Düşünce ve Kuram Dergisi

Ahlakilik: Israrla Söz Söyleme ve Eylem

Cihan Eren

Günümüzde yazılması en zor konuların başında ahlak gelir. Bunun birden çok nedeni vardır; Kapitalist modernite aklı, bu akılla toplumu tanımlama ve toplumsal birimleri değerlendirme mantığı, çağımızın değer yargısı haline getirdiklerin çoğu, zorluk yaratan etmenlerin başında gelir. Kapitalist modernite sistemini yaratan bilimsel yöntem, düşünce tarzı ve felsefedeki etik de işleri zorlaştırmaktadır. ahlak, hakkında yapıla gelmiş tanımların düzenlenmeye, toplumsal yaşamda olmazsa olmaz rolünün daha güçlü ve bilimsel temelde yeniden tanımlanmaya ihtiyaç duyar.

Ahlakı tanımlamak ve tanımak için felsefe çağından başlamak zorunda mıyız? Ad konulup kavramsal ifadeye kavuştu diye kendimizi felsefeye mahkum etmek mecburiyetinde hissetmek ne kadar bilimseldir? Bir olguya bugün kullandığımız adı koymamış olmak o olgunun olmadığı anlamına mı gelir? Ad koymadan bir kültür olarak yaşamanın da bir anlamı yok mudur? Toplumsal yapıyı oluşturan değer ve yapıları ad koyduktan sonra “doğdu” ya da “oluştu” demesek de, ortalama her algıda böyle bir kabulleniş vardır. Kuşkusuz ki ad koymak; tanımak, anlamak ve yaşamdaki yerini takdir etmek süreçlerinin tümünü içerir. Ancak her adlandırmanın aynı manayı taşıdığını ileri süremeyiz. Özellikle de batı aydınlanmasının beslediği bilimsel yöntemin eseri olan adlandırmalar için bu çok daha fazla geçerlidir.

“Herkesin gönüllü uyduğu, yazılı olmayan toplum kuralları” tanımı ahlakın ne olduğunu çok yalın belirtmiştir. Muhtemelen ahlak tanımlanırken en basit ama bir o kadar da çarpıcı yapılmış tanım bu olmalıdır. Neden gönüllü uyulur ahlaka? Gönüllü uymada hiçbir baskı ve dayatma olmadığını belirtemeyiz. Çünkü “gönüllü uymak” kendi içinde bir zorunluluğu barındırır. Bir dayatma da içerir. Mecburiyeti olmayan bir olguya gönüllü uyulmaz. Buradaki “dayatma” ve “mecburiyet” toplumdan bireye doğru olan bazen bir “ruh” bazen de bir “mimik, göz, el’ ile hissettirilen daha maddi bir işarettir. Toplumun ahlakı bireye bu biçimde hatırlatması ve hissettirmesi kadar bireyin de buna “gönüllü uyması” ahlak denilen kuralların gücünü gösterir. Ahlak kuralları ile toplumsal yaşam arasında kopmaz bir bağ olmazsa böyle bir gücü elde etmesi mümkün olmazdı. Aslında Ali Fırat’ın ahlak için belirttiği “toplumun yaşamını sürdürmesi ve geliştirmesinin temel organıdır” tanımını da bu belirlemelere eklersek insan olarak yaşamak için gerekli kuralların toplamı oluyor ahlak. Demek ki ahlaka “gönüllü uymak” demek bir varlık olarak yaşamını sürdürmekle hemen hemen aynı anlama geliyor. Yazılı hale getirilmeden her kesin başucu kitabı olması da bundandır. Ahlak toplumsal yaşamın ruhudur. Evrensel ahlak kurallarına uymak yaşam kanunlarına uymakla aynı çerçeveye sahiptir.

Kapitalist modernitenin yaşamın içindeki yerinden ettiği ve gözden düşürdüğü ahlakın kavram olarak da içeriği boşaltılmıştır. Toplumsal olan insanın ancak toplumuyla yaşayabileceği, bu yaşamın kurallarının da ahlak olduğunu tekrar tekrar belirtmek, bizler için hem “ayıp” ve “günah” hem de çok “kötü” bir durumdur. Kaldı ki anti-ahlakçı olduklarını çok “iyi” bir çıkış olarak anlatanlar, bunu teorisini yapanlar bile var. Günlük yaşamın her saniyesinde hissettiğimiz toplumsal sorunlardan çevre sorunlarına kadar tüm sorunların ana kaynağı ahlaksızlıktır. ahlaksızlık vicdansızlıktır. Vicdansızlık ayrı bir akıl olarak günümüzün hakim kültürü haline getirildiği için, ahlak temelli düşünen biri ile bireyci vicdansız birinin ahlak tartışması iki ayrı aklın tartışmasına dönüşebilmektedir.

Kavram kargaşası, kavramları iç içe geçirme, birbirine yakın anlamlara sahip kavramlardan birini seçip diğerlerini anlamsızlaştırma gibi hatalı ve yanlış yöntemler işleri daha da zorlaştırmaktadır. Ahlak teorisinde gelenek-töre ve toplumsal değişim ilişkisi, şahlanmış bireyciliğin salvoları altında ahlakın canına okuyabiliyor. Bireyci insan kendisini yaratan sistemin anti ahlakçılığı ile ahlaka saldırınca, istediklerini ortadan kaldıran iktidar yerine, içinde kendisini gerçekleştirdiği toplumu öldürüyor. Bireycinin-ahlak ile ilişkisini anlatan en iyi örnek; eşini her şeyden kıskanacak kadar sevdiğini söyleyen kadın katili erkeklerin eşleriyle ilişkisidir. Bireyci kesinlikle ahlak katilidir. Bu katilin azmettireni de kapitalist modernitedir.

Bildiklerimiz, bilmek mecburiyetinde olduklarımız, bildiklerimizi paylaşmamız, yaşamamız ve yaşamı paylaşma arzumuz gibi daha birçok aktivitemiz toplumsal bir varlık olmamızdan kaynaklıdır. Başkaları olmasaydı ve bu koca dünyada tek başımıza yaşıyor olsaydık (ki bu teorik olarak bile mümkün değil) bildiğimizi nasıl bilebilirdik. Toplumsal varlık olmasaydık her birimiz kendimize bir dil oluşturmak zorunda kalabilirdik. Hem de her doğan insanın bunu sıfırdan başlatması gerekecekti. Dil oluştursaydık bile kimle konuşacaktık? Konuştuğumuzu nasıl anlayabilirdik? ‘Toplum’ derken insanın yaşamını herkes için geçerli ve kesintisiz kanunlarla kolaylaştıran, evrensel ve değişmez işleyiş yasaları toplamı olduğunu daha net görebiliyoruz.

ahlak konusunda söz söylemenin çok zor olduğunu itiraf etmemiz gerekir. Çünkü ahlak üzerinde düşünülüp yazı yazmadan önce yaşanması gereken kurallar manzumesidir. ahlak yaşanmadan yazılırsa problem yaratabilecek hassasiyette bir değerdir. İkincisi bireyci kapitalist modernite çağında yaşıyoruz. Kapitalist modernite ile ahlak arasında antagonist çelişki vardır. Kapitalist modernite, hukuk kuralları başta olmak üzere sorumsuzluğu yayarak, çevreyi yok ederek, işsizliği çoğaltarak, topluma savaş ve şiddetten başka çözüm önerisi sunmayarak, her gün ahlaki olan insan yaşamıyla bir kavga bir çatışma ve savaş sürdürmektedir. Hepimizin bu kuşatma altında olduğunu ve bundan etkilendiğimizi unutmamalıyız.

 

Ahlakı Adalet Terazisi Olmaktan Çıkarmış Din ve Hukuk Demokratik Olamaz

Ulus devlet kuruluşlarıyla birlikte ahlaka karşı, hukuk yoluyla sistematik bir karşı mücadele yürütülmektedir. Hukuku olumsuzlama, ahlaki kuralların karşı kutbuna koymayla, yaşamın kuralsız ve gelişi güzel yürümesi taraftarı olduğumuz anlaşılmasın. Dışarıdan bakıldığında hukukun düzenleyici olduğu, hukuksuzluğunsa anarşi olduğu varsayılır. Bu bir yanılgıdır. Hukukla toplumsal yaşama ‘kural, yasa, bağlayıcılık’ getirmek ahlakı taklit ve tatbik etmektir. Hukuk, yasalar ve kurallarla yaşama ‘düzen verme’ özelliğini kesinlikle ahlaki gelenekten almıştır. Hukuka bu özelliğinden ötürü, yerine geçirilen ana düzenleyici kaynağa (ahlak’a) bağlı kalmak şartıyla olumlu rol oynatılabilir, toplumsal karmaşaya düzen vermede misyon biçilebilir. Hukuka yaptırılanların toplumsal kültürdeki karşılığının ahlak olduğu unutulmaz ve sürekli ahlak ile beslenirse, her alanda toplumsal işlevsellik kazandırılması mümkündür.

Ahlak ile ilişkisini koparmamış, ahlakı anayasası kabul eden hukuk ‘Demokratik Hukuk’tur. Demokratik Hukuk, ahlakiliğin hukuk biçiminde yasallaştırılmasıdır. Bunun için ahlak ve vicdan sorunu yaşayanların demokratik olması çok zordur. Özellikle mahkemelerde vicdani kanaat kullanan hakimler için geçerli olan bu özellik tüm kanun koyucular ve diğer insanların haklarına saygı duyması gereken hepimiz için geçerlidir. ahlaki temelde düşündüğümüzde hukuka değil, Demokratik Hukuka riayet etmek, demokratik yasalar çıkarmak gerçek anlamda toplumsal olmaktır. Demokratikliğin hukuk alanında çok az tartışılmasının nedeni de ahlaki sorunlardan kaynaklanmaktadır. Örneğin Türkiye devleti resmi olarak bir hukuk devletidir. Hukuk devleti olduğu için çıkan her kanuna yurttaşların uyma zorunluluğu olduğu söylenir. Uymayanlar suçlu konuma düşüp kanunlar gereği tutuklanmaktadır. Fakat çıkan her kanun-yasa demokratik midir? Daha çarpıcı örnekler Kürt kimliğini yasaklayan yasalarda yaşanmaktadır. Yine AB’nin hukukunu ve uluslar arası anlaşmaları dışarıda uygularken içine düştüğü iki yüzlülüğü de, hukuk denilen düzenleyici yasalar sisteminin, ahlaktan yani demokratiklikten kopuk olunca ne kadar ciddi sorun yaratabileceğine örnek vermek mümkündür.

Ahlak ve hukuk ilişkisi üzerine düşünce geliştirmek hem yararlı hem gereklidir. Hukukun demokratikliğinin ancak ahlaki olmakla mümkün olduğunu bilmek ve hukuku bu temelde demokratikleştirmek bugün çok büyük ve çözümsüzmüş gibi görünen sorunları çözecektir. Bu yönlü bir demokratikleşme önünde duran temel engel ve sorun; iktidar çıkarlarına göre yapılan siyasetin, hukuku hem yapması hem uygulamasıdır. Bu günümüzdeki toplumsal sorunların temel kaynağı, çözümsüzlüğün asıl nedenidir.

İktidar gruplarının çıkarları için çalışan siyasi erk, hukuku ahlakın yerine koyarak ve toplumdaki ahlaki kodları kullanarak sunmaktadır. ‘Hukuk hepimiz içindir, hepimiz yasalara uymalıyız vb…’ söylemler, ‘toplum ahlaki kurallar olmadan bir arada yaşayamaz’ toplumsal geleneğinin kanallarını kullanma amaçlı ifade edilmektedir. Hukukun bu içerikteki söylemlerle propagandası yapılmazsa, hukuk yasalarının tümünün kabullendirilmesi işi sadece asker ve polis üzerinde kalır. Bu da herkesçe bilinen kral-sultan ve faşist diktatörlüktür.

Tarihin hiç bir döneminde egemenler ile toplumun diğer kesimleri tümüyle aynı ahlaki yasalara bağlı olmamışlardır. Egemenler için ahlak, kendilerine boyun eğmekle başlar. Egemenler boyun eğdirmeyi ‘gönüllü uyulan yasa’ yerine ikame ederler. Etmek isterler. İşte hukuk ile ahlak arasındaki karşıtlık da buradan doğmaktadır. M. Weber’in ‘ussal hukuk’ dediği salt ‘hukuk iktidarın’, ‘ahlak toplumun’ yasasıdır. Demokratik Hukuk, ikisinin optimal noktada buluşmasıdır. Bu buluşmada ya da uzlaşmada demokratiklik toplumun talebi, çıkarı, yasaları, hukuk ise iktidar gruplarınındır. Demek ki demokratik hukuk, hukuk fakültelerinin, hukukçuların ve siyasetçilerin üstesinden gelebilecekleri bir alan değildir. Bu kurum ve gruplar salt ya da ‘ussal hukuk’ yaparlar. Sokaklar ve meydanlar yani halk ise demokratik hukuk yapar. Sokakların ve meydanların hukuk fakültelerinde görevli profesörlerden (demokrat hocaları ve öğrencileri tenzih ederek) daha demokratik kanun yazacakları ve bunlardan daha iyi kanun koyucular oldukları birçok defa ispatlanmıştır. Örneğin AB’nin kendi içinde kısmen uygulamaya çalıştığı yasalar hukukçuların değil halkın yazdırdığı yasalardır.

Sokakların ve meydanların demokratik hukuk yasaları yapması için ahlaki sorumluluk bilincinin yüksek olması şarttır. Sorumluluk bilinci, halkın ahlak akademisidir. İktidar gruplarının çıkarlarını esas alan siyasetin, hukuk ile formüle edilmesi için, hukuk fakültelerinde okutulanlardan daha etkili ve daha düzenleyici yasaların, sokak ve meydanlarda ahlaki hafıza zorlanarak oluşturulması gerekir. Bu başarılmazsa hukuk hiçbir zaman demokratik olmaz. Bundan çıkaracağımız bir diğer sonuç; demokratik olmayan ülkelerde çok ciddi ahlaki sorunların yaşandığıdır. Bunun için iktidarların salt hukuk ile iş yaptığı ülkelerde iktidar guruplarını eleştirmek ahlaken çok eksik bir tutumdur. Kuşkusuz bu da bir değer taşır, fakat yetmez. Demokratik hukuk ve sistem talebinde bulunanların özeleştiri yaparak kendi yasalarını yazdırması daha toplumsal ve ahlaki bir duruştur.

Günümüz toplumunda yaşanan ve sorumluluk bilincinin zayıflığından kaynaklı olarak büyümüş sorunlar, kapitalist modernitenin toplumsal bilinci çarpıtması ve etkisiz bırakmasıyla doğrudan ilişkilidir. Demokratik hukuk talebi olanların bu taleplerini yasallaştırabilmeleri için yaşamın tümünü ahlaki ilkeler ile sorgulanmak gibi ahlaki bir yükümlülükleri de vardır. Bu noktada yaşananlar günümüzün en ciddi sorunlarından biri durumundadır. Bireyciliğin topluma zarar verdiği temel noktada burada yaşanmaktadır. Milliyetçi ideolojinin de beslediği bu husus, doğru ve yeterli olarak demokratikleşme mücadelesini engellemektedir. Kapitalist modernitede yaşam bütün bileşenleri ile bir ve bütün değil parçalı ele alınmaktadır. Bunun için herkes önce kendisi için talepte bulunmaktadır. Bireyci talep talepsizlikten daha tahripkar sonuçlara yol açmaktadır. Çünkü toplumsal olmayan her talep iktidar odaklarını güçlendirmektedir. Dolayısıyla ahlak temelli değerlendirmelerimizin sağlıklı olabilmesi, ahlak karşıtlığı demek olan anti toplumcu sistem ve grupları sınırlandırabilmesi için, ahlaka toplumsal ideolojiyle bakmayı şart kılmaktadır. Pozitivist, liberal, milliyetçi, yol ve yöntemlerle ahlak hakkında ne doğru söz söylenebilir ne de talepte bulunulabilir.

Ahlak ile ontolojik çelişkisi olan sistem kapitalizmdir. Kapitalizmin doğrudan kullandığı liberalizm ve milliyetçilik tümüyle, zaaflarından yararlanarak kullanabildiği din ve reel sosyalist fikirlerse önemli oranda ahlakilikle çelişmektedir. Bunun için ahlakı yerli yerine oturtabilmemiz için yeni bir toplumsal bakış açısına ihtiyaç vardır. Günümüzün en büyük eksikliği budur. ahlakı toplumsal yaşamdaki yerinden eden saldırının temelinde batıda gelişen ‘akılcılık’ vardır. Batı ‘akılcılığı’ kilisenin din istismarcılığına tepki olarak doğduğu için, dinin istismar halini çözümlemeye çalışırken, kilisenin teoloji ile yaptığını felsefe ile yapar duruma düştü. Bu hususu akılcılığın ahlak ve dinle ilişkisinin, bu iki olguyu dışlayarak işe koyulmasıyla başladığını hatırlatmak için belirtme gereği duyuyoruz. Dışlama noktasından yola koyulursak, günümüz algısındaki ahlak, din ve hukuk ilişkisini daha çarpıcı izah edebiliriz.

Ahlak, insanlık serüveninin başından beri ‘iyi’ olan her şeydir. Başlangıçtaki ‘iyi’; yaşam kuran eylem ve varlıkların kendisidir. Yaşatan ‘iyiler’ ile yaşayan insan arasındaki bağ, inanca yol açmıştır. Hayat dediğimiz olguya yol açan bu ‘eylemlere ve varlıklara’ akılla dokunup tanımak, doğrudan ad koyup onlara sınırlar çizmeden çok önce, inanılmıştır. Demek ki inanç, insan denilen varlığın dış dünyayı, yakın çevresini tanımasını sağlayan temasın, insandaki ilk tepkisidir. Bu tepki aynı zamanda akılla bilebilmek için gerekli olan ‘ilk hareketi’ de başlatmıştır. İnsanın dışarıyla teması arttıkça inandıkları artıp çeşitlilik kazanmıştır. Çeşitlilik, farklılık kurallar dahilinde seçim yapma yeteneği dediğimiz yeteneği beraberinde getirmiştir. Seçim birden çok seçenek gerektirir. Birden çok seçeneğin olduğu bir ortamda düzensizliğe yol açmasın diye bu gün kural ve kanun dediğimiz olgunun temelini oluşturacak bir yaratıcılık hâsıl olmuştur.

‘İyi’ sonuçlar doğuran tutum ve davranışlar yanında, insana iyilik bahşeden varlıklar ile arasındaki duygusal bağ ahlak, bu ahlakın insandan uymasını ve sürekli tatbik etmesini istediği kurallar bütünü ise zaman içinde din olmuştur. Bir kez daha Ali Fırat’a başvurursak, “başlangıçta ahlak toplumun teorisi, dinse pratiğidir” şeklinde bir kuruluş söz konusudur. Pratik, bilinçle doğrudan ilişkili bir eylem olduğu için yine Ali Fırat’tan alırsak “Din ilk toplumsal bilinç formu oluyor. ahlakla bütünlüklüdür. Bilinçten giderek katı bir inanca dönüşüyor. Toplum bilinci artık din formunun geliştirilmesi biçiminde olacaktır. Din bu özelliğiyle toplumun ilk temel hafızası, köklü geleneği ve ahlakın kaynağıdır.” Bu tanımın içeriğini derinlikli anlamak isteyen ancak konuyla ilgili olamayanların buradaki din kavramını İbrahimi dinler olarak değil ilk insanla başlamış günümüzde de bir biçimde etkisi süren inanç ve ahlaka dayalı bilme biçimi olarak anlamalarını hatırlatmak gerekiyor.

Dinin ahlakı belirlemesi din yöntemiyle düşünmeye başlamayı da ifade eder. Dinin teori ve ideoloji üretecek kadar bilinç oluşturması aşaması, toplumsal sistemin devletçi uygarlığın hükmü altına girmesine denk düşer. Bu anlamda Sümer uygarlığı ile başlatılan mitolojik düşünce çağı aynı zamanda din yoluyla ahlakiliğe inandırmanın da başlangıcı olarak kabul edilebilir. Artık ahlakilik, türetilmiş dine inanmakla bir ve eş tutulmaya başlanmıştır. Devletçi uygarlık mitolojilerinin toplumu köleleştirme ideolojileri olduğunu biliyoruz. Öyküsü oldukça geniş ve trajik olan bu süreçte, uygarlık merkezlerinde ahlak eşittir ‘iyi köle’ olmak olmuştur. Köle dininin ahlak diye dayattıkları, toplumsal hafızada bir daha yok olmamak üzere yerleşmiş, yaşam yaratan ‘iyilerin’ toplamı ahlakilikle derin çelişkiye düşünce, efendilerin devreye koydukları yeni tedbir hukuk olmuştur. Genelde Babil kralı Hammurabi ile başlatılan ancak son araştırmaların ondan öncede yazıldığını ispatladıkları köleci devlet hukuku, köleci dinin toplumu inandırarak yönetemeyeceğinin itirafıdır. Bu durum ahlak-din-hukuk arasındaki ilişkiyi anlamamıza yardımcı olacak tarihin bilinen ilk çarpıcı verisidir.

Din tümüyle ahlak kaynaklıdır. Bu temel tespitten ötürü şu çarpıcı gerçekliği bir kez daha hatırlatmada da yarar vardır. Toplum din olduğu için inanmıyor ve ahlakı esas almıyor. Toplumsal kuruluş inanç ve ahlak olmadan gerçekleşemediği için, ilk bilme biçimi olan din bu iki olgunun üzerinden sistem kazanıyor. Bu her iki olgu zamanla din yoluyla taşınmaya başlıyor. Bunun için din söz konusu olduğunda da iki ayrı din ve inanış biçimi olduğunu akıldan çıkarmamak gerekiyor. Dinin tümüyle ahlaktan beslendiği, ahlakla iç içe yaşandığı biçimi ile; zamanla inandırıcılığını yitirecek olan devletçi uygarlık dini arasındaki ayrımı sürekli göz önünde bulundurmak gerekiyor. Tıpkı iktidar siyasetinden beslenen hukuk ile ahlaktan beslenen hukukun aynı hukuk olmaması gibi. Dolayısıyla ahlak yüklü toplum dini ve devletçi uygarlık dini olarak ayrıma gitmek ahlak din ve hukuk ilişkisini daha rahat anlaşılır kılacaktır.

Devletçi uygarlık dini, inandırıcılığını yitirdiğinde ya da ahlak ile iş gören dinin çıkarlarını bozduğu egemenler, kanun koyucu mevkileri ele geçirdiklerinde toplumla din arasında doğan çelişkileri lehlerinde hukukla doldurma tarzı, Sümerlerden bildiğimiz üzere en az dört bin yıllık bir icat olarak sürekli gündemdedir. Demek ki hukuk özü itibariyle ahlaksızlığın toplumda yarattığı boşlukları doldurmak için yazılmış metinler olarak doğmuştur. Bu konuda çarpıcı bir örnek çoğumuzun yakından bildiği İslam dininde yaşananlardır. Hz. Muhammed döneminde ahlak temelli inanç esas olduğu için hukuka gerek duyulmamış, geçerli sayılan hükümlerse Medine sözleşmesinde gördüğümüz gibi demokratik muhtevası önde yasalardır. Ancak Halife Ömer döneminde ele geçirilen ganimetlerin yarattığı zenginliklerin neden olduğu inançsızlığın gelişmesi, derin ahlaki problemlere yol açınca kutsal metinlerde yer almayan bir takım yasalar ile topluma müdahale edilmiştir. Haricilerin taleplerinden de biliyoruz ki ahlaki bozulmaya neden olan imansızlık halkta değil kabile aristokrasisinde başlamış ve topluma yaydırılmıştır.

Köleci dinin icadı hukuk ve tüm dini hareketlerin yazdıkları hukuk biçimiyle kapitalist modernite çağında yazılıp iş gördürülen hukuk arasındaki mantık farkını görmek de önemlidir. Aralarındaki mantık farkı ahlak ile ilişkilerinden doğar.

Din ahlakı inkar ederek değil, istismar ederek toplumda çelişkiler yaratır ve sorunlar üretir. Bundan kaynaklı din hukuku, egemenlerin din istismarı ile toplumsal ahlakı ve dindeki ahlaki değerleri aşındırmasının üstünü örtmeyi hedefler. Din ve ahlak istismarının yarattığı sorunlara çare olduğunu iddia eder. Daha doğrusu bunu dayanak yapar. Ulus devletin yazıp uygulattığı hukuk ise M. Weber’in coşkuyla anlattığı ve batı medeniyetine ait dediği ‘ussal hukuktur.’ Bu hukuk, ahlakı inkar edip toplumsal ilişkilerin dışına çıkararak, doğan boşluk ve sorunlara çare olduğunu iddia eder. Dolayısıyla ulus devlet hukuku kapitalist egemenlerin iktidar alanlarını düzenleyip belirlediği için ahlakı daraltarak kendine yer açma mekanizmasına sahiptir. Avrupa’da hemen her konuda kanun yazılmasının bu ilke ile bire bir ilişkisi vardır. Bu yöntemle yapılan hukuk, aydınlanma düşüncesinin bugün daha iyi gördüğümüz yanlışı olan toplumsal maneviyatı yanlış ve eksik tanımlamasından kaynaklanmaktadır. Bu yöntemde ahlakı hem inkar hem de değersizleştirme esastır. Bu yöntem daha da ileri giderek ve gerici iktidar odaklarının gayri ahlaki geleneklerini de bahane ederek ‘ahlaktan koptukça özgürleşilir’ demektedir.

‘Ussal hukuk’ ahlakı taklit ettiği halde onunla çatışma içindedir. Bununda nedeni toplumu adım adım kuşatmaya başlayan yeni siyasal sistem efendilerinin dini istismar ederek toplum üzerinde yönetici pozisyondaki kilisenin yerine geçmeye hazırlanmalarıdır. Din istismarını, toplum yapan ahlakın kendisi olarak görmek, iktidar dinini toplumsal bilincin temelini teşkil eden din sanarak karşı çıkmak insanlık tarihindeki tüm din ve inanç sistemlerini ayrım gözetmeksizin eleştirmek yer yer yok saymak aydınlanmanın en büyük yanlışı ve çıkmazıdır. İktidarlarını dine dayalı hukukla sağlayanlarla ‘ussal hukuka’ dayandırmak isteyenler arasındaki egemenlik kavgasında en büyük zararı ahlak ve ahlaktan beslenen din görmüştür. Ve görmeye de devam etmektedir. İki kötülüğün çatışmasında yok olmanın eşiğine getirilense maalesef ‘iyi’ olmuştur.

İslam da halen süren bu çatışma, Hristiyan aleminde din istismarının sınırlandırılmasıyla yani dini reformla yeni bir seyir almıştır. Günümüz Avrupası’nda Müslümanları da kendine çeken, tartışmaya açıkta olsa demokratik hukukun kaynağında, kilisenin din istismarını sınırlamanın hatırı sayılır katkısı vardır. İslam’ın ahlaki görev ve sorumluluğundan uzaklaştırılıp devletin yönetim ideolojisi olması, şeriat adıyla hukuka dönüştürülmesinin sonuçları, Müslüman toplumların henüz tartışamadıkları bir durumdur. Kuşkusuz ki İslam şeriatı Kur’an’ı temel alarak geliştirilmiş yorumlardan çıkarılmıştır. Ancak yorum yapanların senin benim gibi insan oldukları iktidar gruplarıyla çelişki ve ilişki içinde olduklarını göz önüne getirdiğimizde, söylediklerinin en az kilise liderleri kadar sorgulanmasını gerektireceği açıktır. Bu gerçeklik bilinçli unutturulmuştur. Örneğin Müslüman aydınlar Hristiyanlığın ruhban sınıfı var diye çok eleştirirler. Fakat İslam alimlerinin çoğunun dokunulmaz kutsal kişiler yapıldığını ya görmek istemezler ya da gördüklerinde topluma ikna edici söz söylemezler. Bir alimin kutsallık mertebesine çıkarılıp dokunulmaz kılınması ruhban sınıfının verdiği zarardan daha az zarar vermemiştir. Yorum yapan alimler kutsallık mertebesine çıkarılarak söyledikleri ile iktidarlar kutsanmıştır. Böylece saltanat için kardeşlerini ve oğullarını boğazlayan adamlar ‘peygamberin sevgili kulu’ yapılmıştır. Dikkat edilirse Müslümanların ekseriyeti Fıkıh mezheplerine ters düştüklerinde günah işleyip cezalandırılacakları korkusunu yoğunca yaşarlar. Ancak hemen her gün çoğu Müslüman inandığı dinin kutsal kitabına ters düştüğünü bilmeden yaşar. Yaşam gerçeği sayılmayacak kadar çok defa göstermiştir ki, İslam dinini dayandığı ahlaki değerlerinden en çok uzaklaştıranlar İslam şeriatı uyguladığını söyleyenler olmuştur. Günümüz İslam dünyası bunu söze gerek duyulmayacak kadar açık göstermektedir. Bu açıdan İslam hukuku denilen içtihat, dini ahlaki özünden uzaklaştırmak suretiyle ‘müminlerin’ dini olmaktan çıkarıp ‘Emevi aristokrasisinin’ dini yapmak demek olduğunu bilmek gerekir.

Görüldüğü gibi ahlak-din-hukuk ilişki ve çelişkisini yeni bir paradigmayla ele almaya ihtiyacımız vardır. Yeni yaklaşım yöntemimiz bu üç kavrama toplumsal gerçeklikteki işlevselliklerini esas almalıdır. İşlevselliğin de ahlaki toplum ve iktidarcı toplum zihniyetiyle iki tanım içerdiğini unutmamalıyız. İşlevsellik meselesinde toplum tarihinden miras kalmış verileri sosyal bilim ile değerlendirmek kolaylık sağlayacak bir diğer yaklaşım olacaktır. Gerçekten de bir olgunun toplumsal işlevini esas almadan herhangi bir sınıf, cins kimliği ile yapılmış tanımlamalar, toplumsal yaşamda sorun üretmekten başka sonuç vermemiştir.

 

Sadece Ekonomik Faaliyet Toplumu Besleyemez

Ahlak toplumsal yaşamın adalet terazisi işlevine de sahiptir. ahlak din ve hukuk ilişkisi çerçevesinde dile getirdiklerimize benzer bir bağı ekonomik faaliyet içinde dile getirmek mümkündür. Tüm adaletsiz sistemler ahlakı esas almayan anti demokratik hukuk sistemleridir. Bu sistemler ahlakla bağını yitirmiş dini propaganda ederek meşruluk yaratmak isterler. Anti demokratik hukuk sistemleri dini en çok istismar eden sistemlerdir. Bu sistemlerin adaletsiz uygulamaları toplumun her alanında olduğu gibi ekonomik alanda da büyük yıkımlara neden olurlar. Özü ve toplumsal işlevi yaşamın maddi gereksinimlerini karşılamak olan ekonomik faaliyet bu sistemlerde açlık ve yoksulluk olarak normalleştirilmek istenir.

Ahlak ile ekonomi arasındaki ilişki hukuktan ve dinden daha güçlü ve iç içedir. ahlakın yaşam yaratan kurallar bütünü olduğunu belirtmiştik. İnsanın yaşaması için her şeyden önce beslenmesi gerekir. Bunun için toplumun beslenme ihtiyacını gideren faaliyet ekonomidir. Toplumsal yaşamda beslenme bir sorun olmuşsa orada ekonomi yoktur demektir. Beslenme kaynağımız olan tüm maddeleri doğadan karşıladığımız için ekonomik faaliyet aynı zamanda bu beslenme kaynağımızı gözümüz gibi korumayı da gerektirir. Ekonomik üretim adı altında doğa tahrip ediliyorsa yapılan iş doğadan beslenme değil saldırı ve savaştır. Tüm bunlar artık herkesin bildiği bilmeyenlerinse hemen her gün olumsuz sonuçlarını değişik biçimlerde gördüğü ve yaşadığı şeylerdir.

Ekonomik alan özellikle de kapitalist sistemle birlikte en çok tahrip edilen, en çok çarpıtılan alan konumundadır. Ekonomi besleyen temel ve tek aktivite gerçekliğinden kopartılmıştır. Mal ve mülk elde edilen, iş bulup çalışılan, geçim kapısı faaliyeti derekesine düşürülmüştür. Yazılmış kitaplar, medya organlarında yapılan tartışmalar içinde en boş, içeriksiz ve çarpıtanlar ekonomi hakkındakilerdir. Makro mikro dengeler, iç dış ticaret açıkları, gayrisafi hasıla, borç, borsa, senet, fiyat, endeksler, grafikler vb… o kadar çok gereksiz tanım ve kavram icat etmişler ki bunlarla konuştukça açlıktan ölenlerin sayısı daha da artıyor. Kuşkusuz ki hırsızlık için icat edilmiş tüm bu kavramlarla oynanan oyunların kapitalist sistemin ekonomi dediği şeyle doğrudan bir ilişkisi vardır. Bunlarla ekonomi diye kendi sistemini topluma kabullendirdiğini biliyoruz. Fakat ekmek bulunamıyorsa, toplumun tamamına yakını yeterli ve dengeli beslenemiyorsa, çocuklar sağlıklı yiyecek ve içeceklerden mahrum oldukları için ölüyorsa bu kavramlarla istenildiği kadar Proflar konuşsun. Gerçekten de ekonomik faaliyet iddia edildiği gibi çok karmaşık bir faaliyet değildir. Planlama, düzenleme bilim ve tekniğin kullanılması gerektiği doğrudur. Ancak bu ihtiyaçlar açlık ve yoksulluğu yaratanların ekonomiyi ele geçirmelerine gerekçe edilemez. Ekonomik alandaki düzenlemelerin anti demokratik hukukla yapılması tahribatları daha da artırmaktadır.

İnsan, ahlakın adalet terazisi olmaktan çıkarılmasıyla bir avuç egemen tarafından sadakaya muhtaç edilmiştir. Ekonomik alan da ahlaksızlaştırılmıştır. Bunca bilimsel teknik gelişmeye rağmen giderek artan çevre sorunları ve açlık-yoksulluk, akılı ve duygulu, yaptığı işleri planlayarak yapabilen, iyi ile kötü gibi doğru ile yanlışı birbirinden ayıracak kabiliyeti olan insan gerçeği ile nasıl yan yana durabiliyor. Çalıştıkça ve ürettikçe doğa tahrip oluyorsa, açlık ve yoksulluk artıyorsa burada bir yanlış, ters giden bir şey olduğunu neden düşünemiyor toplumun çoğu. Düşünüyorsa neden düzeltecek eylemlere girişmiyor? Bu sorulara isterse bir ay isterse bir yıl tartışılacak cevap verilsin, isterse bir isterse yüzlerce kitap yazılarak cevap aransın özü itibariyle verilecek cevap çok basit ve sadedir: ahlakı temel almadan düşünmek ve çalışmak.

Düşünme yöntemimizi değiştirmeliyiz. Halk tabiri ile elimizi vicdanımıza koyarak düşünmeli ve kararlar almalıyız. Toplumsal sorunların toplumu yönetenlerin akıl ve duygu dünyalarından kaynaklandığını bilelim. Uygun bir ortamda başıboş bırakılan hayvanlar bile açlıktan ölmüyorken akılı-duygulu insanın açlıktan ölmesi tuhaf değil mi? Ancak şunu da unutmayalım vicdan ve ahlak problemli olunca ‘iyi doğru güzel’ ve ‘özgürleştirici’ söz ve eylemler bir tek okumada ve görünüşte anlaşılmaz, gerekli etkiyi yaratamazlar. Bu sorun karşısında da ahlakilik, sabır ve ısrarla söz söylememizi ve eylem yapmamızı emreder.

 

Bunları da beğenebilirsin

Yoruma kapalı.