Düşünce ve Kuram Dergisi

Bir Tarih İncelemesi Ahlak, Politika ve Medine Sözleşmesi

Turan Uysal

Medine Vesikası nedir; hangi tarihsel ve toplumsal koşulların ürünü olarak şekillenip bir toplumsal projeye dönüştü? Şüphesiz bu ve benzeri sorulara bugüne kadar çok çeşitli yanıtlar verildi; çok şey yazıldı, söylendi. Elbette tarihsel önemi bakımından sözleşmeyle ilgili daha çok şey yazılıp söylenmeye devam da edilecektir. Bu, aslında konunun dar İslam tarihiyle sınırlandırılamayacak kadar geniş ve kapsamlı olduğunu bize göstermekte. Sözleşmenin İslam tarihi açısından önemi zaten ortada. Bunun bir de ahlaki politik toplum perspektifiyle ele alınıp irdelenmesi bir görev olarak karşımızda durmaktadır. Çünkü sürecin oluşumu ve gelişiminde sınıflı devletli uygarlık unsurları kadar eşitlikçi, demokratik unsurların da etkisi olduğu muhakkaktır.

İslam da en nihayetinde belirli tarihsel ve toplumsal şartların bir sonucu olarak doğup gelişti. Ortadoğu merkezi uygarlığının yeni bir hamlesi olarak İslam’ın Mekke’de doğup Medine’de sosyal, siyasal ve ekonomik olmak üzere hemen her alanda bütünlüklü bir siyasaya dönüştüğü görülür. Mekke süreci İslam açısından ideolojik aşaması ise, Medine dönemi cemaatin ümmet olma yolunda hızla ilerleyip ete kemiğe büründüğü sosyo-politik gerçekleşme aşamasıdır.

Şüphesiz Mekke’de bir inanç hareketi olarak doğup gelişen İslam, ilk çıkışından itibaren bir sınıfın politik temsilini gerçekleştirmektedir. Dönemin orta sınıfını temsil eden tüccarların, iyice gericileşip köhneleşen hakim kabile aristokrasisi ve oligarşisiyle çok yoğun çelişkileri vardır. Bu sosyo-ekonomik gerilimden doğan İslam, tarihsel olarak da, çağdaş kavramlarla ifade edecek olursak, kendi dönemlerinin orta sınıf sosyal demokrasi hareketleri olan İbrahimi gelenekten de yoğunca beslenerek büyür. Bu tarihsel zincirin bir halkası olan İslam, dönemin egemen sınıfına karşıtlığı temelinde ahlaki politik topluma özgü birçok eşitlikçi, demokratik hatta komünalist unsuru da bünyesine katar. İlk grup aşamasında cemaat içindeki yoksul ve ezilenlerin sayısı hayli fazladır. Sınıflaşmanın ve tabakalaşmanın oldukça derinleşip kök saldığı bir ortamda, ümmet evrenselliği ve herkesin Allah karşısında eşit olduğu fikri ezilen kesimlere çok daha cazip gelmektedir. Aynı fikre Hac ziyaretlerinden büyük kazançlar sağlayan Mekke’nin üst tabakası ise şiddetle karşı çıkmaktaydı. Sınıflar arası sosyo-ekonomik kavganın İslam’ın daha teolojik olarak kendini yapılandırmaya başladığı dönemden itibaren kendini gösterdiği açıkça görülmektedir.

Mekke jeo-stratejik olarak Şam ve Yemen’i kapsayan ticari bölgenin kavşak noktasında yer alır. Kenti Hz. Muhammed’in de mensubu olduğu Kureyş kabilesi yönetmekte; kentin en önemli ekonomik kaynağı da Kabe ziyaretlerinden elde edilen gelirlerdir. Kabe de yaklaşık 360 putun olduğu düşünülürse, bu ziyaretlerden elde edilen meblağın ne derece büyük olduğu daha rahat anlaşılabilir. Hz. Muhammed’in putlara karşı mücadelesi özünde bir ideolojik ve kavramsal mücadeledir. Böylesine hayli çelişkili ve karmaşık bir ortamda yeni bir sistem inşa etmek, öncelikle çok keskin bir ideolojik mücadeleyi gerektirir. Hz. Muhammed kendi kavramsal dünyasını oluştururken çok yoğun bir baskıyla karşı karşıya kalır. Ve böylesi bir ortamda çok ciddi çabalar, fedakarlıklar gösterilmesine rağmen İslam, bir türlü ideolojik grup dönemini asıp yeni bir toplum kurma aşamasına geçemez.

 

Sözleşmenin Sosyo-Kültürel Zemini Olarak Medine

Medine çölde bir vahadır, bir tarım kentidir. Nüfusu yaklaşık on bin civarında olan kentte farklı kabileler, dinler ve gruplar yan yana yaşamaktalar. Bu yapısıyla aslında bir ölçüde eski özgür kentleri çağrıştırmaktadır. Geçmişten beri çoğulcu bir yapıya sahip olan sosyo-kültürel ortamın İslam düşüncesi ve sosyal politikası üzerinde etkide bulunmaması düşünülebilir mi? Nitekim Mekke’de doğan İslam bu ortamdan beslenerek gelişimini sürdürmektedir. Medine’de şekillenen birçok ayet İslam’ın bu gelişim diyalektiği konusunda birer kanıt niteliğindedir.

Kentte doğal, eşitlikçi toplum özellikleri hale canlıdır. Ekonomik olarak da yarı özerk bir yapıdan söz edilebilir. Tarihten beri birçok kabile ve grubun yan yana yaşaması beraberinde bir hoşgörü kültürü de yaratmıştır. Hakeza kabile içi tabakalaşma Mekke’deki kadar keskin değildir. Bunda kabile ve dinsel grupların iç yapılarını koruyarak kendi örf ve adetlerine göre karar alıp vermeleri çok güçlü bir özerk yapının varlığına işaret etmekte. Şüphesiz dışa kapalı, birbirinden izole gruplardan bahsetmiyoruz. Gruplar arasında başta ekonomik olmak üzere diğer birçok alanda çelişkiler mevcuttur. Çoğulculuk, Ortadoğu tarihi ve kültürünün en temel özelliğidir. Medine bu anlamda Ortadoğu kültür coğrafyasının bir maketi durumundadır ve bu özelliğiyle İslam’a da geniş bir yaşam imkânı sunar.

Medine’de hangi kabileler, hangi dinler yaşamakta?

Kentte iki büyük Arap kabilesi olan Evs ve Hazreçki Hz. Muhammed’i davet eden bu iki kabiledirile üç büyük Yahudi kabilelerinden Beni Kaynuka, Beni Nadir ve Beni Kurayza arasında başta kentin yönetimi olmak üzere iktisadi ve diğer kimi konularda çelişkiler mevcuttur. Miladi yılların başında, muhtemelen ani bir iklimsel değişiklik sonucu Yemen’den Medine’ye göç eden Arap kabileler ağırlıklı olarak tarımla uğraşmaktalar. Yine Miladi 1. ve 2. Yy.’ da Roma’nın katliamından kaçıp kente yerleşen Yahudi kabileler ise daha çok zanaatçılık, kuyumculuk ve ticaretle uğraşmaktalar. Kentte, sayıları az olmakla birlikte Hristiyan ve Pagan inançtan grupların da olması ortamı entelektüel kültür bakımından da hayli zengin kılmaktadır.

 Bütün bunlar Medine vesikasını meydana getiren tarihsel objektif şartlardır. Sözleşmenin hazırlandığı süreçte şekillenen ayetlerin çoğu da bu çoğulcu ruhu yansıtır. Yine Hz. Muhammed ‘in burada özellikle de teolojik konularda Yahudi ve Hristiyanlara daha çok yakınlık gösterdiği birçok ayetten anlaşılmaktadır.

İslam, bu yönüyle Ortadoğu dinsel geleneğini daha da geliştirerek sürdürür. Daha eski inançlardan birçok ögeyi bünyesine katması da işin doğası gereğidir.

İslam, tarihin herhangi bir kesitinde birden ortaya çıkıverip gelişen bir sistem değildir.

Medine vesikasının hazırlanması ve şekillenmesi sürecinde de tüm gruplar aynı derecede rol oynar. Gruplar arasında bir denge durumu vardır, Müslümanların sayısı da oldukça azdır. Hicret edenlerin sayısı yaklaşık iki yüz kişi civarındadır, bunlara muhacir denmekte; Medineli Müslümanların sayısı da yaklaşık iki yüz kişidir, bunlara da ensar denmekte. Sözleşmenin hazırlanmasında Hz. Muhammed’in rolü yadsınamaz elbette.

Hz. Muhammed daha Mekke’de iken, Hac ziyaretleri sayesinde diğer çevre gruplarla ilişki kurmayı başarır. Evs ve Hazreç kabilelerinden birkaç kişiyi bu ziyaretlerin birinde örgütler ve bunların İslam’a geçmelerini sağlar. Her iki kabilenin de kendi aralarında kimi anlaşmazlıkları vardır. Hz. Muhammed’in kente yerleşmesi adı geçen bu her iki kabilenin de işine gelmekte. Böylelikle tarafsız –İslam Peygamberibirinin hakemliğinde aralarındaki anlaşmazlıkları da çözmüş olacaklardır. Hakemlik çok eski bir kabile geleneğidir. Bu geleneğe göre anlaşmazlığa düşen kabileler önce kendi aralarında bir hakem seçerler ve seçilen hakem de anlaşmazlığı ahlak, vicdan ve adalet ilkelerine göre ele alıp çözüme kavuşturur. Hz. Muhammed’in Hacer-ül Esved’in (kara taş) Kabe duvarına yerleştirilmesi olayında ortaya çıkan anlaşmazlığı gidermek için hakem seçildiği bilinmektedir. Bunun hileli bir örneği de Sıffın savaşında görülür. Hakemlik, sorunların çözümünde gayet adil bir yöntemdir. Anlaşmazlık bittiğinde hakemlik de sona erer. İşte Hz.

Muhammed’in Medine’ye daveti bu eski özgür kabile geleneği sayesinde gerçekleşir. Medineliler de önce Akabe Biatları adı altında üç sözleşme yapılır, ardından Hicret(622) başlar. Burada Hz. Muhammed’in şartları iyi okuyup değerlendiren politik basiretinden de bahsetmek gerekir. Hicretten önceki Habeşistan ve Taif deneyimlerinden de güçlü sonuçlar çıkarıldığı kesindir.

Hicretin İslam tarihi açısından ne ifade ettiği ayrı bir tartışma konusudur. Ortadoğu kültürü ve tarihinde İslam’dan önce de çeşitli hicret örneklerine rastlanır. Hz. İbrahim’in Riha(Urfa)’ dan Mısır’a; Hz.

 Musa’nın Mısır’dan vaat edilmiş topraklara göçü bunlar arasında en bilinenleridir. Kur’an ayetlerinden Hz. Muhammed’in de bu gelenek hakkında önemli bir bilgi-birikime sahip olduğu anlaşılmakta. Kuran’da bu tarihle ilgili birçok kıssaya yer verilir.

 

Bir Toplum Sözleşmesi Olarak Medine Vesikası

a- Bu sözleşme her şeyden önce bir hukuk metnidir. Her hukuk metni bir toplumsal sözleşmenin sonucu olarak gerçekleşmez. Bir kral, sultan veya hükümdarların mutlak iradesiyle gerçekleşen metinler birer kanun-yasa metinleri olabilirler. Hamurabi kanunları, Hz. Musa’nın on emri bu neviden yasa metinleridir. Fakat bunların hiçbirine bir toplumsal sözleşmeye dayalı hukuk metinleri denilemez.

Hakeza en kapsamlı hukuk metinleri olarak çağdaş anayasalar genellikle devlet merkezli düşünülüp tasarlanmaktadır. Bir yaptırım gücüne sahip olması gereken hukuk, kendini hayatın hemen her alanında gerçekleştirmek için bir otoriteye ihtiyaç duyar ve uygarlığın kuruluş mantığına göre ise tek ‘’meşru’’ otorite devlettir. Ama buna rağmen tarihte birçok sözleşme ve hukuk metninin şekillenmesinde ezilenlerin hak mücadelelerinin rol aldığı görülmekte. Sözleşmeler veya demokratik içeriğe sahip hukuki metinler bu anlamda ezilenin hakkını bir ölçüde korurken otoriteye de belki sınırlandırmalar getirir.

Burada Medine vesikasının ayırt edici özelliği bir konsensüse, bir toplum sözleşmesine dayanıyor olmasıdır. Sözleşmenin en temel parametresi kentin güvenliği ve savunmasıdır. Esasta üzerinde uzlaşı sağlanan nokta ise ahlaki-politik toplumun bir özelliği olan öz savunma anlayışıdır. Bunun yazılı bir metne dönüşmesi tarihsel önemdedir.

b- 52 Maddelik sözleşmenin yarısına yakını Müslümanların sözleşmede müminler olarak geçeriç durumlarıyla ilgilidir; diğer yarısı da grupların birbirleriyle olan ilişkilerini düzenler. Metinde her kabile, her inanç grubu ve hatta bazı aileler kendi isimleriyle yer bulur. Sözleşmeyi her konfederasyon örgütlenmesine yaklaştıran da bu özelliktir. Yani her kabile veya inanç grubu hem kendi özerk yapılarını korumakta ve hem de geneli ilgilendiren konularda doğrudan kalıtım göstermektedir. Böylelikle kentteki dinsel ve kültürel çeşitlilik bir sözleşmeyle hukuki güvence altına alınır. İslam burada Yahudi ve Hristiyan gruplarla dini açıdan daha yakın ilişkidedir. Her üç dindeki tek tanrı inancı ortaktır ve Hz. Muhammed’in bu teolojik akrabalığa sık sık vurgu yaptığı görülür. 624’e kadar İslam’ın kıblegahı da Kudüstür. Metnin, bir de böylesi bir arka planı var.

Sözleşmeye tabi gruplar arasında alt üst veya azınlık, çoğunluk ilişkisinden söz edilemez. Metnin eşitlik ilkesi gereği tüm gruplar aynı haklara sahiptir. Bir hukuki metnin çoğulculuk, demokratiklik ve eşitlik ilkeleri çerçevesinde ele alınıp incelenmesi genel bir kabuldür. Bu açıdan bakıldığında Medine vesikasının birçok ulus-devlet anayasasından daha çoğulcu eşitlikçi olduğu söylenebilir. Devlet odaklı anayasalar çoğulculuğa sıkça vurgu yapar ancak kapitalist modernite koşullarında birçok dilin, kültürün gittikçe eriyip silindiği gözlenen bir durumdur. Kapitalist modernite için çoğulculuk, homojen kültür yaratmada sadece bir propaganda aracıdır.

c- Sözleşme maddelerinin neredeyse yarısının

Müslümanlarla ilgili olduğundan söz etmiştik. Cemaatin Medine gibi görece daha özgür bir ortamda hızla sosyalleşip, politikleştiği görülür. Cemaatleşme kabileden farklı bir örgütlenme birimidir; bu din esaslı topluluk bir nevi ümmet oluşumunun da çekirdeği durumundadır. Kentte herhangi bir baskıyla karşılaşmayan cemaatin Arap kabileler arasında hızla yayıldığı gözlenir. Cemaat büyüdükçe sorunlar ve ihtiyaçlar da artar. Bunları gidermenin tek yolu da yeni bir sosyal politika geliştirmektir. Bu, en açık ifadeyle dini bir cemaatin sosyo-politik toplum olma yönünde dönüşüm geçirmesi olayıdır. Kısa sürede bir kurumlaşma gerçekleşir ve bu kurumlaşmanın merkezinde de Mescit vardır. Mescit, toplumsal kurumlaşma için bir ibadet yeri olmanın çok ötesinde sosyal politikanın yapıldığı bir karargah, çağdaş kavramlarla belirtilecek olursa, bir parlamento, bir üniversite işlevi görmekte. Mescidin Suffa olarak adlandırılan bölümünde toplumun yoksul ve muhtaçları iaşe edilir; ümmetin eğitim ihtiyacı da bu bölmede karşılanmaya çalışılır. İslam’ın ilk hafızları da bu Suffa’ da yetişir. Bunlar dönemin kadro gücüdür.

Kurumlaşmanın da dikkat çekici yanı toplumun, karar süreçlerine doğrudan katılımıdır. Toplum ahlaki ve politiktir. Kadın, erkek, yoksul, zengin, genç, yaşlı herkesi karar süreçlerine aynı düzeyde katılma hakkına sahiptir. İbadet etmede eşittir, birlikte namaza dururlar. Diğer yandan merkezi uygarlığa özgü devletçi özellikler de aynı mescit bünyesinde yetişip boy vermeye başlar. Mescide bu anlamda çekirdek halindeki devlet demek de mümkün. Din, siyaset ve ekonomi işleri bu merkezde iç içe yürütülmekte. Örneğin ganimetlerin beşte biri mescidin ihtiyaçları için ayrılır ki, bu aslında tohum halindeki devlet hazinesidir. Nitekim ganimetlerden alınan bu pay birike birike Halife Ömer zamanında devlet hazinesi olan Beytül Mal’a dönüşür.

Hz. Muhammed henüz oluşma halindeki bu devletin tartışılmaz dini ve politik lideridir. Peygamberlik otoritesinin kaynağı Allah’tır. Kur’an Allah adıyla hitap eder. Otoritenin kaynağı bir yana Hz. Muhammed’in, bir çok uygulamada görüldüğü gibi, karar alma süreçlerinde daha çok demokrasiye başvurduğu tarihen tespitlidir. Hatta kimi hayati kararlarda bile bu ilkeden vazgeçilmediği bilinmektedir. Bunun en bilinen örneği Uhut Savaşıdır. Hz. Muhammed bu savaşta yaralanıp gazi olur.

Kuruluş aşamasında belirgin olan bu demokratik uygulamaların, özellikle İslam’ın yayılma süreciyle birlikte, birçok eski veya üst tabakaya ait unsurun ümmetin içine sızmasıyla giderek zayıflayıp ortadan kalktığı görülür. İslam’ın her tabakadan, sınıftan, ırktan katılımlar gerçekleşmekte. Hz. Muhammed’in yoksulu gözeten, reformcu orta sınıf çizgisine karşı daha o dönemde bile çok yoğun saldırılar gerçekleştirilir. Bu saldırılardan biri kadına karşı geliştirilen katı uygulamalardır. Kadın, politik alandan uzaklaştırılıp eve hapsedilir.

Yine, yönetim kademelerinde üst sınıftan gelenlerin sayısı arttıkça demokrasiden otoriterleşmeye doğru bir evrilme yaşanır. Aynı şekilde yoksul ile zengin arasındaki makas gittikçe açılır. Bu sınıfsal bölünme sonucu İslam’ın içinden ‘’ iki gömleği olanın imanından şüphe ederim ‘’ diyen eşitlikçi hatta komünalist çizgide olan Ebuzer Gıffariler çıktığı gibi; Abdurrahman B. Auf gibi kapısında yüzlerce devesi, binlerce davarı; evinde sandık sandık altını, değerli eşyası olan Karunlar da çıktı. Hz. Muhammed’in yaşamında bu aşırılıkların hiçbirine rastlanmaz.

Peygamberin birçok hadiste ticareti, çalışmayı, emeği övdüğü; başta haksız kazanç olmak üzere aşırı zenginleşmeyi, servet düşkünlüğünü eleştirdiği bilinmektedir. Sürdüğü hayat da gayet mütevazidir ve ‘’ komşusu aç iken kendisi tok olan bizden değildir’’ diyebilecek kadar halka yakın ve halkla iç içedir.

Evet, Medine’nin sunduğu imkânları iyi değerlendiren Hz. Muhammed’in ümmet ideolojisi temelinde kabile sistemini aşan bir devlet örgütü yaratmak istediği açıktır. Kuşkusuz burada hemen, nasıl bir devlet şekli sorusu akla gelir. Bu soruya en iyi yanıtı Medine sürecindeki uygulamalar verebilir. Birçok uygulamada da anlaşıldığı gibi Hz. Muhammed’in tasarladığı devlet ne Bizans Kraliyet sistemine ne de Sasani Hanedanlık düzenine benzemekte. Medine, tasarı halindeki bu devletin maketi durumundadır. Bu da daha çok demokratik, sosyal bir cumhuriyeti çağrıştırmaktadır.

d- Medine vesikasını bir de, gerçek hayatta karşılığı yaratıp yaratmadığını kimi uygulamalara bakarak test etmek gerekir. Konuya bu açıdan bakıldığında içerik olarak Konfederasyon örgütlenmesi taslağına benzeyen bu sözleşmenin özellikle Yahudi kabilelerle ilişkiler hususunda ciddi bir sapmaya uğradığı görülür.

Mesela daha ilk başlarda Kaynukaoğulları çeşitli iddialar öne sürülerek kentten kovulur. Kentin ticareti ve para işleri –kuyumculuk büyük ölçüde bu kabilenin kontrolündeydi. Kaynukaoğulları geriye Müslümanlara çok sayıda silah ve teçhizat kalır. Aynı şekilde diğer bir Yahudi kabilesi olan Nadiroğulları da, peygambere suikast hazırlığı içinde oldukları gerekçesiyle bir kuşatmanın ardından kentten sürülür. Bu kabileden geriye de bir sürü tarım arazisi kaldığından söz edilmekte. Son olarak Hendek Savaşında, kentin savunmasına katılmadıkları ve Mekkeliler ile işbirliği yaptıkları gerekçesiyle Kurayzaoğulları kabilesinden 600-900 arası erkek öldürülür, mallarına da el konulur. Bu katliam daha sonra Hz. Muhammed tarafından aşırı görülüp eleştirilir. Yaşanan bu tarihsel olayların gerisinde birçok farklı neden olabilir. Bunlardan belki de en önemlisi hızla İslamlaşan her iki Arap kabilesinin ortaya çıkan bu yeni denge durumunu kendi lehlerine çevirme çabalarıdır. İslam ortaklaşmasıyla aralarındaki anlaşmazlıkları gideren Arap kabileler, Yahudiler karşısında görece daha da güçlenmiş oldular. Bunu bir üstünlük kurma avantajına dönüştürmek istemeleri muhtemeldir. Hz. Muhammed’in bu olaylardaki direkt veya dolaylı etkisi hayli tartışmalıdır. İlk başlarda Yahudilerle güçlü bir yakınlık kurulmak istenmekte. İslam davetinin Yahudiler arasında hemen hemen hiç karşılık bulmaması Hz. Muhammed’i bir biçimde müteessir etmiş olabilir.

Her ne sebeple olursa olsun aslolan sözleşmenin bahsettiğimiz bu uygulamalar nedeniyle pratik gerçekleşme aşamasında büyük darbe olmasıdır. Böylelikle sözleşmenin sac ayağından biri olan çoğulculuk ilkesi daha sürecin başında işlevsizleşip kadük hale geldi. İslam’ın iyice güçlenip Medine dışına taştığı bir süreçte ise dinlerine karışılmaması karşılığında, Hayber ve Necran bölgesindeki Yahudi ve Hristiyanlardan cizye adı altında bir vergi alınmaya başlanır. Daha çok merkezi imparatorluklara has olan bu özellik giderek İslam’a da yerleşir. Hz. Muhammed’in vefatından sonra İslam’ın siyasi bir sistem olarak giderek Sasani Hanedanlığı ve Bizans krallığına benzeşmeye başladığı görülür. Oysa ki, Hz. Muhammed’in bir krallık veya hanedanlık kurmak istediğine dair tek bir sözü dahi yoktur. Dört halife döneminde ortaya çıkan mezhepsel bölünmeleri de sınıf çelişkilerinin politik karşılığı olarak değerlendirmek gerekir. Bu mezhepsel çatışmalarla Hz. Muhammed’in Medine çizgisi bir nevi kuşatmaya alınır. Emevilerin iktidara gelmesiyle de bu çizgiye son darbe indirilmiş olur. Merkez, diğer bir ticaret kendi olan Şam’a kayar. Böylece Medine’deki çoğulculuk yerine tek ırkın (kavmi necip-soylu kavim) diğer halklar, dinler ve kültürler üzerindeki mutlak üstünlüğüne bırakır.

Bu darbeci karşı İslam hareketi ikinci büyük dönüşümü de kapitalist modernitenin sömürgeci bir güç olarak Ortadoğu’ya girişiyle birlikte gerçekleştirir. Bu dönemde İslam adına ortaya çıkan hareketlerin çoğu oryantalizmin ağır etkisidir. Adına Selefiye, reformcu vs. ne denirse denilsin, bunların asıl amacı İslam’ı kapitalist modernite koşullarında yeni iktidar-devlet sistemle uyumlu hale getirmektir. Radikal İslami gruplar da benzer şekilde, İslam’ı ulus-devlet çizgisinde revizyondan geçirmek istemektedir.

Medine İslam’ının zıddı yönünde gelişim kaydeden bu hareketler, kullandıkları sistem karşıtı retoriğe rağmen aslında bugün en büyük zararı İslam’ın özüne vermektedirler. Medine çizgisinde ümmet, bir bütündü ve ümmet sadece Müslümanları değil, diğer bütün dini grupları, farklı kabile ve kültürleri kapsamaktaydı. Hatta Hz. Muhammed hayvanlar aleminden bahsederken bile aynı kavramı kullanır. Bu kavram zamanla daraltılarak yalnızca Müslümanları kapsayacak bir içeriğe büründürüldü. Tıpkı cihat kavramı gibi. Büyük Nefs savaşımını ifade eden Cihadi Ekber bugün çok farklı bir anlamda kullanılmakta.

İslam teolojisi de diğer tek tanrılı dinler gibi bütün alemle; yeryüzünde ve gökyüzünde olup biten her şeyle ilgilidir. Teolojinin evrenselliği, ümmetin de daha evrensel bir içerikte olmasını gerektirir. Evrensellik derken de tekçilikten bahsedilmediği açıktır, ki bu birçok ayette de dile gelmektedir. Maalesef bunun tersi örneklerle sıkça rastlamaktayız. Dünyanın bir kısmının Darül İslam, bir kısmının ise Darül Harp olarak adlandırılması başka neyle ifade edilebilir.

Bütün bu bahsettiklerimiz Medine vesikasının günceldeki önemini aslında daha fazla arttırmakta. Sözleşme uygulamada ortaya çıkan kimi sorunlara rağmen Ortadoğu demokrasi mücadelesinde bir dönüm noktası olma özelliğini hala korumaktadır. İslam’ı doğru okumak ve anlamak bakımından da bu süreç, güçlü bir referans niteliğini taşımakta. Buna Medine İslam’ı veya Muhammed’i İslam denmesi de bu nedenledir.

Dinler, inançlar aynı zamanda birer kültür yapılarıdır. İnançların doğuşu ve gelişimi toplumsallıkla bire bir ilişkilidir. Bir totemden basit bir makete; manastırdan kiliseye, havraya, camiye bütün ibadet nesneleri ve yerleri bu kültür yapısı kapsamı içindedir. Diğer birçok dinden izler taşıyan İslam da beraberinde bir inanç kültürü yarattı. Kültürel İslam olarak adlandırabileceğimiz bu yapı toplumcudur, dolayısıyla ahlak ve vicdanla direkt bağlantılıdır. Bir kültürün kendi varlığını sürdürmesi ille de bir devletleşmeyi gerektirmez, fakat bir iktidar yapısı olarak devlet varlığını topluma borçludur, onsuz bir gün dahi yaşayamaz. Devletçilik hastalığı İslam’ın bu kültürel yanını da bozunuma uğrattı.

 

Sonuç olarak;

Medine vesikası örneğinde olduğu gibi farklı inanç grupları, farklı kültürler, diller bir sözleşme etrafında kendi özerk yapılarını koruyarak pekâla birlikte, yan yana yaşayabilirler. Bugün, bunu demokratik konfederalizm adı altında daha geniş ve kapsamlı uygulamaya geçirmek çok daha imkan dahilindedir.

Kültürler durup dururken kendi aralarında tartışmazlar; çatışmaların kaynağı mevcut iktidar sistemleridir. Bir Müslümanın bir Yahudi ile; bir Hristiyan’ın bir Ezidiyle veya bir Budist ile sorunu olamaz. Herkesi birbiriyle çatıştırma ve tek tek kültürlerin ve dinlerin içine de sızan bir iktidar aygıtlarıdır.

Öyleyse daha az iktidar için daha fazla demokrasi diyelim…

 

 

Yararlanılan Kaynaklar
  • ‘’ Bil ki, bütün insanlık bir zamanlar tek bir topluluktu’’ Bakara:215 
  • ‘’(…) Eğer Allah dileseydi hepinizi tek bir topluluk yapardı. Ama indirdikleri aracılığıyla sizi imtihan etmek için böyle olmasını istedi. O halde hayırlı işlerde yarışın! ‘’ Maide:48
  •  ‘’ Kitap ehli Yahudi ve Hristiyanlardan zulüm edip saldırganlaşanlardan hariç, onlarla en güzel üslupla tartışın ve deyin ki, biz size indirilen kitaba da, bize indirilen Kuran’a da inandık. Bizim tanrımız da, sizin tanrınız da birdir. ‘’ Şura:48 
  • Medine sözleşmesi; Madde 16; ‘’ Yahudilerden bize tabi olanlar, zulme uğramaksızın ve onlara muarız olanlarla yardımlaşılmaksızın, yardım ve maharetimize hak kazanacaklardır. ‘’ 
  •  ‘’ Hz. Muhammed’in toplumsal mücadelesi tipik bir orta sınıf mücadelesi veya benim kullanmaya çalıştığım demokratik toplumu da kapsayan Demokratik Cumhuriyet mücadelesidir.’’ (Dum. 4. Cilt) 
  •  ‘’ Sizinle savaşanlara karşı Allah yolunda siz de savaşın. Ancak aşırı gitmeyin, çünkü Allah aşırı gidenleri sevmez. ‘’ Bakara:190 
  • İslam Uygarlığı TarihiC. Zeydan
Bunları da beğenebilirsin

Yoruma kapalı.