Düşünce ve Kuram Dergisi

Ahlak ve Toplumsal Norm

Yaşar Kırmızı

Toplumsal doğa ahlakın varlık gerekçesidir. Tarihin her çağında düşünür, filozof, peygamber, siyaset insanları tarafından üzerinde önemle durulmuştur. Ne var ki bu konuda yeterince çözümleyici olunmadığını ve “toplumsal hafızaya” dönüştürülmediğini tarihin pratik gelişmeleri bize çok açık göstermiştir. Bu nedenle uygarlık güçleri kendini büyüttükçe ahlak gerilemiş ve zayıflamıştır. Ahlaka ilişkin kavramsal, kuramsal düzeyde tanımlar geliştirilmiş olsa da, ahlakın tarihsel-toplumsal çözümlemesi bu çevrelerce güçlü biçimde geliştirilmemiştir. Tarihte ve günümüz dünyasında ahlaka yüklenilen anlam bu kavramın ruhunu, özünü ve canlılığını yansıtmayan dar, sığ ve basit tanımlamalarla geçiştirilmiştir. Esasta toplumsallıkla bağı kopartılmıştır. Ali Fırat kavramsal düzeydeki ahlak tanımını ortaya koyarken “Basit anlamda kurallara göre yaşamak” ifadesini kullanır. Bununla birlikte Ali Fırat ahlak konusunda oldukça kapsamlı ve derinlikli çözümlemeler geliştirmiştir. Bu alanla ilgilenenlerin birçoğu, ahlaka ilişkin daha çok “devlet teorisine” giriş düzeyini aşamayan yaklaşımları söz konusudur.

Uygarlığın yol açtığı kaos ve kriz hali toplumsal yaşamı nefessiz bırakmıştır. Bu uygarlığın ürettiği sosyal bilimin konumu, düzeyi ve uygarlık aygıtlarıyla ilişkisi nedeniyle toplumsal sorunların çözümü konusunda hakikatten uzak değerlendirmeler içermektedir. Bu durum Ali Fırat’ı, başta ahlak olmak üzere politika kavramıyla birlikte çözüm oluşturabileceği noktasına götürmüştür. Bu nedenle o, “Toplumun varoluş hali ve gelişiminin ‘ahlaki-politik toplum’ temelinde incelenmesini varsayan sosyal bilim okulunu Demokratik Uygarlık Sistemi olarak tanımlamak mümkündür” demektedir.

Birçok sosyal bilimcinin çıkış noktaları yanlış olunca varış noktaları da yanlış olmuştur. Bunlar ya uygarlık aygıtlarının yedeğine düşmüş ya da devlet-iktidar için kuram oluşturmuşlardır. Bunların bazıları toplumsal gelişme için “temel birimler” tanımlamasına başvurmuştur. Örneğin Marksizm, sınıfı temel birim belirlerken ekonomiyi temel altyapı, ahlakı ise üstyapı kurumu biçiminde ortaya koymuştur. Yani ahlak ikincil, tali planda kalmıştır. Bu da Adorno’nun anlatımında ifadesini bulan “Yanlış hayat doğru yaşanmaz.” tespitini adeta doğrular niteliktedir. Toplumsal sorunları çözmede iddialı olan ve uygarlık karşıtı bir çizgide konumlanan reel sosyalizm pratiğinde yaşanan toplumsal çürüme ve ahlaki yozlaşma kaçınılmaz çöküşle sonuçlanmıştır. Teoloji ise “din toplumunu” temel birim yapmıştır. Din her ne kadar ahlakı önemsemişse de, iktidarlaşmasıyla anti-toplumsallığa dönüşmüştür. İktidarların fetih aracı olmuştur. Liberalizm ise, bireyi temel birim yaparken “Bırakınız yapsınlar bırakınız geçsinler.” anlayışı içinde sınır, kural, ahlak tanımaz bireyin sahte özgürlüğü için her türlü bencillik ile topluma karşı savaş halini ifade eder. Devlet-iktidar olgusunu temel birim yapanlar ise, gücü kutsayan “kutsal devlet”, “sosyal Darwinizm”, “özgürlüğün kaynağı devlet” biçiminde yaklaşmıştır. Bu anlamda toplumsal sorunları daha da büyüten uygarlık saptırmalarının, devlet ve iktidarı huzur ve güvenlik sağlayıcı göstermesi toplumsal yaşamın sürdürebilirliğinin vazgeçilmezi olarak sunması tam bir aldatmacadır, çarpıtmadır. Bahsi edilen iktidar bilimleri ve ideolojiler sürdürülemezliğini sadece toplum boyutunda değil, doğa-çevre tahribatı boyutunda da içinden çıkılmaz hale getirmişlerdir. Bu nedenle birinci doğa ve ikinci doğanın sürdürülemezlik durumunu ve uygarlığın yarattığı tüm sorunları aşmak, bunlara çözüm olmak adına Ali Fırat’ın gündeme getirdiği Demokratik Uygarlık Sisteminin varoluş hali olan “ahlaki-politik toplum” birimi üzerinden ahlakın yaşamsallaştırılmasına ihtiyaç olduğu görülmektedir.

Bu bağlamda merkezi uygarlık sistemi dışında kalan ve kökleri doğal topluma, neolitik tarım devrimine ve tanrıça kadın kültürüne dayanan tüm komünal yapılar, ahlaki-politik toplumlar ve bunların demokratik özelliklerinden kaynağını alan ve toplumsallığın varoluş hali olarak ahlak üzerinden bir sentez geliştirilmiştir. Toplumsal ahlak demokratik toplum ile güncelleştirilmiş ve hakikatleştirilmiştir. Bu anlamda merkezi uygarlığa yedeklenen anti-uygarlıkçı yapıların zihniyet çözümlemesi geliştirilerek, sistemsel sorunları aşmada toplumsal hakikat gerçeğine uygun olan ahlaki-politik toplum birimiyle anlamlı bir yaşama, komünal topluma ulaşılacağı teori-pratiği Ali Fırat tarafından geliştirilmiştir.

Kısacası, ahlakın gündemleştirilmesinin önemini Ali Fırat’ın değerlendirmesiyle noktalarsak; “Dünya sisteminin yapısal bunalımından hangi siyasi ve ekonomik oluşumların çıkacağı kehanetle değil, entelektüel, politik ve ahlaki çalışmaların düzeyiyle belirlenebilir.”[1] demektedir. Aslında burada ahlaki toplumu inşa edecek kadroların görev ve sorumluluklarını da ortaya koymaktadır.

 

Toplumsal Ahlakı Tanımlamak

Ali Fırat, “Ahlak, toplumun ilk inşası sırasında takındığı tutumların bütünlüğü olarak tanımlanabilir. Bu da ilkel toplumun beslenme, üreme ve korunma için aldığı tedbirler, yaptığı iş ve eylemler bütünlüğüdür. Bu bütünlükler gelenekselleştiği ölçüde ahlak oluşmuş sayılmaktadır. Üreme, korunma ve beslenme olmaksızın toplum sürdürülemeyeceğine göre ahlaksız toplum da olamaz diyorum”[2] der ve yine aynı kaynakta Ali Fırat “Ahlak, gelenek olarak standart kalıplar halinde iş görür ve rol oynar” değerlendirmesinde bulunur.

Bu anlamda insanlığın ilk toplumsallaşma sürecini ele alıp öykülediğimizde ahlakın toplumsallaşmada nasıl bir rol oynadığını daha iyi gözlemlemiş oluruz. İnsanların çok uzun bir süreyi ahlaki olarak yaşadığı genel bilimsel bir tespittir. İnsan kendinden önceki primat türünden kopmasıyla birlikte çok uzun bir süre klan toplulukları biçiminde kendi toplumsallığını da oluşturmuştur. Aslında bu bir zorunluluk haliydi diyebiliriz. Bu anlamda toplumsallık insan türünün varoluş, varlık gerekçesi de olmuştur. Primatlardan kopan bu tür giderek güç kazanmıştır. Bu, toplumsallaşmasıyla gelişmiştir. Sosyolojik deneyler insanın tek başına dil, kültür, sanat, ahlak, zeka, beslenme vb.’lerini geliştiremeyeceği yönündedir. Dolayısıyla toplumsuz yaşam mümkün değildir, toplumsallık kaçınılmazdır. Aksi durumda yeniden primat yaşamına dönüş olur. Karmaşık yapıya sahip olan insanın böyle bir gerçeği de söz konusudur. İnsan için toplum olmazsa olmazdır. Madem, %98 bölümünü ahlaki-politik toplum olarak yaşanmış ve devlet-iktidar aygıtlarına ihtiyaç duyulmamış öyle ise, insanlığın böyle bir toplumsal formu yaşamında yeniden hakim kılması neden imkan dahilinde olmasın?

Bu çerçevede klan, kabile topluluklarının anlaşılması ahlaki-politik toplumun önemini anlamaya yardımcı olacaktır. Günümüz toplumsal formları karmaşık olsa da klan, kabileler için bunu söyleyemeyiz. Birey, klanla yaşamını 20-30 kişilik gruplar biçiminde sürdürmüştür. Paylaşıma, dayanışmaya dayanması ve ortak grup şeklinde hareket etmesi sayesinde varlığını korumuş ve sürdürmüştür. Avcılık ve toplayıcılık eksenli bir yaşam tarzı söz konusudur. Neolitik dönemle birlikte tarım ve köy devrimine dayalı bir yaşam biçimi geliştirilmiştir. “Çoklu toplum” olarak da anlamlandırılan bu gelişim evresi kadının “doğal otoritesi” ve ahlaki toplumsal hafızasıyla eşitlikçi, özgürlükçü vb. bilince dönüşmüştür. İşte bu süreçler kısaca da olsa, insanın, evrim süreciyle birlikte hızla insan formu kazandığı ve kendi toplumsallığını hızla oluşturduğu temel süreçler olarak belirtilebilinir. Bu gelişmeyi Ali Fırat, “Toplumsal doğayı esnek zekayla en yüklü doğa olarak tanımlamamız, konuya ışık tutabilir. Esnek zekadan kasıt, daha çok düşünerek iş yapmaktır. Düşünme ile iş arasındaki ilişki zorunlu olarak kural gerektirecektir. Çünkü işin nasıl yapılması gerektiğini belirlemek zaten kural demektir. İşe ilişkin bu ilk eylemi, ilk ahlak kuralı olarak da belirleyebiliriz. İş derken de her türden toplumsal etkinliği kast ediyoruz. Yemekten uyumaya, yürümekten yiyecek bulmaya, hayvanlarla dost olmaya veya çatışmaya, bitkilerle ilgilenmekten balık avlamaya kadar her eylem iştir. Bu iş ise,kural olmadan başarılamaz. Başarısızlık ise, toplumun ölümü demektir.” [3]diye belirtmektedir.

Klan toplumun kök hücresi olduğundan ardı sıra “çoklu toplum” la yani kabile formuyla değişime-dönüşüme evrildiğinden, ahlaki-politik olgular daha da önem kazanmıştır. Bu noktada ahlak ne kadar hayati, ilkesel bir değere sahipse politika da bir o kadar pratik yaşamsal değere sahiptir. İnsan var oldukça bu iki temel işlev toplumsal dokuda varlığını hep sürdürecektir. Klan ve neolitik tarım-köy döneminin birinci ve ikinci doğaya bakış açıları, ahlaki-politik dokusu toplumsallaşmanın temeli olmaktadır. Günümüz insanının bu dönemin ahlaki-politik birikiminden alacağı çok ders olmalı.

Buna göre klan formunda yaşam, zihniyet, doğa ve toplumu ele alış, kavrayış ve hissediş düzeyini, Sokrates’in “kendini bil” bilgeliğine daha o zamandan ulaşılmışlık hali olarak değerlendirebiliriz. Klan üyesi herkes bilgece yaşamaya yakındır. Bu anlamda kendini bilmek; yaptığı işlerin ya da her işin bir kuralının olduğunu bilmek, çevre ve doğaya dönük farkındalığın olma hali olarak değerlendirilebilir. İnsan kendine ve doğaya zarar vermeyecek bir noktadan ahlaki kuralını belirler. Tersinden “kendini bil” in karşıtı “kendini bilmeme” nin ise doğa ve topluma her türden zarar vermeyi beraberinde getireceğinin görülmesi elzemdir. Özellikle iktidarlaşmanın, devletleşmenin adı olan uygarlıkla birlikte doğa ve toplum kelimenin gerçek anlamıyla nesneleştirilmiştir. Günümüze doğru da endüstriyalizm, kapitalizm, ulus-devlet biçiminde tam bir anti toplumsallaşma süreci yaşanmıştır. Hastalıklı bir zihniyet ve ruhsal yapıyla toplumun ahlaki-politik direnç noktalarına dönük her türlü istismar ve saldırı söz konusu edilmiştir. Ali Fırat, “Ahlakın temel rolü, toplumu varlığını sürdürmesi ve ayakta kalması için gerekli kurallarla donatmak ve bunları uygulama gücüne kavuşturmaktır. Varlık kurallarını ve uygulama gücünü yitiren toplum hayvan topluluğuna dönüşmüş demektir ki bu halde istenildiği kadar kullanılıp sömürülebilir.”[4] demektedir.

Yeniden klana dönersek klan doğa ve doğadaki her şeyi canlı görür. Bu yüzden doğa karşısında duyarlı ve sorumlu davranır. Klan üyeleri yan yana oldukları insanlarla bütünlük içinde, birlik içinde yaşamak kuralına uyar. Güçlü duygularla birbirine yönelik bağlılıkları akrabalık temelli olsa da hiç kimse birbirinden ayrıcalıklı bir yaşama tenezzül etmez ve gözü topluluğa ait olan ortak değerlerde olmaz, ona el uzatmaz. Hırsızlık yapmaz. Yaparsa ya da topluluğun kuralına uymazsa ne olur? Klan, kabile hatta aşiret toplumlarında ahlak kurallarına uymayanların karşılaştıkları cezalandırmalar kimi zaman ölümle, kimi zaman dışlanarak topluluğun dışına itilmekle sonuçlanmaktadır. Esasında ise, toplumsal yaşamın kolektif dayanışma, vicdan, adalet, yardımlaşma ve ortak değerlere sahip çıkmayla sağlanabileceği hakikati önemlidir. Ahlaki kurallar klanlar açısından beslenme, barınma, savunma biçimindedir. Yani geliştirilen ahlaki kurallar hem toplumsal hem de yaşamsal esaslar ve gerçeklikler üzerinden inşa edilmiştir. Tabi bunlar deneyim, tecrübe ile kazanılmış ve toplumun kolektif hafızasına dönüştürülmüştür.

Ayrıca, bilindiği kadarıyla, klan yaşama ahlakı; kurnazlık, hesapçılık, bencillik, kandırma, ele geçirme üzerinden gelişmediğinden, yaşamın temel esası “Ahlaki yaşamda esneklik başattır. Yaşamın esası ‘iyi’ye ulaşmadır” biçiminde işlenmiştir. Dolayısıyla toplumsal ahlakın esasını “iyilik” oluşturmaktadır. Bu da mutluluk, ruhsal dinginlik ve güzellik demektir. Klanlar milyonlarca yıl doğayı bozmadan, çevreyi tahrip etmeden, toplumu sorunlar yumağına boğmadan yaşamlarını idare ettirmişlerdir. Günümüzde klan biçiminde toplumsal formlarda yaşayan gruplara baktığımızda on binlerce yıl öncesindeki klan özellikleriyle benzer olduklarını görebiliyoruz. Afrika klan-kabileleri, Aborjinler, yüz yıl öncesindeki Kızılderili kabileler üzerinde Batı sosyolojisinin yaptığı incelemeler bize hep bunu gösterdi. En son ABD ve İngiltere’ye götürülen kabile üyelerinin kentlerdeki gözlem, tavır, tutumları hayli öğreticidir. Kent yaşamının; toplumsal yaşamı sınıflaşma, beslenme, barınma, cinsel üreme, cinsel tarih vb. konulardaki tepki ve yorumları istendiğinde çok rahatlıkla “doğal toplum” temelli ve ama devlet-iktidar karşıtı düşünceler ortaya koydukları görülmüştür. Uygarlığın, kapitalist modernitenin ilişkilerini, değerlerini yadsıyan, kabul edilmez bulan, şaşkınlık ve hayretle karşılayan devletsiz toplumsal hafıza ve kültürle yanıt olan bir duruşun sahibi olmuşlardır.

Uygarlığa bulaşmış bilim insanları modernite dışı yaşayan bu toplulukları oldukça ahlaki bulsa da, bu toplulukların hem kendi içindeki hem de doğa içindeki uyumunu toplumsal doğaya ilişkin ana perspektifini ıskalamaktadırlar.

İşte, azami kar hırsıyla donanmış kapitalist modernitenin bilim alanları nasıl ki laboratuvarlarda hücre, atom ve en ufak atom altı parçacıkları yani onları mikroskop camına tutarken özne-nesne endamıyla gösterdiği yaklaşımın aynısını ahlaki toplumun bu üyelerinde de göstermiştir.

Bahsi geçen kabile üyeleri barınma ihtiyacı olan üyesine kolektif emekle ev inşa ederler. Her konuda yardımlaşma, dayanışma ve paylaşım içinde olurlar. Aynı kabile üyeleri kapitalist modernite karakterli kentlerinde evsiz, işsiz ve fakirlikten dolayı sokak köşelerinde yatıp kalkan yoksul insanların durumu karşısında şaşkınlıklarını gizleyemezler. Kabilenin bu ahlakının, modern insan ve çağdaş kentlinin ahlakından ve tabi oldukları ulus-devletlerin hukuk normlarından kat be kat ileri olduğu, kabilenin bu toplumsalcılığı oldukça öğretici ve ibret vericidir.

Kısacası, klan-kabile toplulukları imtiyazsız, sınıfsız ve sömürü tanımayan toplumsal formlar olduklarından doğayla uyumlu, doğayı canlı ve ruh sahibi gördüklerinden hakimiyet savaşlarının olmadığı bir yaşamı çok uzun bir süre sürdürebilmişlerdir. Bu düzende iktidarlaşma, egemenlik yoktur. Yardımlaşma ve dayanışma esastır. “Doğa ana” deyimi yaratıcı, şefkatli, merhametli kadın kültünün yansıması itibariyle klan yaşamından kalma bir gerçeği ifade etmektedir.

 

Ahlak ve Ahlaki Olana Dönüş

Ali Fırat uygarlıkla ahlakın hukuka, politikanın idare ve bürokrasiye evrildiğini belirtir. Böylece hukuk kavramı, her geçen gün karmaşık bir yapı kazanan, hep güç yanlısı bir gelişme süreci izlemiştir. Hegemonik güç sahipleri, kendi sınıf çıkarları, sermaye ve tekelleri için topluma karşı sınıf çıkarlarını savunmayla, koruma, kollamayla ve yasalarla istismarı, sömürüyü meşrulaştırmak istemiştir. Toplum, hukuk kurallarıyla öyle bir bağlanır ki, bu kurallar dışına çıkan toplumsal-komünal değerleri hegemonik güç karşısında savunan kişiler “hukuk ihlali”, “kanun dışılık”, “kanun kaçağı” adı altında suçlu ilan edilerek uygarlığın hapishane, toplama kamplarına ya da ölüme mahkum edilmişlerdir. Devleti zayıflatma, geriletme mücadelesi veren toplumsal ahlaki direnişler, var olma direnişleri en ağır baskı ve zor yöntemleriyle karşı karşıya kalmıştır. Dolayısıyla toplumsal ahlak yerine hukuk geçirilirken devlet tahakkümü hukuk yoluyla topluma zorla kabul ettirilir. Düzen sağlayıcı diye tarih sahnesine çıksa da egemen güçler eliyle yürütülen hukuk, işlevsizleştirerek toplumsal yaşamı sürdürülemez kılar. Hukukun toplumsal huzur ve güvenliği sağlama, kamu güvenliğini idame etme gibi amaçlarla oluşturulduğu iddia edilse de bu tam bir safsata ve ideolojik propagandadır. Çünkü kaos ve kriz durumundan çıkamayan devlet-iktidar yapıları çözüm geliştiremedikleri gibi sorunu hukukla derinleştirmekte ve toplumsal güvensizliği büyütmektedir. Belki, toplumsal direnişlerle demokrasiye duyarlı hale getirilen “Hukuk devletlerinde”(!) geçici güvenlik-huzur sağlansa da kaos-kriz her an kapıdadır. Ancak sömürü, üstü örtülü şekilde sürdürülür.

Ali Fırat ahlak ve politikayı kuramsal ve kavramsal temelde neden yeniden çözümledi ve bunu çözüm olarak yoğunlaştırdı? Çünkü, demokratik toplum sistemiyle devleti zayıflatma, ahlakı esas alıp hukuku ahlaka tabi kılma; bürokrasi ve idareciliği politikayla sınırlamak istedi ve bu yaklaşım toplumsal hakikate de uygundu. Her iki kavram da toplumsal sorunların çözümünde başat rol oynar. İnsan devletsiz olarak iş yapabilir ama toplumsuz asla! Çünkü insan toplumla birlikte yaşamaktan başka bir alternatife sahip değildir. Toplumun ortak işlerini yürütmesi onun var oluşunun temel stratejik esasları olan ahlak ve politika ile donanmış olmasına bağlıdır. Aksi ise, toplumun öz varlıklarını sürdüremeyip egemenlerin çiftliğinde, fabrikasında, şirketlerinde kölelikten kurtulamaz. Öz varlığını yitiren nice toplumlar tarihten silinmiş, varlıkları egemenlerce sonlandırılmıştır. İşte kendi olmaktan çıkarılma devlet hukukuyla geliştirilirken; iç tutarlılığı, doğruluk ilkesi ve iyilik paradigmasıyla ahlak, yok olmaya karşı direnir ve buna izin vermez. Yani hegemonik güç karşısında toplumun felç edilmesini kabul etmez ve toplumsal vicdan, direniş fitilini ateşler.

Aslında uygarlığın 5000 yıllık gelişim sürecinde hegemon güçler toplumu devlet-iktidar aygıtlarıyla teslim almıştır. Zor kullanarak toplumu geriletip bastırmıştır. Böylece doğal toplumun yeteneklerini bilim ve teknolojiyi de aleyhinde kullanarak köreltmiştir. Toplum toplum olmaktan çıkarılmış, toplumun üzerinde her türlü tasarrufu da kullanmaktan geri durmamıştır.

Toplumun ahlakla arasındaki makas açıldıkça sömürü, toplumun tüm gözeneklerine kadar inmiştir. Toplumsal iradesizleşme yaygınlaşmıştır. Bir yandan toplum bu duruma sürüklenirken bir yandan da toplumsal varlığın en önemli yaratıcı gücü kadın, ataerkil erkek zihniyetinin baskı ve saldırısı altında toplumla aynı kaderi paylaşmıştır. Halbuki toplumsalcılığın yaratıcısı, kurucu asli üyesi, toplumsal inşanın baş aktörü, öznesi kadındır. Ancak insan yaşamının sürdürülmesinin vazgeçilmezi olan toplumsallık olgusuyla kadın aynı konuma düşürülmüştür. Uygarlık, devlet aygıtını toplum karşısında çim biçme aleti gibi çalıştırırken tarih kitapları toplum kırımlarla doldurulmuştur. aynı durum kadın kırımında da “büyücü”, “cadı”, “tapınak fahişesi”, “şeytan”, “yoldan çıkaran” gibi ağır ithamlarla karalanmıştır. Kapitalist modernite doğa-kadın uyumunu günümüzde sömürülen nesne haline getirmiştir. Öyle ki taciz, tecavüz etme, katletme, şiddet uygulama normalleşmiş ve devlet hukukunun normu haline gelmiştir. Norm normalleşme halidir. İşte toplumsal ahlaktan kopuş kadına karşı izahı ve mantığı olmayan ahlaksız uygulamaları doğurmuş ve bu tür ciddi sapmalar kaçınılmaz olmuştur.

Kapitalist modernitenin ulus-devletlerinde şişirilen hukuk ile aşırı yetkilendirilen bürokrasi-idarecilik topluma karşı bir savaş hali içinde tutulur ve toplum her iki güç tarafından her gün dizayn edilir, devlet ahlakıyla terbiye edilir. Devlet, politik alanı biçimsel temsiliyet dışında topluma açmayarak kararlara ortak etmez. Toplumsal düşüncenin gelişmesini kilitler, düşüncesizlik düşünce haline gelir. Tek söz sahibi olarak devlet, hangi işin ve nasıl yapılacağına kendisi karar verir ve şekli süreçler dışında asla toplumu ve yerel güçleri buna katmaz. Çünkü en iyi bilen devlet aklıdır.(!) En iyi kararı o verir. İş için bürokrasi düşünüp karar vermektedir. Verilen kararın nasıl yapılacağıyla da yasal kılıf giydirilen “idari hukuk” ilgilenir. Yine bir yığın kavram kalabalığı taşıyan bir hukuk süreci aleyhine verdiği kararları uygulama, devreye sokulan zor ve baskı unsurlarıyla gerçekleştirilir. Devlet, hukuk, askeri oluşumlar için dile getirilen “toplum için” safsatası büyük bir demagoji olarak karşımıza çıkar. Bugün dahi yaşadığı çevreyi, doğayı tekelci şirketlerin aşırı kar hırsına bırakmak istemeyen “HES” direnişçilerinin maruz kaldıkları “güvenlik”(!) şiddeti devletin ne kadar anti-toplumcu bir güç organizasyonu olduğunu göstermektedir.

Devlet, karar alma süreçlerinden toplumu uzak tutarak toplumun karar alma yeteneğini ve iradesini köreltmiştir. Tek politik güç bürokrasidir, toplum ise buna tabi olmakla mükelleftir. Bu alanı kullanması sebebiyle bürokrasinin idarecilik yeteneği, düşünce üretme kapasitesi artar. Sermaye ve tekel sınıfı adına gelişme gösterir. Toplumun örgütsüzlüğü, bilinçsizliği, itiraz ve protesto iradesi gösterememe durumu, hukuk kurallarına uyma hali toplumsal ahlaktan uzaklaşma ve yoksunlukla ilgilidir.

Devletin toplumsal ahlaka düşmanlığı sadece hukukla sınırlandırılmamış aynı zamanda ahlakı topluma karşı en aşağılık tarzda kullanmaktadır. Aslında burada ahlak özünden saptırılmıştır. Topluma bağlı ve yararlı olma hali yerini devletine, milletine bağlı olmaya bırakmaktadır. Devlet tekelinde ahlak; devlet sevgisi, en yüksek vergi ödeme, sınıf hukukunun kurallarına uyma, bürokrasiye itaat ve karşısında “el-pençe” durmaktır. Yine toplumsal direniş ve gösterilere katılmama, isyanda bulunmama, sistemin sermayedarlarının sömürüsüne göz kapayarak evine bir parça ekmek götürmek için işine ve gücüne bakmaktır. Kısacası, firavun ve Nemrut sisteminde köle gibi yaşamayı kabul etmenin bugünkü devamı olmaktadır. Devletin ahlaklı insan tanımlaması din, eğitim, siyaset, ekonomik, medya araçlarıyla topluma benimsetilir. Bu açıdan “sicili bozuk olmamak” yüceltilir. Devlete itaat eden vatandaşı “iyi, güzel, doğru vatandaş” diye piyasaya pazarlar. Bilinçsizlik, korku ve sistemden nemalanmak için bu “deli gömleği” nin alıcısı çok olur. Halbuki “vatandaşlık görevleri” dedikleri tekel sınıfının hukukla düzenlenen sömürü sistemlerinin bir an bile sekteye uğramamasıdır. Vatandaş, sermaye ve tekellerin haksız kar kazanma düzenine sessiz kaldığı sürece en iyi vatandaştır. Devlete hep şükreden, minnettarlık duyan, elindekiyle yetinen, öte dünyanın cennet kurgularına kilitlendirilmiş, olup-biteni anlamayan vatandaş devlete baş tacı edilir ve onun ahlaklı insanı budur. Hep örnek insan diye topluma sunulur. Devlete kim daha yararlı diye yarışmalar yoluyla yılın “en”leri seçilir. En yüksek vergi verene “rekortmen” denilerek plaketle ödüllendirilir.

Ahlak yerine idame ettirilen hukuk, demokratik güçlerce geriletildikçe ahlakın da önü açılır. Toplum nefes alır. ancak ulus-devletin akademilerinde verilen hukuk dersleri, devlet savunması çerçevesinde kural ürettikçe örgütlülüğe kapalı zihniyet toplumda gelişir. Devlet, toplumda yuvalanır. Esasta hukuk kuralları toplum aleyhine bir mengenedir. Bu nedenle devletin varlık stratejisi hukuk olurken öte yandan da devlet, sanki hukuk olmazsa toplumsal yaşam sürdürülemezmiş gibi bir algıyı muazzam derecede ideolojik propagandayla geliştirilir. Böylece sınıf hakimiyeti hukuk eliyle tahkim edilirken toplumsal ahlak ise güçsüz ve savunmasız bırakılarak hep darbelenir.

İşte hukuk bu rolü oynarken toplumsal ahlak kuramı yerine devlet teorisi geliştirilir. Bu yaklaşımlarda işin saptırılması da etkili olmuştur. Bu hususta Ali Fırat: “Birçok filozofun giriştikleri çözümlemeler daha çok devlet teorisine girişten öte bir katkı sunmamıştır. Daha doğrusu bireyi toplum üyeliğinden koparıp devlet üyeliğine geçirmenin ön hazırlıkları gibidir. Sanki ahlakın görevi bireyi devlet için en yararlı hale getirmekmiş gibi bir yaklaşım sundukları açıktır. Kısacası ahlaki yorumları uygarlık yanlısıdır” demektedir.

Yine hegemonik güç eliyle ahlakın en çok zayıflatıldığı alanlardan biri de medya gücüdür. Devlet-iktidar denetime aldığı medya gücüyle adeta toplum kırımı gerçekleştirir gibi ahlak ve kültürü yozlaştırır, toplumda ahlaki soykırımı büyütür. En büyük yalanlar, sanal dünyalar bu alan üzerinden topluma yansıtılır. Böylece gerçek ile sanal arasına ayrım koyamayacak bir toplumsal yozlaşma, dejenere olma durumu adeta toplum mühendisliği ustalığıyla gerçekleştirilir. Bu durumda her şey devlet-iktidardan yana, toplumsal ahlak aleyhine işler. Hukuk, siyaset, askeri, ekonomi, eğitim, medya, bilim, din, sanat, spor ve daha birçok toplumsal alan ve değer devletin elinde yoğrulur, özünden saptırılarak çarpıtılmış biçimde toplumun önüne “yaşam kaynağı” olarak altın tepside servis edilir. Filmler, diziler, eğlence programları, haber programları liberalizmin “her koyun kendi bacağından asılır” bireyciliğine koşturulan sadece kendine duyarlı, ahlak yoksunu insan tipini yaratır. Yine devletin medya aracılığıyla ürettiği yalanlara, doğru diye inanan, devlet için topluma karşı pozisyon alan sanal dünyada yaşayan morfinlenmiş kişiliği geliştirir.

Medyanın aşındırdığı ahlak, tekelci sermayedarlara sömürülecek uyuşturulmuş insan kitlesini sunarken kitleyi kontrol etme imkanı da yaratır. Medya kanalıyla en sorunlu toplumsal durumu yaşama, ahlaki toplumun işini, örgütleme çalışmalarını ve kurumsallaşmasını zorlaştırdığı bilinen bir gerçektir. Sanalı yaratanlara karşı gerçeği göstermek demokratik ahlaki güçlerin yaratıcılığına ve bu alanda örgütlü olmasına bağlıdır.

Bu bağlamda, toplumsal sorunların ağırlaşmasında insanın bilgelikten ve bilgelik çağından kopuşu ve uzaklaşması da bir açıdan etkili olur. Özellikle bilgelikten hızla kopan sosyal bilimlerin ters-yüz edilmiş bilgilerinde hiçbir hikmet kalmamıştır. Bilgeliğin kökenleri uygarlıktan önceki süreçlere dayanır. Klan ve kabilelerde ana-kadınlar, kabilelere yol gösteren şamanlar, rüspilerin bilgelikleri toplum için yaşamsal rol oynuyordu. ancak Sümer tanrısı Enki’ de “bilgelik tanrısı” diye ataerkil ve devlet yanlısı bir konumdaydı. Bilgeliğin esası, temel özelliği derin iç görülerin uzak görüşlü yoğunluğuna dayanır. Bu anlamda sosyal bilim bilgelik için (toplum adına) önemli bir alan olabilir. Sorunları azaltarak pozitivizmin alanını, etkisini kırabilir. Ancak Batı sosyolojisi hakikati arayan “hakikat savaşçısı” olma gibi bir derdi olmadığından Enki bilgeliğine oynamaktadır. Sosyoloji toplumsal çözümleme geliştirdikçe iktidara sömürge alanları açmaktadır. Birinci doğa fizik bilimleriyle bilinir kılındıkça en vahşi biçimde sömürü alanlarına açıldığı gibi, aynı yöntemle batı sosyolojisi bunu topluma karşı gerçekleştirmektedir. Bu nedenle emeğin sömürüsü derinleştirilmiş, topluma savaş hali yaşatılmıştır.

Özellikle 1940-50’li yıllarda ABD’nin sosyoloji akademileri ve ilgili fakülteler hegemon güce yeni sömürge alanları açabilmek, sömürü giderlerini azaltabilmek için habire devlete teoriler sunmuşlardır. Halbuki sosyoloji toplumsal hakikati araştırma-inceleme konusu yapmalıyken ne yazık ki işgali düşünülen, planlanan toprakların halklarının kültürel yapılarını, davranış biçimlerini inceleyerek, çözümleyerek devlet-iktidar erkine sömürge politikalarının “kolay işgal nasıl olur” verilerini sunmuştur. Eğer bilim insanı ahlaktan yoksun olursa, yazılı kağıtlar üzerine hukuk çok güzel cümlelerle işlense de doğruluktan sapma kaçınılmazdır. ancak ahlak içselliği, özlü oluşu barındırır. Ortadoğu bilgeleri başta olmak üzere Sokrates, Bruno vb.’lerinin iyilik ve doğruluktan şaşmamak adına can vermeleri, gücün maddi zenginlik vaatlerine tenezzül etmemeleri ahlakın gücünü göstermesi açısından oldukça öğreticidir. Hallac-ı Mansur, Sühreverdi vb. gibi bilgelerin iktidar karşısındaki ahlaki tutumları anlamlı ve değerlidir.

Sorunlu Batı sosyolojisinin keşfettiği alan bilgileri kuşkulu ve anlam sapmaları ile doludur. Bu nedenle tekel hizmetinde çalışan sosyolojiden köklü çözümler için bilgi üretmesini beklemek büyük bir yanılgı olur. Çünkü bu kurum devlet, sınıf ve tekelleşme adına kapitalist modernitenin değirmen taşını döndürüp durur.

Sonuç olarak, toplumsal bilgi üretmek, paradigma geliştirmek, ahlaki-politik topluma yeniden bir canlılık kazandırmak, ona ruh vermek ancak demokratik uygarlık sistemini bütün yerellerde örgütlü kılmakla mümkündür. Tarihte “ahlaki devrim” gerçekleştiren büyük bilge Zerdüşt’ün felsefesinde “Söyle sen kimsin?” diyerek iktidar güçlerine yönelttiği sorgulama yönteminden başlayarak tarıma dayalı ekonomi, kadın-erkek eşitliği, hayvanları sevme, doğaya duyarlı olma ve “doğru düşün, güzel söyle, iyi yap” biçimindeki ahlaki düsturla ahlak yeniden diriltilebilir ve ayağa kalkışı sağlanabilir. İlhamını ve kaynağını tarihi köklerinden alan Ali Fırat, vahşi kapitalist modernitenin yaşanmaz kıldığı bu dünyayı daha yaşanılır kılmak, toplum kırım ve doğa yıkımını durdurmak için toplumsal ahlakı sorunsallaştırıp ahlaki-politik toplum temelinde alternatif bir dünyanın kavgasını vererek demokratik moderniteyi bir sentez ve çözüm olarak geliştirdi ve felsefi bir derinlik kazandırdı.

Bugün Rojava’da bu felsefe kadın öncülüğünde ahlaki topluma doğru nakış nakış işlenirken, Ortadoğu genelinde demokratik toplum sistemiyle büyük umutlar yaratmış ve tüm ezilen kesimleri heyecanlandırmıştır.

Bu anlamda tarihten günümüze uygarlık sisteminin devlet-iktidar eliyle dışladığı, sistemin dışında kalan ezilen tüm kesimler, demokratik güçler, oluşumlar, örgütler, direnen klan, kabile, aşiret damarı, emekçiler ve halklar özü ve yapıları gereği demokratik uygarlık sistemi, insanın primatlardan kopuşuyla topluluk yaşamını sürdürmek için beslenme, barınma, savunma ve üreme kurallarını geliştirdiği gibi demokratik uygarlık sistemi de günümüzde ahlaki ve politik boyut üzerinden hem kuramı hem de pratiği geliştirmektedir.

İşte bu nedenle ahlaka –insan toplumunun temel dokusuna- dayanmadan ne grup ilişkilerinin ne de toplumsal yaşamın sürdürülmesi mümkündür, diyoruz.

 

[1] Ali Fırat, Demokratik Uygarlık Çözümü, Amara Yayıncılık, Cilt:3, s.89.
[2] Age, Cilt:4, s.68.
[3] Ali Fırat, Demokratik Uygarlık Çözümü, Amara Yayıncılık, Cilt:3, s.312.
[4] Age, s.91.
Bunları da beğenebilirsin

Yoruma kapalı.