokusuna yabancılaştırılan Alevi birey, tatmin olamadığı kendi sosyal çevresinden de uzaklaşır zamanla. Artık ne dinlediği saz, ne kulağına çalınan beyit / deyiş onun duygularını harekete geçirmeyecektir. Kültürel değerlerine yabancılaşan Alevi birey, zayıf düştüğü herhangi bir sosyal alanda, rakiplerinden gelen ilk zokayı yiyecektir.

Mazdeklerden Karmatilere, Horasan’dan Dersim’e, Hallacı Mansur’dan Nesimi’ye, Pir Sultan’dan Anşa Bacı’ya miras kalan Ehli Hak (Ehli Haq) yol süreği ve onların yarattığı ortakçı ahlak mirası; mülkiyet kaleleri kuran iktidar sahiplerini tedirgin etmeye devam ediyor. Çünkü sınıfsız, sömürüsüz bir dünyanın mümkün olduğuna inanan, bu uğurda mücadele eden yol serüvencileri var hala ve bu makaleyi Güneş Ülkesi’nin Rıza Şehri’nde yaşamak isteyen tüm ütopistlere armağan etmiş olalım…

 

[1] Kişisel arşiv. Halil (Delil) Aday. Dersim, 2017
*“Yaradan ‘ Ya Musa kendinden daha aşağı bir varlık getir’ dedi. Musa şehre geldi,’Tüccarı götüreyim, taciri götüreyim, bakkallı götüreyim, bilmem neyi götüreyim.. Orada bir köpek vardı. Binanın kenarına uzanmış. Halkayı taktı boynuna sürükledi. Köpek dile geldi. ‘Ya musa ben hizmetimi yaptım’ dedi. ‘ Gündüz ağanın malını, davarını korudum, gece de sabaha kadar dayak yedim ben. Sen kendini götür ben hizmetimi yaptım.”
[2] A.Kenanoğlu
[3] T.M.Ceylan, Dinamik Ahlak
Bunları da beğenebilirsin

Yoruma kapalı.